12 Ocak 2013 Cumartesi

GİRİZGÂH

Bu kısa hikayeyi ister aşağıda yazıldığı gibi okuyabilir ya da PDF formatında veya Scribd üstünden de okuyabilirisiniz.


1
KÜÇÜK BİR ODADA İKİ KİŞİ OTURUYORLARDI, yatağın kenarında. Öteki berikine edebiyat hakkında bir şeyler söylüyor; beriki alaycı tavırlarıyla, ötekini sürekli sinirlendiriyor; ancak öteki bunu belli etmemeye çalışıyordu. Öteki sürekli olarak ileride iyi bir yazar olabileceğini, berikine, inatla kabul ettirmeye çalışıyor ancak beriki bunun için yeterli kabiliyetinin ve hatta tecrübesinin olmadığını söylüyordu, sürekli olarak ötekine.
Henüz yirmili yaşlarını süren bu iki üniversite öğrencisi genç arkadaş, edebiyat haricinde bir çok ortak zevkleri bulunmaktaydı: Aynı futbol takımını, aynı müzikleri ve hatta bir keresinde aynı kızı sevmişlerdi. Aralarındaki dostluğu aşk bile yıkamamış, kızı, ortak aldıkları karar neticesinde, zihinlerinden silmişlerdi. Hiç bir şeyden haberi olmayan kız ise hala üniversitede eğitimini sürdürmektedir.
Öteki dediğimiz gencin adı, C. Metin Ormanlı olmakla birlikte, annesinden 12 Ocak 1991 tarihinde saat 14.45'te doğmuş -ki annesi bunu çok iyi hatırlamaktadır- ve babası maalesef annesi ile doğmadan kendisini, bir başka kadın için terk ederek, zorlu hayat mücadelesi yolculuğuna seçme şansı verilmeden başlatılmış, ancak annesinin olağanüstü çabalarıyla üniversite hayatına, sağ salim adım atabilmiştir; beriki ise, 5 Mayıs 1990 tarihinde doğmuş, annesi ile babasının ortak kararı ile adını Ziya (babasının babasının adıdır) koymuşlar ve böylece nüfusa Ziya Demir olarak kaydı yapılarak, güzel bir aile ortamında büyütülmüş ve o da üniversite hayatına sağ salim adım atabilmiştir. Metin ile Ziya, üniversitenin ilk senesinde tanışmışlar ve gayet güzel bir arkadaşlık kurmuşlardır.
Birbirini seven bu iki arkadaş, oldukça ışıksız, hatta karanlık sayılabilecek bir odada sohbet etmekteydiler. Ziya, -Metin'in ifadesiyle- edebiyat konusunda hiç zevk almayan bir kişiliğe sahipken; Metin, edebiyatı çok sevmektedir: ayda en az üç dört kitap okumaktadır. Metin sürekli olarak, Ziya'ya, yazdığı şiir ve öykü gibi şeyleri okumakta, ancak Ziya'yı da sürekli olarak bunaltmaktaydı. Ziya, Metin'e yazdığı öykülerin girişlerinin yetersiz olduğunu söylemekte; Metin de, Ziya'nın iyi bir kitap okuyucusu olmadan nasıl böyle bir yargıya varabildiğine karşı çıkmaktaydı. Ziya da, iyi bir ahçı olmasam da, yediğim yemeğin lezzetini damağımda hissetmek isterim, diye kendini savunmaktan geri kalmıyordu. Velhasıl, gerçekten de Metin henüz iyi bir yazar olabilme hissi veremiyordu; ne Ziya'ya ne de bir başkasına. Ziya, onun iyi bir arkadaşı olduğu için rahatlıkla fikrini söylemekten çekinmiyor, Metin'in aslında bu eleştirilere üzüldüğünü de biliyordu. Ziya, gerçekten de Metin'in iyi bir yazar olmasını umut ediyor ve yaptığı bu eleştirilerin tüm gerçekliğiyle, Metin'i daha da hırslandırmayı amaçlıyordu. Ama kim bilebilirdi ki bu eleştiriler iki gencin yaşamına mal olacaktı.

