Sevmenin ne olduğunu bilmezdim, sevilmenin de. Gereksinim olarak görürdüm sevmiş gibi yapmayı. Neden? Yalnız kalmamak, dahası kösnül isteklerimin yerine getirilmesi için. İlişkilerimi kaybetme korkusuyla yaşamazdım. Oldu ya, kaybettiğimdeyse yoksunluğunu iliklerime dek duyumsardım. Gelgelelim, yeni birisi için eyleme geçmezdim. Yelin yönetimine bırakmıştım kendimi. O artık beni nereye götürürse. Seçmezdim iyiyi, güzeli; olursa olurdu, olmazsa olmazdı…
Uzun sürmezdi birlikteliklerim. İki, üç, bilemedin beş ay sürerdi. Neden? İşte bunu gerçekten bilmiyorum. Sanırım, daha değer yargılarım oluşmamıştı. Değer biçemiyordum birlikteliklere. Nasılsa, oluyorsa oluyor, olmuyorsa olmuyordu. Niye kaygılanacaktım, neden elimde tutmak için çabalayacaktım? Kalırsa kalırdı, kalmazsa kalmazdı. Sözgelimi, kapıyı çarpıp gitse dudaklarımı büzer, ardından şöyle bir bakardım; esen kal, demek aklıma dahi gelmezdi…
Neden böyleyim diye düşünmeye başladım bir süre sonra. Dört, beş, belki dokuzuncudan sonraydı; kesin olarak anımsayamıyorum. Düşündüm: Kalan hep doğru, giden miydi hep yanlış olan? Ben tertemiz, günahsız, suçsuz muydum da gidenin ardından bir “esen kal” demeyi dahi esirgedim? Bu denli gidişin peş peşe gelmesinin, tüm birlikteliklerimin hep bir gidişle bitmesinin nedeni gidendir diye düşünmek, olağan bir insanın usuna aykırı olmalı. Kimin usuna? Olağan insanların; benimkine değil. Öyle olmalıydı, yoksa tersi olsa “dur, gitme, konuşalım,” demeyi düşünemez miydim? Hayır, düşünemedim, daha düşünemeyecektim…
Bugüne değin birkaç sevgilim daha olmuştu. Ne denli özen göstersem de sonu hep birdi: Bırakılıyordum. Davranışlarımı gözden geçirmeye, kendimi daha iyi tanımaya çalıştım. Kendimi kendi gözümden eksiksiz görüyordum. Olası bir yanlışı, benim neden olduğum yanlışı ayrımsayamıyordum.
İnternette bir araştırma yaptım. Benim gibi sorunları olan var mı diye. Doğru düzgün bir bilgiye ulaşamadım. Sevgililerin ardı ardına bırakıp gitmeleri üzerine kişinin psikolojik ya da fizyolojik sağaltımıyla ilgili bir yazı gözüme çarpmadı. İlgimi çeken birkaç soru ile karşılaştım. Bu sorulara verilen yanıtlara göre, sağaltım adına bir psikoloğa gidilmesi salık veriliyordu.
Bir hanımefendinin, bir psikoloğun telefonunu aradım. Kadın olsun istedim. Erkeklerle konuşmaktan çekineceğimi düşündüm. Sesi genç geliyordu kadının. Buluşma tarihini, saatini, dahası adresini de verdi. Adımı sormamıştı. Ben de muayene ücretini sormadım. Ayıp olabilirdi. Bu denli istekli olmam ilginç gelebilir, ancak ben kendimi tanımak, dahası yanlışlarımın yetkin biri aracılığıyla ortaya çıkartılmasını umuyordum. Dolayısıyla yaşamıma daha iyi yön verebilecektim. Kendimden başka kimsem yoktu bu dünyada. Babam vardı, anam vardı, o başka…
2006 Nisanının ikinci haftasıydı. Günlerden çarşambaydı. Denildiği gibi saat 09.30’da Ataköy’deki muayenehaneye gittim. Tabelada adı yazıyordu: Prof. Dr. A. Yüksel Yalom. Zile bastım. Çok bekletilmeden bina kapısı açıldı. Birkaç basamaktan sonra soldaki konuta girdim. Bir hanım karşıladı beni. Benim yaşlarımda biriydi. Yüksel Hanımın yardımcısı olmalıydı. Beni bir odaya aldı. Beklememi söyledi. Güzel döşenmiş bir odaydı. Kitaplar vardı. Halılar oldukça ilgimi çekti. Gelgelelim ortada bir çalışma masa yoktu. Üçlü bir koltukla birlikte pencerenin önünde iki berjer vardı. Berjerlerin arasına da yuvarlak bir masa yerleştirilmişti. Dışarıyı görebiliyordum. Bu gördüğüm görünüm binanın arkası olmalıydı, binaya girerken böylesi ağaçlar görmemiştim. Yeşillik, dahası ağaçlık olması iç açıcıydı.
