makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
makale etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2015 Cuma

Erdemsiz Liyakat sahipleri üzerine

Nicelikli meşhurlarımız, patronlarımız, yöneticlerimiz var; nitelikli fakirlerimiz, sanatçılarımız, zanaatkarlarımız, sürünenlerimiz var...

Niçe (Friedrich Nietzsche) Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde nitelikli ve nicelikli insanlara sık sık dem vurarak, üst-insan olma yolunu derin bir felsefe içerisinde açıklıyor. Her türlü yoruma açık...

Niçe'nin bu bahsettiğim kitabını hala okumaya (anlamaya) çalışıyorum. İki sene oldu, ve dönem dönem kitaptan 20-30 sayfa okurum. Tam anlayarak, sindirerek okumak istiyorum bu eseri. Bendeki kitapbın tercümesi ile ilk defa Türkiye'ye tercüme edilen kitap arasında özellikle bir kelime üstünde çok gelip gittim: Değim ve Erdem. Değim, bendeki kitapta geçiyor, ilk tercüme edilen kitapta ise Erdem olarak geçiyor. Değim'in TDK sözlük açıklaması şöyle: Liyakat...

Liyakat:
  1. isim Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu, değim
    "Liyakat ve namusa dayanan zenginliğe düşman değilim." - M. Kaplan
  2. Kifayet
    "Her birimiz kendi liyakatimize göre, üzerimize bir vazife almalıyız." - Y. K. Karaosmanoğlu
Erdem:
  1. isim Ahlakın övdüğü iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk vb. niteliklerin genel adı, fazilet
    "Spor, alçak gönüllülük gibi bir erdem aşılar sporcuya." - N. Cumalı
  2. felsefe İnsanın ruhsal olgunluğu
Niçe'nin orijinal kitabında ise Tugend olarak geçer bu bahsettiğim kelimeler. Genel olarak Almanca-Türkçe sözlüklerde Tugend: Erdem ve Fazilet karşılığı ile yer almaktadır. Burada konu Niçe'nin kitabı değil, bu kitabın tercümesinde ortaya çıkan iki farkılı kelimenin (Erdem ve Liyakat) bana düşündürdükleri...

Şimdi, bana göre -ki Erdem ve Liyakat kelimelerini baz alırsak, ülkemizde Nitelikli kişi, bir baltaya sap olamamış Erdemliler sınıfına giriyor (istisnaları göz önüne bulundurmuyorum); Niteliksiz kişi, Erdem sahibi olamamış, bir şekilde(!) Liyakat sahibi olmuşlar sınıfına giriyor.

Cumhuriyetin kurulduğu günlerde nitelikli ve erdem sahibi kişilerin verdiği liyakatlar, erdemli inanların üzerinde oldukça nitelikli duruyordu. Dolu doluydular bu kişiler. Aldıkları vazifeleri erdemleri gereği en iyi şekilde yapmaktaydılar. 1950'lere kadar baktığımızda bunun böyle sürüp gittiğini görebiliriz.

Sonraları halkın niteliksizleştirilmesiyle kabul edilebilir hale gelen belagat sahiplerinin liyakat sahibi olmasıyla, ülkenin içi tamamen boşaltılma yoluna gidildi. Boşaltılıyor hâlâ...

Çünkü, erdemsiz liyakat sahipleri, işin aslını gerçekte yapabilecek kabliyette değiller. Erdemsizliklerinden olsa gerek -belki arada saf dilli nitelikli kişiler de vardır, işi, kendilerine öğüt edildikleri şekliyle yapmakta ve sadece işin altına imzalarını atmaktadırlar. Ülkenin olduğu kadar, içinde yaşayan insanların da içi boşaltıldığından, tüm bu gidişatta bir anormallik görememeleri oldukça normaldir.

Tersten gidelim, ve medyayı ele alalım: Günümüzde Ayarlı Basın adıyla ayan beyan erdemsiz liyakat sahibi muhabirleri, yazarları vb. görmek artık bizim için hiç şaşırtı değil. Yanılıyor muyum? Erdem sahibi olan nitelikli vatandaşlar tüm bu Ayarlı Medayı gayet güzel tanıyor ve yorumluyor. Peki ya, eğitim ve dinin etkisiyle, niteliksiz vatandaşlar tüm bu Ayarlı'ları nasıl tanımlıyor acaba? Cevap, 2002'den 2015'e kadar hala başımızda duran AKP'de yatıyor...

Popstarlarını(!), sinema sanatçılarını(!), görsel medyada boy gösterenleri vs. de işin içine katabiliriz. Gerçekte bir baltaya sap olamamış ama baltanın sapını teşkil eden odunluğun etrafında tavaf edenlere kurmaca liyakatlar verilmesiyle, ben oldum anne, sevinç nidalarını duyar oldu bu ülke. Çok güzel giyinen, çok para harcayan, gecede iki asgari ücreti iç edenleri magazin programlarında gören halk, onların erdemlerine(!) ve liyakatlarına(!) gıpta ile baktılar. Onlar da onlar gibi olmak istediler. Öykündüler hep onlara... Ve bir gün...

Bir gün, işte bu gıpta ile bakan, niteliksiz, belki henüz erdemlerini kaybetmemiş kişilere liyakatlar verilmeye başlandı, yönetimlerce. Şimdiye kadar hiç bir liyakat sahibi olamamış, embesillikten bir tık üstte bu kişiler, magazinlerde boy ölçüşenleri kendilerine gıpta ettirmişlerdir. Düne kadar bir hiç gibi yaşayan bu insanları görenler, bizim neyimiz eksik, diye düşünerek, kendilerine verilecek her türlü liyakatı sahiplenmek için can atmışlardır. Bu yolda ne gerekirse de yapmışlardır:

Oy mu, al sana oy!..
Kapanmam mı gerekiyor, al işte kapandım!.. 
Namaz mı, Elhamdülillah, beş vakit kılarım!..
İftira mı, yazarım, al sana en alasından köşe yazısı!..
...

Meseleyi, örneklerle uzatırım da uzatırım aslında. Zaten "leb" demeden "leblebiyi" anlayabilen nitelikli insanlar, beni şimdiden gayet iyi anladılar.

Şimdi, elimizde kullamamız gereken, çok ciddi bir silah var, tüm olanlara karşı çıkabilmek adına. Ancak, bu silah maalesef niteliksiz kişilerin elinde ve bizim ona şimdilik yaklaşmamız zor gibi görünüyor. Bu silah, eğitim sistemidir... Öyle sadece çocuklar için değil, yaşını başını almışları da kapsayan bir eğitimden söz ediyorum. İçi -ki ruhuyla birlikte- boşalan insanları nitelikli hale getirmemiz gerekiyor. Liyakat sahibi olmanın yanlış bir şey değil, Niteliksiz ve/veya erdemsiz kişilerin çıkarları uğruna niteliksiz kişilere liyakatlar dağıtmalarının yanlış olduğunu öğretmeliyiz.  Kişinin kendini bilmesini, neyi bilmediğini bilmesi gerektiğini öğretmeliyiz.

Elde edilen gelirlerin, varlıkların tek başına doğru bir şey olamayacağını, komşusunun aç yatarken kendisinin tok yatmasının yanlış olacağını öğretmeliyiz. Aç yatan komşunun, kendisinin bir gün, ah, diye düşüp bayıldığında, aman, deyip yardımına koşacağını, dolayısıyle tok yattığı günlerinin ızdırabını çekebileceğini söylemeliyiz. Asıl olanın, hep birlikte insanca yaşamamz gerektiğini, üstüne basa basa öğretmeliyiz...

Ben yazarken yoruldum, tüm bu naçizane önerilerimi uygularken ne hal alacağımızı da tahmin edemiyorum.

Hepimize kolay gelsin öyleyse...

7 Mart 2015 Cumartesi

Sırıklara yakışır başın...

Bakın ben size tarihten, bilimden değil, gönlümden, hislerimden bahsediyorum... Gönlümden geçenleri, hissettiklerimi anlatıyorum. Tarih değişir, değiştirirler; gönlümden geçenler değişmez benim. Sen, ben değişiriz, değiştirirler bizi; üstümüz değişir, başımız, yolumuz, yediğimiz, içtiğimiz, sevdiklerimiz, gezdiğimiz yerler, cebimizdeki para, varlıklarımız... Değiştiremez ama gönlümüzden geçen en kutsal doğruyu, var oluşumuzdaki gerçekliği, tüm bu değişiklikler... Değiştirmemeli!.. Acı çekerken, anne, dediğimizdeki muhtaçlık, çocuk tarafımız; baba, dediklerinde aklımıza gelen otoriteye saygıyla karışık korku dolu titreyişimiz; evlat sesini işittiğimizde, olmaz, derken bile, nasıl ederim de yaparım, diye düşünüşümüz, değişmez...


Sen, siyahlar, kuru ağaç kabuğu dokusu rengindeki kişi; ben, beyazlar, buğdaya çalan, kimi zaman kardelenin başı kadar açık renklere bürünen kişi... Biz, esasen biz doğa'nın, doğuranlarımızla doğurtanlarımızın bile bilmediği renklerle donatılmış kişiler değil miyiz? Biz, tepemizdeki güneşi, ayı ve yıldızları, hem gören, hem de hissedebilenler değil miyiz? Biz, üstüne bastığımız, öldüğümüzde gömdükleri topraklarda yetiştirdiklerimizle doyanlar değil miyiz? Bir tohum, güneş ve bir avuç su ile ömür sürdürebilenlerden değil miydik? Değil miydik -ki biz hep birlikte- sabana yüklenip çeken, hasatı kaldırmak için ekinleri biçen? Değil miydik biz, ateşin etrafında dans eden, ağaçlara vurup ses eden, dumanı ötelere gönderip, hadi siz de gelin, diyen?..