2
ODAYI BOYDAN BOYA KAPLAYAN, aslen koyu pembe olmasına rağmen, hem karanlığın hem de ne idüğü belirsiz pisliğin varlığı ile rengini gösteremeyen talihsiz halının üstünde, kapının tam karşısındaki duvara dayanmış -ki bu duvarın da renginin tam olarak ne olduğu tespit edilememiş- tek kişilik bir yatak  ve yatağın kenarına oturup, hararetle tartışmaya devam eden iki genç bulunmaktaydı -ki ayrıca yatağın yanındaki komidinin üstünde tepeleme sigara izmaritiyle dolu kül tablasının tam yanında, akvaryum mu olduğu belli olmayan bir cam kabın içinde, suyu bitmiş olmasına rağmen hala hayatta kalmayı başaran bir Japon Balığı şaşkın bakışlarla, bu tartışmaya da şahitlik etmekteydi. Defalarca, oğlum odanı temizle, uyarısına rağmen, Metin'in, tamam anne, diye cevap verişlerleri de sanki odanın içinde balçıklaşarak hem duvarlara hem de halıya kabuk bağlamıştı. Her türlü gözeneğin tıkandığı, üstüne üstlük sanki sadece sigara dumanıyla, farklı bir yaşam formuna sahip yaratıklara has nefes alışların duyulduğu bu oda, Metin için bir mabet gibiydi. Çok kitap okurum, diye övünen Metin'in odasında beklenen yüzlerce kitabın nerede olabileceği sorusu her zaman bu odaya girmişlerin zihinlerini kurcalamış; fakat Metin'in söylemleri, gerçekten onun iyi bir kitap okuyucusu olduğunu da ispatlamaktaydı. Zavallı annenin, sadece tüketim yapmakla gününü gün eden oğluna yakıştıramadığı ve kadının zavallılığına sebep olan iş saatleri nedeniyle bir türlü temizlemeye fırsat, fırsat olsa da temizlemeye cesaret edemediği, günbegün, tüm eşyaların birbirine kaynaştığı, dolayısıyla tam anlamıyla kayalara oyulmuş bir mağara görünümüne bürünmekte olan bu odada, zavallılığını çoktan kabullenmiş, nargile suyundan hallice, kendine bahşedilmiş ve azaltılmış -ki azaldığı bilindiği halde, yarın şunun suyunu değiştireyim denilmesine de alışılmış- suyun içinde yaşayan Japon Balığı da yaşam formunu değiştirmişti, ötekilerle birlikte. Yakılan sigaraların olması gerektiğinden daha çabuk söndüğü, artık yokluğuna alışılmış oksijenin odayı pek ziyaret etmemesi, oda hayatını benimsemiş bu canlıları etkilememekteydi. Normal canlılara -ki burada memeli canlıları kastediliyor- tamamıyla sakıncalı olan bu ortamda ilgi çeken bir şey daha vardı; Metin'in büyük aynalı gardırobu... İlgi çeken aslında tümüyle gardırop değil; gardırobun aynasıydı. Bu aynada, bu odaya girmişlerin -ki bunların hemen hemen hepsi Metin'in okuldan arkadaşları olmaktaydı- birer imzası veya temenni içeren mani tadında minik mısralar yer almaktaydı. Ve henüz Metin'in çok değer verdiği bu ayna da kırılmamıştı...
Kimilerince "betimleme" kimilerince "tasvir" diye adlandırılan tüm bu açıklamalar yapılırken, iki genç arkadaş tartışmalarını daha da şiddetlendirmeye başlamışlardı. Metin tartışmayı, Ziya'nın sakinliğine rağmen oldukça fazla ciddiye almış; Ziya'yı da çileden çıkartmıştı. Baba ve Piç'i okudun mu? diyen Ziya, okudum, cevabını almış ve buna karşılık, -hiç olmadığı sanılan edebi birikimini- şaşırtıcı bir üslupla sakin sakin dillendirmiş; oradaki girizgâhta kadın, yani yazar, cemi cümlesine giydirerek, yağmuru, damlalarıyla beraber her anını da ölümsüzleştirerek tasvir ettiği ortamı hatırla lütfen, dedi Metin'e. Ziya'nın beklenmedik ve inkar edilemeyecek bu sözlerine ne cevap vereceğini bir an bilemeyen Metin, geçen bir kaç saniyenin ardından, unutulacak gibi değil ki, diye cevap verebilmiş, kadın yazmış, diye de ilave etmişti. Benim sana anlatmak istediğim, senin eksikliğin olan şey de bu: Betimleyemiyorsun, diye ölümcül darbe indirmişti, Ziya Metin'e. Üst üste içilen sigara ve önceden de dediğimiz gibi odayı çoktan terk etmiş olan oksijenin eksikliğiyle, hiç olmadığı kadar gerilmişti ortam. Tüm bu tartışmaya başından beri şahitlik eden Japon Balığı da gerilen bu ortamdan etkilenerek, zaten yaşamaya elverişli olmayan azalmış suyun içinden başını çıkartarak, daha fazla yaşamak istememiş, ancak içgüdü mü yoksa refleks mi bilinmez, tekrar başını hızla suya sokmuş, o esnada balığın sudaki hareketiyle çıkan ses, ötekilerin dikkatini dağıtmıştı.
Bir kaç saniyelik dikkatlerin dağılmasıyla meydana gelen bu molanın ardından Ziya öfke ve sitemle, insan bir kahve yapar, şu kül tablasının haline bak, diye söylendi. Sen bana geldiğinde böyle mi yapıyorum, şu odanın haline bak, boktan öykülerin, boktan yazarının, boktan odası, diye daha da tahrik edici söylendi durdu. Söyledikçe söyledi, Ziya. Dinledikçe dinleyen, sesi soluğu kesilen, boktan öykülerin yazarı diye tabir edilen Metin'in yüzü şekilden şekile girmekte ve Ziya'ya ne diyeceğini bilememekteydi. Söylene söylene içi rahatlayan Ziya susmuş, dinleye dinleye içi dolan Metin'de ona uymuş; zaten karanlık olan oda ve zaten suyu bitmiş olan Japon Balığı, hasıl olan bu sessizlikte bir süreliğine sağır olmuştu.

