29 Ocak 2014 Çarşamba

Uyanılan bir sabah

Uyanılan bir sabah
Uyanılan bir sabah
Sabah erkenden uyandığını sanan adam, usulca süzüldü yatağından. Saate baksaydı eğer, işe geç kaldığını anlayacaktı. Ancak o, erkenden uyandığını sanarak, doğruca banyoya gitti. İlk, aynana baktı. Solgun ama uykusunu almış bir yüz gördü, hafif sakallı ve gözleri çapaklı. Suyu açtı sonra. Su bir müddet boşa akarken, o hâlâ kendisine bakmaktaydı aynada. Lavobanın kenarını elleriyle tuttu ve hafifçe kamburunu çıkartarak eğildi, ancak yüzü hâlâ aynadaydı; su da hâlâ boşa akmaktaydı...

Anlaşılmaz bir kitabı okumaya çalışan biri gibiydi, aynada yüzünü inceleyen adam: Yanaklarına, burnuna, gözlerinin içine, kaşlarına, çenesine, saçlarına baktı, baktı durdu. Sonra ellerini suya tuttu; iki elini birden. Avcunda sabun varmışçasına ovuşturdu, akan suyla. Gözleri aynada, ötesinde kendini okumakta; anlamıyormuşçasına öylece bakmakta, sayfaları boşa çevirilen bir kitapmışçasına, hâlâ boşa akan suyun şırıltısıyla...

Nihayet dondu elleri akan suyla, gözleri kaydı avuçlarına; kırmızı benekler oluşmuştu elinin ayalarında. Buz gibi, dedi, su bu gibi... Musluğu kapattı. Islak ellerini saçlarına daldırdı, havlu niyetine bolca kuruladı. Saç diplerini kaşıdı.

Banyonun kapısından çıkıp odasına girmek üzereyken durdu. Geri dönüp, aynanın önündeki diş fırçasına baktı. Sağ elini çenesine götürüp parmaklarıyle okşadı. Diş fırçasına bir şey diyecekti de, unutmuştu sanki. Bir adım attı diş fırçasına doğru, ama sonra vazgeçip hızla geri döndü ve banyodan çıkıp yatak odasına girdi. Tam komidinin üstündeki saate bakacaktı ki, birden durdu ve yavaşça arkasını dönüp banyoya yöneldi tekrardan. Banyonun kapısına gelip durdu, içeri baktı; bir diş fırçasına, bir havluya, bir de klozete. Saçlarını yine kaşıdı, hiçbir şey anlamıyormuşçasına. Bir müddet durdu öylece kapıda.

Bir eliyle çıplak göğsünü kaşıdı. Sonra gözleri duşa kaydı birden, çıplak göğsünü kaşırken. Göbeğine, oradan da donunun içine kaydı, kaşıyarak giden parmakları. Testislerini avuçladı, sonra tırnaklarıyla kaşıdı. Kaşınırken vücudunu dikleştirdi ve sonra kalçalarını öne itip, az da olsa esnetti bedenini, bir yandan kaşıyorken testislerini. Tahrik oldu sonunda, elleri donunda, kaşıyorken testislerini tırnaklarıyla. Kavradı eliyle, en dibinden sıktı, henüz pek kan dolmamış kamışını... Çekti ellerini aniden, donunun içinden. Kaşıyan elini götürdü burnuna, tiksinmiş bir yüz ifadesi oturdu suratına. Duşa baktı sonra. Fakat o yürüdü lavaboya. Suyu açtı, ellerini yıkadı sabunla. Musluğu kapattı, havluyu aldı, kuruladı ellerini, bir yandan bakarken aynaya.

Çıktı banyodan, odaya yöneldi. Komidine yakşaltı ve bir sigara yaktı. Saate bakmak aklına gelmedi. Odadan çıkıp, koridora yöneldi, sonunda mutfağa girdi. Su ısıtıcısına su koydu, çeşmeden doldurmuştu. Düğmesine basıp bekledi kaynamasını, bir yandan da içiyordu sigarasını. Çok koymuştu suyu, geç kaynayacaktı. Sigarasına baktı, külü birikmiş, neredeyse yere düşecek sandı. Külünü silkeledi lavaboya. Musluğu açıp söndürdü sigarasını, atmadan önce naylon poşete, çöp niyetine.

Isıtıcıya baktı, anladı ki kaynamasına vakit vardı. Mutfaktan çıkıp koridora vardı. Odasına doğru yürüdü... Girdi içeri, nihayet saate bakmak aklına geldi. Vardı komidine, bakmak için eğildi saate. On biri on geçiyordu, şaşırdı kendince ve şöyle dedi sessizce: Yuhh!..

Geçti yatağına, yorganın altına girip, gözlerini dikti tavana. Değmez, dedi, bu saatte işe gidip, azar yemeye değmez. Yorganı biraz daha çekti boynuna. Mutfaktan bir ses duydu, su kaynamıştı sonunda. Gözleri, gözleri yavaş yavaş kapanıyor, uykuya dalacaktı az sonra...

Murat Dicle
29.01.2014

Sansınlar istersin ki

Sansınlar istersin ki beni senden daha farklı bir insan gibi görsünler; seni benden üstün, beni senden de öte, herkesten aşağı... Ve sansınlar istersin ki benim bildiklerim, senin bildiklerinden daha da az; böylece, bana değil, sana sorsunlar istersin hep.