Aynı renkteki, hep aynı yerdeki kalplerinden vurulup öldürülen; kötüye tamah eden, ötekilerden aşırıp tüketen, aşırırken öldürebilen; kimi zaman aşını değil, başını isteyen, o güzel, kesik başını sırıklara diken, kıskanç, fenaların fenası da biz değil miydik, ey insanoğlu?

İnsan; Adem'den olan, Havva'dan doğan, bir hayvan!.. Yaradanı keşfetmişsin, ne güzel. Kitap indirmiş, demişsin, ne güzel. Oku, demiş, okumamışsın; sev, demiş, sevmemişsin; ver, demiş, vermemişsin; gör, demiş, görememişsin; gel, demiş, gelmemişsin... Sen tok yatmış, el aç, kime ne?! Kızdık, sövdük, kınadık, sana ne?! Yaradan bilir, o hep iyisini bilir, dedik, eh! emin miyiz ki bize ne?! Akıl vermemiş mi yaradan bize? Ne işe yarar demedin mi hiç? Dedin elbet. Öğrendin aklın işleyişini. Meylettin ama kötülüğe; yaşamı yüklenirken biz, kan ter içerisinde, sen yan gelip yatmayı bildin, sırıklara o güzel başları dizdin. Fenaların fenası, insanın en hayvan olanı sendin. Ne istedin, aklını yaşamı sürdürebilmekten başka kullanmak istemeyenlerden? Ne istedin, seni tanrı misafiri edenlerden? Hak, o sabanı senin başına çalanın başını ezmek miydi, gücünle -ki aklını kötülükle çalıştırıp tüfeği icat ederek, sabrı taştığında Ademoğlunun? Başını ezmeliydiler, hıncıyla Ademoğlu...  Ezilecek! Kesilecek belki milyon baş bu uğurda, kötülüğe meyletmişleri silip süpürmeyi iş edinecekler. Hadi şimdi başını sev, son kez okşa, iyi bak ona... Sırıklara yakışır başın!..

27 Haziran 2014 Cuma

Karıncalarla Dans

Karıncaların neredeyse beş adımda bir yol yaptığı, yiyecek aradığı  -ki kısa da olsa bana göre uzun bir yola ev sahipliği eden, yolun sağındaki kaldırımdan yürümek işkence gibi geliyordu bana. Karıncaları ezmemek için adeta dans edercesine, beş adımda bir ritmik adımlar atmak için yola bile bakmaya ihtiyaç duymuyordum artık; bacaklarım nerede nasıl adım atacağını öğrenmişti. Gerek sabah işe giderken, gerekse de akşam eve dönerken, bu kısa yolda yaptığım atraksionlardan bunaldığımda, kendimi kaldırımdan aşağı, arabaların geçtiği yolda yürürken buluyordum. Hiç değilse karıncaları ezmek gibi bir korkumda olmuyordu. Ancak, arabalardan biri gelip de bana arkadan çarpacak hissi ile yine kendimi kaldırımda buluyordum. Velhasıl, en az katliamla evime ya da işime varmanın mutluluğu ile kaldırımın son taşından aşağıya indiğimde, kendimi çok mutlu hissediyordum. Geldim, diyordum, artık gitmek istediğim yere geldim, yol bitti, diye düşünüyordum...

Fi tarihinde izlediğim bir belgeselden kalma bir takıntı bu: Karıncaları dahi ezmeden yürümek, yolda ve yürünebilen herhangi bir yerde. Belgeselde, bir keşiş, aldığı eğitim ve düsturu gereği, attığı her adımı, ama her adımı dikkatlice atıyordu. On metreyi belki on dakikada alıyordu. Belli ki bizim değişimizle, yaradılanı, yaratandan ötürü saydığından olacak, hiç bir ölüme sebebiyet vermeden yürümeyi bir tavır edinmişti. Ne güzel...

Çocukken çok can aldım: Solucanlar, kurbağalar, kertenkeleler, kuşlar, balıklar... Şimdi al birinin canını deseler, vallahi yapamam; hadi mecbur kaldım, elzem bir durum olsa, çok zorlanırım. Bile bile, göz göre göre bir canlının hayatına son veremiyorum artık. Karıncalarla dansı işte bu yüzden yapıyorum... Çok tiksindiğim karafatmaları öldürmesi için bile eski eşimden az yardım dilenmemiştim. Tiksinçliği ayrı, bir de öldürülmesi ayrı sıkıntı yaratıyordu bende, karafatmaların.

Bunları şunun için anlatıyorum; insanlığı, doğrusu tüm canlılara mutlak saygıyı, katliamlar yaparak, hatalarımdan ders alarak ulaştım. Artık elimin kızıllığı geçti; uslandım, akıllandım; Allah affetsin beni...

Televizyon pek seyretmediğimi daha önceki yazılarımdan okuyanlar bilir. Eğer televizyon izlersem, hele ki haberleri, yaşanan insan katliamlarına aşina olacağım, ve insanlığımdan uzaklaşacağım. Bu, sosyal medyalarda da oluyor maalesef. Kelleler ile top oynayan vahşi insanların görüntüsü mesela... Tam uslanmışken, hidayete varmışken, yine insanlığa uzak, duyarsız biri olmak istemiyorum. Ama oysa, ayarlı medya, bizleri insanlıktan uzaklaştırmak, sadece BEN var diyebilmemiz için adeta hipnoz ediyor bizleri. BEN varım, SEN yoksun. Dünya BEN'im, SEN'in değil... SEN kötüsün, SEN zarar verebilirsin. SEN arkamdan tavayla BEN'i öldürebilirsin. Komşumsan BANA ne?! Açsan kime ne?!

Dünya tarihi yazının icadıyla başlıyor denilse de, yazının icadından çok daha milyonlarca yıl önce başladığını da biliyoruz artık. Bilinen tarihte, yapılan katliamları, kesilen kelleleri, ölenleri, öldürenleri okuduk, izledik veya dinledik. Biliyoruz... Uslanan var mı peki?! Dünya canlılarından, özellikle kastım, insan türünden, insan kavminden uslanan var mı?.. Hâlâ devam ediyoruz değil mi? Asıyor, kesiyor, eziyoruz...

Hiç olmadığı kadar vahşi bir hükümet ile karşı karşıyayız. Öyle ki, katliamlara, ölümlere isimler takıyorlar: Fıtratlarında var, kader bu, vb... Ölüm ile dans ediyorlar; kravatları boyunlarında, türbanları başlarında... Allah, diyorlar bir de, Allah, Allah diye diye bilerek isteyerek, göz göre göre kan akıtıyorlar, akıtılan kanlara göz yumuyorlar. Uslanmamış, azmış kavmin torunlarıyız diyorlar adeta, yaptıklarını duydukça, okudukça... Onlar uslanmadı, devam ediyorlar; bizler de uslanmadık, devam ediyoruz seçmeye veya sessizce beklemeye hâlâ. Allah rızası için diyorum, ya onlar uslansın ilk, ya da sessizce katliamlara göz yuman bizler uslanalım ilk. Uslanmaya zorlayalım, olmadı katliam yapalım uslanmayan eli kızıllara, son kez olsun dünya için, insanlardan insanlara ders olsun. Biliriz değil mi, uslanmayanın hakkı kötektir; ya onlara ya bize...

Murat Dicle
27.06.2014

5 Ocak 2014 Pazar

Victor Hugo'nun gözüyle: Direniş

Victor Hugo'nun ünlü eseri Sefiller'in ikinci cildindeki (İletişim Yayınlarından toplam iki ciltlik bir eserdir. Sefiller Cilt II. syf.265) 5 Haziran 1832 başlıklı kısmını bir yandan okurken, bir yandan da ülkemizin bugünkü durumunu sık sık düşünmeye başladım. Yazılanların ülkemizle benzerliğini, yakın zamanda ve şu sıra yaşanan olayların bir izahını okur gibi oldum. Ülkemizde halkın hükümete karşı başlatığı (pasif) ayaklanmanın -ki bu ihtilale kadar gidebilir; gerekçeleri, gidişatı, medyanın ve diğer aydınların düşüncelerini gayet güzel anlatmakta olduğunu gördüm. Dolayısıyla bu bölümü (önemli kısımlarını) sizinle paylaşmak istedim. Araya kendi yorumlarımı da -farklı bir renkte- ekleyeceğim. Okuyup, paylaşmanız dileğimle...
Murat Dicle
Yeryüzünde yasalar, gelenekler aracılığıyla uygarlık içinde yapay cehennemler yaratan, ilahi yazgıyı uğursuz insanlar aracılığıyla karıştıran bir toplum lanetlemesi oldukça; çağımızın üç temel sorunu, erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşkünleşmesi, çocuğun cehalet yüzünden yeteneklerini geliştirememesi sorunları çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir açıdan yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır. (Upton Sinclair; Sefiller romanına istinaden yazdığı önsözden alınmıştır.)

8 Eylül 2013 Pazar

OLİMPİYAT

Bazı insanlar sanıyorlar ki, şimdi diğer bazı insanlar 2020 Olimpiyat'ının İstanbul'da olmamasına seviniyor. Ve hatta, diğer bazı insanları vatan haini olarak nitelendiriyor, bazı insanlar.

Oysa, diğer bazı insanlar, bazı insanların ciddi ciddi Olimpiyatların İstanbul'da yapılacağına inanmalarına, gülüyorlar. Diğer bazı insanlar, RTE ve tayfasının, bazı insaların dikkatini başka yöne çekmelerine gülüyorlar.

Bazı insanların, Olimpiyatların İstanbul'da yapılamamasının sebebi olarak diğer bazı insanları göstermeleri, diğer bazı insanları kahkahlarla güldürüyor.

Son tahlilde, diğer bazı insanlar, bazı insanların düştüğü komik duruma, üzülsün mü sevinsin mi, bilemiyorlar... Ama gülüyorlar; sinirden!

Bazı insanlar bilimin neferi olmak ister; bazı insanlar da göt kılı!..

- murat

31 Temmuz 2013 Çarşamba

İnsan, kıskançlık, bilgi ve sevgi üzerine

İ. Melih Gökçek tadında insanlar tanıdım: Söylediklerinizi, tamamiyle yanlış, diye kesip; söyledikleriyle tamamiyle sizi doğrulayan insanlar... Lütfen EGO'nuzu kenara bırakın, gerçeklere ve daha da ötesi insana odaklanın!

Böylesine bilgi kirliğinin (dezenformasyon) olduğu bir ortamda, kişi veya kişileri ya da kurumları anlamak için tek sözlerine göre değil, tüm söylediklerine göre değerlendirin. Ben olayı çözdüm, diye kendinizi kenara atmayın; daha da irdeleyin, göreceksiniz -ki çoğu doğru dediğiniz şeyler, çarçabuk koca bir yalana dönüşecektir.

Eğer biri, sizi sevememişse ya da kıskanıyorsa -ki sizin kadar başarılı olamadıysa (para bir kıstas değildir); sizin doğrularınız ona iri iri yalan ve yanlışlar olarak görünecektir. İşte bu tiplerden de nemalanan, ona yalanan ve omzunuzun ardından iri gözleriyle bakanlar da tıpkı onun gibi anlamak istemeyeceklerdir, sizi. Oysa sevgi olsaydı bunlarda, tebessümle sizi dinleyebilselerdi, anlayacaklardı sizi, tıpkı onlar gibi düşündüğünüzü. Dolayısıyle sevgi eksikliğinin yoğun olduğu bir toplum, kolayca kaosa sürüklenip, olabildiğince minik parçalara ayrılarak, leş kargalarına yem olacaktır.

Sorulması gereken bir soru: Bizler birer hayvan mıyız yoksa insan mı?
Eğer hayvan isek, tamamen bireyci davranıp, iyi olan kazansın, mantığıyla hareket etmemiz doğal karşılanacaktır. Belgesel kanalları fazlasıyle, bizleri bireysel davranmamız konusunda yönlendirmektedirler. Yok eğer bir insan isek ve hangi din olursa olsun, bize öğütlenen komin yaşamın bir parçası olmamız gerektiğine inanmalıyız.

Zeka Tanrı tarafından herkese adil şekilde dağıtılmamıştır. Ancak bilgi eşit şekilde dünyada dolaşmaktadır. İyi bir bilgi ile zeka eşitsizliğini ortadan kaldırmak mümkündür. Bilgi para gibi çalınamayan ve tüketilemeyen birşeydir: Bilgi, paranın aksine, paylaşıldıkça çoğalır!

- murat

23 Temmuz 2013 Salı

ANAYASA'DA 'TÜRK' KELİMESİNİN TARİHİ

Aşağıdaki makale, İhsan Eliaçık'ın sitesinden bire bir alınmıştır. Konunun önemli olduğu ve verilen bilgilerin günümüz kimlik karmaşasına ışık tutacağı kanısındayım. Yazıyı orijinal sayfasında okumak için tıklayınız.

İhsan ELİAÇIK
İhsan ELİAÇIK

Son iki yüzyıldır devletin kendine ne dediğine, kendini hangi isimle andığına baktığımızda, “devlet aklına” dair oldukça önemli ipuçları görürüz. Bu bize devlet aklının nereden nereye geldiğini gösterecek, günümüz de yaşanan sorunlara da ışık tutacaktır.

Öyle ki ideolojinin giderek ontolojiyi yıprattığını, hatta giderek kimyasını bozmaya başladığını göreceğiz.

Bunu gösterebilmek için son ikiyüz yıldır temel devlet metinlerinde kullanılan isim ve tanımlamalar üzerine bir araştırma yaptım. Araştırmada herhangi bir kişinin özel makalesini veya görüşlerini değil “anayasa” metinlerini esas aldım.

Bakın ortaya neler çıktı.

Beş sayfalık 1808 tarihli “Sened-i İttifak” metninde sekiz kez “Devlet-i Aliye” (Yüce Devlet) tabiri kullanılıyor:
“Şart-ı sani: Devlet-i Ali’ye’nin bekası ve kuvvet ve şevketinin tezahüdü içün…” (İkinci şart: Yüce Devlet’in devamı ve gücünün artırılması için…)
Üç sayfalık 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Humayunu’nda beş kez “Devlet-i Aliyemiz” (Yüce Devletimiz) tabiri geçiyor:
“Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyemiz bidayeti zuhurunda beru ahkam-ı celile-i Kuran’aniye ve kavanin-i şer’iyyeye kemaliyle riayet olunduğundan…” (Herkesin bildiği gibi Yüce Devletimiz ilk ortaya çıktığından bu yana yüce Kuran hükümlerine ve şeriat kanunlarına tam anlamıyla uyulduğundan…)
Beş sahifelik 1856 tarihli Islahat Farmanı’ında dokuz kez “Devlet-i Aliyem” (Yüce Devletim) tabiri kullanılıyor:
“Teba-i Devlet-i Aliyemin cümlesi herhangi milletten olursa olsun devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul olunacaklarından, bunlar ehliyet ve kabiliyetlerine göre umum hakkında meriyyül icra olacak nizamata imtisalen memuriyetlerde istihdam olunmaları…” (Yüce Devletime tabi olan herkes hangi milleten olursa olsun devlet hizmet ve memurluklarına kabul edilecekler ve herkes için geçerli liyakat ve yetenek esaslarına göre göreve atanacaklardır….)
1876 yılında ilan edilen “Kanuni Esasi’ye kadar bu geleneğin bozulmadığını görüyoruz. 1861 tarihli “Abdülaziz’in culusuna müteakip saderete gönderilen hat” ve 1875 tarihli “Ferman-ı Adalet” metinlerinde de aynı şekilde ve sürekli olarak “Devlet-i Aliye” tabiri kullanılıyor.

Kanun-u Esasi (1876) metnine gelince tabirin değiştiğini görüyoruz. Sonraki anayasa metinlerine de kaynaklık eden 119 maddelik anayasanın ilk maddelerinde bugünkü devlet düzeninin de temelleri atılıyor. Devlet bu metinle artık kendisine resmen “Devlet-i Osmaniye” (Osmanlı Devleti) diyor:
  • Madde-1 “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaat-ı hazıraya ve eyalât-ı mümtazeye muhtevi ve yek vucut olmağla hiçbir zaman ve hiç sebeple tefrik kabul etmez.” (Osmanlı Devleti hali hazırda ülkesi ve eyaletlere ayrılmış halkları ile tek bir vücut olup, hiçbir zaman ve hiçbir nedenle bölünme kabul etmez.)
  • Madde-8 “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur…” (Osmanlı Devletine tabi olan kişilerin hepsine hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı denir…)
  • Madde-9 “Osmanluların kaffesi hürriyet-i şahsiyelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetlerine tecavüz etmemekle mükelleftir.” (Osmanlıların hepsi kişisel özgürlüğe sahip olup ötekinin özgürlük haklarına tecavüz etmemekle sorumludur.)
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar geçen surede, gerek açılış nutuklarında gerekse fermanlarda sık sık Memalik-i Osmaniye (Osmanlı ülkesi), Tebea-i Osmanlı (Osmanlı uyruğu), Millet-i Osmaniye (Osmanlı milleti) tabirlerinin kullanıldığını görüyoruz.
İlk kez 1921 tarihli 23 maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile birlikte “Türkiye Devleti” tabirinin kullanıldığını görüyoruz:
Madde-3 “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti ünvanını taşır.”
1921 anayasasına göre devlet kendisine “Türkiye Devleti” dediği gibi ülkesine de “Türkiye” demektedir :
Madde-10 “Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet nokta-i- nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelere terekküp eder.”
1921 anayasasına (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) baktığımızda, 1923’deki değişiklikler de dahil “Türkiye Devleti, Türkiye Reisicumhuru” vb. başında “Türkiye (Türkiya) olan tabirlerin kullanıldığını görüyoruz. Henüz “Türk devleti” veya “Türk milleti” tabirleri anayasa metnine girmemiştir.

1921-1924 yılları arasında yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, bu yönüyle, Türkiye’nin kurucu ruhunu tam anlamıyla yansıttığını söyleyebiliriz. 20.1.1337 (1921) tarih ve 85 nolu bu kanunun hiçbir yerinde “Türk Devleti” veya “Türk milleti” tabiri geçmiyor. Israrla devlet kendisine “Türkiye Devleti”, halkına da ön eksiz olarak “Millet” tabirini kullanıyor.

1921 anayasası (Teşkilat-ı Esasi’ye Kanunu) ilk haliyle böyleyken, sonraki yıllarda anayasaya beş kez önemli müdahalelerde bulunularak içeriğinin epeyce değiştirildiğini görüyoruz; 1924, 1928, 1931, 1934, 1937 yıllarında yapılan müdahalelerle “Türk”, “milliyetçi”, “halkçı”, “devletçi”, “inkılapçı”, “laik” tabirlerinin anayasa girdiğini görüyoruz.

1960 tarihli Milli Birlik Komitesi’nce hazırlanan anayasa metninde, özellikle giriş kısmında “Türk” vurgusunun iyice artırıldığını görüyoruz. Defalarca “Türk yurdu, Türk vatanı, Türk ordusu, Türk cumhuriyeti, Türk milleti” tabirleri kullanılıyor.

1982 anayasasında ise, 1961’dekinin genel çerçevesi korunuyor fakat giriş kısmında vurgu daha da artırılarak “mistik” ve “romantik” bir boyut da katılıyor:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda… demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur…”

 

SONUÇ


Görüldüğü gibi
  • Devlet-i Aliye
  • Osmanlı Devleti
  • Türkiye Devleti
  • Türk Devleti,
  • Atatürk Cumhuriyeti
 şeklinde seyreden çizgi son ikiyüz yılın da panoramasıdır. 
 
Nereden nereye gelindiği apaçık ortadadır.
Bu seyri yorumlarsak, devlet aklı giderek küçülen bir seyir izlemiştir. İmparatorluk aklı giderek etnik bir site devleti aklına, hatta son tahlilde İbn Haldun’un tabiri ile “tek bir kişinin asabiyetine dayalı” (infirad) yönetimine (ideolojisine) dönüşmüş ve o bütün her şeye egemen kılınmıştır.

Devlet aklı açısından bakarsak bunu ilerleme olarak görmek mümkün değildir. Bir halkın örgütlenmiş basireti olarak ortaya çıkması gereken “devlet aklı” giderek küçülmüş, büzülmüş, içine kapanmış, sonunda bütün her şey “tek bir kişinin asabiyetine” ve onun korunması ve kollanması noktasına gelip dayanmıştır.

Eski çağlarda buna ne dendiği ise herkesin malumudur…

Bu noktada devletin 1921 ruhunda ifade edildiği şekliyle kendini yeniden tanımlamaya şiddetli ihtiyacı vardır.
Anadolu’da ilki 1299’larda, ikincisi de 1921’de sağlanan, bu toprakların görüp göreceği yegane iki “kurucu ontoloji”, günümüz şartlarında “üçüncü kez” yeniden sağlanmak zorundadır. İlkinden Osmanlı, ikincisinden Türkiye doğmuştu…

Gerçek anlamda devlet aklı kurar, korur, yaşatır, birleştirir, yeniden inşa eder, büyütür. “Kabile aklı” veya “kişi kültü” ise tek tipleştirir, dağıtır, kaçırır, küçültür.

İktidar mantığı “güç” üzerinden işler. Ona göre güçsüz olmak günahtır. Dinin mantığı da “hak” üzerinden işler. Ona göre de haksız olmak günahtır. Devlet aklı ise gücü ve hakkı bir araya getirir ve mantığını “adalet” üzerine kurar. Adaleti güç ile ayağa diker; gücü adaletin emrine verir. Bu denge bozulduğu an meşruiyet sorunu yaşanır.

Devlet adaletten saptığı an meşruiyetini kaybeder, zeval bulur. “Allah devlete zeval (gölge) vermesin” demek, “Allah devletin üzerinden adalet güneşini eksik etmesin de gölgede kalmayalım” demektir. Keza “Adalet mülkün temelidir” demek, “Devlet dediğin adalet için vardır” demektir.

Bu nedenle devlet aklı dışarıdan ithal edilerek oluşamaz. Bilakis kendi toprağından, tarihi ve manevi ikliminden, halkın hür ve bağımsız yaşama iradesinden, yükselme ve ilerleme arzusundan, hak ve adalet özleminden ve de bunların menbaı olan ma’şeri (halk) vicdanından doğar…

Bundan kopulduğu an devlet ile halk arasında derin bir çelişki ve onulmaz bir çatlak oluşmuş demektir. Bu durumda yapılması gereken ise halkın bütün alanlarda devletini temellük etmesi yani duruma el koymasıdır. Aksi halde yeryüzünde yaşamaya ve bir bayrak dalgalandırmaya hakkı yoktur…

3 Nisan 2013
İhsan Eliaçık

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Martı Jonathan Olmak

Henüz çocuk yaşlarda başlarız hayal kurmaya, ütopyalarda. Bu imkansız hayallere kaptırırız kendimizi; kimi zaman garip hareketlerle kimi zaman da garip seslerle süsleriz hayallerimizi. Olmasını dileriz hep bu hayallerin. Hayallerimizin gerçekleşeceğine inanmaya görün -ki dürtülerek bu hayallerden istemeyerek çıkartılırız. Ütopyanız, gerçek olan ya da, gerçek bu, diye dayatılanla aşağılanmadı mı hiç? Toplumun gerçek kabul ettiği hayat ve yaşam biçiminin dışına çıkmaya yönelmeniz, sizin toplum karşısından sapıttığınız anlamına gelmektedir. Ancak toplum şunu bilmez ki, sapmışların getirdikleri ile geleceklerine yön verdiklerini: Matbaa, Radyo, Telefon, Televizyon, Uçak, Uzay Yolculuğu, İleri Tıp vb...

Noam Chomsky ve kendi görüşümün bir sentezi olarak; dil yetisinin (düşünce iletimi) doğuştan geldiğini, ancak içimizdeki düşünce iletimi yetisinin, içine doğduğumuz dil (ana dil) ile dışa vurmak, ampirik (deneysel) yöntemler gerektirmektedir. Hemen hemen tüm çocuklar üç yaşlarına geldiğinde, içine doğdukları ana dili grameriyle birlikte doğru kullanmaya başlarlar. Ebeveynler, çocukların dil konusunda öğrenimlerine pek karışmazlar ve hatta onları düzeltmek için pek uğraş göstermezler. Ama çocuklar dili kendi başlarına özgürce öğrenirler. Teorik olarak, yeni doğan bir çocuğun çıkarttığı o garip seslere bakacak olursak, onun asla bizler gibi konuşmasının mümkün olamayacağını düşünebilirdik -ki eğer elimizde milyarlarca örnek olmasaydı. Bu dil konusuna neden değindim? Çünkü, çocuk dili öğrenirken, anne-baba ona neredeyse hiç müdahale etmez. Onun dili öğrenemeyeceği konusunda bir inançsızlığa kapılmaz. Çocuk dili öğrenme bakımından hürdür. Anne ve babalar kayıtsız ve telaşsızdır, çocuğun dili öğrenmesi bakımından. Toplum, çocuğun, dili öğrenmesini engelleyici hiçbir önlem, dayatma ve yasa koymamaktatır, karşısına. Özetle, çocuk, belki de ömründe ilk ve tek olarak "hür öğrenim" sürecini yaşayacaktır.

Peki ya sonra? Kısıtlamalar, yasaklamalar, yönlendirmeler ile neyi öğrenmesi gerektiğini neyi kesinlike öğrenmemesi gerektiğini; neyi yapması, neyi de yapmaması gerektiğini aşılayacaklardır, çocuğa. Bu noktadan sonra, çocuk; kendi kendine ampirik yöntemler ile değil de, öğreticilerin, kimi zaman pragmatik kimi zaman da dogmatik yöntemlerine maruz kalacaktır. Dayatmacı ve çıkarımcı eğitim de diyebiliriz buna. Çocuğun alacağı eğitim, içinde doğduğu; toplumun ve ailesinin dininin, milliyetinin, coğrafyasının çıkarlarına uygun olacaktır. Toplumun ön gördüğü, Reşit Olma Yaşına kadar bu böyle gidecektir. Reşitlikten sonra, biraz daha özgür olan birey, bu defa toplumsal ahlak duvarıyla çevrili olduğunu ve duvarın kolay kolay aşılamayacağını veya yıkılamayacağını hisseder -ki zaten bu yönde sürekli empoze edilir. Karşı-gelme-cüretini göstermemek üzere programlanmıştır sanki. Peki doğru olan eğitim bu mudur? Birey, aldığı bu eğitim ile kendi limitlerini zorlayabilir mi? Limitlerinin farkına varabilir mi? Aslında aldığı bu eğitimle bazı şeylerin dibine bile vurabilir. Mesela, oportünistin önde gideni olabilir; pragmatizmin savunucusu olabilir ki karşımıza bir din adamı ya da ekonomist olarak bile çıkabilir; kendisini doğru yola sevkettiğini düşündüğü bilgiler ile çok para da kazanabilir; en nihayetinde, bir banka sahibi veya en basitinden bir politikacı bile olabilir...

Hiç kendinize sorduğunuz oldu mu; yıllarca aynı işi yapıyor ve bu işten para kazanarak çocuklarınızı yetiştiriyorsunuz, peki ama gerçekten yapmak istediğiniz iş bu muydu? Yaşamak demek, sadece para kazanıp, çoluk çocuğu yetiştirip, emekli olduktan bir müddet sonra göçüp gitmek mi, bu dünyadan? Siz bundan daha fazlası olamaz mıydınız? Salt olarak, kendimiz için ne kadar yaşıyoruz/yaşadık bu dünyada? Siz hiç, dünyanın en hızlı koşan adamı kadar hızlı koşmayı deneyerek, kendi hızlimitlerinizi zorladınız mı? Suyun altında nefessiz kalma limitinizi, çocukluğunuzdaki deneyiminizin ötesine taşıdınız mı? Yüzme biliyor musunuz? Ana dilinizden başka bir dil biliyor musunuz? Uçak kullanabiliyor musunuz? Hiç paraşütle atladınız mı? Cep telefonunuzdan hiç MMS gönderdiniz mi, ya da bir e-posta? On metreden, çivileme suya atladınız mı?.. Bu soruları o kadar çok çoğaltabilirim ki hem siz hem de ben, daha bu yazı bitmeden kendimizi ağlayarak balkondan aşağı atmamız işten bile değil. En kaba tabiriyle, mal gibi yaşadığınızı mı hissediyorsunuz? Peki sorumlusu kim, tüm bunların? Sistem mi yoksa siz mi? Bu soruları sorma aşamasına gelene kadar tüm suç sistemindi, ama bundan sonrası için tüm sorumluluk artık bizde...

Matrix, güzel bir filmdir: Sistemin içinde köle gibi sömürülen insanları farklı bir bakış açısıyla anlatır. Filmin başrol oyuncusu, Neo; henüz limitlerini bilmeyen, sistemin içinde üzerine düşen rolü üstlenmiş ve bu rolü oynamaktan da pek şikayetçi değildi; ta ki birileri ona limitlerini zorlaması gerektiğini ve içinde bulunduğu sistemin, gerçekte olduğu dünya olmadığı söyleyene kadar. Bilinen eğitimlerden tamamen farklı bir eğitimle, Neo, limitlerini zorlar; öyle ki, sistemin bir parçası olmaktan çıkıp, sistemin içinde özgürce dolaşan ve sisteme kafa tutabilen bir birey olur. Kimbilir, herkes bir Neo olmasın diye belki, Matrix içerisinde sadece, doğuştan gelen bir yeti ile ancak Neo sisteme kafa tutabilecek biri olduğu söylenir, senaryoda. Aslında bu yetinin tüm insanlarda var olduğuna inanıyorum. Bunu başarmak için bizler ne yapıyoruz, ve daha başka neler yapabiliriz? Neo şanslıydı çünkü başından beri Morpheus ve Trinity gibi dostları vardı. Martı Jonathan Livingston ise ilk başlarda o kadar şanslı değildi; o tek başınaydı, çünkü dışlanmıştı...

Yaşamımızda karşılaştığımız küçük şeyler, bizde büyük değişimlere sebep olabilir. Kimi iyi yönde, kimi de kötü yönde. Richard Bach'ın yazdığı çok az sayfalı, Martı Jonathan Livingston adlı öyküsü de işte bizlerde büyük değişimlere sebep olacak küçük bir etkendir. Herkes için aynı etkiyi yapması beklenemez elbette. Yukarıda bahsedilen eğitim sisteminin içinden çıkmış ama hâlâ kendi kabuğunu kıramamış ve limitlerinin farkında olamamış bireyler için, kısa ve hoş bir öykü olmanın ötesinde değildir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Yukarıda derinlemesine olmasa da, üstünkörü anlatmaya çalıştığım eğitim sisteminin baş elemanları için bir tehditdir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Bu sebeple, ilkokulda çocuklara pek fazla okutulmuyor. Dilerseniz bu bağlantıyı tıklayarak hem siz hem de çocuğunuz okuyabilir.

Bireyin, kendi hür iradesiyle sevdiği bir işi yapmasını bir sapkınlık olarak görmemek lazım. Ben burada derken, bir mesleği kastediyorum. Onlara, kendilerini tanımaları için fırsat verelim. Emin olun, onların kendilerini bulmaları yine bu topluma fayda sağlayacaktır. Çocuklarımızın karnının oldukça fazla tok olmasını değil, yeterinde tok ve mutlu olmasını öğretmeliyiz. Biriktirmek yerine, paylaşmayı; tüketmek yerine, üretmeyi; kendi için değil, başkaları için de yaşamayı öğretmeliyiz. Tüm bunlardan önce, bizler kendi kendimizin limitlerini keşfetmeli, çocuklarımıza örnek olmalıyız. Derslerinde aldığı notları bir başka çocuğun notları ile mukayese etmek yerine, çocuğunuzun aldığı notun yeterli olmasına, sevindiğimizi söylemeliyiz. En çok para kazananın değil, en çok faydalı olanın takdir edilmesi gerektiğini öğretmeliyiz. Çok konuşmanın değil, az konuşup dinlemenin önemini öğretmeliyiz. Okumanın, bireyin kendini geliştirmesinde önemini söylemeli ve istisna olarak, çocuklarımızı okuma konusunda zorlamalıyız. Şüpheciliği öğretmeliyiz herşeyden önce. Şüphe edebilen bir birey, görünen limitlerinin çok daha üstünde yetileri olduğunu keşfedecektir.

Hepimizin birer, Martı Jonathan olabileceğimizi aklınızdan çıkartmamanız dileğimle, hoşça kalın.

Murat Dicle

17 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim Gezi ve Kazlıçeşme farkı

Kazlıçeşme mitinginden sonra düşündüm, (evet arada bir düşünebiliyorum)
Şunu anladım ki, bir zafer bedava kazanılmışsa ne ekmek ne de bayrağın değeri olmuyor!

Çocukken, yere düşen ekmeği, üç kere öpüp başımıza değdirir sonrada bir kenara koyardık. Bunun bir anlamı vardı. Bir bayrak gördüğümüzde, saygılı tavırlar içerisine girerdik. Okulda aşı olurken, doktorlar veya öğretmenler, bayrağa bakın, derlerdi de acı hisetmezdik, aşı olurken. Tabii, bu ülkenin bedavaya/zahmetsizce kurulmadığını; binbir zorluklarla bu hale getirildiğini, öğreten ebeveynlerimiz, abilerimiz ve ablalarımız bize böyle davranmayı öğütlemişti.

Kazlıçeşme mitingi sonrasında -ki fotoğraflarda ve videolarda da göreceğiniz üzere- yerlerde Türk bayrakları ve ekmekler (yiyecekler) görünmektedir. Bedava şeylerin değersizliğine bir işarettir bu. Gezi Parkı'nda ise, bunun tam tersi bir davranış söz konusuydu. Daha derli toplu, aklı başında insanlar çevreyi hem temizliyor hem de manevi değerleri ayaklar altına almıyorlardı. Bedava (hükümetten) değil, halkın kendi kendine veya kendi ceplerinen getirdiklerini yiyip içiyorlardı. Dahası, kendi yol paralarını kendileri veriyorlardı. Kimse onları evlerinden zorla alıp direnişe katmadı, hiç kimse! İşte bu "adi" insanlar, Başbakan'ın "bir tarafının kılı" olanları da kurtarmak, gelecekte daha onurlu ve kendi kendine yetebilen bir ülke olmak adına, direniyorlar; sağduyulu bir şekilde gaz ve tazyikli su yiyerek!

Sokaklarda, AKP'li gençler ellerinde sopalarla, nerede bu çapulcular, diye sürü halinde dolaşıyorlar. Peki, sürü halinde, nerede bu AKP'liler diye, ellerinde sopalarla dolaşan bir çapulcu gurubu gördünüz mü? (provokatif girişimleri lütfen delil diye sunmayın) Çapulcu gurubunun en temel sloganı, hükümet istifa, değil mi? Bu sloganı, polisin kışkırtmasına rağmen, saldırısız ve silahsız atmak, bir hak değil midir? Taş atanlar ve hatta molotof kokteyl atanlar olmadı mı? Oldu elbette, ama bunların kim olduklarını da gördük. Ayrıca, heyecana kapılıp, direnişin ruhunu tam anlayamayan genç kardeşlerimizin kanının kaynamasından da doğan, kabul edilmeyecek olaylar oldu; bu tasvip edilmedi gerçek direnişçiler tarafından, ivedilikle kınanıp, doğru bir direniş için gençler yönlendirilmedi mi?

Velhasıl son sözüm hükümete: Bugün bedavaya satın aldığınız halk da sizi o derece kolayca gözden çıkartacaktır, unutmayın!

- murat

13 Haziran 2013 Perşembe

Osuruktan bir direniş miydi, bu?



Velhasıl arkadaşlar, bu direniş osuruktan bir direnişmiş meğer ki tamamiyle TEST amaçlı olarak devletin kontrolünde yapılmış. Her türlü iletişimin sonuna kadar açık ve işlevsel olarak kullanılabildiği bir ortamda dahi, devlete karşı bundan daha fazlası yapılamayacağı test edilmiş oldu. Ne olacak, ne olacak dedik durduk, işte olan oldu.