3
TAM OLARAK KAÇ DAKİKA geçti bilinmez, sonunda Metin konuşmaya başladı... Ziya Metin'in konuşmalarındaki hırsı ve içinde bulunduğu kabullenemeyişi görüyordu. Tek kelime etmeden Metin'i dinlemeye devam etti. Metin, yazdıklarının anlaşılmadığını, arkasında ona destek olacak güçlü kişilerin olmadığını, eğer ona destek olacak bir dayısı olsaydı şimdiye kadar tanınmış bir yazar olabileceğini, ileri sürdü. Ziya sonunda dayanamayıp, senin gibi bu ülkede binlerce kim bilir on binlerce edebiyata hevesli genç var, her biri için ayrı ayrı birer dayı mı gerek, diye söz başlamıştı: "Sonuçta bu bir mücadele, yazınsal dili ağır basan öne çıkacaktır. Az önce belki istemeden belki kızgınlıktan senin boktan bir yazar olduğunu söylemiş olsam da senin hala iyi bir yazar olabilme şansın var. Bana göre senin tecrübe etmen, sürekli olarak bir şeyler yazman gerekmektedir. Sen kanımca işi matematikselleştirerek birtakım formüllere bağlamaya çalışıyor ve dolayısıyla bu gibi sistematik kurallara uyduğun sürece iyi eserler ortaya koyacağını sanıyorsun. Yazı biçimi şeklini (fiziki anlamda) ele alırsak bir takım formüller veya kuralların önemi yadsınamaz. Ancak, yazıyla vücuda gelecek olan eserin ruhunu, böylesi formüllerle meydana getirmen mümkün değil. Ya ona benzeyerek ya da bir başkasına, yani, kopya eserler üreterek bir yere varamazsın. Seni sen yapan şeylerden utanmadan, içindekini doğruca okuyucuya aktarman gerekmektedir.
"Ben de -ki sen bilmezsin bunu- şiir ve düz yazı denemeleri yapmaktayım. Deliler gibi anlamadan etmeden ayda on kitap okumaktansa, anlayarak içime sindirerek ayda bir iki kitap okumayı tercih ediyorum. Ben yazdıklarımı beğeniyorum diye millete megolamanlık yapmıyorum. Yazdıklarıma uzun süre hiç bakmıyor, aradan geçen bu uzun sürenin sonunda tekrar okuyarak, hala ne boktan bir yazar olduğumu görüyorum. Hatta 'yazar' kelimesini kişiliğimin başına yaftalamaya utanıyorum. Zaman tanı kendine Metin. Yaz, sürekli yaz. Ara ver, onları uzun süre sonra tekrar oku. Kendi eleştirmenin kendin ol. Aziz Nesin, 'bu ülkede her iki kişiden üçü şair' derken emin ol yanılmıyordu. Bu ülkede her önüne gelen, her işi yaptığı için hala boktan kurtulamıyor, sence yanılıyor muyum? Tamam, bir dakika, konuşmama müsaade et. Şimdiye kadar hep sen konuştun. Ne dediysen dinledim. İçinde bulunduğun megolamanca tavırlara tahammül ettim. Ama bir dakika Metin, hemen lafımı kesme lütfen..."
Ziya'nın neredeyse üniversite profesörlerini anımsatan konuşması Metin'i şaşkınlık içerisinde bırakmıştı. Bir an Metin, Ziya'nın bu usturuplu çıkışı altında ezildiğini hissetmiş; öyle ki bu his, onu içten içe daha da kötü duruma sokarak, sürekli itiraz etme isteğini uyandırmış; ne yazık ki yavaş yavaş kabullendiği o eziklik ile ciddi anlamda cevap verecek cesareti de bulamamıştı. Tartışmanın başından beri dikkatleri üstüne çeken -bari monolog olması beklenirken, resmen demogojiye vardıran- Metin'i, pür dikkat izleyen Japon Balığı bile artık gözlerini ondan ayırmaya başlamış ve tüm yoksunluklarını da bir kenara bırakıp, belki yaşam ümidini bunda bulurum düşüncesiyle, bakışlarını Ziya'ya kaydırmıştı. Peki sadece Japon Balığı mıydı bakışlarını Ziya'ya çeviren? Odada başından beri bulunan ama varlığını hiçbir canlıya hissettirmeyen ve böylesi ortamları (pisliği) çok seven Kafka'nın Böceği bile tüm dikkatini Ziya'ya vermişti. Yaşamak ile ölüm arasındaki o ince çizginin farkında olmasına ve doğasındaki korunmacı dürtülerin onu geriye, daha da geriye gitmesine zorlamasına rağmen, tüm cesaretiyle komidinin dibine kadar ilerleyen bu böcek gibi sessizce odanın başka bir köşesi olan gardırobun çatlak köşesinden arada bir başını çıkartmak marifetiyle bu tartışmaya şahitlik eden, Orwell'in çiftliğindeki domuzun zorbalığından kaçıp -ki bunu herkes bilmez, orada bile varlığını ancak bir kaç tavuk biliyordu- kendini Metin'in bu harikulade odasına zor atabilmiş bir fareyi de ifşa etmekten geri kalamayız.
Metin'in hareketlenmesi üstüne, sözünün kesileceğini hissederek, sakın yapma, anlamında söylediği sözlerin ardından gelen bir kaç saniyelik mola bitmiş ve Ziya kaldığı yerden devam etmişti:
"Bak şimdi Metin, hiçbir şey için acele etme. Önünde uzun yıllar var. Bu süreyi yine okuyarak ve yine denemeler yazarak geçirebilirsin. Sen yaşamını tek başına bir yazar olmak için değil, aynı zamanda okuduğumuz bölüm olan Diş Hekimliği için de adamışsın. Okulun bitip, yepyeni bir hayatın başlayacağı dönemlere de girmiş bulunuyoruz. Her şeyden önce karnımızı doyurmamız gerek. Sen bir şeyi çok sevebilirsin, kimse buna laf edemez. Ancak, hiç kimseye, sevdiğin bu şeyleri, kabullenmesini zorla isteyemezsin. Ben senin yazdıklarını kabullenmek zorunda değilim. İster bunlar kabul görmüş şeyler olsun isterse olmasın; ben senin yazın dilini beğenmiyorum... Girişinden belli." diye sözünü bitirmişti Ziya. Yine bir sessizlik olmuş ve bunu fırsat bilen fare ile böcek, içgüdüleriyle yerlerine çekilmeye başlamışlardı. Sessizlik korkutucu bir hal almaya başlamış, kimsenin yüzüne bakmaya cesareti kalmamıştı, Japon Balığının. Kaçacak fazla bir yeri olmadığını bilen balık, çaresizce inilebilecek en derin yere kadar kendini hapsetmişti, üç parmak kalan suyun içinde.
Ziya'da ciddi manada bir değişim söz konusu olmasa da Metin kendinden beklenmeyen değişimler yaşamaktaydı. Yüzü ve yüzünün rengi bunu ele veriyordu. Hadi ben sana kahve yapayım, şu küllüğü de boşaltayım, diyen Ziya, geldiğimde başka konulardan konuşuruz diye de ilave etmişti. Ancak kendine ayna tutulan ve bu aynada kendi korkunçluğuyla yüz yüze gelen Metin, ani bir hareketle, içi tepeleme dolu küllüğü tuttuğu gibi Ziya'nın arkasına denk gelen gardırobun aynasına fırlatıverdi. Küllüğün Allah canını alsın, diye de bağırmıştı. Küllüğün aniden havaya kalkmasıyla, içindekilerin, oluşan bu ani ivmeyle, Metin'in elinin hizasından itibaren atılan yön hizasına doğru bir kül bulutu, Ziya'nın güzlerine yol almış; bitmiş bir kaç izmarit de gözüne gelmişti. Ani bir hareketle savunmaya geçen Ziya, hem ellerini yüzüne -ama çok geç kalmıştı- hem de ayağa kalkarak kendini geriye atmıştı. Aynanın kırılmasıyla etrafa saçılan kırıklardan -bir baş parmağın tırnağı büyüklüğünde olanlardan- biri, bir saniye sonra geri geri gelen Ziya'nın terliksiz ayağına batmış; bu ani girişin derideki acısı değil, derinin gerilip yırtılış hissi Ziya'yı ürkütmüş; küllere rağmen, sürekli kırpıştırdığı gözleriyle yönünü tayin edemeyip, gardırobun aynasına çarpmak üzereydi; ki tam o esnada, aman ben ne yaptım, diyerek aniden Ziya'nın üstüne atlayarak onu tutmaya çalışan Metin ve onun ağırlığını taşıyamayıp ve haliyle önceden dengesini kaybetmiş olmanın verdiği şaşkınlıkla Ziya, gardırobun kırılmış aynasına doğru düştüler. Bir boy aynası olan bu cam, kül tablasının atılması ile alt kısmından kırılmış, bir insanın geçebileceği kadar bir ağız oluşmuştu. Bu ağızdan bir pardesü ve bir kaç kravatın sarkıntıları belli belirsiz görünmekteydi. Büyük bir gürültüyle bu kırık ağıza düşen iki arkadaş -ki üstte Metin bulunmaktaydı- çaresiz birer, ahhh, sesi çıkartabilmişlerdi. Bittiği halde, pipetle bardağın içindeki ayranı hüpleterek -sanki çektikçe daha da fazlası gelecek- çıkartılan bir sesin varlığıyla gözleri kocaman olan Metin; altında yatan Ziya'nın boyun hizasında bir sıvının fışkırdığını -ki bunun ne olduğunu bal gibi biliyordu- görmesi ve görünen bu sıvının yüzüne gelmesi ile görüşünün renginin değişmesi de bir olmuştu. Sert ve kesin bir sesle, ZİYA! diye bağıran Metin, kafasını bilinçsizce, Ziya'nın yüzünden ani bir hareketle uzaklaştırdı. Bu onun yaptığı son hata olmuştu. Yüksek sesle söylenen ZİYA kelimesi, henüz odada dönüşümünü tamamlayıp bir eko oluşturmadan önce kırık aynada meydana gelen ağzın üst tarafındaki sarkıt bir ayna parçası da Metin'in kafasının arkasına saplanmıştı. Muhtemelen Ziya hayattan ayrılmadan önce, Metin ruhunu teslim etmişti, bu hareketi ile. Bilinmez, Ziya o can havliyle Metin'in durumunun farkında mıydı?

