31 Temmuz 2013 Çarşamba

İnsan, kıskançlık, bilgi ve sevgi üzerine

İ. Melih Gökçek tadında insanlar tanıdım: Söylediklerinizi, tamamiyle yanlış, diye kesip; söyledikleriyle tamamiyle sizi doğrulayan insanlar... Lütfen EGO'nuzu kenara bırakın, gerçeklere ve daha da ötesi insana odaklanın!

Böylesine bilgi kirliğinin (dezenformasyon) olduğu bir ortamda, kişi veya kişileri ya da kurumları anlamak için tek sözlerine göre değil, tüm söylediklerine göre değerlendirin. Ben olayı çözdüm, diye kendinizi kenara atmayın; daha da irdeleyin, göreceksiniz -ki çoğu doğru dediğiniz şeyler, çarçabuk koca bir yalana dönüşecektir.

Eğer biri, sizi sevememişse ya da kıskanıyorsa -ki sizin kadar başarılı olamadıysa (para bir kıstas değildir); sizin doğrularınız ona iri iri yalan ve yanlışlar olarak görünecektir. İşte bu tiplerden de nemalanan, ona yalanan ve omzunuzun ardından iri gözleriyle bakanlar da tıpkı onun gibi anlamak istemeyeceklerdir, sizi. Oysa sevgi olsaydı bunlarda, tebessümle sizi dinleyebilselerdi, anlayacaklardı sizi, tıpkı onlar gibi düşündüğünüzü. Dolayısıyle sevgi eksikliğinin yoğun olduğu bir toplum, kolayca kaosa sürüklenip, olabildiğince minik parçalara ayrılarak, leş kargalarına yem olacaktır.

Sorulması gereken bir soru: Bizler birer hayvan mıyız yoksa insan mı?
Eğer hayvan isek, tamamen bireyci davranıp, iyi olan kazansın, mantığıyla hareket etmemiz doğal karşılanacaktır. Belgesel kanalları fazlasıyle, bizleri bireysel davranmamız konusunda yönlendirmektedirler. Yok eğer bir insan isek ve hangi din olursa olsun, bize öğütlenen komin yaşamın bir parçası olmamız gerektiğine inanmalıyız.

Zeka Tanrı tarafından herkese adil şekilde dağıtılmamıştır. Ancak bilgi eşit şekilde dünyada dolaşmaktadır. İyi bir bilgi ile zeka eşitsizliğini ortadan kaldırmak mümkündür. Bilgi para gibi çalınamayan ve tüketilemeyen birşeydir: Bilgi, paranın aksine, paylaşıldıkça çoğalır!

- murat

SAVAŞ ve BARIŞ, Tolstoy

SAVAŞ ve BARIŞ, Lev Nikolayeviç Tolstoy
SAVAŞ ve BARIŞLev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy'un muazzam bir eseri daha; Savaş ve Barış...

Özenerek ve yıllar süren bir çalışmanın ardından ortaya çıkmış bir eser; dünya klasiklerinin ilk sıralarında yer alan bir roman. Tolstoy, hem bir hikayeyi hem de Savaş ve Barış üstüne felsefi düşüncelerini bu kitapta toplamış. Tek başına bir roman olarak bakmak yanlış olacaktır. Tam olarak tarih kitabı da sayılmaz ancak bize Fransa-Rusya savaşı hakkında tarihi bilgiler de sunmaktadır.

Kitabın son bölümünü, itiraf ediyorum pas geçtim diyebilirim. Ya günümde değildim, ya da epey ağır geldi bu bölüm. Son kırk sayfayı pek okuduğum söylenemez. Son bölümde, Tolstoy Savaş hakkında düşüncelerini yazdığını gördüm.

Tahmin edeceğiniz gibi yine bu kitap için de, mutlaka okuyun, diyeceğim. Savaşta ve barışta insan halleri üstüne güzel bir roman. Turgut Özakman'ın üçlemesi de bir Savaş ve Barış sayılabilir ancak Özakman roman olarak azla açılmamış, daha çok tarihsel anlamda savaşın ve savaş sonrasının üstünde durmuştur.