Sorarlarsa eğer, ki ben değil sen hep hata yapasan: Bana sorduklarında, ondan da öte herkesten aşağıyım, diyebileceğim. Ve böylece, sen benden akıllı olduğunu düşündüğünde elde ettiğin mutluluk, herkese karşı hata yaptığında elinden alınırken güleceğim, gözlerimi kısıp, sinsi sinsi... Ve sanacaklar ki sen hata yaptığında, benden bile aşağıymışsın meğer. Diyeceksin ki; alçaltmasaydım eğer, hiç olmazsa olurdum seninle eşdeğer. Şimdi düştün benim bile altıma; en üstte herkes, altında ben, benim altımda da sen. Hadi kurtul bakalım kurtulabilirsen. Ben de kurtaramam seni, atmasaydın herkesin altına beni...

Ve sen bana nerede hata yaptığını sorduğunda, ben sana; bildiklerinde ve bilmedklerinde değil, kibrinde ara diyeceğim hatanı.
 
Murat Dicle
29.01.2014

28 Ocak 2014 Salı

DELİFİŞEK, Josè Mauro de Vasconcelos

DELİFİŞEK, Josè Mauro de Vasconcelos
DELİFİŞEK
Josè Mauro de Vasconcelos
Serinin son kitabı Delifişek ile Zezè, Natal'den artık ayrılma kararı alıyor. Böylece dünyaya -belki de kendi dünyasına- açılacak...

Şeker Portakalı, Güneşi Uyandırlarım kitaplarından sonra, üçlemenin son kitabı Delifişek'te, Zezè yirmili yaşlarını sürmektedir. Olaylardan çok, Zezè'nin kafasının içindekilerinin anlatıldığı bir roman bu. Gençlik ateşiyle yanmanın, öpüşmenin, öpüşmelerin, çok daha fazla öpüşmenin, baba sevgisinin alevlenmesi, verilen sözler üzerine isteksizce vazgeçişlerin hikayesi anlatılıyor, bu kısacık öyküde.

Elbette, tüm seriyi baştan sona okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


GÜNEŞİ UYANDIRALIM, Jose Mauro de Vasconcelos

GÜNEŞİ UYANDIRALIM, Jose Mauro de Vasconcelos
GÜNEŞİ UYANDIRALIM
Jose Mauro de Vasconcelos
Şeker Portakalı yazarından, bir devam kitabı; Güneşi Uyandırlalım.

İlk kitapta Zezè'nin on yaşlarına kadar geçen hayatı ele alınmıştı. Bu kitapta ise, on beş yaşına kadar geçen süre anlatılmaktadır. Zezè bu romanda da haylazlıklarına devam etmektedir. Aslıda bu, Zezè'yi pek anlamayanların kullandıkları bir tabir: Haylaz Zezè...

Oysa Zezè'nin hayattan beklentileri ve yapmak istedikleri çok farklı. O belki her erkek çocuğundan daha farklı olarak, zekası erkenden gelişmiş ve dolayısıyle, merakı onu daha da haylaz gibi algılanmasına sebep olmuştur. Masumdur Zezè...

İlk kitapta yaşanan trajik olayların ardından Zezè'nin hayatından çıkan şeker portakalı fidanının yerini bu defa, ilk başta bir cururu kurbağası almaktadır. Daha sonra Zezè kendi hayal dünyasına başka aktörler de ekleyecektir. Cururu kurbağası ile tanışan Zezè, kurbağanın isteğiyle, onu kalbine alır. O artık Zezè'nin içinde yaşamakta ve Zezè'nin güneşi uyandırması için, içten içe akıl vermektedir.

Bir devam kitabı olarak, Şeker Portakalı'ından sonra okunması gereken bir kitap. Bu kitaptan sonra ise bir diğer devam kitabı ise Delifişek romanıdır. Hâlâ okumayanlarınız varsa, okumanızı tavsiye ederim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

25 Ocak 2014 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın okuduğum ilk kitabıdır.Gerçekten çok beğendim ve gerçekten sesli sesli güldüm. Yazarın çok ince bir mizah anlayışı var. Bu mizahi tavrı ile size toplumsal gerçekleri öyle güzel aktarıyor ki yazara hayran kalmamak elde değil.

Konusu Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı bir kurum etrafında dönüyor. Bu çakma-kurum'un inşaasından evellki ve sonraki olaylar ele alınıyor. Romanın baş karakteri Hayri İrdal'ın ağzından dinliyoruz öyküyü.

Günümüz toplumsal yaşantısına da rahatlıkla giydirebileceğimiz bu öykü, efkârıumumiye, yani kamuoyunun nasıl etki edilerek, gereksiz bir kurumdan istifade edilebileceğini gayet güzel anlatıyor.

Özetle, kesinlikle okunulması gereken bir eser. Hiç sıkılmayacaksınız...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


24 Ocak 2014 Cuma

Çaldığımız kapı açılsaydı şayet

Sokak çocuğuyum ben!..
Kedilerle, köpeklerle
Ve benim gibilerle
Gezerim genelde:
Öğle yemeği nedir bilmeyenlerle...

Ötekilerden farklıyız biz;
Çağırmaz annemiz,
Hadi gelin yemek hazır,
Diye...

Düşünüyorum da
Hiç mi su içmezdik biz?..
İsterdik elbet,
İçerdik de,
Çaldığımız kapı açılsaysı şayet.

Olsun, mühim olan gezmek;
Günü tam olarak bitirebilmek.
Bir çocuk başka ne ister;
Susamışsın, acıkmışsın
Ne farkeder?!

