24 Temmuz 2017 Pazartesi

Ben, Kendim ve Sen

Bir elimi ben'e, bir elimi kendim'e koyanım ben
ki kendi kendime ben
ben'liğimi aradım işte böyle
Kendimi dahi henüz bulamamışken sen
kızıl saçlarımla
çiçekli elbiselerimle
bahşedilmiş güzelliğimle
ben'i tanımladın bilip bilmeden
Oysa ben
varolandım
bir metafordum sadece, Tanrı'yı işaret eden
Sen
elinde fırça
çizdin beni tuvallere
hem de rastgele...
Çizdiğin ben değildim aslında
bir yanılsamanın pitoreskiydi sadece
Sen çizendin, ben de yazan
Sen bakandın, ben okunulmayı arzulayan.

(M.D.)

21 Temmuz 2017 Cuma

Piştiğinde insan

"Piştiğinde insan, sesi kesilir, soluğu daha düzenlidir, hareketleri ahenkli, bakışları derindir, hele ki sözleri tam zamanında ve yerindedir; boş değildir pişmiş insanın içi, lezzetlidir."
Murat ;)

Salaklık sevicileri

(Yetersizliklerinden olsa gerek) Kabul edilmek adına, her türlü "toplumsal salaklığı" destekleyen mantık firarileri, dışlanmak pahasına "toplumsal salaklıkları" kabul etmeyenleri, ne güzel küçümserler, değil mi?

Murat Dicle

Hakkaniyet

Çeşmenin başını zapt edip kovasını dolduran küçük adamların, sözlerinin geçer akçe olduğu bu dünyada mı hakkaniyetle sana hakkını teslim edeceklerini sanıyorsun? Ben hiç sanmıyorum! Öylece sigaramı yakmış, pencereden gelip geçenlere bakıyorum sadece...

Murat

Veli

On metre karelik bir odada yaşıyorum bir süredir. Küçük bir çalışma masası ve benim gibi birisi için gerçekten küçük bir yatağın olduğu bir odada. Kedim ve ben… Masamda kimi zaman kitap okur kimi zaman da bilgisayarda takılırım. Eskiden olsa, popüler bilgisayar oyunlarından birini bilgisayarına yükler, gece gündüz oynardım, ama artık böylesi uğraşlar bile beni mutlu etmiyor. Bir ara Facebook’taki bilardo oyununa merak salmıştım. Öyle ki parayla isteka dahi almıştım; sanal bir isteka… Daha önce oynadığım MMORPG[1] tarzı oyunlara da az para vermedim hani. Bir nevi hastalık diyebilirim. Ancak yıllar sonra belli bir doygunluğa erişince aniden oynamaktan vazgeçiyorsunuz. Tabii bu, kişisine göre değişiyor; kimleri beş, kimileri de iki sene sonra bıkıyorlar. Benim bir beş yılımı devirmişliğim vardır bu tarz oyunlarda. Çalışma masam, pencerenin önünde ve neredeyse pencere genişliğinde; ya da pencere, çalışma masamdan az biraz büyük mü demeliyim? Sandalyeme oturduğumda yatağım sağımda kalıyor. Yatağımı daha çok Sütlaç kullanıyor. Daha çok geceleri pencereden çıkıp dişi olsun erkek olsun gelen geçen tüm kedilere sataşmak için yatağımdan ayrılıyor. Yatak da yatak olmaktan çıktı; perdenin neredeyse pencerenin tamamını örten kısmından arta kalan açıklıktan bakarsanız, bir yol çalışması olduğunu görürsünüz ve haliyle Sütlaç bey geceleri sokaktaki tüm çamuru ve kumu yatağıma taşıyor. Evlenip anamın evinden ayrıldığım günden bu yana pislik içerisinde olmaya alışmıştım nasılsa ki bu yatağın, üç beş yerinde çamur olmasından mı tiksinecektim?

Odamın penceresindeki küçük açıklıktan bakıp anladığım kadarıyla birbirini tanıyanların oturduğu bir sokak burası. Hani rahatlıkla dedikodu malzemesi olabileceğiniz bir yer. Dolayısıyla penceremi tamamıyla açamıyorum. Meraklı gözlerle göz göze gelmek istemem. Bir gün sabah on bir sularında dışarıdan, “lan oğlum lan, yapmayın lan…” diye birinin söylendiğini duydum. Her gün ilginç sesler duysam da pek bakmam aslında kim bu falan diye. Fakat bu, kimse, aynı rahmetli büyük dayımın (emin olamadım, acaba rahmetli dedem mi demişti?) küçükken bizlere dediği gibi söylenmişti: Lan oğlum lan, yapmayın lan… Çok ilginçtir bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de söylerdi. Benim için sokaktan gelen, nadir bir ses idi. Şöyle kafamı sağa hafif eğip kim söyleniyor diye baktım pencerenin açık kısmından…

“…li ne yaptınız evi?” diye bir kadın sesi karşımdaki apartmanın en üstünden “…li” denilen çocuğa seslendi –çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonraki diyaloglarda öğrenecektim, çocuğun adının Veli olduğunu. İlkin “Veli” adını algılayamamıştım. Bu Veli, görünüş olarak da ilginç biriydi. Tamamen dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, illa kulaklarında kulaklıkla bir şeyler dinleyen, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerlerininki gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temiz, yakışıklı da denilmez, çirkin de. O, yüzü ile değil, anladığım kadarıyla, konuşkanlığı, sosyalliği ile dikkat çekiyordu, sokakta, mahallede ve eminim benim bilmediğim bir başka yerde. Yoksa toplum içerisinde pek fark edilebilecek bir yüze sahip değildi. Görseniz onu, akabinde unuturdunuz, falanca yerde kimi gördüğünüzü.

“Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, annem bir yandan ev bakıyoruz?” dedi Veli, kafasını bir an yukarı kaldırıp sonra öylece sokağın ilerisine bakarak. Konuşurken hep böyleydi, muhatap ile göz göz gelmiyor, gözlerini başka tarafa dikiyordu.

“Falanca sokakta bir tane boş ev var, alt komşu söylemişti,” dedi, apartmandaki kadın; henüz nasıl biriydi o kadını göremedim.

“Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o kadar,” diyen Veli’nin yine gözleri ileriye bakıyor ama el hareketleriyle cevabına anlam katıyordu muhatabı için. “Lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o deli,” dedi sokaktan geçen çocuklara. Apartmanın en üstündeki kadın muhtemelen mal gibi ortada kalmıştı, çünkü Veli diyaloguna çocuklarla devam edecekti.

“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi sokaktaki sekiz on yaş grubundaki üç çocuktan biri ki hiçbiri de net görüş alanımda değillerdi, sadece tül perdenin ardından üç kişi olduklarını ve yaşlarını tahmin ettim.

Sesini, gizlemeye çalışır gibi yaparak ve biraz alçaltarak, “Deli o, deli,” dedi Veli, sokağın diğer ucuna bakarak ve sağ elini ileri uzatarak.

“Kimmiş o Veli?” dedi yüzünü görmediğim, apartmanın en üstünde oturan kadın.

“Ayşa abla, deli o, deli. Ta o fırının oradaki falancanın oğlu var ya, işte o,” diyen Veli ne kafasını yukarı kaldırmaya tenezzül etmemişti ne de çocuklara dönüp onların yüzüne bakmaya. O, sokağın öteki ucuna dikmişti bakışlarını; “deli o, deli,” dediği çocuğun olduğu tarafa. Sonra çocuklar sokağın öteki ucuna doğru yürümeye başladılar ve benim net görüş alanıma bir an girip çıktılar. Bir buçuk adımlık mesafe kadarını görebiliyordum; bir bucuk adım atan kişi benim görüş alanımdan çıkıyordu. Veli, öyle sokağın ortasında kaldı ve yönünü çocukların gittiği yönün ters istikametine, ilk gitmek istediği yöne çevirdi. Yönünü çevirdi ama çok kısa bir süre sonra yönünü yine çocuklara çevirdi ve artlarından, “bulaşman oğlum ona,” dedi ama sanırım çocuklar duymadılar; karşıdan bir cevap geldiğini işitmedim. Sonra, Veli, kafasını yukarı kaldırdı bir iki saniye en üst kata baktı: Belli ki kadın içeri girmişti…

“Şşşt! Veli! Apartman ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir kadın, sağ taraftan, görüş alanımın dışından; yan apartmandan sanırım.

“Bilmiyorum abla, önümüzdeki hafta Salı günü yıkılacakmış,” diyen Veli bir an baktığı kadından yine yüzünü çevirip ilerilere, ta ilerilere odaklandı.

“Ev buldunuz mu peki?” dedi kadın.

“Yok, bulamadık abla,” dedi Veli, ümitsiz bir ses tonuyla.

Veli’ye, “Bulursunuz inşallah,” diyen kadın, birden, arkasını görebildiğim arabadan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyordum sizi.”

“Furkan’ın işi erken bitti, biz de erkenden sana gelip sürpriz yapalım dedik,” dedi arabadan inen kadın. Sonra, arkasındaki Veli’yi fark edince, “Veli, n’aber?” dedi.

“İyi abla, n’olsun?” dedi Veli.

“Ev buldunuz mu?” dedi arabadan inen kadın.

“Yok, bulamamışlar daha,” dedi öteki, yan apartmandaki kadın.

“Yok, nerde ev bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda da ev bulunmaz…” dedi Veli, yine muhataplarının gözü yerine sokağın ilerisine bakarak.

Veli’yi de Veli’lerin derdini de işte böyle öğrenmiştim. Hala zaman zaman görüş alanıma girer gündüzleri. Ancak, bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani merak da etmiyor değilim…

29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle

[1] MMORPG, çok sayıda oyuncunun bilgisayarlarından veya oyun konsollarından internete bağlanarak birlikte oynadığı, oyun esnasında çeşitli karakterlere büründüğü devasa video oyunu türü.