Daha önceden de testlere tabii olan Türk Halkı, bu son test ile "ruhsuz, yılgın ve tembel" izlenimi dışına pek çıkamamıştır. Coğrafi olarak ve popülasyon olarak ele alırsak, oldukça küçük bir parçamız direnebilmiştir. Ki bu satırları yazan adam hala Taksim'e gitmiş bile değildir. Ayıbım bana olsun! Eh ben de en tembel olmadığım alanda faaliyet göstereyim: Yazayım!

MİT'in tıpkı SS askerleri gibi davranmaya başlaması ile, halk daha da fazla kaderine gömülecektir. Sesi soluğu daha da kesilecektir. Korku, eskiden köşe başındayken, artık, evimizin odasına kadar girebilecektir.

Görünen o ki geldiğimiz nokta, bir siyasetçimizin söylediği söze uygun düşmektedir: "...bu kanlı mı olacak, kansız mı?!"

Buyrun, "AKP SS Subayları" yasası çıktı. SS diyince çoğunuza tanıdık geldi değil mi? Bakalım Hitler'in SS subayları neymiş, sonrada haberi okursunuz:
SS (tam ad: Schutzstaffel, Türkçe: Koruma Timi), önceleri Hitler'in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulan birliklerdir. İlk kurulduğunda, polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. GÖNÜLLÜLERDEN ve Avrupa'nın her yanından ZORLA görevlendirilenlerden oluşan birlikleriyle, savaşın sonlarına doğru sayıları yaklaşık 900.000'i buluyordu. SS'e bağlı askerlerin en önemli özellikleri "Onurun Sadakatindir" ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğmeleri ve bağlılıklarıydı. (wikipedia)
Hadi bakalım şimdi haberi okuyalım. Tehlikenin farkında mıyız, değil miyiz, karar verelim!

HERKESİ SALAK GÖRÜP, Bİ KENDİNİ AKILLI GÖRENLERİN ÖZELLİKLE OKUMASINI DİLİYORUM!

Bundan sonraki kısım GazetecilerOnline.com sitesinden
olduğu gibi alınmıştır...

Tarih: 12 Haziran 2013, 16:59

Erdoğan tam faşizme geçiyor... “Hitler” yasası teklifi

Diktatörleri aratmayan sert ve inatçı tutumuyla Türkiye’yi 15 gündür süren kesintisiz çatışmalara sürükleyen, ülkeyi savaş alanına döndüren Başbakan Erdoğan, katıksız bir faşizme geçmeye hazırlanıyor. Hazırlanan bir yasa teklifiyle MİT, İran’daki “Devrim Muhafızları”na döndürülüyor. MİT’e her türlü fişleme, operasyon, cinayet ve toplu infaz yetkisi veriliyor. Anayasa fiilen askıya alınıyor ve Türkiye Cumhuriyeti, adeta MİT Cumhuriyeti’ne dönüştürülüyor.

Taraf Gazetesi’nden Mehmet Barasu’nun haberine göre; Başbakanlık ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yeni bir yasa teklifi hazırladı. Teklifin adı, “2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu ile Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”. Teklifle mevcut MİT Yasası’nda değişiklik yapılması öngörülüyor. Teklif, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a iletildi.

Haberde, Taraf’ın AKP’nin yürüttüğü “gizli” yasa tasarısı teklifine ulaştığı vurgulanırken, çalışmanın 14 sayfadan oluştuğu belirtiliyor. Hiçbir demokratik hukuk devletinde olmayan sadece diktatörlükle ya da şeriatla yönetilen ülkelerde olabilecek düzenlemeyi hazırlayanların da MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala ve MİT 1. Hukuk Müşaviri Ulvi Canikli’nin olduğu vurgulanıyor.

“OLASI İÇ TEHDİT OPERASYONU”

Barasu’nun haberinde yer alan bilgiler, “Bu tam bir Hitler yasası” dedirtiyor. Buna göre; teklifle, MİT’e “muhtemel iç tehditlere karşı” operasyon yetkisi veriliyor. MİT bu operasyonları mahkemelerde izin almadan yapabilecek.

“Muhtemel iç tehdit” çok muğlak bir kavram. Tıpkı askerin fişleme ve darbe amacıyla kullandığı “iç tehdit” gibi. Yani MİT, AKP Hükümeti, kimi tehdit sayarsa onları “iç tehdit” diyerek operasyonlar başkınlar yapacak, bunlar için savcılardan mahkemelerde izin almak zorunda olmayacak. Düzenleme yaygın keyfiliklere, insan hakları ve hukuk ihlallerine neden olacak.

İşte yapılması planlanan o değişiklik:
“Madde 4/c: Anayasal düzene ve milli menfaatlerin gerçekleştirilmesine engel olan veya engel olması muhtemel iç tehdit odaklarına karşı her türlü istihbari ve operasyonel faaliyetlerde bulunmak.”
İç tehdit kavramı daha önce Milli Güvenlik Kurulu belgelerinden çıkarılmıştı. MİT kanunuyla tekrar geri getiriliyor. Bu maddeyle MİT, eskiden sadece istihbarat toplarken, şimdi hem istihbarat hem de operasyon yapma yetkisine kavuşuyor. Polis’in ve Jandarma’nın yetkilerini devralıyor. Yargının kontrolü dışına çıkarılması da tehlikeli. Normal kolluk kuvvetleri yargının kontrolünde operasyon yapıyorken, MİT kimseye sormadan iç tehdit adı altında operasyon yapacak. Asıl görevi istihbarat olan bir birime operasyon yetkisi verilmesi demokrasideki tüm kazanımları yok edecek.

BU YETKİ SAVAŞ NEDENİ OLABİLİR

Hâlihazırda yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre TBMM’nin izniyle silahlı kuvvetler tarafından kullanılabiliyorken, anayasa bir yana bırakılarak başbakanın onayıyla bu yetki de MİT’e verilecek:
“Madde 4/d - Milli menfaatlerin korunması ve temini amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik dış tehdit unsurlarının imkân ve kabiliyetleri hakkında istihbari faaliyetler yürütmek ve gereğinde başbakanın onayı ile yurtdışında her türlü operasyonel faaliyetlerde bulunmak.”
MİT’e, Anayasa gereği TBMM’nin yetkisinde olan dış operasyon yapma yetkisi sadece başbakanın onayıyla veriliyor. Ülkeler için, başka bir ülkenin kendi toprakları içinde operasyonda bulunması savaş nedeni olarak sayılıyor. Bu yetkinin kontrolsüz kullanılması halinde, Türkiye savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre, Silahlı Kuvvetlerce ve TBMM’nin izniyle yapılabiliyor. Bu fıkra ile verilen yetki ülkenin bir anda bir savaşın içine girmesine neden olabilir.

Ayrıca böyle bir ifadenin kanuna yazılması ve bundan tüm dünyanın haberdar olması ülkeyi hedef durumuna getirecek. Başbakanların suçlanmasına veya her yerdeki faili meçhul operasyonların Türkiye’ye yüklenmesine yol açabilir.

ANDIÇ SİTELERİNE YASAL KILIF

Hazırlanan tasarıyla MİT’e psikolojik istihbaratta bulunma yetkisi de veriliyor. Yani artık andıçlama, karalama, gayrimeşru internet siteleri kurma yetkisi MİT’te:
“Madde 4/I - Psikolojik istihbarat faaliyetlerinde bulunmak, iç ve dış tehdit odakları tarafından yürütülen psikolojik hareket çalışmalarına karşı koymak.”
Askerin bu yetkiyle AKP’yi ve Fetullah Gülen Cemaati’ni bitirmek için “İnternet Andıcı” operasyonunu bu kapsamda yaptığı iddia edilmişti. Bu kapsamda Albay Dursun Çiçek dahil birçok asker tutuklanmıştı. Şimdi aynısını yapma yetkisi MİT’e veriliyor.

MİT’Çİ OLMAYAN ÜST DÜZEY BÜROKRAT OLAMAYACAK

Devlet üst kademesi artık MİT’in vereceği rapor kapsamında atanacak. Bu maddeyle istihbarat devleti ve fişlemelere hukuki dayanak oluşturulmaya çalışılıyor:
“Madde 4/h - Bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarında görev alacak üst kademe yöneticilerden müsteşar, genel müdür, vali, büyükelçi, en az genel müdür veya üstü düzeyindeki müstakil birim amirleri ile bunların yardımcıları ve yurtdışı teşkilatında sürekli görevlendirilecek personel ile MİT’te çalıştırılacaklar hakkında güvenlik soruşturması yapmak.”
Bu düzenlemeyle kişiler liyakate göre değil; yine dil, din, ırk, düşünce ve mezhepsel ayrılıklara göre fişlenecek. MİT elemanlarının subjektif değerlendirmeleri ya da gelen ihbarlarla oluşturulan, doğrulanmamış bilgiler, “bizden, bizden olmayan” ayrımını daha da artıracak. Liyakatsiz kişilerin üst kademelere atanmasına olanak sağlayacak. Aynı zamanda, MİT’le iyi geçinmeyen ya da MİT’e çalışmayan bürokratların önünü kesecek, söz konusu bürokratları MİT’in adamı olmaya zorlayacak.

Yıllardır fişleme adı verilen ve herkesin şikayetçi olduğu bu işlemler, düzenlemeyle tamamen yasal bir dayanağa kavuşturulacak. 1980 darbesiyle benzer bilgiler fişlere girilmiş ve 2010 Anayasa değişikliği referandumuna kadar da bu bilgiler kullanılmıştı. Bu düzenlemeyle Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm demokrasi kazanımları, bir çırpıda MİT eliyle ortadan kaldırılacak.

12 EYLÜL REFERANDUMU RAFA...

MİT’e milli güvenliğin gerektirdiği her türlü sinyali toplumu yetkisi veriliyor. Teklifin buna ilişkin maddesi şöyle:
“Madde 4/f - Milli güvenliğin sağlanması amacı ile ihtiyaç duyulan her türlü sinyal istihbaratını toplamak.”
Bu madde uyarınca, mahkemeler devredışı bırakılarak mahkeme kararı olmadan, kişilerin gittikleri mekanlar, buluştukları insanlar, telefon konuşmaları doğrudan MİT tarafından dinlenecek. Bu da MİT söz konusu olduğunda, temel hak ve hürriyetler hiçe sayılacak. 12 Eylül referandumuyla yapılan olumlu değişikliklerden biri olan “özel yaşamın gizliliği”, “haberleşme özgürlüğü” ortadan kaldırılacak. Böylece AKP’nin söz konusu referandumla getirdiği tek olumlu düzenleme olan kişisel özgürlüklerin korunması bu düzenlemeyle rafa kaldırılacak .

HERKES ARTIK MİT AJANI OLACAK

Teklifle bütün kamu kuruluşları MİT'in birer şubesi haline getiriliyor:
“Madde 4/j - Kamu kurum ve kuruluşlarının istihbarat çalışmalarına yönlendirilmesi için Milli Güvenlik Kurulu ve başbakana tekliflerde bulunmak.”
MİT hem darbe hem de darbeleri yapanların yetkisini alıyor. Darbelere bu kadar karşı olduğunu söyleyen hükümetin kapalı bir istihbarat kurumuna böylesi yetkiler vermesi demokrasi ve insan hakları ile bağdaşmayan bir düzenleme:
“Madde 6/b - Bakanlıklar, yargı organları, diğer tüm kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, özel hukuk tüzel kişileri ile tüzel kişiliği olmayan kuruluşların görevleri kapsamında elde ettikleri her türlü bilgi veya veriyi devlet istihbaratının oluşturulması amacı ile talep edebilir. Bu bilgi ve veriler MİT’e aktarılır. İlgililer mevzuatta yer alan özel düzenlemeleri öne sürerek bilgi ve veri vermekten kaçamaz. Bu talepler hakkında 04.12.2004 tarihli 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 157. maddesi uygulanmaz. Bu bilgi belge ve veriler 19.10.2005 tarihli 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 73. maddesi kapsamında sırrın ifşası sayılamaz.”
“Madde 6/j - MİT bu kanunda belirlenen görevleri yerine getirirken, kamu kaynağı kullanan kurum ve kuruluşlara ait bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim altyapılarından faydalanabilir.”
Bu düzenlemeler aynen yasalaşırsa MİT kamu kuruluşlarındaki vatandaşlara ait her türlü bilgiye dilediği gibi ulaşacak. Banka hesap hareketlerini, ne tür rahatsızlıklar geçirdiklerini, ne tür tedaviler gördüklerini öğrenip, insanlara karşı nasıl istiyorsa öyle kullanacak.

MİT’TEN HESAP SORULAMAYACAK

MİT’e tüm kamu kurum ve kurumlarına tanınmış istisnaların toplamından fazla hatta onların da çok çok ötesinde geniş istisnalar tanınıyor. MİT’e yürüttüğü görev ile ilgisine bakılmaksızın mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde tanınan istisnaların yanısıra çok ciddi yetkiler tanınıyor.

“Mal ve hizmet alımları ile yapım işleri” başlıklı bölümde yer alan 22. madde şöyle:
“MİT Müsteşarlığı; 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile 6085 sayılı Sayıştay Kanunu’na dahil değildir. Her türlü mal ve hizmet alımları yapım işlerine dair usul ve esaslar yönetmenlikle düzenlenir.”
Maddeyle MİT her türlü denetimin dışına çıkartılıyor. MİT, adeta devlet içinde devlet, Türkiye Cumhuriyeti de MİT Cumhuriyeti’ne dönüştürülüyor. Sayıştay kurumun hesaplarını denetleyemeyecek. MİT yöneticileri harcamalarından ötütürü Meclis; yani halk adına denetim yapan Sayıştay’a bile hesap vermeyecek. MİT yöneticileri istedikleri gibi yolsuzluk yapabilecekler. MİT yöneticileri isterse halkın vergileriyle alınan arazileri, malları kafalarına göre satabilecek. MİT’te ihale yolsuzluğu yapılsa bile hesap sorulamayacak, halkın parasını çalanlar yargı karşısına çıkartılamayacak.

“Muafiyetler” başlıklı 23. madde şöyle:
“MİT’in ihtiyaçları kapsamında yurtdışından ithalat veya hibe yoluyla temin edilecek her türlü malzeme, araç, gereç, silah, teçhizat, mühimmat, makine, cihaz ve sistemleri ve bunların araştırma, geliştirme eğitim üretim modernizasyon ve yazılım ile yapım, bakım ve onarımlarında kullanılacak yedek parçalar, akaryakıt ve yağlar, hammadde malzeme, gümrük vergisi özel tüketim vergisi, katmadeğer vergisi ile diğer her türlü vergi, resim, fon, prim ve harçlardan muaftır. Bu muafiyetle, müsteşarlık adına yurtdışına onarım ve modernizasyon, bakım, mehrece, iade değiştirme maksadıyla kati çıkış, geçici çıkış, bedelsiz ithalat ve giriş işlemlerinde de kullanılır. MİT’in asli görevlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu her türlü cihaz, sistem, araç, gereç, silah, silah malzemesi, mühimmat ve malzemelerin ithalatında ve yurtdışına çıkış aşamalarında, kamu kurum ve kuruluşlarından gerçek ve tüzel kişilerden alınması gereken izin ve uygunluk belgeleri aranmaz. MİT her türlü mal ve hizmet alımı ile yapım işleri veya projeler için herhangi bir izne tabi olmaksızın gelecek yıllara yaygın yüklemeye girişebilir.”
Madde, Türkiye’yi MİT için cennete, Türkiye sınırlarını da yol geçen haline döndürüyor. Sözgelimi; MİT elemanları sınır kapılarından isterlerse nükleer füze bile geçirebilirler. MİT, dışarıdan parça getirip atom bombası bile üretebilecek. Türkiye’yi yıllarca yükümlülük altına sokabilecek ihaleler, işler yapabilecek. Kimse de “Niye böyle yaptınız kardeşim” diyemeyecek.

MİT’ÇİLERE ÖZEL MAHKEME GELİYOR

Türkiye sanki devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemelerden az çekmiş gibi bir MİT’e özel mahkemeler kuruluyor. MİT’te çalışan beyefendiler bir suç işlediğinde, kendilerine özel kurulmuş mahkemelerde yargılanacaklar; yani yargılanmayacaklar, aslında aklanacaklar.

“Yargılama” başlıklı o madde şöyle:
“Madde 26/b - MİT mensupları hakkında 3713 sayılı kanunun 10. maddesine göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığı’nın teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca Ankara ilinde görevlendirilecek özel yetkili ağır ceza mahkemesinde görülür. Bu mahkemede görülecek davalar, 3713 sayılı kanunun 10. maddesinde öngörülen soruşturma ve kovuşturma usulü uygulanır. Bu mahkemenin görev alanına giren işlerde, hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.”
POLİSİ, JANDARMAYI DA KAPATIN BARİ

MİT’e tüm kolluk yetkileri verilecek:
“Madde 6/c - MİT mensupları kolluk kuvvetlerine tanınmış hak ve yetkileri kullanabilir. Kolluk yetkisinin kullanımına dair usul ve esaslar yönetmenlikle düzenlenir.”
İRAN, SURİYE BENZERİ YETKİ

MİT, bu tasarıyla Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) yakın bir yapıya dönüştürülüyor. Bu kanun taslağı hazırlanırken, birçok istihbarat teşkilatının mevzuatı incelenmiş ancak örnek olarak DMO yapısı esas alınmış. İran’da DMO tüm güvenlik birimlerinin üstünde, Ayetullah Ali Hamaney’e bağlı, yetkilerinin sınırı olmayan, hiçbir kanun hukuk tanımaz bir yapıya sahip. MİT’e mevcut yapısıyla yargı ve kolluk kuvvetlerinin üstünde bir konum verilmesi de aynı.

MİT’ÇİLERE CİNAYET, GÖSTERİ SERBEST

MİT personeli ve haber elemanlarının, mevcut yürüyen davalarında suç işleyenleri kurtarmak için de maddeler yazılmış. “Soruşturma izni” başlıklı 26. madde şöyle:
“MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa ermek üzere kamu görevlileri arasında başbakan tarafından görevlendirilenlerin, görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı kanunun 250’nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılması, başbakanın iznine bağlıdır. MİT personeli ile MİT tarafından görev verilen diğer kişiler, görev alanındaki örgütün suç oluşturan eylemlerinden sorumlu tutulamaz.”
Bu maddeyle 1990’lı yıllardaki yargısız infazları bile aratacak türlü cinayetin ve suçun işlenmesinin yolu açılıyor. MİT görev alanıma giren bir iş diye cinayetler işleyip, toplu infazlar bile yapabilecek. Üstelik sadece MİT’çiler değil, MİT’in, MİT’çilerin kullandığı adamlar da cinayetler ve inflazlardan bile sorumlu tutulamayacak. Oysa, Anayasa ve kanunlarımız, kimseyi işlediği suçtan dolayı dokunulmaz kılmamakta. Böyle bir görevlendirme yapılacaksa bunun CMK’da olduğu gibi hakim kararıyla olması gerekiyor. Bu madde ayrıca KCK davası kapsamında, suç işleyen, cinayet gerçekleştiren, MİT’le irtibatlı çalışanların hepsinin kurtulmasını sağlayacak bir af maddesi niteliğinde.

BU MADDE SURİYE'DEKİ İSTİHBARATÇILAR İÇİN

Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casuslukla ilgili de yeni düzenleme yapıldı. Buna göre “iade ve takas” maddesi şöyle:
“Madde 26/c - Türk Ceza Kanunu’nun 2. kitap 4. Kısım 7. bölümde tanımlanan suçlardan dolayı tutuklu veya hükümlü bulunanlar MİT müsteşarının talebi, Adalet bakanının uygun görüşü ve başbakanın onayı ile başka bir ülkeye iade edilebilirler veya başka bir ülkede tutuklu veya hükümlü bulunanlarla takas edilebilirler.”
Bu maddeyle MİT’in her türlü takas yapmasına olanak sağlanırken, maddenin Suriye’de tutuklu olduğu söylenen ancak MİT’çe yalanlanan Türk istihbaratçılar için teklife yazıldığı merak konusu oldu.

Başbakanlığın emri ile MİT’in hazırlayıp, bir gece yarısı Meclis’ten geçirmeye çalıştığı bu düzenleme, MİT’in “Yetkimizi daha fazla nasıl artırabiliriz ve kendimizi daha fazla nasıl koruma altına alabiliriz” demesinden başka bir şey değil. Sorgulanmadan, yargılanmadan, denetlenmeden, hesap vermeden nasıl görevimizi yürütebiliriz tasarısı.

3 Şubat 2013 Pazar

Sevginin Üç Türü

Masumi Toyotome adında bir Japon yazmış. “Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir” diye başlıyor.

- “Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyormuyuz?” diye soruyor…
Sonra anlatmaya başlıyor:
- “Sevgi üç türlüdür!..”

Birincinin adı “Eğer” türü sevgi!..
Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar..

Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. “Sevenin, istediği birşeyin sağlanması karşılığı olarak vaad edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar..

- “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı,sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.”

Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde de, düşkırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor.

İkinci türe geçiyoruz: “Çünkü” türü sevgi…
Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: “Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır”.

Örnek mi?..
“Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)”
“Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..”
“Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..”
“Seni seviyorum.Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere gotürüyorsun ki..

Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş birşeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.

Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana.. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

“O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome..
“Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor.

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..”Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

“Üçüncü tür sevgi benim ‘RAĞMEN’ diye adlandırdığım türdür” diyor yazar.
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklı bu..
Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Birşey olduğu için” değil, “Birşey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız?.. Rağmen sevgi..

Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya çingene olmasına “rağmen” tapar!..”Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur” diyor. “Farkında olsanızda,olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.”

Bunun böyle olduğundan nasıl emin?.. Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. Şu soruma cevap verin” diyor.

“Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmezmiydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.”

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome..
“Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor..

Anlatıyor..
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?..

Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Hepsi o.. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda.. “Dünyadaki en büyük kıtlık, ‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!..”

Doktrin notu: Bu yazı neredeyse 100 e yakın sitede (bir iki yazım farkıyla)  var. Bir siteden alınıp okunur hale getirilmiştir. Ayrıca Masumi Toyotome 'nin yapmış olduğu bu araştırmayı Türkçe olarak kaleme alıp bu makaleyi yazan kişinin kim olduğunu tespit edemedik. Doktrin aracılığıyla da kendisine bu güzel araştırmayı paylaştığı için gıyabında teşekkür ederiz.  Son olarak bu makale benim vaktiyle yazmış olduğum "Arı biziz, bal bizdedir" yazısını anımsatıyor. Benim yazmış olduğum yazı, erkek tarafından kadını sevmeye yönelik bakışı anlatmaktadır. İlgili yazı için bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
http://doktrin.blogspot.com/2011/06/ar-biziz-bal-bizdedir.html

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Felsefe: Kürtaj ve Uludere

Recep Tayyip Erdoğan
İstanbul'daki konuşmasından
"Her kürtaj bir Uluder'dir" demiş; değerini anlamakta zorlandığımız, sayın Başbakanımız. Kürtaj ile Uludere sözcüklerini birbiriyle ilintilendirmiş, fakat biz anlayamamışız sanki. Bu kurduğu cümlede felsefi bir yaklaşım olduğunu görüyorum. Önerme bu ya: "Kürtaj bir Uludere" ise, öylese "Uludere de bir Kürtaj" 'dır demek yerinde olacaktır. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, yani Türkiye'nin 25. Başbakanı. Hakaten(!) mi yirmibeş?

Kürtaj ama neden?

Küretaj olarak da bilinir, ama bizler kolay yoldan KÜRTAJ diyoruz. İstenmeyen gebeliğin sonucuna kürtaj ile ulaşılır. KÜTAJ: Kadının rahmindeki, cenin (henüz tam insan formunda olmayan) veya tıbben başka birşeyin doktor (ya da "ben doktorum" diyenin) marifetiyle alınması olayıdır. Sebebi ne olursa olsun, alınan şey İSTENMEYEN ve OLMAMASI GEREKENDİR!

9 Eylül 2011 Cuma

Doğal ama yasak: Pornografi

İnsanların yükselişinde tabularımızın faydası var mıdır bilinmez. Ancak Pornografiye karşı yasaklayıcı bir zihniyetin, insan üremesi bakımından çok faydalı olacağı kanaatindeyim.

İnsanlar her zaman birşeyleri elde etmek ister ve bunun için mücadele eder. Elde edildiğinde ise, çoğunlukla hemen sıkılırlar ve bir başka alternatife yönelirler. Cinsel hayatımızda da böyle şeylerin olması elbette doğaldır. Bu istekler elbette yeni şeyleri görerek ve bunları arzu ederek daha da kuvvetlenirler.


Bazen herşeyi bilmek ve görmek çok iyi olamayabiliyor. Tam tersi olarak da, hiç görmemek ve bilmemek de iyi olmayabiliyor. Cinsellik bunlardan biridir.

Ben pornografi diyorum, ama cinsellikte diyebiliriz. Ya da doğru bir ifadeyle seks yaşantısı diyelim.

Pornografi, herkes tarafından bilinen seks yaşantısının ifşa edilmiş halidir. Daha çok ticari emeller ile popülaritesini kazanmış daha sonra doğal bir davranış biçimine girerek WEB CAM ile kendimizi teşhir etme noktasına kadar gelmiştir.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Arı biziz bal bizdedir!

Yaban, rüstaî (köylü) Dulcine'sini görmek için sıcak yaz günlerinde iki köy arasında gelip gitmelerin yorgunluğu ile "Bu zahmet, bu meşakkat ne için?" der ve kendi kendine "bari güzel kokuyor mu, dokusu dudaklara hoş mu?" diye söylensede sonradan boş verir bu düşüncelere. Her sevgilinin hayalimizde yaratıp süslediğimiz yaratıktan başka bir şey olmadığını; ister şehirli ister köylü olsun ona "birtaneciğim" diyenlerin biz erkekler olduğunu dile getirir.

Bu bana hemen Aşık Veysel'in şu dizelerini aklıma getirdi:

Güzelliğin on par'etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa

Ne ilginçtir ki, onca bu gerçekliğe rağmen arada sıkışmış kalmış bu mısralar ve itiraflar fazla dilden dile dolaşmaz. Hep gizlenir. Aslında kadındır erkeği değerli kılan. Hep böyle söylenir. Hatta demezler mi biz erkeklere: "Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır". Peki bazılarımız da sanki bu sözlere inat: "Kadın erkeği vezir de eder rezil de eder" demedi mi? Sokrates evliliği önerse de şöyle devam eder: "Karın iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursun"

Gerçek olan, biz erkelerin kadınlara verdiği değerdir.
Asıl olan da budur. Öyleki Yaban, Hasan Dede'in bir türküsündeki, Eşrefoğlu'nun söylediği "arı biziz bal bizdedir" mısrasını hatırlatır.

arı vardır uçup gezer
teni tenden seçip gezer
canan bizden kaçıp gezer
arı biziz bal bizdedir

Biz neyi görüyorsak gerçek o'dur!
Don Kişot'un sevdiğidir aslında Dulcine, Yaban kendini bulur Don Kişot'un hikayesinde. Şanso'nun da gördüğü gibi Dulcine; pis kokan ve elleri nasırlı köylü bir kadındır. Fakat Don Kişot, Dulcine'sini gördüğünde yerlere kadar eğilip ellerini öperdi. Ve "oh ne güzel kokuyor. ne ilahi varlık!" diyerek Şanso'yu şaşırtmıştır.

Ne Yaban ne Don Kişot ne de diğer erkeler utanmamıştır bu yolda yürümekten. Yürüdükleri yol kuru ve elverişsiz olsa da gördükleri yemyeşil çayırlardır. Büyük bir çoşkuyla da devam edeceklerdir.

Bu yazı Dulcine'sine giden Don Kişot'lara adanmıştır.

Murat Dicle