4
İKİ TEMİZ İNSANDAN DÖKÜLEN KANLAR, pis halıya yeni bir kostüm gibi akmış; halıyı da sevindirmişti, ılık sıvının astarına kadar inmesiyle. Fare ile böcek günlük olağan işlerini yapmak, daha doğrusu şahit gösterilmemek için odadan uzaklaşmaya başlamışlardı. Japon Balığı çaresiz, elden ne gelir, düşüncesiyle üç parmak suyun içinde kıpırdanmıştı. Ziya da ruhunu teslim edemediği bu son bir kaç saniye içinde; üstüne yığılmış, başı başına düşmüş ama sadece burnunun yanını görebildiği Metin'e, bir de yukarıda sallanan kırık bir ayna parçasına bakmaktaydı. Hala bir umudu olsa gerek, ayaklarını olan tüm gücüyle çırpmaya başlamıştı. Çırpındıkça, tepedeki kırık ayna parçası, tutunduğu daldan kahkahalar atarcasına, çırpınmaya eşlik etmekteydi; bir ileri bir geri sallanıyordu. Tüm bu çırpınışlar Ziya'nın o güzelim gözlerine tehdit oluşturmakta geç kalmadı ve kırık ayna parçası, Ziya'nın sol gözüne saplandı. Ziya'nın son gördüğü de bu oldu...
Leş gibi sigara kokan eve adımını atan zavallı anne, söylene söylene Metin'in odasına yürümekteydi. Koridordan geçen ve kendilerini belli etmemeye özen gösteren fare ile böcek, saygıyla yol vermişlerdi, hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı anneye. Odanın kapısına yaklaşan anneyi, hüzünlü bakışlarla izlemişler; anne odanın kapısından içeri girdikten bir kaç saniye sonra da duydukları çığlık ile bilinçsizce kaçışmaya başlamışlardı.
Ne denilebilir, nasıl tasvir edilebilir, çok zor bir durum bu. Bir kadın; yerde kanlar içinde yatan iki genci görerek çığlığı basan; yerde yatanlardan birinin annesi olan, bir kadının ruh hali nasıl anlatılabilir ki. Çığlık, çığlık, çığlık... Korkuyla ne yapacağını bilemeyen kadın, geri geri adım atarken, odanın kapısının tam eşiğinde bayılmıştı...
Çığlığı duyan komşuların yetişmesi ile çığlıkların, telaşlı adımların, edilen telefonların ardı arkadaşı kesilmediği gibi ağlaşmaların, şaşkın bakışların, ne olmuş, ne olmuşların sesleri de evin içini doldurmuştu. Polisin eve gelmesi, komşulardan gereksiz olanların evden çıkartılması, bir iki aklı başında komşudan neler olduğu hakkında bilgi alınması, derhal annenin ambulans ile hastaneye gönderilmesi, gelen diğer ambulans ekibinin resmi olarak iki gencin öldüğünü bildirmesi, gençlerin ceset torbasına konularak morga gönderilmesi, küçük odada bulunan Japon Balığın şahit yazılması, tüm bunların hepsi bir saatlik zaman dilimi içinde yaşanmıştı. Oysa ölen iki genç yirmi senedir bu dünyada yaşamışlardı.
Her ne olursa olsun hayatta kalmayı başarabilen, üç parmak bile olsa o suyun içinde yaşayabilen, bulunduğu ortamı kanıksamış Japon Balığı, şahit olarak karakola gönderilirken yolda can vermiş, neredeyse ömrünce görmediği ışığa ve oksijene yenik düşmüştü. Böcek dönüşemeden, çaresizliğine, telaşına ve heyecanına yenik düşen fareye yem olmuş; fare de polislerden birinin aniden önüne çıkması ve acemi olan bu polisin de hızla çıkardığı silahtan sıkılan bir kurşun ile can vermiş; ancak sıkılan kurşun bu kadarla yetinmeyip, mermer süpürgelikten sekerek baş komiserin baldırına saplanması ve komiserin, ah, demesi de bir olmuştu. Beş ölü, bir yaralı ve bir de baygının vuku bulduğu bu lanetli evin tamamen sessizliğe bürünmesi de geceyi bulmuştu.

5
Caner!
Yoksa Caner Ziya mı demeliyim? Göbek adının Ziya olduğunu biliyorum. Her neyse! Gönderdiğin hikayeni okudum. Öncekilere nazaran, oldukça başarılı buldum. Belki daha iyi olabilirdi, bilmiyorum. Yazdığın hikayenin nasıl olduğu hakkında değil, hikayede ima ettiğin şeyler hakkında yazıyorum bu mektubu sana.
Hikaye baştan sona kadar neredeyse şahsıma yapılan hakaretlerle dolu; gözümden kaçtığını sakın sanma. Hemen başta söyleyeyim, benim Orhan ile asla bir yakınlığım olmadığı gibi neredeyse hiç bir ortamda sohbetimiz dahi olmadı. Orhan gibi bir pezevengin; laçkalaşmış ağzından çıkan uydurmalarla dolmuş, senin beynin. Ki bu beynin, yani zihnin, beter olur inşallah! Sürekli olarak bana ima ettiğin bu iftiradan bıktım usandım. Bu yetmiyormuş gibi, yazdığın hikayede de bana "üniversiteli kız" muamelesi yaparak, gönderme yapmış, gerekirse zihninden silebileceğini de ifade etmişsin. Şeyime kadar yolu var, hayatım. Sil silebildiğin yerlerden. Ne demiş atalarımız: yiyemeyeceğin şeyin altına yatma! Şimdi bu mektubu okuyorsun, katlıyorsun, mini minnacık yapıyorsun ve sonra ne yapıyorsan yapıyor ama bir daha asla, asla benimle muhatap olmuyorsun. Eşek kadar adam oldun, umarım ne demek istediğimi anladın.

Üniversiteli kız!

6
Bebeğim, Çiğdem'im...
Yazdığım hikayede sana kesinlikle gönderme yapmadım. Yemin ederim. Tamam Orhan meselesinde hakkın var. Ancak "sürekli" şekilde seni bu konuda rahatsız etmediğimi bilmelisin. İki, hadi olsun olsun üç defa bu konu hakkında sana bir şeyler söyledim. Bunlar da genelde, Orhan saçma sapan konuşuyor, bilgin var mı diye söylemlerdi. Aleni şekilde seni hiçbir yerde hiç bir şekilde suçlamadığımı ve hatta Orhan'ı tanıyan herkesin tıpkı senin gibi ona pezevenk ve ağzı bok bir herif dediklerini de bilmeni isterim. Ben seni tanımadan önce, Orhan'ın ne mal olduğunu zaten biliyordum. Ancak Orhan, bana mı gıcık yoksa gerçekten de sana gizli bir sevdası mı var bilinmez; sürekli olarak -ki kesinlikle bana değil- başkalarına senin hakkında ileri geri konuşmalar yapıyormuş. Dostlarım ise bunu bana sürekli olarak iletiyorlar. Ben sinirlenip, Orhan'a dersini vermeye kalkıştığımda ise, bana engel oluyorlar; onun lanet bir herif olduğunu, söylenenlerin yalan olduğunu ve buna değmeyeceğini söylüyorlar; dolayısıyla ben de dertleşmek baabında sana olan biteni anlatmışımdır -ki asla itham değil, sadece olayın izahıydı bunlar. Hem niye "baştan sona neredeyse" sana hakaret ettiğimi söylüyorsun? Hiç seninle tartışmayacağım hayatım; çünkü senin ağzın böylesi tartışmalarda bozulabiliyor: ne demek "yiyemeyeceğin şeyin altına yatma". Ayıp, ayıp, eşek kadar kız olmuşsun hiç yakışıyor mu sana? Seni gerçekten seven biri olarak zaten seni kaybetmeyi gözüm almaz. Seni elde etmek için neler çektiğimi bir Allah bir de sen biliyorsun. Seni seviyorum...
Benim şımarık sevgilim, Çiğdem'im... Her ne ise, ne! Biz, kendimize bakalım. Sadece yeni yazdığım ve iyi olduğunu düşündüğüm öyküyü, seninle paylaşmak ve fikrini almak istemiştim. Henüz senden başka da kimse okumadı. Yemin ederim, hiç bir art niyetim yok. Sadece biliyorsun, yazınsal olarak kendimi geliştirmeyi amaçlıyorum. Bu konuda da sık sık senin başını ağrıtıyorum, özür dilerim. Bu arada, öyküm için söylediklerine teşekkür ederim. Daha iyi olmak için uğraşıyorum.

C. Ziya.

Not: Cumartesi günü saat sekizde seni evden alacağım. İyi giyin. Liman Lokantasında yer ayırttım.


Murat Dicle
12 Ocak 2013, İstanbul



Diğer öykülerim:

Hiç yorum yok: