21 Şubat 2018 Çarşamba

Bunlar hep saykolacıkıl


İnsan tanımlayamadığı, dahası ilk kez yaşadığı duygu/düşünceler karşısında sessizleşir, içine kapanır. Daha güçsüz –hadi biz buna daha duyarlı diyelim– kişiler derin bir psikoza girer. Kendini gerçekliğin içerisinde bulamaz, usu sürekli yanılsamalar üretir. Ruh değildir böyle durumlarda sapıtan, beyindir; usumuz, belleğimiz...

Kişinin entelektüel bakış açısına göre, böylesi durumlarda kişi, bir takım çözümlerin izini sürer. Bilgisizliğin, dahası bilgiye karşı direncin yeğinleştiği kişilerde, çözümden önce sonuç ortaya atılır: “Bana cin musallat oldu”, “Bu Tanrı’dan gelen bir ceza”... Oysa Tanrı, bize ne iyilik yapar ne de kötülük; iyiyi de kötüyü de biz yaratırız.

"Aklı Başında" bir arkadaşa mı danışılmalı?


Aklı başında bir arkadaşa danışma düşüncesinden önce, sizin, kendinizde, o danışmayı düşündüğünüz arkadaşınızın gerçek anlamda “aklı başındalığını” onaylayabilecek bir usa sahip olduğunuzdan kuşku duymamalısınız. Doğrusunu söylemek gerekirse bu bir çıkmazdır...

Gerçek anlamda usu başında, entelektüel kişiliği su götürmez arkadaşınız, sizin ivedilikle yetkin bir doktora gitmenizi önerecektir. Gelgelelim, bu gerçekliği toplumumuzda sık göremeyiz. Psikologdan daha çok, cinciler, hocalar, spiritüal kişiler, astrologlar, muskalar, ay, gökyüzü, dağlar, taşlar, hayvan öldürmeler vb. düşünceler daha uygun görülür.

Bir psikologa gitmenin doğru, ancak “ben deli değilim” düşüncesi içerisinde olanlarımız da var. Kuşkusuz, bu büyük bir yanılgıdır.

Ruhsal ya da kimyasal bir problem var ortada: Beynin, bir nedenle, beklenen biyolojik işleyişini engelleyen kimyasal eksiklikler ya da usun başa çıkamadığı kişisel sorunlardır. Bunlar hem usun kararsız duruma düşmesine hem de bedensel kimyasalların üretiminde aksaklıklara neden olur/olabilir.

Öncelikle sorunu iyi anlamak, iyi irdelemek gerek. Doktor, ister siz olun, ister bir profesyonel olsun, ilk önce sorunun ne olduğu tespit edilmeli; soyut durumdaki sorun somuta indirgenmelidir.

Bendeniz, bu konuların küçük adamı, böylesi durumlarda, sizlerin tıbba güvenmenizi salık veririm. İvedilikle bir psikologa gidin. Buna ek olarak, sorunu, somuta nasıl indirgersiniz ona odaklanın...

Sorunu somuta indirmekle, onu üç boyutuyla inceleyebileceğiniz duruma gelecektir. Böylece nerede yanlış var daha iyi anlayabileceksiniz. Anladığınızda ise sonuca ivedilikle ulaşacaksınız.

Benim koca-karı önerim şu olacak: Bol bol okuyun, sık sık yazın...


Sıkıla sıkıla da olsa kitap (özellikle roman) okuyun. Öyle günümüz yazarlarını değil, klasiklere girmiş yazarların kitaplarını okuyun. Yüz sene, iki yüz sene, dört yüz sene önceye gidin. Günümüz romanlarından uzak durun, çünkü kapitalizm edebiyat dünyasını da değiştirdi. Artık herkes, üç beş kuruşa kitabını bastırabiliyor. İşin ustası olmayanlarca yazılan öyküler sizi büyük bir yanılsama içinde bırakabilir.

Dostoyevski okuyun, inat edin, sıkılsanız da okuyun. Örneğin, ilk başta “Kumarbaz” adlı eserini okuyun. Okuması daha yeğnidir. Böylece Dostoyevski’yle tanışın. Sonra, kesinlikle “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”, “Yeraltından Notlar”, kitaplarını da okuyun. “Öteki” adlı eserini okuyun. Bunları birer ilaç olarak düşünün.
Daha kolay okunabilen, ancak size verdiği çok olan, Maksim Gorki'nin “Çocukluğum”, “Ekmeğimi Kazanırken”, “Benim Üniversitelerim” üçlemesini okuyun.

Ta Kafka'ya kadar gidin; boğulun orada, kaybolun. Neden anlayamıyorum dedikçe başa dönüp tekrar tekrar okuyun.

“Anna Karerina”, “Nana”, “Madam Bovary” okuyun; “Germinal”, “Sefiller”, “Savaş ve Barış”

Okuduğunuz denli de yazın: İyi, güzel, kötü, çirkin...


Yazın; şiir, aforizma, makale, deneme, dahası oturun bir öykü yazın. Bunları paylaşın. Kimse beğenmese de “çok kötü" dese de yazın. Utanmadan yazın…

Bir süre sonra ayrımsayacaksınız; psikolojik sorununuzu somut duruma getirmiş, dahası onu kolayca irdeleyebiliyorsunuz…

Bunlar benim koca-karı düşüncelerimdir. Yaşadıklarımdan yola çıkıp sizin de gereksinim duyacağınızı umarak yazdım.

Sevgiler...
Murat Dicle
28.05.2016

15 Şubat 2018 Perşembe

SEVİ

uzun öykü: SEVİ


Otuz iki yaşındayım. Sağlığım yerinde. Yaşıtlarıma göre daya iyi kazanıyorum. Yaşadığım bölgede bir işyerim var: Elektrikçiyim. Tek başımayım, bir yardımcım yok. Yardımcıya, çırağa gereksinim duyacak denli büyük işlere artık girişmiyorum. Huzur istiyorum.
Bir evim var, işyerimin birkaç sokak ötesinde. Babam verdi bunu bana. Sağ olsun. Onlar, anamla babam, memlekete yerleştiler. Yeşili özledik dediler. Bıktık İstanbul’dan, bıktık bu kentin hayhuyundan, dediler. Gittiler. Altı sene önce beni bana bıraktılar. Bir işyeri açmak için bana anapara vermeyi de esirgemediler. Sağ olsunlar, valla. Başka ne diyeyim…
İlk günler epey güçlük çektim: Sabahları, “haydi kahvaltıya,” sözleriyle değil, saatin zil sesiyle uyanmak, bulaşıkları yıkamak, yemek yapmak, ütüsüz pantolonları giyinmek, tek başına yemek, hep güç gelmişti bana. Zamanla alıştım yalnızlığa. Öğrendim ütü yapmayı, yemek yapmayı da. Öğreniyordu insan umarsız kalınca. Şimdi iyiyim, alıştım, öğrendim yalnız yaşamayı.

EŞDUYUM

eşduyum
öykü: EŞDUYUM

Sevmenin ne olduğunu bilmezdim, sevilmenin de. Gereksinim olarak görürdüm sevmiş gibi yapmayı. Neden? Yalnız kalmamak, dahası kösnül isteklerimin yerine getirilmesi için. İlişkilerimi kaybetme korkusuyla yaşamazdım. Oldu ya, kaybettiğimdeyse yoksunluğunu iliklerime dek duyumsardım. Gelgelelim, yeni birisi için eyleme geçmezdim. Yelin yönetimine bırakmıştım kendimi. O artık beni nereye götürürse. Seçmezdim iyiyi, güzeli; olursa olurdu, olmazsa olmazdı…
Uzun sürmezdi birlikteliklerim. İki, üç, bilemedin beş ay sürerdi. Neden? İşte bunu gerçekten bilmiyorum. Sanırım, daha değer yargılarım oluşmamıştı. Değer biçemiyordum birlikteliklere. Nasılsa, oluyorsa oluyor, olmuyorsa olmuyordu. Niye kaygılanacaktım, neden elimde tutmak için çabalayacaktım? Kalırsa kalırdı, kalmazsa kalmazdı. Sözgelimi, kapıyı çarpıp gitse dudaklarımı büzer, ardından şöyle bir bakardım; esen kal, demek aklıma dahi gelmezdi…
Neden böyleyim diye düşünmeye başladım bir süre sonra. Dört, beş, belki dokuzuncudan sonraydı; kesin olarak anımsayamıyorum. Düşündüm: Kalan hep doğru, giden miydi hep yanlış olan? Ben tertemiz, günahsız, suçsuz muydum da gidenin ardından bir “esen kal” demeyi dahi esirgedim? Bu denli gidişin peş peşe gelmesinin, tüm birlikteliklerimin hep bir gidişle bitmesinin nedeni gidendir diye düşünmek, olağan bir insanın usuna aykırı olmalı. Kimin usuna? Olağan insanların; benimkine değil. Öyle olmalıydı, yoksa tersi olsa “dur, gitme, konuşalım,” demeyi düşünemez miydim? Hayır, düşünemedim, daha düşünemeyecektim…
Bugüne değin birkaç sevgilim daha olmuştu. Ne denli özen göstersem de sonu hep birdi: Bırakılıyordum. Davranışlarımı gözden geçirmeye, kendimi daha iyi tanımaya çalıştım. Kendimi kendi gözümden eksiksiz görüyordum. Olası bir yanlışı, benim neden olduğum yanlışı ayrımsayamıyordum.
İnternette bir araştırma yaptım. Benim gibi sorunları olan var mı diye. Doğru düzgün bir bilgiye ulaşamadım. Sevgililerin ardı ardına bırakıp gitmeleri üzerine kişinin psikolojik ya da fizyolojik sağaltımıyla ilgili bir yazı gözüme çarpmadı. İlgimi çeken birkaç soru ile karşılaştım. Bu sorulara verilen yanıtlara göre, sağaltım adına bir psikoloğa gidilmesi salık veriliyordu.
Bir hanımefendinin, bir psikoloğun telefonunu aradım. Kadın olsun istedim. Erkeklerle konuşmaktan çekineceğimi düşündüm. Sesi genç geliyordu kadının. Buluşma tarihini, saatini, dahası adresini de verdi. Adımı sormamıştı. Ben de muayene ücretini sormadım. Ayıp olabilirdi. Bu denli istekli olmam ilginç gelebilir, ancak ben kendimi tanımak, dahası yanlışlarımın yetkin biri aracılığıyla ortaya çıkartılmasını umuyordum. Dolayısıyla yaşamıma daha iyi yön verebilecektim. Kendimden başka kimsem yoktu bu dünyada. Babam vardı, anam vardı, o başka…
2006 Nisanının ikinci haftasıydı. Günlerden çarşambaydı. Denildiği gibi saat 09.30’da Ataköy’deki muayenehaneye gittim. Tabelada adı yazıyordu: Prof. Dr. A. Yüksel Yalom. Zile bastım. Çok bekletilmeden bina kapısı açıldı. Birkaç basamaktan sonra soldaki konuta girdim. Bir hanım karşıladı beni. Benim yaşlarımda biriydi. Yüksel Hanımın yardımcısı olmalıydı.  Beni bir odaya aldı. Beklememi söyledi. Güzel döşenmiş bir odaydı. Kitaplar vardı. Halılar oldukça ilgimi çekti. Gelgelelim ortada bir çalışma masa yoktu. Üçlü bir koltukla birlikte pencerenin önünde iki berjer vardı. Berjerlerin arasına da yuvarlak bir masa yerleştirilmişti. Dışarıyı görebiliyordum. Bu gördüğüm görünüm binanın arkası olmalıydı, binaya girerken böylesi ağaçlar görmemiştim. Yeşillik, dahası ağaçlık olması iç açıcıydı.
Çok uzun sürmedi. Yüksel Hanım içeri girdi. Şaşırdım. Çok yaşlıymış. Altmış yaşını devirmiş olmalı. Oysa sesi ne denli gençti, anlatamam. “Yerime oturmuşsunuz, kalkın lütfen. Diğer koltuğa geçin.” Gene şaşırdım. O nasıl konuşmak öyle? Yanıt vermedim. Korktum mu? Belki, beni biraz ürküttü bu tutumu. Dediğini yapıp diğer koltuğa geçtim. Güldüm sanırım. O da gülümsedi karşısına oturduğumda. “Açık konuşalım,” dedi. Başımla onayladım. Daha söz sırası bana gelmemişti. Ondan izin almadan konuşmamın saygısızlık olacağını duyumsadım. Kadın beni girer girmez etkisi altına almıştı. Git şu bankayı soy dese, soyardım. İnsan psikolojisi ne garip; hani o özgüvenim nerede? Yüksel yedi onu.
“Açık konuşalım, paran var mı? Beni boşuna oyalama!”
“E, var. Neden sordunuz?” Karşı atağa geçtiğimi sandım.
“Göster öyleyse. İnanmıyorum sana.” Yeğni bir gülümseme belirdi yüzümde. Denileni yapıp cüzdanımı açtım. İçindeki bin lirayı aşkın parayı gösterdim. “Cüzdanı bana ver,” dedi. Gözlerinin içine baktım. Ağırbaşlı bir yüzle bana bakıyordu. Verdim cüzdanı. Cüzdanın içindeki tüm parayı alıp gömleğinin yakasından içeri soktu. Sutyenine iliştirmiş olmalı. Sesli güldüm. Oysa o, başını belli belirsiz sallayıp bana bakıyordu. Güldüğünü söyleyemem. Ne diyeceğimi bilemedim. “Sen,” dedi, “malsın, kadınlar arasında senin gibi erkeklere biz öküz deriz. Olasılıkla bunu çok işitmişsindir…” Valla doğru. En az üç kadından bunu işitmiştim. Gülmeye başladım. Ağzım epey açıldı, elimle kapatmak durumunda kaldım. “Gülmesini dahi beceremiyorsun. Sınırlarını bilmiyorsun. Hey, sana söylüyorum! Bu dünyada senden başka insanlar da var. Terbiyesizsin. Kalk ayağa…”
Erincim kaçtı. Gelgelelim kadına tek söz edemedim. Kalktım ayağa; o da kalkmıştı. “Ben senin sorununu çözdüm. Bu paralardan bana daha çok verirsin, ancak beni iyi dinlersen, iyi bir dinleyici olduğunu kanıtlarsan para dahi vermeden seninle görüşmeyi sürdürürüm. Anlaşıldı mı?” Bunları söylerken kapıya doğru yürüyordu. Kapının eşiğine gelince durdu. “Ben bu kapıdan içeri girdiğimde sen beni gördün. Dört-beş adım attım daha bana bakıyordun. Ne ayağa kalktın ne de beni esenledin. Sence bunda bir yanlışlık yok mu?”
Ben davetli sayılırım, hastasıyım. Beni doğrudan niye suçluyor? “Yalnız, siz de beni esenlemediniz. Doğrudan yanıma gelip yerimden kalk dediniz. Bunda bir yanlışlık yok mu?” Daha erincim yerine gelmemişti. Beğenmedim kadının bu tutumunu. Kalkıp gitmeyi düşündüm.
“Ben yanlış yapmış olabilirim, bu senin de aynı yanlışı yapmanı gerektirir mi?”
Eh, bu doğruydu. Doğru gözlemlemişti. İncelik gösterip ne ayağa kalkmış ne de onu esenlemiştim. Kendimi dahi tanıtmamıştım. Beyefendiliğimden ödün vermek istemedim. Çatışmanın, onun tutumuna direnmemim bir anlamı yoktu. Kuşkusuz, kadın ne yaptığını biliyordu. Bu davranışlarının, huysuz, yaşlı ya da kaba biri olmakla ilgili olmadığını duyumsadım.  Konuşma biçimi, sesi oldukça güzel, kullandığı sözcüklerse oldukça çarpıcıydı. Sözleriyle neyi, nasıl etkileyeceğini biliyor gibiydi. El-kol devinimlerinde de bir abartı gözüme çarpmadı. Etkin, dahası yetkin bir tutumu vardı. Yaşadığım bölgelerde böylesi biriyle, dahası böylesi tutuma sahip insanlarla karşılaşmam olası değildi. Belliydi, kadın daha şimdiden doktorculuk oynamaya başlamıştı. “Bağışlayın beni, Yüksel Hanım. Doğru söylüyorsunuz.”
Bana doğru yürümeye başladı. “Esenlikler getirdiniz, Yüksel ben.”
Öğreti başlamıştı. Anladım. Olayı anlamıştım. Çok basit bir iletişim eksikliği içindeydim. Böylesi basit bir konuyu dahi becerememiştim. Benzer durumları yaşayıp yaşamadığımı usumdan geçirdim. Evet, böylesi durumları yaşamışlığım vardı. Örneğin, sevgilim geldiğinde ayağa kalkmaz, iplemez bir tutumla ona bakardım. Doğru, ben öküzüm. İşe bak, kadın beni baştan ayağa okudu. Görür görmez öküz olduğumu anladı. Öküzlük de sosyal bir sayrılık sayılmaz mı? Sayılırdı doğrusu.
Filmlerdeki konuşmaları geçirdim usumdan. Güzel bir karşılama yapacaktım. “Esenliğin kaynağı sizsiniz efendim. Benim getirdiğim olsa olsa deliliktir...” Elimi ona uzattım. O da elini bana uzattı. İncelikli bir biçimde eğilip dudaklarımı parmaklarına dokundurdum. Doğrulduğumdaysa, “Aykut ben, Aykut Orta,” dedim.
Yeğni bir kahkaha attı. Bu kez o eliyle ağzını kapatıyordu. “Geç,” dedi, “geç otur, eşek seni. Artistliği de bırak. Kendin ol…” Game over muydu? Daha değil…
Önce onun oturmasını bekledim. Oturduğundaysa ben de karşısına geçtim. Söz konusu incelikti, filmlerdeki incelikli sahneleri belleğimden geçirdim. Böyle olması gerekiyordu: Önce hanımlar yerlerine yerleşmeliydiler. “Görüyorsun değil mi? Şu üç dakikalık zaman diliminde kendindeki sorunlardan birinin ne olduğunu görebildin. Seni binanın önünde izledim. Elif’le, sana kapıyı açan hanımla konuşmanı dinledim. Otuz altı yıllık deneyimle elde ettiğim bir yeti bu. Yanılmamışım değil mi?”
“Doğruyu söylemek gerekişe Yüksel Hanım…”
“Abla de bana. Hanımı bırak şimdi.”
Duraksadım. Kanıksadım kendisini. Abla demek işime gelirdi. Bir abla denli hoş biriydi. “Peki, Yüksel abla. Doğrusu şaşırdım, ancak bir o denli de eğlendim. Ben böylesini beklemiyordum. Ne bileyim, filmlerde, geç şuraya uzan, çocukluğunu anlat, diye başlarlardı. Siz ilginç birisiniz; olumlu anlamda dedim bunu.”
“Anladım Aykut. Peki, ne iş yaparsın?”
“Ablan, benim bir işyerim var. Elektrikçilik yapıyorum. Gösterişsiz bir yer. Sağ olsun, babam bana bir anapara verdi, öyle açtım işyerini.”
“Güzel. Genç yaşta işyeri sahibi olmuşsun… Sana bir sır vereyim, Aykut; yaşamla ilgili bu: Kim olursa olsun, sana sorulanın dışında kalan yanıtlar verme. İnsanların çoklukla kırılma nedeni, işte bu sorulanların dışında verilen yanıtlardır. Kendini de korumasını bil…”
“…”
“Ben sana işyerini açmak için parayı nereden bulduğunu sormadım. Bir işyerin var mı, diye sormadım. İşyerinin gösterişli olup olmadığını da sormadım. Sen durduk yere, sorulmadan, bana üç ek bilgi verdin.”
“Şimdi anladım.”
“Bunu şunun için söyledim: Söyleyeceklerini iyi düşün, ivecen davranma. Dahası, bundan önce, denileni iyice anla, ona göre ne diyeceğinin yargısına var. Samimiyetin getirisi iyi olabileceği gibi, kötü de olabilir.”
“Evet, doğru diyorsunuz.”
“Şimdiye değin söylediklerimi bir doktorun sözleri olarak alma. Bir büyüğünün sana öğüdüymüş gibi düşün… Peki, Aykut. Söyle bakalım, seni buraya getiren neden nedir? Buraya gelme yargısına nasıl vardın? Yalnız, rica ederim, doğrucu ol…”
Beğendim konuşmasını. Bana çok samimi geldi. Şu kısa süre içerisinde öğrendiklerimi beklemeden uygulamaya koyarsam yaşamım olumlu biçimde değişir; bundan kuşkum yok. Bu kadını gerçekten sevdim. İnsanı gizlice ne de güzel yönlendiriyor.
Buraya gelmemin birincil nedeni, ilişkilerimin hep aynı biçimde sonlanmasıydı. Oysa ben bir yanlış yaptığımı sanmıyordum. Yüksel ablaya ilk ilişkimden başlayarak anlatmaya başladım…
Olayları anlatırken kısa kesmeye çalıştıkça Yüksel abla araya girip beni uyarıyordu: “Özetleme, olanı biteni olduğu gibi anlat.” Elimden geldiğince, belleğimde kaldığınca bugüne değin olanı biteni anlattım. Arada sorduğu sorularla öyküme yön verdi. Yaşamıma giren, ilişki yaşadığım kadınlar üstüne sorular da sordu. “Ben onları görmedim, tanımıyorum. Onları bana nasıl tanımlardın?” biçiminde soruları da vardı. Solak mıydı, sağlak mıydı? Saçlarını nasıl toplarlarmış. Genel olarak hangi türden giysi giyerlermiş. Özellikle sevdikleri renkler nelermiş. Doğum günlerini anımsıyor musunmuş…
Bir saate değin konuştuk. Sanırım, anlattıklarımdan bir yargıya vardı. “Aykut, söyleyeceklerim ilk söylediklerimle neredeyse bir olacak. Bunu biraz daha açıp sana şunları diyeyim: Dört hafta sonra yine bana gel. Bu süre içerisinde cinsiyet gözetmeksizin kim olursa olsun insanları iyi dinleyeceksin, ne denildiğini kesin olarak anlamaya çalışacaksın. Savsaklamadan, iyice dinleyeceksin. Üstüne basa basa söylüyorum: Karşındaki ne diyor, iyice anlayacaksın. Yanıt vermekten ya da karşılık vermekten çekinmeyeceksin. Gelgelelim, yanıt vermek ya da karşılık vermek için de ivecen davranmayacaksın. Söyleşileri geliştirmek için sorular soracaksın. Böylece karşındakini değersiz duyumsatmayacaksın. Yüzeysel konuşmayı, dahası, en önemlisi dinliyormuş gibi yapmayı bırakacaksın. Sakın unutma, bu dünyada yalnızca sen yaşamıyorsun. Bizler de varız. Bu söylediklerimi anladığını umuyorum. Anlamadım dersen, baştan alabilirim.”
Anlattıklarını anladığımı söyledim. Kısa bir sözlü yaptı; neyi anlamışım sordu. Anlattıklarını ona geri aktardım. Yanlış aktardığım yerleri düzeltti. Bir biçimde, söylediklerini belleğime pekiştirdi. Gerçekten anlamıştım. Tüm bunları uygulamaya geçebilirdim. “Teşekkürler Yüksel Hanım. Abla. Dediklerinizi yapacağım, kuşkunuz olmasın.”
“Sana inanıyorum Aykut. Kendin ol, kendini germe. Eşduyum nedir, bunu da öğren, iyice belle…” Elini gömleğinin yakasından içeri sokup sakladığı parayı çıkardı. “Şimdi paranı al. Çıkarken Elif’e uğra, o sana ne kadar ödemen gerektiğini söyleyecektir. Unutma, dört hafta sonra buradasın...”


10.03.2018
Murat Dicle




10 Şubat 2018 Cumartesi

VELİ

Veli
        
       Yaklaşık on metre karelik bir odada yaşıyorum. Günümüzün çoğunu burada geçiriyoruz; iki kişiyiz: Kedimle ben.
Beni saymazsak küçümen odamın ilk göze batan varlıkları, masa, pencere, yatak dahası kedi de küçümen sayılır. Çalışma masasını pencere önüne yerleştirmeyi uygun buldum. Yatak, odanın sağındaki duvara dayalı; ayakucuysa masanın önündeki sandalyeme denk. Pencereyi kalın bir perde kaplıyor. Çok gerekli olmadıkça perdeyi açmam, ancak gündüzleri, pencerenin sağını örten bölümünü biraz aralarım.
Pencereden görünüş pek etkileyici değil; pencereye çıkıp sağa sola baktığımda gördüğüm yalnızca beton. Sokak sanki küle bulanmış, başından sonuna gri. Doğanın yeşili küsmüş buralara.
Gün içinde perdeyi bütünüyle açmamamın sebebi, sokak sakinlerinin çoğunun birbirini tanıyor olması. Dedikodu malzemesi olmak istemiyorum, dolayısıyla perdeleri açmıyorum; insanlarla göz göze gelmek istemem...
Günün birinde, sabah on sularında sokaktan gelen bir ses işittim: “Lan oğlum lan, yapmayın…” Rahmetli büyük dayım da özellikle çocuklara böyle çıkışırdı. İlginçtir, bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de kullanırdı. Bu benim için sokaktan gelen nadir seslenişlerden biriydi. Başımı sağa yeğni eğip pencerenin açık kısmından baktım: Kimdi söylenen?
Karşı binadan bir kadın, demin yapmayın etmeyin diyen çocuğa seslendi: “…li ne yaptınız evi?” Başımı eğsem kadını görebilirdim, yalnız benim ilgimi çeken binadan seslenen değildi, “…li” denilen çocuktu. Çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonra öğrenecektim adının Veli olduğunu. İlkin adını algılayamamıştım.
Sonraki günlerde, denk geldikçe ilgimi çeken bu genci inceledim; ilginç biriydi: Oldukça dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, sürekli kulaklarında kulaklık olan, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerler gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temizdi. Yakışıklı denilemez, çirkin de. Yüzüyle değil, konuşkanlığı, dahası sosyalliği ile ilgi çekiyordu.
Başını yukarı kaldırıp kadına yanıt verdi: “Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, anam öte yandan bakınıyoruz...” İlk üç-dört sözcüğün ardından bakışlarını kadından alıp sokağın ilerisine yöneltmişti. Kiminle olursa konuşurken böyle yapardı; karşısındakinin gözlerine uzun süre bakamaz, gözlerini başka yöne dikerdi.
Falanca sokağa baktınız mı? Boş evler varmış. Alt komşu söyledi.”
Genç, gözlerini daha sokağın ilerisinden almamıştı. Öylece boş gözlerle bakıyordu. Yanıt verdi sonra: “Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o denli.” Kadının gözlerine bakmasa da el-kol devinimleriyle sözlerini pekiştiriyordu.
Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Veli, “lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o, deli,” dedi.  Bunları kime dediğini göremedim, yalnız ayak sesleriyle gülüşmeleri işitebiliyordum. Birkaç çocuk olsa gerek. Kısa bir süre içinde görüş alanıma gireceklerini duyumsadım. Bu arada Veli, karşı binadaki kadını unutmuştu. Belliydi, yeni gelenlerle söyleşini sürdürecekti.
“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi gelenlerden biri. Sesine bakılırsa sekiz-on yaşlarında biriydi. Penceremden Veli'yi doğru düzgün görebiliyordum, ancak gelen bu çocukları açık seçik göremedim; eller-kollar görüş alanıma giriyordu, olasılıkla üç kişiydiler.
Büyük bir sır verecek gibi yaptı genç; gövdesini biraz öne eğdi, sesini kıstı: “Deli o, deli!” Sözlerinin ardından gövdesini dikleştirip gene sokağın ilerisine bakmaya başladı...
“Kimmiş o Veli?” dedi, yüzünü görmediğim, karşı binada oturan kadın.
Veli yukarı, sesin geldiği yere bakmadı, çocukların yüzüne de. Gözleri hep ilerideydi. “Ayşe abla, deli o, deli. Ta fırının oradaki falancanın oğlu var ya...”
Çocuklar söyleşinin bittiğini düşünmüş olsalar gerek sokağın öte ucuna doğru yürümeye başladılar. Birden görüş alanıma girip çıktılar. Tek başına ortada kalan genç, yönünü çocuklara çevirdi. Artlarından baktı... Sonra onlara seslendi: “Bulaşman oğlum ona.” Bunu duyduklarını sanmıyorum, çünkü yanıt gelmemişti.
“Şşşt! Veli. Bina ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir başka kadın. Sağ yandan, görüş alanımın dışından.
“Önümüzdeki hafta...” Tutumu değişmemişti; çok kısa bir süre kadına bakmış, sonra bakışlarını ileriye çevirmişti.
“Peki, ev buldunuz mu?”
“Yok, bulamadık ,” dedi genç umarsızca.
“Bulursunuz inşallah,” diyen kadın birden, yalnızca arkasını görebildiğim araçtan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyorduk sizi.”
Aracın kapıları açılıp kapandı. İnenlerden biri yanıt verdi: “Furkan’ın işi erken bitti, gelip size sürpriz yapalım dedik.” Kimlerdi bunlar, göremiyordum. Bu arada dikilip duran genci ayrımsadı. “Veli, n’aber?” dedi.
“İyi abla, n’olsun?”
“Ev buldunuz mu?”
Öteki, yan binadaki atıldı: “Yok, bulamamışlar.”
“Nerde bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda ev bulunmaz,” dedi Veli...
Böyle işte, daha uzatmayayım.
Gelgelelim, Veli’yi de Velilerin derdini de ilkin böyle öğrenmiştim. Zaman zaman görüş alanıma girer, ancak bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani öğrenmek istemiyor da değilim…


29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle


3 Ağustos 2017 Perşembe

Aklına Gelir

Aklına gelir, vaktiyle siktir ettiğin; hani o ittiğin: Tercih ettiğin, seni attığında karanlık bir kuyuya...

M.D.