Murat Dicle
24.01.2014

23 Ocak 2014 Perşembe

Niçin bu kadar mahzundular?

Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü
İhtiyar bir kadın evde çocuklarımla meşgul oluyordu. Ben sabahleyin kalkabildiğim saatte işime gidiyor, işten kahveye geliyor, oradan Doktor Ramiz'le veya başkasıyla civar meyhanelerden birisinde akşamcılık ediyor, gece geç vakit eve dönüyordum. Bazen çocukları yatmış buluyor, sevine sevine kendimde yatıyordum. Bir gün daha geçmişti ve ben hesap vermekten kurtulmuştum. Fakat çok defa onları kedi yavruları gibi birbirine sokulmuş, birbirine yaslanmış, evin bir köşesinde beni bekler buluyordum. O zaman işte günün en korkunç tarafı başlıyordu.
İçimden geçenleri kendilerine sezdirmeden çocuklarımı kucağıma almak, gönüllerini yapmağa çalışmak, şaklabanlık etmek, gözyaşlarını kurutmak, güldürmek lazımdı. Niçin bu kadar mahzundular? Niçin bu kadar çok ağlıyorlardı ve neden böyle musallattılar? Mevcut olmalarıyle hayatıma getirdikleri güçlükler kâfi değil miydi? Hürriyetimi sıfıra indirmeleri ve beni küçücük bir daire içinde bir dolap beygiri gibi durmadan dolaşmağa mecbur etmeleri yetmiyor muydu?
Onları görür görmez içim merhametten parça parça oluyor, kendi iradesizliğime, talihsizliğime kızıyor, başımı saatlerce duvarlara çarpmak istiyordum. O zaman işte Emine, evin bir tarafından çıkıyor, yavaşça yanıma yaklaşıyor, her vakit yaptığı gibi elleriyle omzuma okunuyor, "kendine gel!" diyordu.
Ve ben kendime geliyordum.  Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıkta dökülen gözyaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidecek kudreti kendimde buluyordum. Her şeyden düpedüz kopmuştum. Çocuklarıma karşı beslediğim acıma hissinden başka etrafımla hiç bir bağım yoktu.
Her şeye, herkese sadece katlanıyordum. Sokağa adımımı atar atmaz, kendimi bir yığın muvazaanın, gafletin esiri görüyordum ve bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, bana erişilmez şekilde güzel ve harikulâde görünüyordu.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Dergâh Yayınları / Sayfa:150-151

22 Ocak 2014 Çarşamba

LEZİZ ŞEYLER...

Şiir, Leziz Şeyler | Murat Dicle

İçim ağır bugün, dünküden pek farklı değil.
İçim dar, yine her zamanki gibi.
Beynim sıkışıyor,
Etrafından bastırıyor sanrılar.
Huzursuzum, etrafımdan geliyor bunlar.
Açım, doymuyorum,
Sebepiz yere yiyorum.

Kötüyüm,
Çok kötüyüm.
Dert ediniyorum her şeyi kendime.
Üşütüyorum kendimi,
Estirdiğim bu düşüncelerle;
Yalıyor ruhumu,
İşliyor bedenime.

Tütün de vermediler
Ki tüttüreyim de
Az keyifleneyim diye.
Kahvem de bitecek,
Bilmem sonra ne kalacak geriye.

Üşüyorum!
Üşütüyor
Beni ben yapan düşüncelerim.

Kalk mı dedin?
Titre mi dedin?
Sen ne bilirsin ki beni?!
Söylemek ne kolay değil mi?
Kalk sen,
Titre önce sen!
Önce sen;
Gelmelisin,
Bilmelisin,
Dinlemelisin,
Sevmelisin be!..
Sonra diyebilirsin,
Yaptım,
Ettim,
Sevdim
Ve şimdi kendine gel.

Sıcak olsaydı keşke heryer:
Çift çorap giymeseydim,
Kapşonumu başıma çekmeseydim;
Atlet ile balkonda kitabımı okuyup,
Kahvemi içseydim.
Dinlenseydim, ama huzurla.

Oysa hergün dinlencedeyim!
Sorun bakalım var mı huzur bu adamda!
Valla yok,
Billa yok!
Ne huzur var,
Ne ben var...
Yok gibiyim bir odada;
Bir ben görüyorum kendimi,
Bir de beni gören kendim.

İyi şeyler yazmak isterim;
Güzel,
Leziz şeyler:
Belki tarifler,
Ziyaretler,
İlginç şeyler.
Ama yok,
İçimden akanlardan uzak tüm bunlar.

Ruhumu akıtıyorum işte size;
Katranlaşmış,
Zift gibi,
Pis kokulu.
Böyle yazabiliyorum ancak size.
Şimdilik bunları yazabiliyorum.
Belki de...
Belki de beni bu hale mahsus sokuyor;
Yazayım,
Ayna olayım kendimle size,
Sıkayım sizi de rahat etmeyin diye.
Sevinç gözyaşları yerine,
Benim ruhuma ağlayın diye.

Öyleyse dert olsun size,
Sizin gibi düşünenlere.
Ağlamak haram olsun,
Sevinç gözyaşlarıyle.
Ağlayınca sebebi olsun,
Akıttığım acılar içinize...

Haram olsun benden aldıklarınız
Ve hala yaptıklarımı kullandıklarınız.
Haram olsun öğrettiklerim,
Ve hala öğrettiklerimle yedikleriniz.
Haram olsun size gösterdiğim şevkat,
Ve hala şevkatimle bulduğunuz huzur.

Kulaklarıma çiviler batsın,
ta içine, içine
Kanlar aksın;
Dinlemeyeyim sizi bir daha diye.
Gözlerimin bebeklerinden kör olayım,
Öyle kör olayım ki
Hissedemeyim bile;
Geleni, gideni de...
Dilimi keseyim,
ite, köpeğe vereyim.
Başımı da kesip,
Ödül diye elaleme vereyim,
Koysunlar vitrinlerine;
Bakıp bakıp övünsünler,
Eserimiz bu bizim desinler...

Murat Dicle
22.01.2014

20 Ocak 2014 Pazartesi

TOPRAK ANA, Cengiz Aytmatov

TOPRAK ANA, Cengiz Aytmatov
TOPRAK ANA
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov'un okuduğum ilk eseridir. Özetle, süper, deyip yorumumu bitirmek daha mı yerinde olur acaba? Üstad ne güzel yazmış. Yüz kırk sayfalık bu romana koca bir ömrü, ömürleri sıkıştırmış: Tolgoya, Suvankul, Kasım, Aliman, Maysalbek, Caynak...

II. Dünya Savaşı'na katılan Rusya, köylerden asker alımına başlar. Bir Kırgız köyünde yaşayan Suvankul ile Tolgoya'nın oğulları da bir bir askere giderler. Suvankul baba ve Tolgaya ana, toprağı işleyen ve onu çok iyi anlayan bir karı-kocadırlar. Yetiştirdikleri oğulları ile mutlu bir hayat sürmetedirler. Bir de gelinleri Aliman vardır ki en büyük oğulları Kasım'ın karısıdır.

Roman, insanlarla toprağın, insanlarla insanın, insanlarla hayvanların, özetle insanlarla doğanın antlaşmasını çok güzel anlatmaktadır. Doğa, insan için gerekli olan her şeyi vermektedir, yeterki insanoğlu doğaya vermemezlik etmesin: Toprak Ana'ya bir veren, yüz alacaktır! Doğanın kontrolü altındaki felaketlerden, insanlar yine doğanın desteğiyle düze çımayı başarmışlardır. Ancak bir de insanların yarattığı bir felaket vardır: Savaş... Savaşlarda yitirilenleri, ne doğa ne de Toprak Ana teselli edebilmektedir; edememiştir de... Can dostu Toprak Ana, Tolgoya'yı hep dinlemiştir. Ancak elden ne gelir; birlikte üzülmek, birlikte ağıt yakmaktan başka!

19 Ocak 2014 Pazar

AŞK YÜZYILI BİTTİ, Nuran Yıldız

AŞK YÜZYILI BİTTİ, Nuran Yıldız
AŞK YÜZYILI BİTTİ
Nuran Yıldız
İçinde bulunduğumuz yüzyılı ifşa eden bir kitap. Nuran Yıldız, bizlerin gerek aşk, gerek siyaset ve gerekse de iş yaşamızda kendimize sorduğumuz: Niye böyle oluyor? ve hatta, Allah'ım ne günah işledim? gibi soruların kaynağına inmemize olanak veriyor.

Kitabın aşk ile ilgili bölümünü okuduğumda, Hande Altaylı'nın Aşka Şeytan Karışır adlı romanına da açıklama almış oldum. Aşka Şeytan Karışır adlı romanı, toplumu dejenere ettiği yolunda eleştirilerim olmuştu. Oysa, toplum zaten neredeyse bir yüz yıl öncesinden dejenere olmaya başlamış bile.
 
Bu kitap sizi değiştirebilir ya da değiştiğinizi düşünüyorsanız eğer, kendinize çeki düzen vermenizi sağlayabilir. Kitap, size bir reçete sunmuyor, sadece bir teşhiş kitabı bu. Kesinlikle herkesin okumasını salık veriyorum. Ve umuyorum ki, özellikle iş yaşamında, bu kitapta anlatılan yöntemler uygulamadan kalkar.

17 Ocak 2014 Cuma

Başım sıkıştığında

Başım Sıkıştığında
Başım sıkıştığında gel demiştin ya;
Başım sıkıştı preste;
Ama sen yoktun hiçbir yerde,
Çocukların peşine düşmüştün,
Bir de ayakabı kutularının içine.
Seninle görüşeceğiz ahirette:
Soracağım hesabını,
Okumak varken,
Yüz liraya çalışmak ne diye?

Murat Dicle

Gök gibi bulut desenli

Gök, üstüme hiç giyinmediğim bir entari gibi;
Bulut desenli...

Bir şeker görmüştüm bir şeyde:
Bulut gibi;
Beyaz değil, pembe idi...

Ve bir köpek görmüştüm,
Buralardaki gibi başıboş değil;
Güzel bir kadını götürüyordu bir yere,
Boynundaki ipiyle...

Arkasını çevirdim
Ve baktım o şeye:
İlginç bir şey gördüm:
Sordum, domatesmiş,
Kırmızı ve yuvarlak;
İki ekmeğin arasında,
öteki de etmiş;
İlginç, hepsi yuvarlak,
İçinden taşmış
Yeşil bir yaprak...

Baktığım şeydeki şeylerin
Hepsi bana uzak.
Gök gibi,
Bulut desenli bir entari misali...

Murat Dicle

Otur Sevgili

Murat Dicle, ŞİİR, Otur Sevgili
Otur sevgili yanı başıma:
Öylece sessiz ve kımıltısızca otur.
Ses etme, çünkü seni dinledim yeterince;
Kımıldama, hareketlerin batıyor bana.
Otur sadece,
Sindireyim seni
Ve seninle ilgili herşeyi.
Sus!
Dedim ama konuşma.
İndir elini,
Sok cebine.
Bakma ayrıca bana.
Yere de bakma!
İleri bak sadece;
Gidemeyeceğin ileriye,
Benimle...

Bitiriyorum bu ilişkiyi;
Sen bitirmeye yeltenme
Ve sen sırf bu zevki yaşama diye...

Murat Dicle

12 Ocak 2014 Pazar

Yazıp çizmek hakkında...

Yazar, düşüncelerini yazarken, okuyucularının kendi fikirleriyle donatılmasını ister; buna  bencillik de diyebiliriz: Bu, yazarın içine doğduğu dünyada kendini daha güvende hissetmesini sağlayacaktır -ki kendiyle aynı fikirde olanlarla bir çatışma söz konusu olmayacak ve olmayacağına da inanacaktır. Fakat, yazarın bu bilinçsizce (bazıları bilinçli olarak yapar bunu ve kendine bunu iş edinmiştir) davranışı, okuyuculara gerçek bir doğruyu yansıtıyor mu, yansıtmıyor mu, işte bunu, ürettiği eserler üstünde tartışarak bir sonuca varabiliriz.

Neresinden bakarsak bakalım, yazar, bencildir. Ya yukarıda dediğim gibi kensidiyle hem fikir olmamız adına fikirlerini empoze eder okuyucuya ya da yazar, oportünist davranır okuyucuya ve yazdıklarının satış grafiğini arttırarak maddi olanaklara kavuşmak ister.

Okuyucuların -ki bazen bizler de yazar oluruz- yazarları derin eleştiri yapabilecek kadar gerçekçi, felsefi ve edebi olmaları gerekir. Gerçekçilik, inatlaşma değildir; size sunulan gerçek doğruları, sizin yanlışlarınızla değiştirmeyi bilmek demektir.

Kendi adıma, şuan sahip olduğum doğrular, her an başka bir doğru ile değişebilceğini bilerek yaşamaktayım. Doğrularıma sarılıp, durağan bir ömür sürmek yerine, doğrularımı doğrulayan ya da yanlışlayan yeni bilgilere hevesle kucak açarak, dört gözle ve kulakla, gelen her türlü bilgiyi -ki sonuçta ister doğru ister yanlış olsun- beynimin içine alarak işlemeyi iş edindim kendime. Velhasıl hayat bu benim için...

Murat Dicle
12.01.2014

11 Ocak 2014 Cumartesi

Kadına...

Doğrusunu söylemek gerekseydi, seni tanımayı değil sadece sana sahip olmayı isterim, derdim. Onun nerede doğduğu, geçmişte neler yaşadığı, ne renk sevdiği, hiç önemli değil benim için. Sadece onunla yarattığım an'ın bana getirdikleriyle dolduracağım cesaretimi -ki bu cesaret ile sırtlanacağım yüklerimi düşünürüm; onu, ondan doğacak çocuklarımı -ve varsa ondan önce tüm sahip olduklarımı; ödülüm olarak, bir daha, bir daha yaşayabileyim diye bu ateşli anları. Bir döngü bu aslında, en çok kadının -ve varsa kadınlarımın- yararına.

Sözün kısası, aleni olmak tehlikeli olacaktı; istediğimden vazgeçmek, ona sarılamamak ve yüklerimin altında ezilmek. Bu yüzden gizlerim ya niyetimi; çiçeklerde, çikolatalarda, mum ışığında yenilen yemeklerde; onu dinliyormuş gibi görünmelerimde; ateşini arttırsın diye verdiğim hediyelerde:

İşte bunlar benim, yani erkeklerin biricik benciliği için değil, kadının yüzlerce bencilliğine yeter olsun diye. Ey kadın! Beter olsun istemiyorsan, sorgulama, ver ateşini, yaksın isterse kendini; küllerinden doğan, bak gör nasıl da sana yetecek, senin geçmişin ile geleceğin arasında yaşayan, an'larda çoşan bu erkek...

Pekâlâ, bu çok mu âdice?

Değil, inan değil! Bu erkek, sadece bir erkek: Yüklenmekten kıvanç duyan, yüklerinin altında ezilmekten gururlanan, senin ateşinde kavrulan, terleyip üstüne yığılan, senin içine akıttığı dölleriyle büyüyen karnına hayran olan, karnını doyurmandan mutlu olan, doğuracağın çocuğundan da çocuk olan bir adam bu...

Ey kendini fahişeyle kıyaslayan kadın!

Bir fahişeyle yaşanabilecek anı, misli mislini ödeyip, seni yatakta sarıp sarmalayacak duruma getiren erkekten hiç mi kıvaç duymazsın? Niyeti yalnızca bu muydu? Aptal derim ben o erkeğe, şayet niyeti sadece kadını yatağa atmak ise. Kıvanç duy kadın, kıvanç!.. Harcanan her kuruşa değersin sen. Değmeseydin eğer, çok daha azına, senden güzeli âmade olmayacak mıydı, erkeğine? En güzeli değilsin belki sen! Ah o kahpe düşüncelerinden sıyrılıp, kendini küçük düşürmesen; ve bir fahişenin kazancıyla, senin kaybettiğini zanetiklerinle bir tutmasan kendini: Sadece o değil, sen de istiyorsun diye sevişilebileceğini bir öğrensen; tecavüze yeltenmeksizin, sadece bir zevk uğruna...

Bak kadın, erkek sevmez fahişeleri, ne kadar ucuz olursa olsun. O'nun kendi istemez fahişelerle yatmayı, kendi çıkmaza düşer de aç kalır içinde, işte o zaman duygularını yansıtır ister istemez ben'ine; ben'i çareyi iletir kendine: Hadi git bir fahişeye... Ve erkek gider; mutlu olan ben'idir, asla kendi değildir: Kirlenmiştir kendi...

Sen, sana bir kuru ekmeği getirmekten acizi dışlayan kadın: Ey vefasız!

Yatağına almaktan tiksinen, toplum önünde onu küçümseyen, onun nezaketinden faydalanan, onun zevklerine burun kıvıran... Dinle beni kadın! Bu bir sövgü değil sana; gelecekte bana ileteceğin bir övgü olacak, dinlersen sözlerimi sonuna kadar.

Anlatmadım mı sana yukarıdaki döngüyü; bak bir daha oku, nasıl kazanılırmış bir övgü. İlk başlatan sen olmalısın bu döngüyü, yoksa ezdiğin erkek acımaz, eder sana her türlü sövgüyü. Cesaret edemeyecek misin? Uzak dur öyleyse; ne onu ez, ne de onurunu...

Sanma ki erkek üstündür senden; denklik vardır: Bir bütünü oluşturur, birbirinizdeki eksikler. İhtiyaçlar vardır; onun sende, senin onda bulabileceğiniz.

Kadın sanma ki sana düşmanlık ediyor bu satırlarım. Biliyorum, bir çok erkek de okuyacak bu satırları; ağızlarından salyalar akanlar da, kadın nedir sorusuna en doğru cevap verenler de. Kadını bilen erkeğe ne diyeceğiz? Deme bir şey, sevebiliyorsan sev; döngüyü başlat -ki dönsün: Böylece hem yaşa hem de yaşat; ikinizin de ihtiyacı var buna.

Ey, salyalı köpeği yetiştiren, kızını fahişeliğe öykündüren, kahpe!

Şikayet mi ediyorsun erkeğinden? Öyleyse nedir çocuklarına verdiğin bu öğütler:

Kızına, oran güzel, buran güzel deyip, gizli gizli fahişeliğe özendirip, fiyat biçmeler; oğluna, elinin kiridir aferin, demeler; intikam mı bu şimdi? Hayır, hayır bu bir intikam olamaz! Bu düpedüz kahpelik!

Ey mutlu olmayı hak edenler: Kadınlar ve erkekler!

Bakın yukarıda anlattım, çok kötüdür bu kahpeler. Onun oğlu ya da kızı, ya bir gün denk düşerse, senin kızına ya da oğluna! Ya da gelecekte doğuracak olanlarına. Düşündün mü felaketi? Ey kahpelikten sakınan kadın; vakit varken el koy: Eğitin o kahpeyi, görürseniz şayet; yüksünmeyin, yük edin kendinize; erkeğiniz kıvanç duyarken yükleriyle, sen ilgilen onunla, çocuklarının hatırına...

Kadın, söylenecek çok şey olsa da, son sözüm olsun bu sana!

Terk edildiğinde, vaktiyle vererek yitirdiklerine ağlaman boşa; oysa vererek, bu hayatı bir müddet de olsa sürdürülebilir kılman, seni yüceltmeli. Pişiyoruz her tek edilişimizde ve terk ettiğimizde. Terk edilişlerde şükretmeyi de bilmeli, tıpkı benim gibi: Şükürler olsun beni terk edenlere ve terk ettiklerime...

Murat Dicle
11.01.2014

10 Ocak 2014 Cuma

Nazik, pek nazikçe...

Nezaketimizden ödün vermek istemesek de,
Şahit olduğumuz bu aymazlıklara,
Nazik sözler söylemekte zorlanır olduk,
Yediden yetmişe…
Nezaketimizin sınırlarını,
Her türlü ahlaklızlığa karşı koruma içgüdüsüyle;
Yeni yepyeni lügatlardan
Ve jargonlardan,
Derin küfürler türetir olduk;
Hâlâ nazik ve kibar kalalım diye.
Dokunsun istedik sözlerimiz onlara,
Nazikçe dürtsün istedik bu ahlaksızlara.
Oysa,
Ne konuştuğumuz bu dilden,
Ne de dilimizden türeyen
Bambaşka lügatlardan da anlamadı,
Ahlaksızların, aymazların imamları.
Bir tükürüğümüz kaldı geriye,
Hani şu terbiyesizlere,
Sırf belki anlarlar diye;
Oysa hediye kabul ederler,
Yüzsüzlüklerinden aşağı kayarken,
Çok eğlenirler…
Varsın bize artık küfürbaz desinler!
Ahlaksız desinler…
Ahlaksızlığımız yüceltsin bizi;
Aymazların ahlaksızlığına,
Sürünün imamlarına,
Her küfredişimiz.
Lanet olsun onlara her sövgümüz;
Bakın,
Övgümüz olacak her küfrümüz,
Büyüyorken çocuklarımız.
Dönmesin bu laflar geri;
İncineni incitmesin,
Tâ ki yüreklerine işletsin,
Kendini imam sanan bu terbiyesizlerin!
İşte budur Tanrı’dan,
Ahlaksız imamlar için tek isteğim…
Murat Dicle

8 Ocak 2014 Çarşamba

Bir tüy misali


Sevgilim...

Bana, kendim'den geçirdiğin sen'deki kendi duygularını, ben'im işleyerek -ve böylece kendim'i telkin ederek, sırf sen'i daha mutlu edebilmesi için kendine yazdığım tüm -ki ben'im için güzel ve doğru olan- sözlerimi hâlâ anlayamamış olman, sen'in kendini, tıpkı bir çölün ortasında yapayalnız bir tüy misali oradan oraya uçurman gibiydi; ve bu, kendi adıma, sen'in için daha fazla bir şey yapamayacağımı da gösteriyor; üzgünüm, ne ben sen'in için, ne de sen kendin için bir şeyler yapabiliriz -ki artık "biz" değiliz; seni, sen'in ile kendi başına bırakıyorum..

Murat Dicle

6 Ocak 2014 Pazartesi

PANORAMA, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

PANORAMA, Yakup Kadri Karaosmanoğlu
PANORAMA
Y. K. Karaosmanoğlu
Türkiye'nin 1933 ~ 1950 seneleri arasında geçen dönemini, panoramik şekilde anlatan bir romandır. Farklı bir çalışma. Yakup Kadri'nin daha önceden Yaban adlı eserini okuduktan sonra bu çalışması çok daha ağır geldi diyebilirim. Sadece bir roman gözüyle bakmak yanlış olacaktır. Cumhuriyet tarihi tespitleri içermektedir sıklıkla. Öyküde bir çok baş kahraman vardır. Baş kahramanlar, Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün ölümünden öncesini ve sonrasını daha iyi anlayabimemiz için rollerini yerine getirmişlerdir.

Özellikle 1946 seçimleriyle başa gelen Demokrat Parti dönemindeki "kötüleşme" süreci çok dikkat çekiciydi, benim için. "Şu günlere nasıl geldik?" sorsunun cevabı niteliğinedir. Kitabın sonunda işlenen cinayet, şu son altı ay içinde sıklıkla gördüğümüz cinayetlerden farklı değil. Okunması gereken bir kitap. Ara ara sıkılabilirsiniz, ancak alacağınız bilgilere değer.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


5 Ocak 2014 Pazar

Victor Hugo'nun gözüyle: Direniş

Victor Hugo'nun ünlü eseri Sefiller'in ikinci cildindeki (İletişim Yayınlarından toplam iki ciltlik bir eserdir. Sefiller Cilt II. syf.265) 5 Haziran 1832 başlıklı kısmını bir yandan okurken, bir yandan da ülkemizin bugünkü durumunu sık sık düşünmeye başladım. Yazılanların ülkemizle benzerliğini, yakın zamanda ve şu sıra yaşanan olayların bir izahını okur gibi oldum. Ülkemizde halkın hükümete karşı başlatığı (pasif) ayaklanmanın -ki bu ihtilale kadar gidebilir; gerekçeleri, gidişatı, medyanın ve diğer aydınların düşüncelerini gayet güzel anlatmakta olduğunu gördüm. Dolayısıyla bu bölümü (önemli kısımlarını) sizinle paylaşmak istedim. Araya kendi yorumlarımı da -farklı bir renkte- ekleyeceğim. Okuyup, paylaşmanız dileğimle...
Murat Dicle
Yeryüzünde yasalar, gelenekler aracılığıyla uygarlık içinde yapay cehennemler yaratan, ilahi yazgıyı uğursuz insanlar aracılığıyla karıştıran bir toplum lanetlemesi oldukça; çağımızın üç temel sorunu, erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşkünleşmesi, çocuğun cehalet yüzünden yeteneklerini geliştirememesi sorunları çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir açıdan yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır. (Upton Sinclair; Sefiller romanına istinaden yazdığı önsözden alınmıştır.)

GÜMÜŞLÜK MELEĞİ, Serpil Ciritci

GÜMÜŞLÜK MELEĞİ, Serpil Ciritci
GÜMÜŞLÜK MELEĞİ
Serpil Ciritci
Victor Hugo'nun Sefiller adlı romanına yorum yazarken, İletişim Yayınlarına teşekkür ile başlamıştım. Bu romanı yorumlamadan önce de, adını bile anmayacağım bu yayıncının yaptığı işin ta içine şey edeyim...

Hadi yazar, imla kurallarını bilmiyor; becerememiş; yüzde yüz başarılı değil bu konuda. Peki ya siz, yayıncı kimliği altında hiç mi bakmazsınız yayına hazırladığınız kitaba? Dünyada hiç bir kitapta görülmüş müdür, virgül ile başlayan bir satır, üç nokta yerine hep iki nokta kullanıldığı, noktadan sonra boşluk bırakılmadığı?.. Maalesef bu hatalar hep var. Bana göre Serpil Ciricti, Word dosyasını yayınevine vermiş, yayınevi de bodoslama kitabı olduğu gibi basmış. Oh ne âlâ iş! Vallahi bu durum sinirlerimi zıplattı. Ha şunu söyleyeyim, bu kitap adıma imazlı ve aldığım ilk gün okumak için elime aldım ve yirmi dakika sonra kitabı duvara fırlatmıştım. Serpil Ciritci'nin anlatmak istediği işi daha iyi anlayabilmek adına, ikinci bir şans verdim. Bu yayınevi, okuyucuya terbiyesizlik yapmıştır; kınıyorum... Serpil Ciritci'yi de imla kuralları konusunda daha dikkatli olmaya davet ediyorum. Çok isterse çay içmeye de davet edebilirim ;) Güzel kadın yani, yakinen gördüm; akıllı kadınları severim.

Pekâlâ, bu kadar atarlanmak yeter! Gelelim asıl mevzuya; romana...

Bu kitabı iki şekilde değerlendirmek mümkün: Bir roman olarak veya Kuantum Düşünme tekniğine bir örnek olarak. Roman olarak ele alırsam, kesinlikle sınıfta kaldı diyebilirim. Ancak bu, sanki yazarın -ki kendi düşüncem- ilk roman deneyimi gibi; dolayısıyle çok da üstüne gitmenin bir anlamı yok. Bu yolda kendisine başarılar diliyorum. Naçizane, bol bol klasik romanları okumasını salık veriyorum. (Farkındayım bu oldukça önyargılı bir düşünce oldu. Kim bilir, belki de kendisi harika bir edebiyat takipçisidir) Bilem ama bazı insanlar roman okumayı bir kayıp olarak görüyorlar. Onlar sadece araştırma vb. kitap okumayı tercih ediyorlar. İşte zaten bu yüzden aldıkları eğitim ile uygulama sahalarında bol bol hata ve uyuşmazlık yaşamaktadırlar.

Romandaki öykü bire bir olmasa da bana Hande Altaylı'nın Aşka Şeytan Karışır romanını çağrıştırdı. Her iki öyküdeki karakterlere bakarsak; hem o kadar para pul içinde ol, hem de fıstık gibi hatun ol ve sıkıntı yaşa; çözemedim ben bu durumu... Ben çözemedim, başkası çüzmüşse bilemem :)

Esas önemli olan kısma gelemedim bir türlü. Serpil Ciritci'nin almış olduğu eğitimler ve sertifikalar kitabının sonunda bir bir yazılmıştır. Bunlar 2-3 senede yapılacak, öğrenilecek işler değildir. Oldukça uğraş ve bilgi gerektiren işlerdir. Önemli olan şey -ki bu romanda: Kuantum Düşüncedir... Düşüncelerin, olayların, kişilerin birbiriyle bir şekilde bağlantılı olduğunu vurguluyor, yazar bu romanda. Belki benim gibi bir çoğunuz için yenidir bu. Ancak oturup düşündüğünüzde, biraz araştırma yaptığınızda epey ilginç şeylere ulaşacaksınız. Mistik bir olaydan bahsetmiyorum. Bildiğiniz fizikçilerin ortaya attığı Kuantum olgusuyla ilintili bir şeydir bu: Kuantum Düşünce. Roman size, kendi düşüncelerimizin bize getirdikleri ile bize farkında olmadan gelen işaretler üstünde duruyor. Bu anlamda, bizlerin farkındalığını geliştirmek adına bile okunabilir roman diyebilirim. Çokça mızmızlık etmiş olsam da, bu romanı okumuş olmaktan mutluyum. Bir olguyu, bir roman içerisinde örneklemeyle öğrenmek daha güzel bence. 

Küsmek yok ama! ;)

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

SEFİLLER, Victor Hugo

SEFİLLER, Victor Hugo
SEFİLLER
Victor Hugo
Öncelikle İletişim Yayınlarına teşekkürler. Çok güzel bir kitap hazırlamışlar. Sizlere tavsiyem, böylesi klasikleri bilinmeyen yayınevlerinden alıp okumayınız. Feci şekilde tercüme hataları ile karşı karşı kalırsınız. Hele hele Kum Saati yayıncılıktan hiçbir kitap almayın!

"Sefiller" diyince ilk olarak, sefillik çeken, ezilmiş bir teba aklınıza gelebilir. Bu romanda bana göre sadece Fantine ezik bir karakter olarak öne çıkıyor. Özellikle Fantine'in adı geçen bölümlerde oldukça fazla dramatik sahneler var. Ara ara bana klasik ACI içerikli Türk filmlerini andırdı. Ancak ben romana bir bütün olarak baktığımda, oldukça güzel bir anlatı olduğunu gördüm. Devasa bir hikaye bu. Fantine dışındaki kararkterlerde kabaca, bir uyanıklık, bir çakallık vardı hep. Ara küçük karakterlerin bazılarında ezik dialogları yok değil tabii.

Victor Hugo güzel bir anlatı ile birlikte, dönemin tarihini, şehrin yapısını ve sosyal yaşantısının detaylarını da oldukça usta bir dille anlatıyor. Dolayısıyle bu roman bir yandan, bir bilgi kaynağı olarak da ele alınabilir. 

Kitabın bir özetini burada vermeyeceğim. Konu olarak tüm olaylar Jean Valjean'ın etrafında dönmektedir. Bu olayların içerisinde en önemli -ki şu günlerde bizi de ilgilendiren- bölümü Denis Sokağı Destanı adlı bölümdür. İlerleyen günlerde Normatif Gazete'de bu konuyla ilgili bir köşe yazısı yazacağım. Neden bu bölüm ile çok ilgilendim orada bunu görebileceksiniz. Üstad, 1832'deki ayaklanmayı oldukça güzel anlatmış ve öncesinde müthiş bir şekilde, ayaklanmalarla ilgili bir analiz yapmıştır. Üstadın elini ayağını öpersiniz, bu analizi okuduğunuzda.

İletişim Yayınlarından iki cilt halindeki bu romanı okumanızı öneriyorum. Okumamanız büyük bir eksiklik olacaktır.