22 Temmuz 2013 Pazartesi

Martı Jonathan Olmak

Henüz çocuk yaşlarda başlarız hayal kurmaya, ütopyalarda. Bu imkansız hayallere kaptırırız kendimizi; kimi zaman garip hareketlerle kimi zaman da garip seslerle süsleriz hayallerimizi. Olmasını dileriz hep bu hayallerin. Hayallerimizin gerçekleşeceğine inanmaya görün -ki dürtülerek bu hayallerden istemeyerek çıkartılırız. Ütopyanız, gerçek olan ya da, gerçek bu, diye dayatılanla aşağılanmadı mı hiç? Toplumun gerçek kabul ettiği hayat ve yaşam biçiminin dışına çıkmaya yönelmeniz, sizin toplum karşısından sapıttığınız anlamına gelmektedir. Ancak toplum şunu bilmez ki, sapmışların getirdikleri ile geleceklerine yön verdiklerini: Matbaa, Radyo, Telefon, Televizyon, Uçak, Uzay Yolculuğu, İleri Tıp vb...

Noam Chomsky ve kendi görüşümün bir sentezi olarak; dil yetisinin (düşünce iletimi) doğuştan geldiğini, ancak içimizdeki düşünce iletimi yetisinin, içine doğduğumuz dil (ana dil) ile dışa vurmak, ampirik (deneysel) yöntemler gerektirmektedir. Hemen hemen tüm çocuklar üç yaşlarına geldiğinde, içine doğdukları ana dili grameriyle birlikte doğru kullanmaya başlarlar. Ebeveynler, çocukların dil konusunda öğrenimlerine pek karışmazlar ve hatta onları düzeltmek için pek uğraş göstermezler. Ama çocuklar dili kendi başlarına özgürce öğrenirler. Teorik olarak, yeni doğan bir çocuğun çıkarttığı o garip seslere bakacak olursak, onun asla bizler gibi konuşmasının mümkün olamayacağını düşünebilirdik -ki eğer elimizde milyarlarca örnek olmasaydı. Bu dil konusuna neden değindim? Çünkü, çocuk dili öğrenirken, anne-baba ona neredeyse hiç müdahale etmez. Onun dili öğrenemeyeceği konusunda bir inançsızlığa kapılmaz. Çocuk dili öğrenme bakımından hürdür. Anne ve babalar kayıtsız ve telaşsızdır, çocuğun dili öğrenmesi bakımından. Toplum, çocuğun, dili öğrenmesini engelleyici hiçbir önlem, dayatma ve yasa koymamaktatır, karşısına. Özetle, çocuk, belki de ömründe ilk ve tek olarak "hür öğrenim" sürecini yaşayacaktır.

Peki ya sonra? Kısıtlamalar, yasaklamalar, yönlendirmeler ile neyi öğrenmesi gerektiğini neyi kesinlike öğrenmemesi gerektiğini; neyi yapması, neyi de yapmaması gerektiğini aşılayacaklardır, çocuğa. Bu noktadan sonra, çocuk; kendi kendine ampirik yöntemler ile değil de, öğreticilerin, kimi zaman pragmatik kimi zaman da dogmatik yöntemlerine maruz kalacaktır. Dayatmacı ve çıkarımcı eğitim de diyebiliriz buna. Çocuğun alacağı eğitim, içinde doğduğu; toplumun ve ailesinin dininin, milliyetinin, coğrafyasının çıkarlarına uygun olacaktır. Toplumun ön gördüğü, Reşit Olma Yaşına kadar bu böyle gidecektir. Reşitlikten sonra, biraz daha özgür olan birey, bu defa toplumsal ahlak duvarıyla çevrili olduğunu ve duvarın kolay kolay aşılamayacağını veya yıkılamayacağını hisseder -ki zaten bu yönde sürekli empoze edilir. Karşı-gelme-cüretini göstermemek üzere programlanmıştır sanki. Peki doğru olan eğitim bu mudur? Birey, aldığı bu eğitim ile kendi limitlerini zorlayabilir mi? Limitlerinin farkına varabilir mi? Aslında aldığı bu eğitimle bazı şeylerin dibine bile vurabilir. Mesela, oportünistin önde gideni olabilir; pragmatizmin savunucusu olabilir ki karşımıza bir din adamı ya da ekonomist olarak bile çıkabilir; kendisini doğru yola sevkettiğini düşündüğü bilgiler ile çok para da kazanabilir; en nihayetinde, bir banka sahibi veya en basitinden bir politikacı bile olabilir...

Hiç kendinize sorduğunuz oldu mu; yıllarca aynı işi yapıyor ve bu işten para kazanarak çocuklarınızı yetiştiriyorsunuz, peki ama gerçekten yapmak istediğiniz iş bu muydu? Yaşamak demek, sadece para kazanıp, çoluk çocuğu yetiştirip, emekli olduktan bir müddet sonra göçüp gitmek mi, bu dünyadan? Siz bundan daha fazlası olamaz mıydınız? Salt olarak, kendimiz için ne kadar yaşıyoruz/yaşadık bu dünyada? Siz hiç, dünyanın en hızlı koşan adamı kadar hızlı koşmayı deneyerek, kendi hızlimitlerinizi zorladınız mı? Suyun altında nefessiz kalma limitinizi, çocukluğunuzdaki deneyiminizin ötesine taşıdınız mı? Yüzme biliyor musunuz? Ana dilinizden başka bir dil biliyor musunuz? Uçak kullanabiliyor musunuz? Hiç paraşütle atladınız mı? Cep telefonunuzdan hiç MMS gönderdiniz mi, ya da bir e-posta? On metreden, çivileme suya atladınız mı?.. Bu soruları o kadar çok çoğaltabilirim ki hem siz hem de ben, daha bu yazı bitmeden kendimizi ağlayarak balkondan aşağı atmamız işten bile değil. En kaba tabiriyle, mal gibi yaşadığınızı mı hissediyorsunuz? Peki sorumlusu kim, tüm bunların? Sistem mi yoksa siz mi? Bu soruları sorma aşamasına gelene kadar tüm suç sistemindi, ama bundan sonrası için tüm sorumluluk artık bizde...

Matrix, güzel bir filmdir: Sistemin içinde köle gibi sömürülen insanları farklı bir bakış açısıyla anlatır. Filmin başrol oyuncusu, Neo; henüz limitlerini bilmeyen, sistemin içinde üzerine düşen rolü üstlenmiş ve bu rolü oynamaktan da pek şikayetçi değildi; ta ki birileri ona limitlerini zorlaması gerektiğini ve içinde bulunduğu sistemin, gerçekte olduğu dünya olmadığı söyleyene kadar. Bilinen eğitimlerden tamamen farklı bir eğitimle, Neo, limitlerini zorlar; öyle ki, sistemin bir parçası olmaktan çıkıp, sistemin içinde özgürce dolaşan ve sisteme kafa tutabilen bir birey olur. Kimbilir, herkes bir Neo olmasın diye belki, Matrix içerisinde sadece, doğuştan gelen bir yeti ile ancak Neo sisteme kafa tutabilecek biri olduğu söylenir, senaryoda. Aslında bu yetinin tüm insanlarda var olduğuna inanıyorum. Bunu başarmak için bizler ne yapıyoruz, ve daha başka neler yapabiliriz? Neo şanslıydı çünkü başından beri Morpheus ve Trinity gibi dostları vardı. Martı Jonathan Livingston ise ilk başlarda o kadar şanslı değildi; o tek başınaydı, çünkü dışlanmıştı...

Yaşamımızda karşılaştığımız küçük şeyler, bizde büyük değişimlere sebep olabilir. Kimi iyi yönde, kimi de kötü yönde. Richard Bach'ın yazdığı çok az sayfalı, Martı Jonathan Livingston adlı öyküsü de işte bizlerde büyük değişimlere sebep olacak küçük bir etkendir. Herkes için aynı etkiyi yapması beklenemez elbette. Yukarıda bahsedilen eğitim sisteminin içinden çıkmış ama hâlâ kendi kabuğunu kıramamış ve limitlerinin farkında olamamış bireyler için, kısa ve hoş bir öykü olmanın ötesinde değildir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Yukarıda derinlemesine olmasa da, üstünkörü anlatmaya çalıştığım eğitim sisteminin baş elemanları için bir tehditdir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Bu sebeple, ilkokulda çocuklara pek fazla okutulmuyor. Dilerseniz bu bağlantıyı tıklayarak hem siz hem de çocuğunuz okuyabilir.

Bireyin, kendi hür iradesiyle sevdiği bir işi yapmasını bir sapkınlık olarak görmemek lazım. Ben burada derken, bir mesleği kastediyorum. Onlara, kendilerini tanımaları için fırsat verelim. Emin olun, onların kendilerini bulmaları yine bu topluma fayda sağlayacaktır. Çocuklarımızın karnının oldukça fazla tok olmasını değil, yeterinde tok ve mutlu olmasını öğretmeliyiz. Biriktirmek yerine, paylaşmayı; tüketmek yerine, üretmeyi; kendi için değil, başkaları için de yaşamayı öğretmeliyiz. Tüm bunlardan önce, bizler kendi kendimizin limitlerini keşfetmeli, çocuklarımıza örnek olmalıyız. Derslerinde aldığı notları bir başka çocuğun notları ile mukayese etmek yerine, çocuğunuzun aldığı notun yeterli olmasına, sevindiğimizi söylemeliyiz. En çok para kazananın değil, en çok faydalı olanın takdir edilmesi gerektiğini öğretmeliyiz. Çok konuşmanın değil, az konuşup dinlemenin önemini öğretmeliyiz. Okumanın, bireyin kendini geliştirmesinde önemini söylemeli ve istisna olarak, çocuklarımızı okuma konusunda zorlamalıyız. Şüpheciliği öğretmeliyiz herşeyden önce. Şüphe edebilen bir birey, görünen limitlerinin çok daha üstünde yetileri olduğunu keşfedecektir.

Hepimizin birer, Martı Jonathan olabileceğimizi aklınızdan çıkartmamanız dileğimle, hoşça kalın.

Murat Dicle

Hiç yorum yok: