15 Şubat 2018 Perşembe

SEVİ

uzun öykü: SEVİ


Otuz iki yaşındayım. Sağlığım yerinde. Yaşıtlarıma göre daya iyi kazanıyorum. Yaşadığım bölgede bir işyerim var: Elektrikçiyim. Tek başımayım, bir yardımcım yok. Yardımcıya, çırağa gereksinim duyacak denli büyük işlere artık girişmiyorum. Huzur istiyorum.
Bir evim var, işyerimin birkaç sokak ötesinde. Babam verdi bunu bana. Sağ olsun. Onlar, anamla babam, memlekete yerleştiler. Yeşili özledik dediler. Bıktık İstanbul’dan, bıktık bu kentin hayhuyundan, dediler. Gittiler. Altı sene önce beni bana bıraktılar. Bir işyeri açmak için bana anapara vermeyi de esirgemediler. Sağ olsunlar, valla. Başka ne diyeyim…
İlk günler epey güçlük çektim: Sabahları, “haydi kahvaltıya,” sözleriyle değil, saatin zil sesiyle uyanmak, bulaşıkları yıkamak, yemek yapmak, ütüsüz pantolonları giyinmek, tek başına yemek, hep güç gelmişti bana. Zamanla alıştım yalnızlığa. Öğrendim ütü yapmayı, yemek yapmayı da. Öğreniyordu insan umarsız kalınca. Şimdi iyiyim, alıştım, öğrendim yalnız yaşamayı.

İçinde bulunduğum yalnızlık bir yana, elimin para görmesi, beni ayrımlı biri yapmıştı. En azından bunu ayrımsayabiliyordum. Eskiye göre daha umursamaz biri oldum. Yeni arkadaşlar edinmek istemiyor, var olanlara da sahip çıkmıyordum. Kendime yetiyordum. Kendimden ötesi beni pek ilgilendirmiyordu. Umarsız değildim, bir evim, bir işim vardı nasılsa. Anamla babam da sağdı. Daha ne olsun…
Eksikliğini duyumsadım sonra kadınsızlığın. Gençliğimde bilememiştim kadınlara nasıl yaklaşılır. Onlarla nasıl konuşulur. Yıllar geçmişti, ben daha bir kadına dokunamamıştım. Utana sıkıla gittiğim bir genelevde tatmıştım bir kadının tenini, memelerini, dudaklarını… Yalnız, o olmuştu, daha gitmedim. Ezilmiş duyumsadım kendimi. Karşılığı ağır oldu. Bir memeye dokunmak için para ödemek, ekşiyen bir yüze, dahası aşağılayan bir yüze bakmak beni yeğin duygulara itmişti. O oldu, daha gitmedim…
Gençlik kanı bir başka; olmadık zamanda size kösnül düşler gördürür. Varınızı yoğunuzu verirsiniz, şöyle düşünürsünüz: Ah, bir kadına sarılsam!..
Günler geçer sonra bu yoksunluk içerisinde. Kanıksarsınız kadınsızlığı, alışırsınız. Bir bakmışsınız büyümüşsünüz. Sakalınız gürleşmiş. Kıçınızda kıllar bitmiş. Göğsünüzün kılları da sarkar fanilanızdan. Unutursunuz sonra kamışınızı mamışınızı. Aklınıza dahi gelmez. Gelse? Gelse bilirsiniz, nasılsa sonu çavuşu tokatlamaktan öteye geçmeyecek. Sonra, ıslak peçeteleri birer birer tuvalete atmaktan da bıkarsınız.
Neden zorlar bu duygular, neden yapılır tek başına bu uğraşlar, nereden gelir tüm bu dürtüler? Bilemezsiniz daha. Olgunlaşmamışsınız da ondan. İşte böylece bırakırsınız kendinizi yele. Artık o nereye, siz oraya. Olursa olur dersiniz, olmazsa olmaz…
Yabanıl değilim, tanışıklığa da karşı değilim. Olabilir. Esnafım ben nasılsa. Esenlemeden geçmem kimseyi yolda. Yalnız pek umursamam, yürür, geçerim onları. Ne yemişler, ne içmişler, takmam usuma. Gözüm görüyorsa ne iyi, gözümden uzaksalar, belleğimden de yok olurlar.
Umursamazlığın sinsi bir biçimde bende yer etmeye başladığı dönem, işyerimi açtığım 2000 yılında, yirmi altı yaşındaydım. Askerliğimi yapmıştım, elim para görüyor, bir evim var, dahası özgürdüm. Daha ne olsun?
İşyerimin vitrinini seviyordum. Onu usuma daha çok takıyordum. Türlü türlü avizeleri getirir, vitrinime incelikle yerleştirirdim. On beş günde bir değişirdi vitrinim. Işıl ışıldı; rengârenk… Geceleri evden çıkar, işyerime gider, dışarıdan vitrinimle tabelamı izlerdim. Ne güzeldi. İzlemeye doyamazdım. Işıl ışıldı; rengârenk…
Mayıs ayıydı. Analar günü yaklaşıyordu. Bir kız ortaya çıktı; yaşına göre oldukça iyi giyimliydi. Üç gün boyunca gelip geçerken üç dakika, beş dakika, on dakika vitrinimi izledi. Üçüncü gün içeri girdi. Anasına bir armağan almak istemiş; bir avize. Yalnız, yargıya varamamış. Ne önerirmişim. Nasıl olduysa, nereden geldiyse yüreklilik, “o güzel yeşil gözlerinizden olsun avize,” demiş bulundum. Güldü kız. “Olsun madem,” dedi. “Peki, hangisi?” Verdim ona yeşili bol taşlısını; en pahalısını. İndirim yapmıştım, içimden, söylemedim yalnız ona gerçek fiyatını. Güzelce paketledim. Kırtasiyeden süsler alıp süsledim kutusunu. Parasını ödedi. Yeşildi gözleri. Çok güzeldi. Sonra kapıya yöneldi. Ardından seslenmek, türlü türlü sözler etmek geçiyordu içimden. Yapamadım…
Kapıdan döndü kız birdenbire. Biraz duraksadı… “Şu gün gelip avizeyi takar mısınız?” Takardım. “Kaç lira peki?” Avize alanlara ücretsizdi. Yoktu aslında böyle bir özveri; işime gelecekti ya, ağzımdan çıkıvermişti. Teşekkür etti. Sonra kapıdan çıkıp gitti…
Şu gün ne zaman gelirdi? Daha o güne kaç gün vardı? Düşüne düşüne şu gün olmuştu bugün. Saat kaçta gitmeli? Öğleden önce, ondan sonra…
Öğleden önce, saat on otuzda kızın bana verdiği adresteydim. Güzel bir apartmandı, yeni yapılmıştı, varlıklı olmalıydılar. Zile basıp bekledim…
“Kim o?” dedi kapı. İrkildim. Bilmem mi diyafonu? Bilirim. E, niye irkildim? Usum kıza gitmişti, bundan olsa gerek. “Ben!” dedim kapıya. Ben kimim? İki saniye sonra kapı çat dedi açıldı. İyi de, ben kimdim?
Asansörlüydü bina. Binmeye çekindim: Yeni binalarda sık başa gelirdi; asansörler ilk yıl çok arızalanırdı. Merdivenlerden çıkacaktım. İkinci kata yaklaşırken bir kapı açıldı, “kim o?” dedi biri gene. Genç bir kız sesiydi. “Ben, elektrikçi,” demiştim.
Erken gelmişim, bu saatte beklemiyorlarmış beni. Gideyim isterlerse, sonra gelirim. Yok, önemli değilmiş. Buyurmaz mıymışım içeri. Buyurdum.
Kotumun arka cebinde pense, gömleğimin cebinde kontrol kalemi, sağ elimde de siyah, yalıtkan bant ile içeri buyurdum. Bakın siz şu özgüvene. Ya başka bir gerece gereksinim duyarsam? Ben? Ben mi hata yapacaktım böylesi basit bir iş için? Bir avizeyi takmak nedir? Çocuk oyuncağı…
Onu şuraya taksak olur muymuş; olurdu, neden olmasındı. Oldu da. Divanın üstünde duran avizeyi alıp sandalyenin üstüne çıktım. Doğru biçimde tavana bağladım. Olmuştu işte. Bas bakalım düğmeye…
A, ne güzeldi. Elime sağlıktı. Ben gideyim, işim bitti öyleyse… İster miydim gitmeyi? İstemezdim. O, divanın bir ucuna, ben diğer ucuna otursaydık da söyleşseydik. Olmadı yalnız, iyi günler dileyip çıktım evden. Kız da “iyi günler,” demiş, ardımdan milim milim kapatmıştı kapıyı. O da mı isterdi divanda söyleşmeyi, belki öpüşmeyi?
Öpüştük sonra bir sinemada. Elleşmiştik de…
Değişik nedenlerle işyerime gelir, kimi zaman bir ürün satın alır, kimi zaman da evlerindeki elektriksel sorunları gidermemi isterdi. İyi ya işte, ona hayır mı diyecektim, içimdeki kösnül dürtüyle? Ne dediyse yaptım. Parasını da aldım. Başlarda kıza pek takılmadım. Geldiğinde içim hoş olur, söyleşmek isterdim. Gittiğinde onu unutur, işime dönerdim. Geldi, gitti. Geldi, gitti… Artık sıra bendeydi. Bir kahve içmek ister miydi? Olurdu. Ne zamandı? Ne zaman isterseydi.
Kahveler içildi sahilde. Günler geçti, yemekler de yenildi. Dolaşıldı sonra Bakırköy’ün sokakları; kimi zaman kol kola, kimi zaman el ele… Günler geçti, sinemaya gidildi. Eğilip kulağına, “seni seviyorum,” denildi. Yeşil gözleriyle gülümsedi. “Ben de,” dedi. Öpüşüldü. On dakika ara verildi. Mısırlar alındı, içecekler de. Salona geri girildi. Yalnız bu kez dört sıra arkaya geçildi. Film başladı. Öpüşmeye başladık. Mısırlar döküldü yere. İçecekler dökülmedi; açılmamıştı daha kapakları. Öpüşüldü. Elleşildi.  Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum, denildi. Memesini elledim. Yapma dedi. Yaptım. Bacağını elledim. Yapma dedi. Yaptım. Boynunu öptüm. Ah, dedi. Yapma! Yaptım. Ne istemiyorsa hepsini yaptım. Yapma dedikçe daha da yaptım. Yetmedi yalnız. Daha da ileri gitmek istedim. Olmazdı. Yapamazdı. Bakireymiş, evlenmeden olmazmış. Hakkı vardı, olmazdı. Ağırbaşlı olmak gerekiyordu. Şimdilik öpüşmelerle, elleşmelerle günleri geçirmeliydi…
Günler öpüşmelerle, elleşmelerle geçip gidiyor, peçeteler birer birer tuvalete gidiyordu. Yetmiyordu. Çavuşu tokatlamak tek başına keyif vermiyordu…
“Seni seviyorum. Evlenelim mi?”
“Bilmiyorum. Evlilik için erken değil mi?”
“Yirmine girdin, neden olmasın. Karım olmanı istiyorum.”
“Bilmiyorum.”
“Neyi?”
“Bilmiyorum, olmaz, günah.”
“Günah olan ne?”
“Ben de seni seviyorum, ancak olmaz. Günah. Günahmış.”
“Neymiş o günah?”
“…”
“Konuşsana. Günah olan ne?”
“…”
“…”
“Alevi ile evlenen cehenneme gidermiş. Kadın hoca söyledi. Yapamam. Olmaz.”
“…”
“Gelgelelim, ayrılmadık daha. Sevgiliyiz. Böyle sürdürelim. Özür dilerim, seninle evlenemem.”
“…”
“…”
Gitsindi isterse. Gitti. Bir daha gelmesindi. Gelmedi. Umursamadım daha onu, göz görmeyince unutmak kolay oldu…
Yaşadığım ilk deneyim bana şunu gösterdi: Abazalığımın yanılgısını… Bir kızla birlikte olmak için “hadi evlenelim” demek de ne oluyor? Çok alıkça. Ne gerek var? Daha bu son oldu. Ölsem, daha böylesi alıkça bir öneride bulunmam. Evliliği batsın…
Bir yıl geçmişti bunun üstünden. Kendimi işime vermiştim. İşler iyiydi. Geçinip gidiyordum. Bir-iki arkadaşım var, pek sık usuma gelmeseler de sağ olsunlar beni unutmuş değiller. İşyerime gelirler, çaylar, kahveler içilir. Kimi zaman yemek ısmarlarım. Kimi zaman da kolumdan tutarlar, “hadi eğlenceye,” derler. Giderim. Eğlenirim de. Eve döndüğümde bu eğlenceleri hep yapmanın gerektiğini düşünürüm. Sabah kalktığımdaysa unuturum. Daha usuma gelmez. Ne arkadaşlar ne de eğlence.
2001 Martında, sabah işyerimin kepenklerini açarken bir bey geldi yanıma. Elektrik süpürgesi çalışırken fırını da çalıştırmışlar. Sigortalar atmış. Bu sürekli başlarına geliyormuş. Sigorta kutusunu değiştiremez miymişim? Değiştirirdim. Adresi verdi. Gecikmeden gitmemi söyledi. Kendisi işe gidecekmiş. Karısı evdeymiş. Borcu ne kadarsa, eşi ödeyecekmiş. Sorun değildi. Güle güleydi.
Yedi-sekiz tane sigorta, uygun büyüklükte bir sigorta kutusu, dahası alet çantamı da alıp yola koyuldum. Çoğu eski evlerde bu sorunlar oluyor. Yeni elektrikli ürünleri kaldırmıyor sigortalar. Sürekli yaptığım bir işti. Artık öyle eskisi gibi sigortaya kablo sarıp işin içinden çıkmak kolay değildi. Teknoloji ilerlemiş, sigortalar oldukça hassas, dahası oldukça güvenilir duruma gelmişti. Dolayısıyla, eskisini atıp yenisini taktırmak en iyisiydi.
Verilen adresteki ev müstakil bir evdi. Göze hoş gelen bir bahçesi dahi vardı. Tek katlıydı. Kapıyı çaldım… Duyan olmadı. Gene çaldım… Bir dakika daha denedim. Yok, açan olmadı. İşyerime geri dönme yargısına vardım. Arkamı dönüp gidecekken içeriden bir kadın, “kim o?” dedi.
“Ben, elektrikçi. Sigortalar için gelmiştim.”
Kapı açıldı. Saçları dağınık, kirli sarı renkteydi. Pek güzel değildi, ancak vücudu oldukça dikkat çekiciydi. Genç bir kadındı. Uykudan yeni uyanmıştı, belliydi. Üstünde desensiz, beyaz bir gecelik vardı. Gecelik dizlerine değin uzanıyordu. Altındaki beyaz donla meme başları, geceliğin dokumasının altından oldukça belli oluyordu. İçim kösnüyle doldu. Öylece baka kaldım kadının karşısında. Kadın bir tepki vermedi, ancak bir yanıt bekler gibiydi. Demiştim, yalnız bir kez daha demem iyi olur diye düşündüm: “Sigortalar için gelmiştim. Sabah eşiniz rica etti.”
“Evet, biliyorum. Buyurun, içeri geçin.”
Pek buyuramadım. Kapının eşiğinde duran kadın biraz yana çekilmişti, dahası benim o dar aralıktan içeri girmemi bekliyordu. Yan biçimde girmeyi denedim. Girdim, yalnız sürtünmüştüm ona. Bir el sırtıma dokundu: “Geçin lütfen, erincinizi bozmayın.” Bozmadım, bozmaya da isteğim yoktu. İyiydi böyle. “Ev dağınık. Siz şöyle oturun, dinlenin. Ben ivedilikle evi toparlayayım.” Toparlamaya başladı: Eğilip yerdeki yastıkları, beyaz bir sutyeni, siyah bir pantolonu, dahası ötede duran terlikleri de. Eğildikçe daha görünür oldu donu. Bakamadım daha. Yüzümü çevirdim… Dayanamadım, sonra gerisin geri ona baktım bir kez daha. Yanıma geldi. Terlikleri giyinmemi söyledi. Üşümeyeymişim. Giyindim…
O gün yalnızca sigortaları takmadım. Kadına da taktım. O istedi. O beni buna sürükledi. Dayanamadım, çaktım. Bir değil, üç kez çaktım…
Sonraki günler için sözleştik. Şu günlerde, şu saatten şu saate kadar canın çektikçe gel. Bana asla hayır demezmiş. Beni beğenmiş. Çok iyiymişim, çivi gibi sertmişim. Kocası yaşlıymış. Ne yapsınmış? Gereksinim duymasa, bana yüz verir miymiş? Vermezmiş. Gençmiş. Güzelmiş. Canı çekiyor, içi kazınıyormuş. Bir sırdaşı olsa, gelip onu kucaklasa, ne zararı olurmuş? Bu daha ilkmiş. Daha önce kocasından başka bir erkeğin kamışını görmemiş. Ne güzelmiş kamışım. Taze, dahası semsertmiş. Gelmeliymişim. Hep gelmeliymişim…
Geldim gittim üstünde yüzlerce kez. Saymadık kaç kez geldim, kaç kez gittim. Kaç gün oldu tanışalı, saymadık. İsteyen kadındı. Benim daha üstüne söz etmem yanlıştı.
Evime de geldi bir gece. Kocası şehir dışına gitmiş cenazeye. Gelmezmiş daha en az üç gece. Dediği gibi oldu. Üç gün evimin kadını oldu. Bu süre boyunca kısa bir evlilik yaşadım. İlginçmiş, sevdim evliliği. Üçüncü gün kadın ağladı. Al beni, dedi. Kocamı boşayayım, beni al, evlenelim, dedi. Bakarız, dedim. Bakarız…
Günler geçiyor ben daha bakıyordum. Düşünüyordum sözümona. Kadınla ilişkim sürüyordu. Onun bana bakışı ayrımlıydı; bakışında sevi vardı. Oysa ben onun gibi bakamıyordum. O, elimin altında bulunan bir kadındı; canım ne zaman isterse üstünde gelip gidebileceğim…
Kadını usuma pek takmadım. Benim ona değil, onun bana daha çok gereksinimi vardı. Gelgelelim, onunla yalnızca sevişmiyor, ona güzel sözler de söylüyordum. Ona kadınlığını duyumsatıyordum. Evlilikten soğumuştum. Alıkça bir nedenden ötürü geri çevrilmem beni çok üzmüştü. Daha evlilik sözcüğünü duymak istemiyordum. Evliliği batsın…
Mayıs ayına girmiştik. Kadınla neredeyse iki aydır birlikteydik. Kocası daha bu durumun ayrımına varamamıştı. Gelgelelim, bu işin kolayca olmasından mı, yoksa kadının davranışlarından mı, bilmiyorum, ondan soğumaya başlamıştım. Çok gereksinim duymadıkça koynuna girmiyordum. Yanında çok kalmıyor, bir-iki boşalmadan sonra işime geri dönüyordum. O da bunun ayrımındaydı. Ancak, bana çok iyi davranmaktan, sevgisini dile getirmekten, kimi zaman da oldukça güzel yemekler yapmaktan da geri kalmıyordu. Ona göre ben, onun yanından asla ayrılmamalıymışım. Hep birlikte yaşamalıymışız. Bunları sık sık dile getirerek beni etkilemeye başladı. Kendimle çatıştım bir dönem. Acaba, dedim. Acaba bu kadınla evlensem, yaşamım daha bir yoluna girer mi? Bakacaktım. Nasılsa ortada görünen bir engel yoktu. Zaman bana doğruyu, yanlışı gösterecekti…
Kazandığım para yetiyordu. Büyük paralarda gözüm yoktu. Gelgelelim, bir araba alacak denli birikmiş param da yoktu. Çok istedim bir arabam olmasını. Ancak bu biçimde çalışarak araba parası biriktirmem oldukça uzun sürerdi.
Bir gün, bir yüklenici kapımı çaldı. Bu bölgede oturuyormuş. Gelip geçerken beni görürmüş. Gençmişim. Destek olmak gerekirmiş. Bitmek üzere olan bir yapı tasarısı varmış, Yalova’da; onların elektrik tesisatının çekilmesi gerekiyormuş. Bu işi almak istemez miymişim? Kaç adamım varmış? Bu işin altından kalkabilir miymişim? Büyük bir işmiş, iyice düşünmeliymişim. Bölgemizin genci kazansınmış. Efendiymişim. Benden ötürü kimseden kötü söz işitmemiş. Ne dermişim, olur muymuş?
Olur, dedim, çünkü usumda araba vardı. Ayrıca bu benim için beklenmedik bir fırsattı. Çabalasam böylesi bir olanağı yakalayamazdım. Oyalanmadım, ivedilikle kolları sıvadım. İşin içeriğini inceden inceye didikledim. Kaç adama gereksinim vardı? Ne kadar paraya gereksinimim vardı? Bunları birer birer hesapladım. Birkaç gün içinde Yalova’ya gidecektim. Bu, en az kırk beş gün sürecek bir işti.
Ertesi gün evli sevgilime gittim. İşyerimi üç saat önceden kapatmıştım. Sevgilimin kocasının işten en erken döneceği saati de hesaplayınca en az dört saat baş başa kalacaktık.
Durumu sevgilime anlattım. Kırk beş gün kadar buralarda olamayacağımı, onu özleyeceğimi söyledim. Sarıldık, öpüştük, seviştik… Dört saat böyle geçti. Gitme vakti gelince gene ağladı, dahası gene dedi, “beni al. Benimle evlen. Seni seviyorum…”
“Ben de seni seviyorum, bakarız, sıkma canını…”
Sıktı mı canını, bilmiyorum. Ben sıkmamıştım. Şimdi tek düşüncem Yalova’daki işti.
Kararlaştırılan günde Yalova’ya vardım. On iki kişilik bir ekip kurmuştum. Denildiği gibi iş büyüktü. Elektrik tesisatını yapacağım on ikişer katlı, üç büyük bina vardı. Bir an ürktüm. Kırk beş günde bunların hepsini yapabilir miyim, diye. Yapardım. Bunun hesabını kitabını yapmamış mıydım? Yapmıştım.
İlk birkaç günüm binaları incelemekle geçti. Bu süre içerisinde İstanbul’dan gerekli malzemelerin siparişini verdim. Onlar da birkaç güne kalmaz inşaat alanına getirildi. Yüklenici bize iki konteyneri kullanmamız için vermişti; orada yatıp kalkacaktık. Geldiğimizin ikinci haftası işe koyulduk. Yoruluyorduk, ancak kazanacağımız parayı düşününce yorgunluğumuzu kısa sürede unutuyorduk.
İstanbul’dan ayrılalı dokuz gün olmuştu. Sevgilim burnumda tütüyordu. Ona demiştim, beni cepten arayabilirsin. Aramamıştı yalnız. O aramayınca ben de aramadım. Gelgelelim, sürekli onu düşünmeye başladım. O umursamaz tutumum yıkılmıştı. Onu düşlüyordum hep. Peki, onu sevdiğimden mi? Belki… Kestiremedim doğrusunu. Neden onu bu denli düşünüyordum? Sanıyorum onunla sevişme güdüsü daha ağır basıyordu.
On birinci günde, günübirlik İstanbul’a gitmeyi düşündüm. Bu yalnızca düşüncede kaldı. İşlere ara vermeye gelmezdi. Tüm işi ben yapmasam da işin başında durmam gerekiyordu. Tanımadığım etmediğim insanları yanıma yardımcı almıştım. Dolayısıyla onlara pek güvenmiyordum. Başlarını boş bırakırsam işi savsaklayabilirlerdi.
On altıncı günün sabahı sevgilimi aradım. Saat on sularıydı. Konuştuk. Özlem giderdik. Sesinden beni özlediğini duyumsadım. Beni neden aramadığını sordum. Kendisiyle usumu oyalamak istememiş. İnce düşünmüştü sevgilim. Oysa usum hep onunla doluydu. Ona bunu belli etmedim. Yalandan kızdım. Yapma dedim, dilediğinde beni arayabilirsin. İşim varsa, sonra ara derim. Sıkıntı yapma lütfen. Söz dinledi. Sonraki günlerde en az bir kez aramayı savsaklamadı. Mutluydum, erincim yerindeydi. Sevgilimi seviyordum. Evlilik düşüncesi usumda yer etmeye başladı…
Yirminci gün yüklenici yanıma geldi.  İşimi beğendiğini, istersem daha başka tasarılarda da birlikte çalışabileceğimizi söyledi. Kabul ettim. “Akşam sekizde hazır olun. Sizi akşam yemeğine götüreceğim.” Olur, dedim. Teşekkür ettim.
Salaş bir kebapçıya götürüldük. Doyasıya yedik, içtik. Kebapçıyı övdük. Yemekten sonra saat dokuz buçuğa değin çay içip söyleştik.
Yüklenici adamlarımı göndermemi, birlikte bir içkievine gitmeyi önerdi. Kabul ettim. Adamlarımı geri gönderdim. Yüklenicinin arabasıyla on beş dakika yol aldık. Geldiğimiz yer müzikli bir içkieviydi. Girdik. Uygun bir masaya oturduk. Etrafımızı garsonlar sardı. Ne içeriz, ne yeriz, sordular. Birkaç yeğni meze söyledik. Yanına da bir küçük rakı açtırdık. İçmeye başladık. Bir yandan da söyleşiyorduk. Beni gene övdü; işimi, gençliğimi. Evlenmeyi düşünüp düşünmediğimi sordu. Daha bir yargıya varmadığımı söyledim. O gün de gelir, dert etme dedi. İkinci kadehlerimiz bitmek üzereydi. Yüklenici cep telefonunu çıkarıp bir arama yaptı. Müzikten dolayı ne dediğini pek anlayamadım. Anladığım, içkievinin adresinin verildiğiydi.
Saat on ikiye geliyordu. Türküler eşliğinde rakılarımızı içiyorduk. Bir ara yüklenici ayağa kalktı: “Esenlikler getirdiniz hanımlar…”
Birbirinden güzel, dahası genç, iki hanım gelmişti masamıza. Biri ivecen davranıp yanıma ilişti. Öteki de yüklenicinin. Tanıştırıldık. Garson çağrıldı. Masaya yeni düzen getirildi. Bir büyük açtırıldı. Hanımların dilediği mezeler getirtildi. Hoş bir ortam oldu birdenbire.
Yanımdaki hanım benimle ilgilenmeye başladı. Karşılıksız bırakmadım. Elimden geldiğince nazik davrandım. Rakısını doldurdum. Buzunu koydum. Dördüncü kadehimden sonra çatalımla ona mezeler yedirmeye başladım. Bir dolma tıktı ağzıma. Güldüm. Ağzım yağlanmış, silinmeliymiş. Sildi. Peçeteyi masaya bırakıp bana doğru eğildi, ağzımın kenarına bir öpücük kondurdu. İyiydi böyle, kendi havamdaydım. Yükleniciye baktım: O da iyiydi, kendi havasındaydı.
“Otele gidelim,” dedi yanımdaki. Gidelim, dedim ben de. Gittik. Sabaha değin sevgilime olan özlemimi bu kadınla giderdim. Sevgilim usumdan uçup gitmişti. Sabah otelden birlikte çıktık. Taksi çağrılmasını istedik. Resepsiyonist bir taksi çağırdı. Bekliyorduk. Cep telefonum çaldı. Arayan sevgilimdi. Açmadım. Yanımdakine baktım, gülümsedim. Öptü beni dudaklarımdan. Sarıldım ona. “Kapıda bekleyelim, sigara içmek istiyorum,” dedi. Çıktık. Bir sigara yaktı. İki soluktan sonra taksi geldi. Bindik. Önce inşaata gittik. Taksiciye otuz lira verdim, üstü kalsın dedim. Hanımı evine bırakın lütfen, diye de ekledim. Taksiden inmeden önce kadını yanaklarından öptüm. İndim sonra. Taksi de gitti.
Unutmuştum sevgilimi. Geri aramak usuma gelmedi. İşe koyuldum, yalnız pek çalışma isteğim yoktu. Tüm gece içmiş, üstüne sevişmiştim. Yorgundum. Gelgelelim, gidip yatmanın yanlış olacağını düşündüm. Yalnızca ortalarda dolanmayı yeğledim. Gün bitmişti. Uykum ağır bastı. Yatağıma gidip yatacaktım. Konteynerden içeri girerken sevgilim yine aradı. Konuşacak durumda değildim. Duymazdan geldim…
Sabah dokuzda gözlerimi açtım. Etrafta kimse yoktu. Adamlarım işe koyulmuşlardı. Demek, derin uyuduğumu görünce bana ilişmemişlerdi. Sağ olsunlar.
Onların yanına gittim. İşleri sordum. Bir gereksinimleri var mıymış? Yokmuş. İyiydi öyleyse. Bana gereksinimleri olursa arasınlardı. Olduymuş.
Telefonuma baktım: Sevgilimden iki mesaj gelmişti. İlki, seni aradım, dönmedin banaydı. İkincisi, iyi miymişim, bir sorun yok, değil miydi…
Onu aradım. Bir sorun olmadığını, işlerin yoğunluğundan ötürü çok çalışmamız gerektiğini, dolayısıyla geç saatlere değin çalıştığımızı söyledim. İnandı. Kendimi yıpratmamam gerektiğini, bol bol dinlenmem gerektiğini söyledi. Onca adamım varmış, bırakayım da adamlarım yapsınmış. Olur, dedim. Beni düşünmen ne güzel, dedim. Seni seviyorum, benim için değerlisin, dedi. Ben de seni seviyorum, sen de benim için değerlisin…
 Yirmi beşinci güne gelmiştik. Sevgilimi, dahası içkievinde yanımda oturan kadını da özlemiştim. Sevgilim uzaktaydı. İçkievinde tanıştığım belki şuracıktaydı, kim bilir…
Yüreklilik gösterip yükleniciyi aradım. İçkievindeki kadını, yanımda oturanı sordum. Anladı. Oldu, yeğenim, dedi, bu işi bana bırak. Telefonu kapattık. Birkaç dakika sonra telefonum çaldı. Açtım. Arayan o kadındı. Konuştuk. Onu görmek istediğimi söyledim. Olur, dedi. Akşam saat yedi için sözleştik. Evinin adresini verdi. Kapattık sonra telefonu.
Denilen saatte evine gittim. Esenleştik, birbirimize sarıldık, birkaç saniye öpüştük. Beni salona çağırdı. Dilediğim bir yere oturabileceğimi söyledi. İkili koltuğa geçtim. Ne içersin, dedi. Sen ne istersen, dedim. Viski getirdi, içinde iki de buz. Bir yandan içtik, bir yandan söyleştik. Yanıma geldi sonra. Elinde viski bardağıyla bana yeğini yaslandı. Elimi omzuna attım, iyice çektim kendime. Söyleşimizi sürdürdük. Usumda sevişmek yoktu bu kez, söyleşmek, bu incelikli dokunuşları olabildiğince duyumsamak vardı. Doyuma ulaştım. Konuşmasını iyi biliyordu bu kadın. Hayat kadınıydı, ta başından beri anlamıştım. Ne üzücü. Oysa onun sevgilim olmasını isterdim. Kim istemezdi? Kim bilir kaç erkek bunu dile getirmiştir. Evli sevgilimle konuşmalarımız sığdı. Onunla sevişirken onu pek düşünmez, kendimi düşünürdüm. Kendi keyfimi. Peki, ya bu kadınla? Onunla bir başkaydı. Kendini değerli duyumsatıyordu. Onu göz ardı edemiyordum. Kendime sürekli, onu tatmin edip edemediğimi soruyordum. Yatakta da oturup söyleştiğimiz koltukta da bir denklik vardı. Umarsızca umursuyordum bu kadını.
Birkaç geceyi daha kadının evinde geçirdim. Artık konteynerde kalmamaya karar verdim. Söyledim ona. Canım, dedi, biliyorsun, bu sana pahalıya patlar. Yüklenici abinin ocağına incir ağacı dikmek istemez, değil mi, dedi. İstemezdim. Bu denlisi dahi çoktu.
Oldu, dedim, ben üstlenirim. Ne kadar geceliği? Söyledi. Küçük dilimi yutacaktım. Akşam yediden sabaha dek onunla geçireceğim zaman için, benden bir asgari ücretlinin maaşı denli para istedi. Peki, dedim, bundan böyle yalnızca ben ödeyeceğim. Sen bilirsin, dedi. Bunu deyince içim biraz burkuldu. Birden değerini mi yitirdi gözümde, bilemedim.
Otuzuncu günün sabahı yüklenici arabasıyla geldi. Beni sormuş, neredeymişim. Buldu beni sonra. Gel, konuşmamız gerek, dedi. Gittim onunla. Elini kulağıma götürdü. Gözlerini bana dikti. Kaşları yeğni çatıktı. Konuşmaya başladı. Arada kulağımı okşuyordu. Tutacak gibi yapıp parmaklarını gerisin geri serbest bırakıyordu. Birdenbire kulağımı çekip kopartacağını düşünmeye başladım. Ürktüm. Gerildim. Bana kızıyordu. O kadınınla ilişkini bitireceksin, diyordu. Kendime gelmeliymişim. Gençlik ateşimi böyle kadınlarla söndürmemeliymişim. Babam yaşındaymış, bana söz etmeye yaşça yetkisi varmış, dövermiş de…
Dövmedi, ancak dövülmüş denli oldum. Utandım da. Onu, dahası sözlerini onadım. Bu iş parayla nereye kadar giderdi? Hani bir araba alacaktım? Unuttum arabayı, sevgilimi de. Yenik düşmüştüm gene kendime. 
Kırk beş gün elli güne çıktı, elli gün de altmış güne. Böylece Yalova’daki işim bitti. Benim daha orada olmama gerek yoktu. Üç adamımı orda bıraktım. Maaşlarını üç ay daha ödeyecektim. Olası sorunlar için orada bulunmaları iyi olurdu. Yüklenici bunu benden istememişti, ancak ben işi garantiye almak istedim. İyi de yaptım. Yüklenicinin gözüne hepten girmiştim.
İstanbul’a döner dönmez sevgilimin yanına gittim. Özlem giderdik. Sonra kızdı bana. Telefonlarına pek yanıt vermediğimden yakındı. Onu sık aramadığımı, sorsa, onu kaç kez aradığımı dahi anımsayamayacağımı söyledi. Doğru, anımsamıyorum. O kadından sonra, sevgilim de usumdan çıkıp gitmişti. Onu ancak İstanbul yolunda anımsamıştım. Ayıp oldu. Gönlünü almam gerekecekti…
Sevgilimin gönlünü alma fırsatını ilk arabamı aldığım gün yakaladım. Ona sürpriz yaptım. Söylediğim yere geldiğinde beni arabanın içinde görünce şaşırdı. Öte yandan da çok sevindi. Onu Boğaz’a götürdüm. Yedik, içtik, eğlendik. O gün, o da ben de mutlu olduk. Araba yaşamıma bir coşku katmıştı. Yeni nesnelere sahip olmak, bunları satın alabilme gücünü elimde tutmak özgüvenimi daha da arttırdı.
Sevgilim yanımdaydı, yanımda olmasından mutluydum. O bir söz söyleyince gülüyor, olur, yaparız, neden olmasın, gibi kısa tümceler kuruyordum. Bugün bunları düşündüğümde ona ne büyük haksızlık yapmış olduğumu anlıyorum. İplemiyormuşum onu açıkçası. İnsan olarak yanımda olmasından değil, bir nesne olarak ona sahip olmaktan mutluymuşum. Yeni bir arabaya sahip olmak gibiydi onu yanımda tutmak.
Sevgilim içerlenmiş. Ayrımsayamadım. Günler geçtikçe suskunlaştı. Gülüşleri yapaylaştı. Ona yeni aldığım işleri anlatıyor, bu işlerden ne kadar kazanacağımı söylüyordum. Bana uğurlu geldiğini söyleyip çocuksu bir tutumla onu yanaklarından öpüyordum. Gülüyordu durumuma; soğuk, donuk, yapay bir gülümsemeyle...

* * * * *
           
Anam hastaydı, babam hastaydı. Babam emekli olamamıştı daha. Görünüşe göre uzun süre daha emekli olamayacaktı. Bir evimiz vardı, bu bizim için büyük kazançtı. Ya evimiz olmasaydı?
İşe girip çalışmak zorunda kaldım. On altımdaydım. Okuldan ayrılmak zorunda kaldım. On sekizime değin çalıştım. Anamın sağlığı düzelmişti, ancak babamda yeni hastalıklar ortaya çıkmıştı. Şeker, tansiyon gene iyi sayılırdı.
Bir gün işten eve geldiğimde anam beni kenara çekti. Beni isteyen bir bey varmış. Bize göre iyi kazancı varmış. İşe gidip gelirken beni yolda görmüş. Beğenmiş. Şuncacık kızın çalışması olmazmış. Yazıkmış bana. Eğer dilersem, o adama varmayı yeğlersem, anama babama dayanak olacakmış. Hemi vallahi, hemi billahi…
Ne diyeyim? On dokuzumda o yaşlı adamla evlendim. Allah için bana bir gün olsun kötü söz etmedi. İyi davrandı hep. Gelgelelim, erkekliği eksikti, gücünü yitirmişti. Gerdek gecesinin coşkusundan olsa gerek güçlükle sevişti benimle. Bir hoş oldum açıkçası. Bu ilkti benim için.
Sonraki günlerde beni pek beceremedi. Bunu denerken oldukça yoruluyor, yüreği güm güm atıyordu. Korkmaya başladım. Ya ölürse?
Onun yaşlı biri olmasına karşın bana dokunması içimi gıcıklandırmaya yetiyordu. Kocamdı nasılsa. Ona güç verecek yiyecekler, içecekler yapıyordum. Olmuyordu. Benden çok o üzülüyordu. Sonraları parmaklarını kullanmayı öğrendi, dilini de. Böylece beni hoş tutmayı becerebilmişti. Ben de onu öpüyor, okşuyordum. Gecelerimiz böyle geçiyordu. Yalnız ben, tatmin olmuş görünsem de içimde bulunan, pek açıklayamadığım bir açlık çekiyordum. Sürekli bacaklarımın arasında tatlı bir sızı vardı. Kimi zaman yastığı bacaklarımın arasına alıyor, bir elimle de kendimi tatmin ediyordum. Yalnız, bu da yetmiyordu.
 Bir gün sabah erkenden kalktım. Kocama sürpriz yapmak istedim. Dünden aldığım yufkayla börek yapmaya giriştim. Ardından fırına verdim. Sonra nerden usuma geldiyse salonu süpürmeye karar verdim. Saat de eşimin uyanma saatiydi, sorun olmazdı. Elektrik süpürgesini açıp salonu süpürmeye başladım. Bir dakika geçmemişti, elektrikler gitti. Eşim bu sıra uyanmış, salon kapısından bana bakıyormuş. Seslendi, ne yapıyormuşum. Anlattım, güldü. Temizlik de fırındaki börek de yarım kalmıştı.
İvedilikle bir kahvaltı masası kurdum. Peynir, zeytin; bilindik yiyeceklerle. Eşim sigortaları hepten değiştirmemiz gerektiğini söyledi. Bu böyle olmazdı. Sık sık sigortaların atması canını sıkmaya başlamış. Değiştirelim, dedim. Kim yapacak peki? İşe giderken gördüğü bir elektrikçi varmış, gençten, efendi birine benziyormuş. İşe giderken ona sorarmış. Olur, dedim…
Eşim gitmişti. Elektrikçi kaçta gelir, bilmiyordum. Öğleden önce mi, yoksa akşama doğru mu ya da eşimle birlikte mi, bilemedim. İyisi mi içeri geçip yatmaktı…
Kapının sesine uyandım. Birden yataktan kalktım. Sokak kapısına yöneldim. Açacakken durdum. Eşimin, gençten, dediğini anımsadım. Gençten, efendi biri… İçime bir coşku doğdu. Yasak bir yargıya varmak üzere olduğumu duyumsadım. Gençten… Bacak aram sızlamaya başladı. Üstüme baktım, geceliğim vardı. Değiştirmek için yatak odasına koştum. Üstümü değiştirecektim. Sonra durdum. Ya çırağını gönderdiyse, ya gelen bir çocuksa? Boşuna olurdu uğraşım. İkilemde kaldım…
“Kim o?”
“Ben, elektrikçi. Sigortalar için gelmiştim.”
Kapıyı açtım. Yakışıklı, boyu posu yerinde gençten bir adam kapımda dikiliyordu. Benden olsa olsa birkaç yaş büyüktü. Bana alıkça bakmaya başladı. Ben de onu baştan ayağa süzdüm. Şaşırmıştım. Bu denlisini beklemiyordum.
“Sigortalar için gelmiştim. Sabah eşiniz rica etti.”
“Evet, biliyorum. Buyurun, içeri geçin.”
İçeri girip yol vermeyi düşünememiştim. Kapının eşiğinde biraz yana çekildim. Adam sürtüne sürtüne içeri girdi. Bunu bilerek mi yapmıştı? Çapkın biri miydi?
Bacak aramdaki sızı düşüncelerime yön verdi; düşüncelerimse beni ahlaksız bir tasara yöneltti. Kusuruma bakmasındı. Ev biraz dağınıktı. İvedilikle salonu toparlamam gerekiyordu. Otursun, az dinlensindi…
Yerden sutyenimi aldığımda ayrımsadım: Memelerim! Olasılıkla sutyensiz olduğumu anlamıştı. Geceliğimin dokuması inceydi. Bunu ayrımsadıktan sonra daha bir yüreklendim. Artık işin sonu nereye varacaksa, varacaktı…
Yataktaydık. Sevişiyorduk. Kolay olmuştu: Sigortaları takıp salona geldiğinde birdenbire ona sarılmam yetmişti. Onu yatak odasına sürüklemiştim. Ne dedimse yaptı. Gıkı dahi çıkmadı. Ahlaksızlığımı kabul ediyorum, ancak bunu engelleyecek gücü kendimde bulamadım. Beni yönlendiren usum değildi, bacak aramdan başlayıp ta içime değin uzanan açlık duygusuydu. Bu neyin açlığıydı? Sözlerle açıklamak güçtü. Engellenemez bir dürtüyle devinmiştim. Yapamadım işte, kendimi doğru biçimde yönetemedim; evli bir kadının yapması gerektiği gibi…
Onu övdüm: İşini, gençliği, efendiliğini, dolaylı bir biçimde kamışını, dahası gücünü de. Gülüyordu. Ara ara beni öpüyordu. Hoş biriydi. Gerçekten güçlü, içimi doldurabilen biriydi. Gücü, beni yatağa çivilemeye yetmişti. Çakılıp kalmıştım yatakta. Kaputumuz yoktu: Bir-üç-beş, kaç kez üstüme boşaldı anımsamıyorum. Ben kaç kez doyuma ulaştım, anımsamıyorum. Uçuyordum yalnızca…
İçinde bulunduğum durumu ona abartılı bir biçimde anlattım; acındırdım kendimi. Beni yeğni bir kadın olarak görmesini istemiyordum. Umarsızlığımdan bunu yaptığımı anlamasını istiyordum. Beni anladığını sanıyorum. Neden bu biçimde davrandığımı, neden ahlaksızmışım gibi göründüğümü açıkladım. Beni kötü gözle görmemesini, benim sırdaşım olmasını dilediğimi söyledim. Olurdu. Neden olmasındı. Sıkıntı yapmayaymışım.
Böylece, bu genç adamla ilişkim başlamış oldu. İlk dönemler, tek düşüncem içimdeki açlığı gidermekti. Sonraki dönemlerse ona olan ilgim daha yeğinleşti. Onunla sonsuza değin yaşamayı düşledim.
Yaklaşık iki aydır birlikteydik. Benim genç sevgilimden yana şimdilik bir sıkıntım yoktu. Sevişmelerin dışında, elinden geldiğince gönlümü hoş tutuyordu. Ara sıra bana sevdiğim yiyeceklerden getiriyordu. Bir gün, öğlen vakti evime geldi. Elinde bir plastik torba vardı; beyaz. Birkaç gün önce ona kır pidesini sevdiğimi söylemiştim. Sağ olsun, ince düşünüp almış. Sevindim. Oturup birlikte yedik.
Bir gün, ona karşı duygularımın yeğinleştiğinden söz ettim; beni almasını, benimle evlenmesini. Bunu soğuk karşıladı. Oldukça düşünceli bir tutumla bakarız demekle geçiştirdi. Bakacak mıydı, bilmiyordum. Zaman gösterecekti.
Gene bir gün evime geldi. Bir iş almış, Yalova’ya gidecekmiş. Kırk beş gün orada, işinin başında durması gerekiyormuş. Adamlar kiralamış, iş büyükmüş. Kaygılanmamamı, kendime iyi bakmamı söyledi. Olduydu. Sağ olsundu.
Genç sevgilimin alışılmadık bir yanı vardı. Ne beni sevdiğini ne de benden ayrılmak istediğini kesin olarak anlayamadım. Yanımdayken coşkulu tutumu beni etkiliyordu. Gelgelelim, yanımdan ayrıldıktan sonra beni pek düşündüğünü sanmıyordum. Donuk bakışları, yapmacık gülüşleri vardı. Kendiyle ilgili olayları anlattığında daha gerçekçiydi; coşkusuyla, gülüşüyle, sözleriyle. Ancak benimle ilgili konularda, içinde benim geçtiğim konularda daha yüzeyseldi. Gerçekliğini yitiriyordu. Bu beni oldukça üzüyordu.
Sevgilim Yalova’ya gittikten sonra onu daha bir özledim. Ona karşı olan duygularımdan kuşkum yoktu, ancak, benimle evlenmesinin de pek olası olmadığını duyumsadım. Bana bunu duyumsatan genç sevgilimin açıklanamaz tutumuydu. Olasılıkla, bunun kendi dahi ayrımında değildi. Gelgelelim, ona karşı tutumum da değişmedi, çünkü onu içten seviyordum. Yanımda olduğunda onunla çocukmuş gibi ilgileniyordum. Kopartabildiğim olasılıklardan kendime bir umut biçtim: Olur ya, bir bakmışım benimle evlenmiş…
Kırk beş gün elli güne, elli gün de altmış güne çıktı. Çok özlemiştim genç sevgilimi. Ona dokunmak, onu bacaklarımın arasında duyumsamak istiyordum. Telefonla özlem gideriyorduk, yalnız yetmiyordu. Onu daha çok ben arıyordum. O beni pek aramazdı. Telefona yanıt verdiğindeyse sevecen konuşurdu, incelikli sözler ederdi. Doğrudan benim kalbimi kıracak söz etmezdi. Oldu ya kalbimi kırdı, kuşkusuz bunu da ayrımsamazdı. Ayrımlı biriydi genç sevgilim, ancak bu ayrımı beni gün geçtikçe ona karşı soğutmaya başlamıştı. Kendimle çatıştım. Kendimi onun fahişesi olarak görmeye başladım. İncelikli davranışı, dahası sözleri de beni yatıştırmaya yetmemeye başladı. Artık, beni tümden kavrayamadığı, anlayamadığı, düşsel olarak beni etkileyemediğinin yargısına vardım. Bu durum incitiyordu beni. Gelgelelim, bunu ona sezdirmedim…
Beni Boğaz’a yemeğe götürdüğü gün bir yargıya vardım: O, beni bir insan olarak değil, bir nesne olarak seviyordu. Onun gözünde benim, sahip olduğu evinden ya da arabasından bir ayrımım yoktu. Kendimi olağan bir biçimde doğru düşünmeye yönelttim. Bazı gereksinimlerimden ötürü girdiğim bu yolda, sahip olduğum duygularımdan sıyrılmalıydım. Gerçekçi olmalıydım. Ayrılmak düşüncesi daha ağır bastı. Evet, bu işi bitirmeliydim. Bunu sürdürmekle kendime kötülük etmiş olacaktım. Bu işten tek zararlı ben çıkacaktım.
Bir gün, öğleden sonra iki gibi evden çıktım. Onun işyerine gidecektim. Yargım kesindi: Ondan ayrılacaktım. Kesip atacaktım…
İşyerine vardığımda içeride iki kişiydiler. Masasının önündeki sandalyede oturan yaşlıca bir beyle çay içiyorlardı. Yaşlı adam bana tanıdık geldi, ancak kimdi çıkaramadım. Birden girmiştim içeri. Şaşırdılar. İkisi de şaşkınca bana bakıyordu. Ben de şaşkındım. Onu tek başına bulacağımı sanmıştım. Ancak geri dönüş yoktu. O beni ayrımsayamadı. Ona içerlediğimi anlayamadı…

* * * * *

Bir gün şehir dışına çıkmam gerekti; bir yakınımın cenazesi vardı. Eşime üç gün şehir dışında olacağımı söyledim. Anlayışla karşıladı. Yol için bir gereksinimim olup olmadığını sordu. Yoktu.
Eşim, incelikli düşünen, oldukça genç bir kadındır. Severim onu. Saygılıdır da. Anasına babasına bakma yükümlülüğünü aldım. Kabul ediyorum, önüne böyle bir seçenek koymuştum, dolayısıyla umarsız kalmıştı. Anasıyla babasını seviyordu. Çalışmaktan da usanmış görünüyordu. Evinin hanımı olmayı istediği açıktı. Anasına açılmıştım. Durumu açıkladım. İlkin bir söz edemedi. Kızın ne yargıya varacağını bilemediğini söyledi. Gençti kızı, kim bilir ne gibi düşlere sahipti. Gelirimin iyi olması, kendime değgin bir evimin olması, dahası anasıyla babasına dayanak olacağımın sözünü vermem, onun benim için olumlu bir yargıya varmasına yetmişti. Gösterişsiz bir biçimde evlenmiştik.
Eşimden dolayı sevinçliydim. İyi bir kız. Ne desem yapar. Eli ivecen, dahası oldukça temizdir. Yemeklerini beğeniyorum. Benimle konuşma biçimini de beğeniyorum. Beni daha kocası olarak görmüyor olabilir. Olasılıkla beni, koca ile baba arasında bir yere koyuyor. Yataktaki karı-koca ilişkilerimizi bir yana koyarsak başka bir sorunumuz yok. Gül gibi geçiniyoruz dersem yalan olmaz.
Benden kırk yaş küçük. Benim yaşımdaki birinin böylesi genç bir kızla evlenmesinin en büyük getirisi, elimin kolumun güçlenmesiydi. Cinsellik anlamındaysa bana tek getirisi görsellikti. İşlevsel olarak ona yetmeyeceğimi ta baştan biliyordum. İzlediğim açık-saçık filmlerden öğrendiğim birkaç teknik sayesinde onu biraz da olsa tatmin etmeyi başarmıştım. Gerçek anlamda cinsel birleşmemiz ayda-yılda bir oluyor. İlerleyen yıllarda bunu da yapamayacağım.
Yalnızca cinsel yönden eksikliğimle değil, onun yaşamsal beklentilerini karşılayacak gücümün, dahası gençliğimdeki coşkunun olmamasından dolayı da üzülüyordum. Kendim için ne denli üzülüyorsam, eşim için de o denli üzülüyordum. O daha genç. Sevişmek bir yana, gezmek istiyor, eğlenmek istiyor, benim ona ayak uydurmamı istiyor. Yapamıyorum. Denedim çok kez. Yok, olmuyor. Gücüm yetmiyor. Tüm bunlar bir yana, onun coşkun istekleri bende ilgi uyandırmıyor. Yaşayan bir ölüden ne ayrımım var?
Çoğu kez onunla evlenmek yerine, onu sevdiği biriyle evlendirmenin, ömrü boyunca bir maaş bağlamanın doğru olacağını düşledim. Gerçekçi bakacak olursak doğrusu da buydu. Gelgelelim, yalnızlık tüm gerçekleri gözümden sildi. Onunla evlenmiş bulundum.
Cenaze için Edirne’ye gitmiştim. Otobüsten inip doğruca camiye gittim. Cenaze namazına daha vardı. Vakit gelene dek eş-dost-akraba ile söyleştim. Birden usuma eşim geldi. Üç gün burada olacağımı söylemiştim. Daha önce ondan bu denli uzak kalmamıştım. Usumdan geçirdim: Cenazeden sonra ivedilikle İstanbul’a dönmeliyim…
Döndüm de. Eşimi özlemiştim. Onun varlığı, ortalarda dolanması ya da yalnızca sesini duymam beni erince kavuşturuyordu. O, benim güzel, genç yaşam kaynağımdı. Sanki yaşamımda o olmazsa ben ölürdüm. Ona epey bağlanmıştım. Bu bir sevi değildi belki, olsa olsa alışkanlığın getirdiği kaybetme kaygısıydı.
Eve gelmeden önce yarım kilo baklava aldım. O cevizlisini severdi. Sürpriz yapacaktım, aramadan gelmiştim İstanbul’a. Yavaşça evin kapısını açıp içeri girdim. Işıklar yanmıyordu. Bir yaşam belirtisi de yoktu. Eşime seslendim. Yanıt yoktu. Yatak odasına, diğer odalara baktım. Yoktu. Saat pek geç değildi; akşam yediydi. Eşimin daha önce evde olmadığı olmamıştı. Ne zaman eve gelsem beni karşılardı. Güler yüzüyle içimde çiçekler açtırırdı. Olabilir, belki bir gereksinimi için dışarı çıkmıştır ya da anasına gitmiştir. Bir saate değin bekledim… Gelmedi. Kaygılanmaya başladım. Sonra telefon usuma geldi. Aradım…
Nasılsındı? Ne yapıyorsundu? İyiyimdi, evdeyimdi, televizyon seyrediyorumdu…
Evde olan bendim, o değildi. Anladım, ortada bir sır vardı. Sesi kaygılı geliyordu. Oyununu bozmadım. İstanbul’da olduğumu belli etmedim. İki gün sonra geleceğimi söyledim. Sesi sonra sevinçli gelmeye başladı. Kızmadım yalnız. Kızamazdım. Biriyle birlikte olabilir miydi? Örneğin bir adamla… Bilmiyorum.  Anasında olsa, anamdayım demekten çekinmezdi.
Elimdeki tatlıyla birlikte evden çıktım. Bir iz bıraktığımı sanmıyorum. Doğruca bir otele gittim. Salaş bir oteldi. İki günlüğüne oraya yerleştim. Ertesi gün öğleye doğru gene eve gittim. İçeri girdim. Eşim evdeyse ona sürpriz yaptığımı söyleyecektim. Yok. Evde değildi. Dışarı çıkıp akşama değin dolaştım. Akşam sekiz gibi eve geri döndüm. İçeri girdim. Yok. Gelmemişti. Ev en son bırakıldığı gibiydi. Peki, bu kadın neredeydi? Epey kaygılandım. Gelgelelim, telefonla aradığımda bir sorunu yokmuş gibi konuşuyordu, sevinçliydi üstelik. Beni özlediğini söylüyordu. Ben gelince ne yemek istediğimi dahi sordu. Ona burada olduğumu belli etmedim. Onun oyununu daha sürdürüyordum. Öte yandan onun erinçli, dahası sevinçli olduğunu duyumsadım. Sesi olduğundan daha canlı geliyordu. Sevindim buna. Eğer bir sevgilisi varsa benim bunu nasıl karşılayacağımı düşündüm. Yüzgöz olmadıkça buna katlanabileceğim yargısına vardım. Beni terk etmediği sürece benim için sorun olmayacaktı. Varsın olsun cinselliğini yaşasın.
Gelgelelim, içime başka bir kurt düştü. Benim çocuğum olmuyordu. Daha önceki evliliğimde ortaya çıkmıştı bu. Yeni eşimin bu durumdan haberi yoktu. Yalnızca, bu yaştan sonra çocuk kaldıracak durumda olmadığımı söylemiştim. Kısırdım ben… Peki, ya sevgilisinden gebe kalırsa? Ya sonra bana gelip senden gebe kaldım derse? Bunu kaldırabilecek miyim? Yaşanmamış bir duygu. Ne diyebilirim? Başa gelmeden ne demem doğru olur? Bilmiyorum. Ayrıca, bir sevgilisi olup olmadığından da kuşkuluyum. Onu aradığımda evdeymiş gibi konuşuyordu. Oysa evde değildi. Anasına gitmiş olsaydı, anamdayım demesinde ne sakınca olurdu? Şimdi kalkıp anasının evine gitsem ortalık karışacak. Sanıyorum onların benden daha katı kuralları var. Gitmek doğru olmazdı. İyisi mi bu oyunu sürdürmekti.
Üçüncü günün akşamında evimdeydim. Gelmeden üç saat önce onu aradım, geleceğimi haber verdim. Yalancı mantı yapsan da yesek, dedim. Bilerek kolay bir yemek istemiştim. Eli ayağı birbirine dolansın istemedim. Elimde yarım kilo baklavayla eve girdim. Olduğundan çok iyi karşılandım. Beni öpe öpe bitirdi. Dur kız, dedim, düşüreceksin. Sevinçliydi. Sevinci bana da bulaştı. Evde kuşlar, çocuklar vardı sanki. Ev cıvıltılıydı. Eşimindi bu cıvıltılar: Seni çok özledimdi, gözlerim yolda kaldıydı, yalnız olmak ne kötüymüştü…
Ondaki bu değişikliği beğenmiştim. Gerçekten bir sevgili edinmişse bu benim için de olumlu olacaktı. Ses etmedim. Sorgulamadım onu. Bana bu biçimde davranmayı sürdürdüğü sürece bundan yakınmayacaktım. Varsın olsun kendi yaşamını yaşasın. Mutlu etsin kendini; beni de. Ancak dilerim, kimseyle yüzgöz olmam…
Usumda, eşimin bir sevgilisi olduğu olasılığı yüksekti. Bunu gerçekte kanıtlayamamıştım. İçimde onun sevgilisini, olası sevgilisini görme isteği oluştu. Eşimi izlemeden bunu öğrenmem olanaklı değildi.
İşime gücüme verdim kendimi. Olağan yaşantımı değiştirmedim. Sabah aynı saatte evden çıkıyor, aynı saatte eve geri dönüyordum. Hafta sonları eşimle yemeye çıkıyor, yorulana dek geziyorduk. Günler böyle geçiyordu. Eşimin erinci yerindeydi. Kimi zaman televizyon karşısında dalıp gidiyordu. Bunu ayrımsamamak olası değildi. Ses etmedim.
Gelgelelim, bir süre sonra hırçınlaşmaya başladı. Bana soğuk davranıyordu. Anlam veremedim. Beni bir yandan çok seviyor gibi görünüyor, bir yandan da itiyordu. Bir ikilem içerisindeydi sanki. Bir yargıya varamamış gibiydi. Acaba, benimle onun arasında mı kalmıştı? İşler bu düzeye dek gelmiş miydi? Defterim dürülecek miydi? Kaygılandım, erincim kaçtı. Korkmaya da başladım. Beni bırakıp gitmesini istemem. Ne istiyorsa onu yapsın, yalnız beni bırakmasın…
Bir gün işyerimde sayrılandım. Düşecek gibi oldum. Tansiyonum düşmüştü. İşyerindeki arkadaşlar bana yardımcı oldular. Geleneksek yöntemlerle beni sağaltmaya uğraştılar. Doktor demişti aslında, yediğine içtiğine dikkat et diye. Yaşlılık işte, organlarım yavaş yavaş çürüyordu. Ne diye daha çalışıyorsam? Yok, çalışmam gerek; eşimin ailesinin dayanağıydım, onlara bunun için söz vermiştim. Yoksa emekli maaşımla dükkândan aldığım kira bana yeterdi.
Kendimi biraz iyi duyumsamaya başladım. İşyerinde kalıp işimi sürdürmeyi düşündüm, ancak arkadaşlar eve gitmemin, dinlenmemin doğru olacağını söylediler. Onlara uydum. Eve gidecektim.
Saat akşam beş gibi evin önüne geldim. Olağan biçimde kapıyı açıp içeri girdim. Eşime seslenecekken içerideki ayakkabılıkta bir erkek ayakkabısı ilgimi çekti. Seslenme yargımdan geri döndüm. Evi dinledim… Bir ses işitmedim. Ayakkabılarımı çıkarmadan evin içini gezmeye başladım. Yatak odasına yaklaşınca sesler gelmeye başladı: Bir kadınla bir erkeğin sesiydi. Eşimin sesini tanımıştım. Erkeğinkini çıkaramadım. Doğruymuş, eşimin sevgilisi varmış. Ya sevgilileri varsa? Ya bu, yalnızca onlardan biriyse?
Oda kapısı kapalıydı. Kapının bir bölümü buzlu camla kaplıydı, dolayısıyla kapıya çok yaklaşamazdım. Dizlerimin üstüne çöktüm. Olur ya beni buzlu camın arkasından ayırt edebilirlerdi. Bu biçimde bir metre değin kapıya yaklaştım. Seslerden apaçık biçimde anlaşılıyordu: Sevişiyorlardı…
 Gerisin geri sessizce evden çıktım. O adamın kim olduğunu öğrenmeye çok istekliydim. Evin önünde durup bekleyemezdim. Evin çevresini dolaşıp yatak odasının penceresinden mi gözetlesem? Yok. Olasılıkla perdeler kapalıdır. Bu yürekliliği gösteremem. Evin kapısını görebileceğim en uzak yere gidip kaldırıma oturdum. Ya bir tanıdıkla karşılaşırsam? Demezler mi, niye evine gitmiyorsun? Gerildim. Biraz oturur sonra kalkarım diye düşündüm.
Öyle böyle bir saat geçmişti. Ayağa kalktım. Sokağın öte başına yürümeye başladım. Köşedeki bakkala girdim. Bir meyve suyuyla bir paket bisküvi aldım. İçim kazınmıştı. Kapının önüne çıkıp bisküvimi yiyor, meyve suyumu içiyordum. Böylesi daha iyiymiş. İlkin niye bunu düşünmemiştim? Elimdekiler bitmişti. Bakkala girdim, elimdekileri nereye atacağımı sordum. Elimdekileri aldı, ben atarım dedi. Çıktım oradan. Kapıda biraz daha beklemeyi düşündüm. O sıra evimin kapısı açıldı. Açılmadı, biraz aralandı. Bir genç evden dışarı çıkıyordu. Çok kısa bir süreliğine eşimin başını gördüm. Beklemedi, ardından ivedilikle kapıyı kapadı. Genç, sakin adımlarla yürümeye başladı. Yüzünü iyi görememiştim. Kimdi bu adam? Bakkalın oradan sola dönüp diğer sokağa koştum. Oradan da girdiğin sokağın sonuna değin koşar adımlarla yürümeye başladım. Onun yavaş yürüdüğü görmüştüm. Ben ondan hızlıydım. Amacım sokağın sonundan sola dönüp onunla karşılaşmaktı. Ona bir söz etmeyecektim. Yalnızca yüzünü görmek istiyordum. Sokağın sonundan sola döndüm…
Düşündüğüm gibi birkaç saniye sonra bizim sokaktan çıkıp sağa dönmüştü. Yürümeye başladım. Üç-dört adım kala kendisini tanıdım: Birkaç ay önce uğradığım elektrikçideki gençti bu. Genç bana yaklaştığında yüzüme baktı. Beni görünce kaygılandı ya da ben öyle sandım. Gülümseyerek esenledim onu. O da beni esenledi. Oyalanmadan yürümemi sürdürdüm; o da.
Eve girdim, eşim beni görünce yüzü değişti. İşyerinde olanı anlattım. Üzüldü. İvecen biçimde çevremde dört dönüp durdu: İyi miymişim, bir gereksinimim var mıymış, doktora gitmiş miyim, eczaneye gidip sana ilaç alayım mıymış? Hoşuma gitmedi değil. Bu biçimde çevremde dolaşmasını beğenmiştim. Güldüm. Oturmasını söyledim. İyiydim. Sıkıntı yoktu.