Çok uzun sürmedi. Yüksel Hanım içeri girdi. Şaşırdım. Çok yaşlıymış. Altmış yaşını devirmiş olmalı. Oysa sesi ne denli gençti, anlatamam. “Yerime oturmuşsunuz, kalkın lütfen. Diğer koltuğa geçin.” Gene şaşırdım. O nasıl konuşmak öyle? Yanıt vermedim. Korktum mu? Belki, beni biraz ürküttü bu tutumu. Dediğini yapıp diğer koltuğa geçtim. Güldüm sanırım. O da gülümsedi karşısına oturduğumda. “Açık konuşalım,” dedi. Başımla onayladım. Daha söz sırası bana gelmemişti. Ondan izin almadan konuşmamın saygısızlık olacağını duyumsadım. Kadın beni girer girmez etkisi altına almıştı. Git şu bankayı soy dese, soyardım. İnsan psikolojisi ne garip; hani o özgüvenim nerede? Yüksel yedi onu.
“Açık konuşalım, paran var mı? Beni boşuna oyalama!”
“E, var. Neden sordunuz?” Karşı atağa geçtiğimi sandım.
“Göster öyleyse. İnanmıyorum sana.” Yeğni bir gülümseme belirdi yüzümde. Denileni yapıp cüzdanımı açtım. İçindeki bin lirayı aşkın parayı gösterdim. “Cüzdanı bana ver,” dedi. Gözlerinin içine baktım. Ağırbaşlı bir yüzle bana bakıyordu. Verdim cüzdanı. Cüzdanın içindeki tüm parayı alıp gömleğinin yakasından içeri soktu. Sutyenine iliştirmiş olmalı. Sesli güldüm. Oysa o, başını belli belirsiz sallayıp bana bakıyordu. Güldüğünü söyleyemem. Ne diyeceğimi bilemedim. “Sen,” dedi, “malsın, kadınlar arasında senin gibi erkeklere biz öküz deriz. Olasılıkla bunu çok işitmişsindir…” Valla doğru. En az üç kadından bunu işitmiştim. Gülmeye başladım. Ağzım epey açıldı, elimle kapatmak durumunda kaldım. “Gülmesini dahi beceremiyorsun. Sınırlarını bilmiyorsun. Hey, sana söylüyorum! Bu dünyada senden başka insanlar da var. Terbiyesizsin. Kalk ayağa…”
Erincim kaçtı. Gelgelelim kadına tek söz edemedim. Kalktım ayağa; o da kalkmıştı. “Ben senin sorununu çözdüm. Bu paralardan bana daha çok verirsin, ancak beni iyi dinlersen, iyi bir dinleyici olduğunu kanıtlarsan para dahi vermeden seninle görüşmeyi sürdürürüm. Anlaşıldı mı?” Bunları söylerken kapıya doğru yürüyordu. Kapının eşiğine gelince durdu. “Ben bu kapıdan içeri girdiğimde sen beni gördün. Dört-beş adım attım daha bana bakıyordun. Ne ayağa kalktın ne de beni esenledin. Sence bunda bir yanlışlık yok mu?”
Ben davetli sayılırım, hastasıyım. Beni doğrudan niye suçluyor? “Yalnız, siz de beni esenlemediniz. Doğrudan yanıma gelip yerimden kalk dediniz. Bunda bir yanlışlık yok mu?” Daha erincim yerine gelmemişti. Beğenmedim kadının bu tutumunu. Kalkıp gitmeyi düşündüm.
“Ben yanlış yapmış olabilirim, bu senin de aynı yanlışı yapmanı gerektirir mi?”
Eh, bu doğruydu. Doğru gözlemlemişti. İncelik gösterip ne ayağa kalkmış ne de onu esenlemiştim. Kendimi dahi tanıtmamıştım. Beyefendiliğimden ödün vermek istemedim. Çatışmanın, onun tutumuna direnmemim bir anlamı yoktu. Kuşkusuz, kadın ne yaptığını biliyordu. Bu davranışlarının, huysuz, yaşlı ya da kaba biri olmakla ilgili olmadığını duyumsadım. Konuşma biçimi, sesi oldukça güzel, kullandığı sözcüklerse oldukça çarpıcıydı. Sözleriyle neyi, nasıl etkileyeceğini biliyor gibiydi. El-kol devinimlerinde de bir abartı gözüme çarpmadı. Etkin, dahası yetkin bir tutumu vardı. Yaşadığım bölgelerde böylesi biriyle, dahası böylesi tutuma sahip insanlarla karşılaşmam olası değildi. Belliydi, kadın daha şimdiden doktorculuk oynamaya başlamıştı. “Bağışlayın beni, Yüksel Hanım. Doğru söylüyorsunuz.”
Bana doğru yürümeye başladı. “Esenlikler getirdiniz, Yüksel ben.”
Öğreti başlamıştı. Anladım. Olayı anlamıştım. Çok basit bir iletişim eksikliği içindeydim. Böylesi basit bir konuyu dahi becerememiştim. Benzer durumları yaşayıp yaşamadığımı usumdan geçirdim. Evet, böylesi durumları yaşamışlığım vardı. Örneğin, sevgilim geldiğinde ayağa kalkmaz, iplemez bir tutumla ona bakardım. Doğru, ben öküzüm. İşe bak, kadın beni baştan ayağa okudu. Görür görmez öküz olduğumu anladı. Öküzlük de sosyal bir sayrılık sayılmaz mı? Sayılırdı doğrusu.
Filmlerdeki konuşmaları geçirdim usumdan. Güzel bir karşılama yapacaktım. “Esenliğin kaynağı sizsiniz efendim. Benim getirdiğim olsa olsa deliliktir...” Elimi ona uzattım. O da elini bana uzattı. İncelikli bir biçimde eğilip dudaklarımı parmaklarına dokundurdum. Doğrulduğumdaysa, “Aykut ben, Aykut Orta,” dedim.
Yeğni bir kahkaha attı. Bu kez o eliyle ağzını kapatıyordu. “Geç,” dedi, “geç otur, eşek seni. Artistliği de bırak. Kendin ol…” Game over muydu? Daha değil…
Önce onun oturmasını bekledim. Oturduğundaysa ben de karşısına geçtim. Söz konusu incelikti, filmlerdeki incelikli sahneleri belleğimden geçirdim. Böyle olması gerekiyordu: Önce hanımlar yerlerine yerleşmeliydiler. “Görüyorsun değil mi? Şu üç dakikalık zaman diliminde kendindeki sorunlardan birinin ne olduğunu görebildin. Seni binanın önünde izledim. Elif’le, sana kapıyı açan hanımla konuşmanı dinledim. Otuz altı yıllık deneyimle elde ettiğim bir yeti bu. Yanılmamışım değil mi?”
“Doğruyu söylemek gerekişe Yüksel Hanım…”
“Abla de bana. Hanımı bırak şimdi.”
Duraksadım. Kanıksadım kendisini. Abla demek işime gelirdi. Bir abla denli hoş biriydi. “Peki, Yüksel abla. Doğrusu şaşırdım, ancak bir o denli de eğlendim. Ben böylesini beklemiyordum. Ne bileyim, filmlerde, geç şuraya uzan, çocukluğunu anlat, diye başlarlardı. Siz ilginç birisiniz; olumlu anlamda dedim bunu.”
“Anladım Aykut. Peki, ne iş yaparsın?”
“Ablan, benim bir işyerim var. Elektrikçilik yapıyorum. Gösterişsiz bir yer. Sağ olsun, babam bana bir anapara verdi, öyle açtım işyerini.”
“Güzel. Genç yaşta işyeri sahibi olmuşsun… Sana bir sır vereyim, Aykut; yaşamla ilgili bu: Kim olursa olsun, sana sorulanın dışında kalan yanıtlar verme. İnsanların çoklukla kırılma nedeni, işte bu sorulanların dışında verilen yanıtlardır. Kendini de korumasını bil…”
“…”
“Ben sana işyerini açmak için parayı nereden bulduğunu sormadım. Bir işyerin var mı, diye sormadım. İşyerinin gösterişli olup olmadığını da sormadım. Sen durduk yere, sorulmadan, bana üç ek bilgi verdin.”
“Şimdi anladım.”
“Bunu şunun için söyledim: Söyleyeceklerini iyi düşün, ivecen davranma. Dahası, bundan önce, denileni iyice anla, ona göre ne diyeceğinin yargısına var. Samimiyetin getirisi iyi olabileceği gibi, kötü de olabilir.”
“Evet, doğru diyorsunuz.”
“Şimdiye değin söylediklerimi bir doktorun sözleri olarak alma. Bir büyüğünün sana öğüdüymüş gibi düşün… Peki, Aykut. Söyle bakalım, seni buraya getiren neden nedir? Buraya gelme yargısına nasıl vardın? Yalnız, rica ederim, doğrucu ol…”
Beğendim konuşmasını. Bana çok samimi geldi. Şu kısa süre içerisinde öğrendiklerimi beklemeden uygulamaya koyarsam yaşamım olumlu biçimde değişir; bundan kuşkum yok. Bu kadını gerçekten sevdim. İnsanı gizlice ne de güzel yönlendiriyor.
Buraya gelmemin birincil nedeni, ilişkilerimin hep aynı biçimde sonlanmasıydı. Oysa ben bir yanlış yaptığımı sanmıyordum. Yüksel ablaya ilk ilişkimden başlayarak anlatmaya başladım…
Olayları anlatırken kısa kesmeye çalıştıkça Yüksel abla araya girip beni uyarıyordu: “Özetleme, olanı biteni olduğu gibi anlat.” Elimden geldiğince, belleğimde kaldığınca bugüne değin olanı biteni anlattım. Arada sorduğu sorularla öyküme yön verdi. Yaşamıma giren, ilişki yaşadığım kadınlar üstüne sorular da sordu. “Ben onları görmedim, tanımıyorum. Onları bana nasıl tanımlardın?” biçiminde soruları da vardı. Solak mıydı, sağlak mıydı? Saçlarını nasıl toplarlarmış. Genel olarak hangi türden giysi giyerlermiş. Özellikle sevdikleri renkler nelermiş. Doğum günlerini anımsıyor musunmuş…
Bir saate değin konuştuk. Sanırım, anlattıklarımdan bir yargıya vardı. “Aykut, söyleyeceklerim ilk söylediklerimle neredeyse bir olacak. Bunu biraz daha açıp sana şunları diyeyim: Dört hafta sonra yine bana gel. Bu süre içerisinde cinsiyet gözetmeksizin kim olursa olsun insanları iyi dinleyeceksin, ne denildiğini kesin olarak anlamaya çalışacaksın. Savsaklamadan, iyice dinleyeceksin. Üstüne basa basa söylüyorum: Karşındaki ne diyor, iyice anlayacaksın. Yanıt vermekten ya da karşılık vermekten çekinmeyeceksin. Gelgelelim, yanıt vermek ya da karşılık vermek için de ivecen davranmayacaksın. Söyleşileri geliştirmek için sorular soracaksın. Böylece karşındakini değersiz duyumsatmayacaksın. Yüzeysel konuşmayı, dahası, en önemlisi dinliyormuş gibi yapmayı bırakacaksın. Sakın unutma, bu dünyada yalnızca sen yaşamıyorsun. Bizler de varız. Bu söylediklerimi anladığını umuyorum. Anlamadım dersen, baştan alabilirim.”
Anlattıklarını anladığımı söyledim. Kısa bir sözlü yaptı; neyi anlamışım sordu. Anlattıklarını ona geri aktardım. Yanlış aktardığım yerleri düzeltti. Bir biçimde, söylediklerini belleğime pekiştirdi. Gerçekten anlamıştım. Tüm bunları uygulamaya geçebilirdim. “Teşekkürler Yüksel Hanım. Abla. Dediklerinizi yapacağım, kuşkunuz olmasın.”
“Sana inanıyorum Aykut. Kendin ol, kendini germe. Eşduyum nedir, bunu da öğren, iyice belle…” Elini gömleğinin yakasından içeri sokup sakladığı parayı çıkardı. “Şimdi paranı al. Çıkarken Elif’e uğra, o sana ne kadar ödemen gerektiğini söyleyecektir. Unutma, dört hafta sonra buradasın...”
10.03.2018
Murat Dicle