Kitap beni çok yordu, bu yüzden kısa kesiyorum. Farkındayım, böyle bir eser için oldukça az yazdım ;)

Herkese iyi okumalar!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Temmuz 2013 Salı

ÜÇ ÖLÜM


Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi. Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor; kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu. Havlu atkısıyla örttüğü göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu. Hanımefendinin file içinde arabanın tavanına asılmış şapkası burnuna değecekmiş gibi, bir ileri, bir geri gidip gidip geliyordu. Kızın dizlerinin üstünde bir köpek yavrusu vardı. Ayaklarını döşemede duran bir kutunun üstüne koymuştu; araba sarsıldıkça yayların çıkartığı gıcırtıyla camların şıngırtısına uygun olarak, zor işitilir bir sesle bu kutuyu tıkırdatıyordu.

ANAYASA'DA 'TÜRK' KELİMESİNİN TARİHİ

Aşağıdaki makale, İhsan Eliaçık'ın sitesinden bire bir alınmıştır. Konunun önemli olduğu ve verilen bilgilerin günümüz kimlik karmaşasına ışık tutacağı kanısındayım. Yazıyı orijinal sayfasında okumak için tıklayınız.

İhsan ELİAÇIK
İhsan ELİAÇIK

Son iki yüzyıldır devletin kendine ne dediğine, kendini hangi isimle andığına baktığımızda, “devlet aklına” dair oldukça önemli ipuçları görürüz. Bu bize devlet aklının nereden nereye geldiğini gösterecek, günümüz de yaşanan sorunlara da ışık tutacaktır.

Öyle ki ideolojinin giderek ontolojiyi yıprattığını, hatta giderek kimyasını bozmaya başladığını göreceğiz.

Bunu gösterebilmek için son ikiyüz yıldır temel devlet metinlerinde kullanılan isim ve tanımlamalar üzerine bir araştırma yaptım. Araştırmada herhangi bir kişinin özel makalesini veya görüşlerini değil “anayasa” metinlerini esas aldım.

Bakın ortaya neler çıktı.

Beş sayfalık 1808 tarihli “Sened-i İttifak” metninde sekiz kez “Devlet-i Aliye” (Yüce Devlet) tabiri kullanılıyor:
“Şart-ı sani: Devlet-i Ali’ye’nin bekası ve kuvvet ve şevketinin tezahüdü içün…” (İkinci şart: Yüce Devlet’in devamı ve gücünün artırılması için…)
Üç sayfalık 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Humayunu’nda beş kez “Devlet-i Aliyemiz” (Yüce Devletimiz) tabiri geçiyor:
“Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyemiz bidayeti zuhurunda beru ahkam-ı celile-i Kuran’aniye ve kavanin-i şer’iyyeye kemaliyle riayet olunduğundan…” (Herkesin bildiği gibi Yüce Devletimiz ilk ortaya çıktığından bu yana yüce Kuran hükümlerine ve şeriat kanunlarına tam anlamıyla uyulduğundan…)
Beş sahifelik 1856 tarihli Islahat Farmanı’ında dokuz kez “Devlet-i Aliyem” (Yüce Devletim) tabiri kullanılıyor:
“Teba-i Devlet-i Aliyemin cümlesi herhangi milletten olursa olsun devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul olunacaklarından, bunlar ehliyet ve kabiliyetlerine göre umum hakkında meriyyül icra olacak nizamata imtisalen memuriyetlerde istihdam olunmaları…” (Yüce Devletime tabi olan herkes hangi milleten olursa olsun devlet hizmet ve memurluklarına kabul edilecekler ve herkes için geçerli liyakat ve yetenek esaslarına göre göreve atanacaklardır….)
1876 yılında ilan edilen “Kanuni Esasi’ye kadar bu geleneğin bozulmadığını görüyoruz. 1861 tarihli “Abdülaziz’in culusuna müteakip saderete gönderilen hat” ve 1875 tarihli “Ferman-ı Adalet” metinlerinde de aynı şekilde ve sürekli olarak “Devlet-i Aliye” tabiri kullanılıyor.

Kanun-u Esasi (1876) metnine gelince tabirin değiştiğini görüyoruz. Sonraki anayasa metinlerine de kaynaklık eden 119 maddelik anayasanın ilk maddelerinde bugünkü devlet düzeninin de temelleri atılıyor. Devlet bu metinle artık kendisine resmen “Devlet-i Osmaniye” (Osmanlı Devleti) diyor:
  • Madde-1 “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaat-ı hazıraya ve eyalât-ı mümtazeye muhtevi ve yek vucut olmağla hiçbir zaman ve hiç sebeple tefrik kabul etmez.” (Osmanlı Devleti hali hazırda ülkesi ve eyaletlere ayrılmış halkları ile tek bir vücut olup, hiçbir zaman ve hiçbir nedenle bölünme kabul etmez.)
  • Madde-8 “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur…” (Osmanlı Devletine tabi olan kişilerin hepsine hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı denir…)
  • Madde-9 “Osmanluların kaffesi hürriyet-i şahsiyelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetlerine tecavüz etmemekle mükelleftir.” (Osmanlıların hepsi kişisel özgürlüğe sahip olup ötekinin özgürlük haklarına tecavüz etmemekle sorumludur.)
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar geçen surede, gerek açılış nutuklarında gerekse fermanlarda sık sık Memalik-i Osmaniye (Osmanlı ülkesi), Tebea-i Osmanlı (Osmanlı uyruğu), Millet-i Osmaniye (Osmanlı milleti) tabirlerinin kullanıldığını görüyoruz.
İlk kez 1921 tarihli 23 maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile birlikte “Türkiye Devleti” tabirinin kullanıldığını görüyoruz:
Madde-3 “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti ünvanını taşır.”
1921 anayasasına göre devlet kendisine “Türkiye Devleti” dediği gibi ülkesine de “Türkiye” demektedir :
Madde-10 “Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet nokta-i- nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelere terekküp eder.”
1921 anayasasına (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) baktığımızda, 1923’deki değişiklikler de dahil “Türkiye Devleti, Türkiye Reisicumhuru” vb. başında “Türkiye (Türkiya) olan tabirlerin kullanıldığını görüyoruz. Henüz “Türk devleti” veya “Türk milleti” tabirleri anayasa metnine girmemiştir.

1921-1924 yılları arasında yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, bu yönüyle, Türkiye’nin kurucu ruhunu tam anlamıyla yansıttığını söyleyebiliriz. 20.1.1337 (1921) tarih ve 85 nolu bu kanunun hiçbir yerinde “Türk Devleti” veya “Türk milleti” tabiri geçmiyor. Israrla devlet kendisine “Türkiye Devleti”, halkına da ön eksiz olarak “Millet” tabirini kullanıyor.

1921 anayasası (Teşkilat-ı Esasi’ye Kanunu) ilk haliyle böyleyken, sonraki yıllarda anayasaya beş kez önemli müdahalelerde bulunularak içeriğinin epeyce değiştirildiğini görüyoruz; 1924, 1928, 1931, 1934, 1937 yıllarında yapılan müdahalelerle “Türk”, “milliyetçi”, “halkçı”, “devletçi”, “inkılapçı”, “laik” tabirlerinin anayasa girdiğini görüyoruz.

1960 tarihli Milli Birlik Komitesi’nce hazırlanan anayasa metninde, özellikle giriş kısmında “Türk” vurgusunun iyice artırıldığını görüyoruz. Defalarca “Türk yurdu, Türk vatanı, Türk ordusu, Türk cumhuriyeti, Türk milleti” tabirleri kullanılıyor.

1982 anayasasında ise, 1961’dekinin genel çerçevesi korunuyor fakat giriş kısmında vurgu daha da artırılarak “mistik” ve “romantik” bir boyut da katılıyor:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda… demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur…”

 

SONUÇ


Görüldüğü gibi
  • Devlet-i Aliye
  • Osmanlı Devleti
  • Türkiye Devleti
  • Türk Devleti,
  • Atatürk Cumhuriyeti
 şeklinde seyreden çizgi son ikiyüz yılın da panoramasıdır. 
 
Nereden nereye gelindiği apaçık ortadadır.
Bu seyri yorumlarsak, devlet aklı giderek küçülen bir seyir izlemiştir. İmparatorluk aklı giderek etnik bir site devleti aklına, hatta son tahlilde İbn Haldun’un tabiri ile “tek bir kişinin asabiyetine dayalı” (infirad) yönetimine (ideolojisine) dönüşmüş ve o bütün her şeye egemen kılınmıştır.

Devlet aklı açısından bakarsak bunu ilerleme olarak görmek mümkün değildir. Bir halkın örgütlenmiş basireti olarak ortaya çıkması gereken “devlet aklı” giderek küçülmüş, büzülmüş, içine kapanmış, sonunda bütün her şey “tek bir kişinin asabiyetine” ve onun korunması ve kollanması noktasına gelip dayanmıştır.

Eski çağlarda buna ne dendiği ise herkesin malumudur…

Bu noktada devletin 1921 ruhunda ifade edildiği şekliyle kendini yeniden tanımlamaya şiddetli ihtiyacı vardır.
Anadolu’da ilki 1299’larda, ikincisi de 1921’de sağlanan, bu toprakların görüp göreceği yegane iki “kurucu ontoloji”, günümüz şartlarında “üçüncü kez” yeniden sağlanmak zorundadır. İlkinden Osmanlı, ikincisinden Türkiye doğmuştu…

Gerçek anlamda devlet aklı kurar, korur, yaşatır, birleştirir, yeniden inşa eder, büyütür. “Kabile aklı” veya “kişi kültü” ise tek tipleştirir, dağıtır, kaçırır, küçültür.

İktidar mantığı “güç” üzerinden işler. Ona göre güçsüz olmak günahtır. Dinin mantığı da “hak” üzerinden işler. Ona göre de haksız olmak günahtır. Devlet aklı ise gücü ve hakkı bir araya getirir ve mantığını “adalet” üzerine kurar. Adaleti güç ile ayağa diker; gücü adaletin emrine verir. Bu denge bozulduğu an meşruiyet sorunu yaşanır.

Devlet adaletten saptığı an meşruiyetini kaybeder, zeval bulur. “Allah devlete zeval (gölge) vermesin” demek, “Allah devletin üzerinden adalet güneşini eksik etmesin de gölgede kalmayalım” demektir. Keza “Adalet mülkün temelidir” demek, “Devlet dediğin adalet için vardır” demektir.

Bu nedenle devlet aklı dışarıdan ithal edilerek oluşamaz. Bilakis kendi toprağından, tarihi ve manevi ikliminden, halkın hür ve bağımsız yaşama iradesinden, yükselme ve ilerleme arzusundan, hak ve adalet özleminden ve de bunların menbaı olan ma’şeri (halk) vicdanından doğar…

Bundan kopulduğu an devlet ile halk arasında derin bir çelişki ve onulmaz bir çatlak oluşmuş demektir. Bu durumda yapılması gereken ise halkın bütün alanlarda devletini temellük etmesi yani duruma el koymasıdır. Aksi halde yeryüzünde yaşamaya ve bir bayrak dalgalandırmaya hakkı yoktur…

3 Nisan 2013
İhsan Eliaçık

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Martı Jonathan Olmak

Henüz çocuk yaşlarda başlarız hayal kurmaya, ütopyalarda. Bu imkansız hayallere kaptırırız kendimizi; kimi zaman garip hareketlerle kimi zaman da garip seslerle süsleriz hayallerimizi. Olmasını dileriz hep bu hayallerin. Hayallerimizin gerçekleşeceğine inanmaya görün -ki dürtülerek bu hayallerden istemeyerek çıkartılırız. Ütopyanız, gerçek olan ya da, gerçek bu, diye dayatılanla aşağılanmadı mı hiç? Toplumun gerçek kabul ettiği hayat ve yaşam biçiminin dışına çıkmaya yönelmeniz, sizin toplum karşısından sapıttığınız anlamına gelmektedir. Ancak toplum şunu bilmez ki, sapmışların getirdikleri ile geleceklerine yön verdiklerini: Matbaa, Radyo, Telefon, Televizyon, Uçak, Uzay Yolculuğu, İleri Tıp vb...

Noam Chomsky ve kendi görüşümün bir sentezi olarak; dil yetisinin (düşünce iletimi) doğuştan geldiğini, ancak içimizdeki düşünce iletimi yetisinin, içine doğduğumuz dil (ana dil) ile dışa vurmak, ampirik (deneysel) yöntemler gerektirmektedir. Hemen hemen tüm çocuklar üç yaşlarına geldiğinde, içine doğdukları ana dili grameriyle birlikte doğru kullanmaya başlarlar. Ebeveynler, çocukların dil konusunda öğrenimlerine pek karışmazlar ve hatta onları düzeltmek için pek uğraş göstermezler. Ama çocuklar dili kendi başlarına özgürce öğrenirler. Teorik olarak, yeni doğan bir çocuğun çıkarttığı o garip seslere bakacak olursak, onun asla bizler gibi konuşmasının mümkün olamayacağını düşünebilirdik -ki eğer elimizde milyarlarca örnek olmasaydı. Bu dil konusuna neden değindim? Çünkü, çocuk dili öğrenirken, anne-baba ona neredeyse hiç müdahale etmez. Onun dili öğrenemeyeceği konusunda bir inançsızlığa kapılmaz. Çocuk dili öğrenme bakımından hürdür. Anne ve babalar kayıtsız ve telaşsızdır, çocuğun dili öğrenmesi bakımından. Toplum, çocuğun, dili öğrenmesini engelleyici hiçbir önlem, dayatma ve yasa koymamaktatır, karşısına. Özetle, çocuk, belki de ömründe ilk ve tek olarak "hür öğrenim" sürecini yaşayacaktır.

Peki ya sonra? Kısıtlamalar, yasaklamalar, yönlendirmeler ile neyi öğrenmesi gerektiğini neyi kesinlike öğrenmemesi gerektiğini; neyi yapması, neyi de yapmaması gerektiğini aşılayacaklardır, çocuğa. Bu noktadan sonra, çocuk; kendi kendine ampirik yöntemler ile değil de, öğreticilerin, kimi zaman pragmatik kimi zaman da dogmatik yöntemlerine maruz kalacaktır. Dayatmacı ve çıkarımcı eğitim de diyebiliriz buna. Çocuğun alacağı eğitim, içinde doğduğu; toplumun ve ailesinin dininin, milliyetinin, coğrafyasının çıkarlarına uygun olacaktır. Toplumun ön gördüğü, Reşit Olma Yaşına kadar bu böyle gidecektir. Reşitlikten sonra, biraz daha özgür olan birey, bu defa toplumsal ahlak duvarıyla çevrili olduğunu ve duvarın kolay kolay aşılamayacağını veya yıkılamayacağını hisseder -ki zaten bu yönde sürekli empoze edilir. Karşı-gelme-cüretini göstermemek üzere programlanmıştır sanki. Peki doğru olan eğitim bu mudur? Birey, aldığı bu eğitim ile kendi limitlerini zorlayabilir mi? Limitlerinin farkına varabilir mi? Aslında aldığı bu eğitimle bazı şeylerin dibine bile vurabilir. Mesela, oportünistin önde gideni olabilir; pragmatizmin savunucusu olabilir ki karşımıza bir din adamı ya da ekonomist olarak bile çıkabilir; kendisini doğru yola sevkettiğini düşündüğü bilgiler ile çok para da kazanabilir; en nihayetinde, bir banka sahibi veya en basitinden bir politikacı bile olabilir...

Hiç kendinize sorduğunuz oldu mu; yıllarca aynı işi yapıyor ve bu işten para kazanarak çocuklarınızı yetiştiriyorsunuz, peki ama gerçekten yapmak istediğiniz iş bu muydu? Yaşamak demek, sadece para kazanıp, çoluk çocuğu yetiştirip, emekli olduktan bir müddet sonra göçüp gitmek mi, bu dünyadan? Siz bundan daha fazlası olamaz mıydınız? Salt olarak, kendimiz için ne kadar yaşıyoruz/yaşadık bu dünyada? Siz hiç, dünyanın en hızlı koşan adamı kadar hızlı koşmayı deneyerek, kendi hızlimitlerinizi zorladınız mı? Suyun altında nefessiz kalma limitinizi, çocukluğunuzdaki deneyiminizin ötesine taşıdınız mı? Yüzme biliyor musunuz? Ana dilinizden başka bir dil biliyor musunuz? Uçak kullanabiliyor musunuz? Hiç paraşütle atladınız mı? Cep telefonunuzdan hiç MMS gönderdiniz mi, ya da bir e-posta? On metreden, çivileme suya atladınız mı?.. Bu soruları o kadar çok çoğaltabilirim ki hem siz hem de ben, daha bu yazı bitmeden kendimizi ağlayarak balkondan aşağı atmamız işten bile değil. En kaba tabiriyle, mal gibi yaşadığınızı mı hissediyorsunuz? Peki sorumlusu kim, tüm bunların? Sistem mi yoksa siz mi? Bu soruları sorma aşamasına gelene kadar tüm suç sistemindi, ama bundan sonrası için tüm sorumluluk artık bizde...

Matrix, güzel bir filmdir: Sistemin içinde köle gibi sömürülen insanları farklı bir bakış açısıyla anlatır. Filmin başrol oyuncusu, Neo; henüz limitlerini bilmeyen, sistemin içinde üzerine düşen rolü üstlenmiş ve bu rolü oynamaktan da pek şikayetçi değildi; ta ki birileri ona limitlerini zorlaması gerektiğini ve içinde bulunduğu sistemin, gerçekte olduğu dünya olmadığı söyleyene kadar. Bilinen eğitimlerden tamamen farklı bir eğitimle, Neo, limitlerini zorlar; öyle ki, sistemin bir parçası olmaktan çıkıp, sistemin içinde özgürce dolaşan ve sisteme kafa tutabilen bir birey olur. Kimbilir, herkes bir Neo olmasın diye belki, Matrix içerisinde sadece, doğuştan gelen bir yeti ile ancak Neo sisteme kafa tutabilecek biri olduğu söylenir, senaryoda. Aslında bu yetinin tüm insanlarda var olduğuna inanıyorum. Bunu başarmak için bizler ne yapıyoruz, ve daha başka neler yapabiliriz? Neo şanslıydı çünkü başından beri Morpheus ve Trinity gibi dostları vardı. Martı Jonathan Livingston ise ilk başlarda o kadar şanslı değildi; o tek başınaydı, çünkü dışlanmıştı...

Yaşamımızda karşılaştığımız küçük şeyler, bizde büyük değişimlere sebep olabilir. Kimi iyi yönde, kimi de kötü yönde. Richard Bach'ın yazdığı çok az sayfalı, Martı Jonathan Livingston adlı öyküsü de işte bizlerde büyük değişimlere sebep olacak küçük bir etkendir. Herkes için aynı etkiyi yapması beklenemez elbette. Yukarıda bahsedilen eğitim sisteminin içinden çıkmış ama hâlâ kendi kabuğunu kıramamış ve limitlerinin farkında olamamış bireyler için, kısa ve hoş bir öykü olmanın ötesinde değildir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Yukarıda derinlemesine olmasa da, üstünkörü anlatmaya çalıştığım eğitim sisteminin baş elemanları için bir tehditdir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Bu sebeple, ilkokulda çocuklara pek fazla okutulmuyor. Dilerseniz bu bağlantıyı tıklayarak hem siz hem de çocuğunuz okuyabilir.

Bireyin, kendi hür iradesiyle sevdiği bir işi yapmasını bir sapkınlık olarak görmemek lazım. Ben burada derken, bir mesleği kastediyorum. Onlara, kendilerini tanımaları için fırsat verelim. Emin olun, onların kendilerini bulmaları yine bu topluma fayda sağlayacaktır. Çocuklarımızın karnının oldukça fazla tok olmasını değil, yeterinde tok ve mutlu olmasını öğretmeliyiz. Biriktirmek yerine, paylaşmayı; tüketmek yerine, üretmeyi; kendi için değil, başkaları için de yaşamayı öğretmeliyiz. Tüm bunlardan önce, bizler kendi kendimizin limitlerini keşfetmeli, çocuklarımıza örnek olmalıyız. Derslerinde aldığı notları bir başka çocuğun notları ile mukayese etmek yerine, çocuğunuzun aldığı notun yeterli olmasına, sevindiğimizi söylemeliyiz. En çok para kazananın değil, en çok faydalı olanın takdir edilmesi gerektiğini öğretmeliyiz. Çok konuşmanın değil, az konuşup dinlemenin önemini öğretmeliyiz. Okumanın, bireyin kendini geliştirmesinde önemini söylemeli ve istisna olarak, çocuklarımızı okuma konusunda zorlamalıyız. Şüpheciliği öğretmeliyiz herşeyden önce. Şüphe edebilen bir birey, görünen limitlerinin çok daha üstünde yetileri olduğunu keşfedecektir.

Hepimizin birer, Martı Jonathan olabileceğimizi aklınızdan çıkartmamanız dileğimle, hoşça kalın.

Murat Dicle

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach

HERKESİN VE ÖZELLİKLE ÇOCUKLARIMIZIN OKUMASI ADINA, ÖYKÜNÜN TAMAMINI YAYIMLIYORUM. GÜNAHI BANA OLSUN...

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach
MARTI JONATHAN LIVINGSTON
Richard Bach

21 Temmuz 2013 Pazar

Rıza üretimi ile planı kabulleniş

Plan düşündüğümüzden de çok akıllıca devam ediyor; Yeni Dünya Düzeni adı verilen sisteme bile isteye razı olacak gibiyiz. Tüm dünyada yaşananları göz önünde tuttuğumuzda, ırkçılığın, dinciliğin de artık sınırları aştığını ve artık insanların bunlardan irite olduğunu görüyoruz. Dolayısıyle, tek din ve tek millet kavramı insanlarda yer etmeye başladı. Sonraki sorulacak soru şu: Tek din olacaksa, papazı kim olacak ve tek millet olunacaksa, başkanı kim olacak?

- murat

6 Temmuz 2013 Cumartesi

İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ

İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ
İLBER ORTAYLI
SEYAHATNAMESİ
İlber Ortaylı'nın güzel düşünülmüş tarihi gezi kitabıdır. Ne tam bir tarih, ne de tam bir gezi notları içermektedir. Ülkemizin doğusundaki ve batısındaki ülkeler hakkında hızlı bir özet olarak kaleme alınmış. Kesinlikle sizi sıkmıyor. Kitaba konu olan ülkelerin, Türkiye -daha doğrusu Osmanlı- ile münasebetleri de anlatılmaktadır.

İlber Ortaylı'nın bu kitabı için şöyle bir başlık atabilirdim: "Yeni başlayanlar için Dünya ülkelerinin tarihi ve Osmanlı ile münasebetleri"

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.