Eşimin sevgilisinin kim olduğunu öğrenmek bana iyi gelmişti. O çocuğu biliyordum, efendi biriydi. Eşime bir zararı olacağını düşünmedim. Eşimin bu durumunu şimdiden kanıksamıştım. Daha bunun üstüne söz etmemin gereği yoktu. Ben kendi adıma sevincimin, erincimin izindeydim. Bununla birlikte apaçık bir kodoş olmuştum. Neyse, bunu benden başka bilen yoktu. Eğer ben genç biri olsaydım, o çocuk gibi eşime yetecek durumda olsaydım işler başka bir duruma gelirdi. Gerçekçi olmam gerekiyordu: Benim eksikliğimi bu genç dolduruyordu. Eşim benden ayrılmadığı sürece benim için bir sıkıntı yoktu…

* * * * *

Daha yanağım sızlıyor, geçmedi acısı. Babamdan bunu beklemezdim. Anam da ses etmedi. Babam üstüme geldikçe anam gerisin geri çekildi. Bir anama, bir bana söylendi durdu. Küfür etmeyen adam, ağza alınmayacak sözler etti. Ne fahişeliğim kaldı, ne namusum, ne de şerefim. Yetmedi üstüne sert bir tokat attı. Daha yanağım sızlıyor, geçmedi acısı…
Elektrikçi sevgilimle, eski sevgilimle beni Bakırköy’de görmüş. Köfteciye gittiğimiz gün. Aşevinden çıkarken görmüş babam; anam öyle dediydi. Babam uzun süre ses etmemiş. Nasılsa evlenecek yaşa gelmişim. Eli yüzü temiz, efendi biri olduğu sürece benim bir erkekle çıkmamı hoş görürmüş.
Gelgelelim, ben eski sevgilimden ayrıldıktan sonra yeni bir sevgili edinmiştim. Bahar ayıydı. Cıvıltılar bir yandan, çiçekler bir yandan içimi coşturmuştu. Sahile gitmeyi önerdim yeni sevgilime. Bakırköy’e gittik. Meydandan sahile doğru yürürken babam bizi görmüş. Bakmış, bu çocuk başka çocuk. Ses etmemiş. Olabilir diye düşünmüş. Öteki çocuk belki bana kötü davranmıştır, ben istememiştir diye düşünmüş. Durumu anama sormuş; öteki çocuktan niye ayrıldığımı. Anam da demesin mi, “aman boş ver, Aleviymiş zaten…” Babam bunu duyunca anama esaslı bir tokat patlatmış. Vay, sen nasıl böyle dersin? Ayıpmış. Günahmış. İnsanı insandan nasıl ayırırmışız. Rengiymiş, boyuymuş, posuymuş, diniymiş, sen bunlarla nasıl insan ayırırsınmış.
Küfür demeyen, daha bir fiske dahi vurmayan babam, anamla ikimizi iyice payladı. Birer tokat yememiz neyse de o sözler işitilecek gibi değildi. Gelgelelim bu, usumu başıma getirdi. Çocuğa ayıp ettiğimi ayrımsadım. Ah, işte anamın sözlerine kandım. O günah, bu günah, diye diye alıklaştırdı beni. Oysa asıl günahın en büyüğünü işlemiştim: İnsan ayırmıştım, seviyi mezhepten daha aşağı, daha değersiz görmüştüm…

* * * * *

Gençle iş yapmayı sevmiştim. Kızımla bir biçimde yüz yüze getirip barıştıracak, evlenmelerini sağlayacaktım. Ancak Yalova’daki davranışlardan sonra bu yargımdan geri döndüm. O kadına takılmış, boşu boşuna parasını harcamıştı. Bu bakımdan biraz alık olduğuna inanıyorum. İş bakımından onun elini tutmamdan dolayı erinçliyim. Söz konusu iş olunca bu çocuğun doğrucu olduğunu yadsıyamam.
Kızımın ona davranışını, verdiği yanıtı duyunca oldukça sinirlenmiştim. Anasıyla kızımı bir güzel payladım. Bu denli cahil düşüncelere kapılmış olmalarına inanamadım. Gücüme gitti. Kendimi o çocuğun yerine koydum. Olağan karşılayamazdım bunu. Yirmi birinci yüz yıla girmiştik. Ne o öyle? Ayıp değil mi?
Gittim geldim, çocuğun işyerini izledim. Uslu birine benziyordu. Soruşturdum: Onun için kimse tek bir kötü söz etmedi. İşini düzgün yapan biriymiş. Bu çocuğa yapılanlardan ötürü gizliden gizliye kendimi bağışlatmak istedim. Bununla yalnız ben değil, dolayısıyla kızımla anası da bağışlanacaktı…
Bir gün gencin işyerine uğradım. Yürütmekte olduğum bir tasarımın olduğunu, Yalova’da yeni binalar yaptığımı söyledim. Elektrik işlerini onun yapıp yapamayacağını sordum. Bir başka biriyle de anlaşsam nasılsa aynı para cebimden çıkacaktı. Gelgelelim çocuk bunu daha hesaplı yaptı. Bu işten kazancım dahi olmuştu. Çocuk işi onayladı. İlkin üstesinden gelemez diye düşündüm. Eğer öyle olursa ona yardımcı olacaktım, ancak Yalova’ya gelir gelmez işe koyulup inceden inceye hesap yaptı. Siparişler verdi. Şaşırdım. Oldukça yetkin davranışları vardı. Bu yaşta, bunu ondan beklemezdim. Sevindim. Doğru bir yargıya varmakla bu işten bende kazançlı çıkmıştım.
Uslu olmasına usluydu, ancak onda bir eksiklik vardı. Bana olsun, başkalarına olsun oldukça saygılıydı. Yanında çalıştırdığı adamlarla dahi arası iyiydi. Abiyse abi, kardeşse kardeş. Üstünlük taslamaz, kimseyi ezmezdi. Yüzü gibi huyu da güzel görünüyordu. Düşündüm bunun üstüne. Bu çocukta gördüğüm eksiklik ya da olumsuzluk ne olabilir diye… Bir yargıya vardığımı sanıyorum: Bu genç samimiyetsiz samimilerdendi. Derinlerine indikçe pek gerçekçi davranmadığını gördüm. Kendine değgin bir dünyası vardı, o dünya da bizim olduğumuz dünya değildi. Bizler onun için bir amaç değil, yalnızca birer araçtık. Bunu bilinçli yapıp yapmadığını da irdeledim. Yok, ne yaptığının ayrımında değildi. Bu bir sayrılık olabilir miydi? Sanmıyorum. İnsanlara tutunamıyordu. Gelgelelim, insanlara davranışında da bir eksiklik yoktu. Görünen buydu. Adamlarından birkaçına sordum; yaşı büyük olanlara. Nasıl biri bu genç, diye. Bir kötülüğünü görmemişlermiş, ancak açıklanamayacak bir biçimde garip biriymiş. Unutkan ya da sorumsuz olup olmadığı yargısına da varamamışlar. Bir biçimde insanlarla iletişimi iyiymiş... 
Alıştım yalnız bu çocuğa. Ortada bir sıkıntı yok. Bir sonraki işlerimi de ona yaptırtacağım. Belki bir damat kaybetmiş olabilirim, ancak iyi bir evlat, iyi bir ortak kazanmış oldum…
“Bir çay söyle de içelim.”
“Çay nedir abi? Yemek söyleyelim.”
“Bırak şimdi yemeği, sen çay söyle. Yemeğe daha var.”
Çaylarımızı içerken içeri bir hanım girdi. Tanıdık geldi. Gençten biriydi. Çıkaramadım yalnız kendisini. Kapıdan girince bir süre duraladı. Kaşları yeğni çatıktı. Bir bana, bir gence baktı. Sonra bana dönüp konuşmaya başladı:
“Özür dilerim, arkadaşa bir çift sözüm olacak. Telefonla söylemek istemedim.”
“Olur kızım. Erincini bozma.”
Masasında oturan genç gerilmişti. Yüzünün kızarması da cabası.
“Bir daha,” dedi, “beni asla arama. Bitti bu iş.”
Bunu dedikten sonra ivecen devinimlerle kapıdan çıktı. Görüyordum daha onu; yolda epey hızlı yürüyordu. Birkaç saniye sessizlik oldu. Gencin yüzüne baktım. Bir maceranın sonuydu bu anlaşılan. Yüzüne bir ağırbaşlılık oturmuştu. Daha bir söz edemiyordu. Onu yalnız başına bırakmak istedim. İzin isteyip kalktım. Bir söz etmedi. Çıkıp gittim…
Yolda usuma takıldı. Kimdi bu kadın? Çıkaramadım kendisini, ancak biliyordum, tanıyordum onu. Nereden tanıyor olabilirim diye yürümemi sürdürdüm. Yemek yiyecektim. Akçaabat köftesi çekmişti canım. Aşevine girip köftemi ısmarladım. Başıma iş almıştım. Usuma takıldı kadın. Kimdi? Nereden tanıyor olabilirdim?
Telefonum çaldı. Açtım. Alım satımdaki abimiz arıyordu. Demir fiyatlarıyla ilgili birkaç bilgi verip benden bazı konularda onay istedi. Dondum kaldım. Birkaç saniye yanıt veremedim. Nedeni başkaydı. Onay istediği konuya olumlu yanıt verecektim. Yalnız usum gene kadına gitti. Tanımıştım. Kimdi o biliyordum. Alım satımdaki abimizin genç eşiydi…
Telefonla onay verdim. Doğru olan neyse öyle yapabileceğini söyledim. Ardından apar topar aşevinden çıkıp gencin işyerine koşturdum. Aşevinden seslendiler. Geri gelecektim. Beklesinlerdi. Sinirlenmiştim. Çok sinirlenmiştim.
Kapıdan içeri girer girmez söylenmeye başladım: “Bir daha evli bir kadınla ilişki kurarsan bacaklarını kırarım. Olmadı çükünü keser atarım!” Söyleyeceklerim buydu. Uzatmadım, yüzgöz olmadım. Çarptım kapıyı, gerisin geri aşevine doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım…


13.03.2018
Murat Dicle

Hiç yorum yok: