kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2015 Salı

DEMİR ÖKÇE, Jack London

DEMİR ÖKÇE, Jack London
DEMİR ÖKÇE
Jack London
Jack London'ın 1907'de yayımlanan Demir Ökçe adlı eseri, modern karşı-ütopyacı romanların ilki sayılır. Totaliter ve baskıcı sistemdeki toplumu tanımlamak için kullanılan karşı-ütopya kavramı, bu kitapta, ABD'de oligarşik bir tiranlığın yükselişinde yansıyor. George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanına da esin kaynağı olan Demir Ökçe, toplumda ve siyasette gelecekte yer alacak değişiklikleri irdeler. Jack London'ın ileride ABD'de bir çöküş yaşanacağı yolundaki öngörüsü tam anlamıyla gerçekleşmemişse de, yazarın uluslararası gerginliklerle ilgili görüşleri birkaç yıl farkla da olsa gerçek tarihle örtüşür. Demir Ökçe'de 1913'te başlayan bu çatışma, gerçekte 1914'te patlak vermiştir. Dahası, London sadece 1914'te olanları değil, İkinci Dünya Savaşı'na giden olayları da kehanette bulunurcasına öngörmüş; faşist yapılanmanın dünyayı nasıl dehşete sürükleyeceğini ve bunun karşısındaki devrimci duruşun nasıl olması gerektiğini dile getirmiştir.

Ne yazık ki geçen zaman London'ın kehanetlerini doğrular niteliktedir.

(alıntı, idefix.com)

CİMRİ, Moliere

CİMRİ, Moliere
CİMRİ
Moliere
Moliere kahramanları, hemen hemen istisnasız 17. yüzyıl Fransız burjuvazisinin belli bir öbeğini temsil ederler. Bir kısmı saray aristokrasisi arasındayken, geniş bir bölümü ise ticaret ve manifaktürle uğraşır. İşte bu sınıfın parasını tefecilikle, faizlerle çoğaltan, ama henüz ilerici burjuvaziye özgü bir "ticari kafadan" yoksun bir temsilcisi olan Harpagon, bir bakıma, feodalizm artığı bir para kazanma yolunu izler. Eserlerinde sadece, aristokrasiyi, aristokrat katına yükselme heveslilerini, hatta monarşinin merkeziyetçi devlet yönetimini ve hamisi Kral XIV. Louis’yi bile eleştirisinin hedef tahtası yapan Molière, ilkel bir para biriktirme takıntısına tutsak olmuş Harpagon’u da öteki kişileri gibi, "toplumdışı bir acayiplik" olarak sunar.

(alıntı, kitapyurdu.com)

DEĞİRMEN, Stoyan Daskalov

DEĞİRMEN, Stoyan Daskalov
DEĞİRMEN
Stoyan Daskalov
İyisi ve kötüsüyle ötekiler gibi bir Bulgar köyüdür Katina. Aniden bastıran ilk karın şaşkınlığı içinde başlar her şey. Akşamın bir vakti herkesin evlerine çekildiği bir anda Boyan ve Vasilin ilçeden çağrılmasıyla... Bu iki arkadaşın soluk soluğa kente gitmelerini gerektiren nedir? Haberci de bilmiyordur bunu. Yalnızca Boyan ile Vasilin değil de tüm köyün yaşamını bir anda değiştiren bir sorun mu vardır yoksa ortada?..
Çağdaş Bulgar edebiyatının büyük ustalarından Stoyan Tz. Daskalov'un bir polisiye roman akışı içerisinde sürüp giden "Değirmen" adlı romanında köy gerçeğini en ufak bozulmaya uğratmadan tüm çıplaklığıyla sergilediğine tanık oluyoruz. Allayıp pullamadan olanca katılığıyla... İnsan unsurunu göz ardı etmeden... Birçok yazarda olduğu gibi kırsal kesimi bir kartpostal manzarası olarak görme hatasına düşmeden...

Kavis Yayınları Değirmen'de, Daskalov'un Bulgaristan'ın yakın tarihine tanıklıklarının sergilendiği romanı dilimize çeviren Mustafa Balelin, Devrimde ve ilk millileştirme hareketlerinde etkin bir biçimde rol alan usta yazar ile ölümünden önce Vitoşa Dağındaki evinde yaptığı ilginç bir söyleşiyi de sunuyor sizlere.

(alıntı, D&R sitesinden)
Not: şu tembelliğimden, kendim yorum yapmıuorum kitaplara :)

13 Mayıs 2015 Çarşamba

BİR SES BÖLER GECEYİ, Ahmet Ümit

BİR SES BÖLER GECEYİ, Ahmet Ümit
BİR SES BÖLER GECEYİ
Ahmet Ümit
Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam. Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı...

"Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, 'Bu mezar neden mezarlığın dışında?' diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hâlâ mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu."

(alıntı)

6 Mayıs 2015 Çarşamba

MEDYUM, Stephen King

MEDYUM, Stephen King
MEDYUM
The shining

Stephen King
Medyum, Amerikalı yazar Stephen King'in 1977 yılında yayımladığı korku romanının adıdır; Özgün adı: The Shining.

Stephen King, romanın "The Shining" olan ismini koyarken John Lennon'ın 1970 tarihli şarkısı "Instant Karma!" dan esinlenmişti. Lennon'ın bu solo single 45'lik plağının adının alt başlığı "We all shine on…" şeklinde devam ediyordu. Sıfat olarak "olağanüstü meziyetlere sahip olan" gibi bir anlam da taşıyan "shining" kelimesi, romanda fiil olarak kullanılmaktadır ve romanın psişik güçlere sahip bazı kahramanlarının eylemlerini tanımlamak için kullanılmıştır. "The Shining" (Medyum) Stephen King'in yayımlanmış üçüncü romanıdır ve karton kapaklı (paperback) olmadığı halde (ciltli piyasaya verilmişti) bestseller olabilmiş ilk romanıdır. Bu romanın başarısı Stephen King'in korku romanları yazarı olarak ününü pekiştirmiş ve piyasadaki yerini sağlamlaştırmıştır.

Roman, alkolizm sorunları ve sinirli yapısı yüzünden öğretmenlik işini kaybetmiş Jack Torrance adında bir yazarın alkolü bırakarak kendisi ve ailesinin hayatını yeniden düzene koyma çabaları sırasında bir arkadaşının önayak olmasıyla dağ başındaki bir otelin bakıcılık işini kabul etmesiyle başlar. Kış aylarında müşterisi olmadığı için birkaç aylığına kapatılan bu ücra ama büyük lüks otelin bakıcılığını yapacaktır. Jack Torrance hem ailesiyle birlikte yerleştikleri bu bomboş otelin kış bakımını yapıp hem de yarım kalan kitabını tamamlamaya çalışırken otelin karanlık geçmişiyle ilgili garip ve korkunç şeyler olmaya başlar.

(alıntıdır)

1 Mayıs 2015 Cuma

SATRANÇ, Stefan Zweig

SATRANÇ, Stefan Zweig
SATRANÇ
Stefan Zweig
Hikaye New York'tan Buenos Aires'e yolculuk yapan bir deniz vapurunda yaşanır. Bir grup yolcu gemideki kurgusal satranç şampiyonu Mirko Czentovic'i partiye davet eder. İlk partiyi beklendiği gibi rahatlıkla şampiyon kazanır. Yine kaybedilmekte olan rövanş partisinin ortasında, oyuna Dr B. adında bir başka yolcu daha katılır ve bir beraberlik kurtarır. Bunun üzerine yolcular tarafından Czentovic ile Dr.B arasında bir müsabaka organize edilir.

Müsabaka başlamadan Dr B. kitapta hikâyeyi anlatana satrancı nasıl öğrendiğini bildirir. Gestapo tarafından bir otel odasında aylarca hücre hapsine kapatılmışken, bir sorgulama öncesi bekletildiği odanın duvarında asılan montun cebindeki satranç kitabını çalmayı başarmıştır. Kitaptaki kaydedilmiş oyunları satranç tahtası olmadan kendi kafasında oynamaya baslar. Satranç hücrede sıkıntıdan çıldırmak üzere olan Dr. B'nin hayatını kurtarmıştır. Ancak zamanla ölü nokta dediği kitaptaki bütün oyunları ezbere öğrendikten sonra, kitabı çalmadan önce hücredeki sıkıntıdan yıprandığı konumuna tekrar düşer. Bunun üzerine kafasında yeni partiler icat eder ve şizofrenik tarzda partileri sinir krizi geçirene dek kendi kendine karşı oynamaya başlar. Sonunda hapisten salıverilmiştir.

Gemide satranç şampiyonuna karşı ilk müsabakayı kazanır. Dr.B bütün şampiyonların partilerini ezbere bildiğinden Czentovic'in oynayacağı oyunları önceden hesaplıyordur. İkinci müsabaka sırasında Czentovic, karşısındakinin zamanla huzursuzlaştığını fark edince özenle yavaş oynamaya başlar ve Dr.B yine kriz geçirince parti yarıda kalır.

(alıntıdır)

MADAME BOVARY, Gustave Flaubert

MADAME BOVARY, Gustave Flaubert
MADAME BOVARY
Gustave Flaubert
Madame Bovary, Gustave Flaubert tarafından 19. yüzyılda yazılmış bir romandır.

Birçok yetke tarafından ilk çağdaş realist roman sayılan Madame Bovary ilk kez 1857 yılında basılmıştır. Yapıt, döneminde büyük yankılar uyandırmış, kitabın tümünün yayımlanması için Flaubert'in mahkemeye gitmesi gerekmiştir. Romantizmin idealist yaklaşımına bir tepki olarak ortaya çıkan roman, realizm akımının ilk ve en önemli örneklerindendir. Bu kitaptan sonra bovarizm akımı oluşmuş ve psikolojide tatminsizlik, memnuniyetsizlik anlamına gelen bir rahatsızlık olarak yer almıştır.

Time tarafından 2007 yılında açıklanan dünyanın en ünlü yazarlarına göre "Tüm Zamanların En İyi On Kitabı" listesinde, Lev Tolstoy'un Anna Karenina adlı yapıtının ardından ikinci seçilmiştir.

Kitap, iyi kalpli olmasına karşın sıradan bir doktor olan Charles Bovary'nin yüksek idealleri ve aşırı bir lüks tutkusu olan romantik karısı Emma Bovary'nin, yaşamının tekdüzeliğinden sıyrılmak için girdiği durumları ve yaşadığı çeşitli gayrimeşru aşk ilişkilerini konu alır. Yazar Flaubert karakterlerin iç dünyalarını açıklarken realizmin gözlemci yönünü kullanmıştır. Baş karakter Emma Bovary'nin sergilediği davranışlar ve zinaları, o dönemde büyük yankı uyandırmış ve bu yüzden yazar Flaubert uzun yıllar boyu çeşitli eleştiri ve suçlamalara maruz kalmıştır.

(alıntıdır, http://tr.wikipedia.org/wiki/Madame_Bovary)

30 Nisan 2015 Perşembe

AY BATTI, John Steinbeck

AY BATTI, John Steinbeck
AY BATTI
John Steinbeck
John Steinbeck, bu romanda değişik bir konuyla çıkıyor karşımıza. Savaşın insanı hem fiziksel, hem de ruhsal açıdan nasıl eritip bitirdiğini, tükettiğini büyük bir ustalıkla anlatıyor. Tutsak edenlerle, edilenlerin neden savaştığını, ne zamana dek savaşacağını kestiremeyen insanların içine düştükleri çıkmazı; bir başka deyişle, savaştan çok savaşanların insancıl bir yaklaşımla ele alıyor, Steinbeck. Ay battı, küçük oylumlu, küçük bir kitap, ancak büyük bir roman. İnsan onurunu, yürekliliğini, insan sevgisini her şeyin üstünde tuttan, insanca yaşamanın önemini vurgulayan büyük bir roman, Ay Battı. Bir avuç insan tutsak edenler de edilenler de. Aylarca ve aylarca düşmanca duygular içinde yaşarlar. Gün gelir tutsak edenler, kendi tutsaklıklarını anlayıverirler. Çepeçevre kuşatılmışlardır düşmanca bakışlarla, davranışlarla. Ay Battı, koşullar ne olursa olsun insanın insansız olamayacağını anlatan büyük bir roman.

(alıntıdır)

İMPARATOR, Erol Toy

İMPARATOR, Erol Toy
İMPARATOR
Erol Toy
Erol Toy bu romanda basit bir köylünün (Vehbi Koç) İmparatorlaşmasını anlatıyor. Şans ve zekanın bileşimiyle, akıllı ancak basit bir köylünün nasıl ülkeyi sallayacak kadar güçlü olduğunu okurken şaşıracaksınız.

Bu kitap aslında, küresel kraliyetçilerin sadece Türkiye ayağının nasıl büyüdüğünü gösteriyor. Buradan yola çıkarak, bir çok ülkenin kendi içindeki holdinglerin nasıl ülkeleri yönetebildiklerini de anlamak zor değil. Güzel, akıcı ve oldukça öğretici bir kitap. Mutlaka okuyun diyorum.



SOFIE'nin DÜNYASI, Jostein Gaarder

SOFIE'nin DÜNYASI, Jostein Gaarder
SOFIE'nin DÜNYASI
Jostein Gaarder
Bence bu kitabı okumayan kalmamalı. Çok akıllıca bir kurgu ile çocuklara -bana göre felsefe nedir sorusunu soran herkese- felsefeyi bir roman tadında vererek öğreten bir kitap. Yaşa başa bakmadan, henüz felsefeyi az veya henüz hiç öğrenmemiş olanlar için mükemmel bir başlangıç diyebilirim. 

Roman ve öğreticilik dengesi çok iyi ayarlanmış. İnsanın tam sıkılacağı anlarda romanın kurgusu gereği kendinizi bir başka macera içinde buluyorsunuz. Bence bu kitap insan ömrünce iki defa okunmalı. Cidden bunu önce siz, sonra çocuğunuza okutun.



12 Nisan 2015 Pazar

NANA, Emile Zola

NANA, Emile Zola
NANA
Emile Zola
Emile Zola, birbirini izleyen yirmi roman yazmış, bunlarla bir ailenin doğal ve toplumsal tarihin ortaya koyan büyük bir bütün oluşturmuştu. Yazarın unutulmaz romanlarından biri olan Nana, yirmi kitaplık bu bütünün içinde tek başına da büyük ilgiyle okunabilmektedir. Nana'da bir orospuyu anlatır Emile Zola. İlk bölümde Nana'nın bir tiyatro oyuncusu olarak yükselişi, ikinci bölümde ise bir orospu olarak düşüşü sergilenir. 1880 yılında ilk basımı 55 bin yapılan bu dev roman, bir gün içinde tükenmiş, bütün Fransa'da büyük olaylar uyandırmıştı. Eleştirmenlerin bir kesimi romanı göklere çıkarırken, bir kesimi de yerin dibine batırmıştı. Roman, baştan sona erkek tutkularının bir şiiri, roman kahramanı Nana ise, yalnızca başarılı bir orospu değil, aynı zamanda insanüstü cinselliğin de bir simgesidir. Beyaz perdeye de, sahneye de uyarlanan bu romanın başkişisi Nana'yı, en yetenekli oyuncular bile romandaki Nana gibi calandıramamışlardır. Bunun nedeni, Nana'nın, gerçek ve mit, orospu ve canavar, kadın ve tanrıça olarak, benzersiz bir edebiyat yaratısı olmasıdır. (alıntıdır)

10 Nisan 2015 Cuma

İNSANCIKLAR, Dostoyevski

İNSANCIKLAR, Dostoyevski
İNSANCIKLAR
Dostoyevski
İnsancıklar (Rusça: Бедные люди, Bednye Lyudi), 19. yüzyıl Rus yazarlarından Dostoyevski'nin ilk romanı (1846). İlk Rus toplumsal romanı sayılır. Romanın ana teması diğer Dostoyevski romanlarında olduğu gibi "acıma"dır. Eserin ortaya çıkışı ilginçtir:

Yazar eseri bitirir bitirmez bir arkadaşına (Grigoroviç) okutur, o da eserden o kadar etkilenir ki romanı hemen gecenin bir yarısı döneminin önemli şairlerinden Nikolay Nekrasov'a götürür. Romanı "başyapıt" olarak tanımlayan Nikolay Nekrasov, ertesi gün romanın el yazmalarını yakın arkadaşı ve döneminin saygın eleştirmenlerinden Belinski'ye götürür. Belinski de romanı kısa sürede okur ve roman hakkında şunları yazar:
« İki gündür kendimi bu kitaptan uzaklaştıramıyorum. Yeni bir yazar, yeni bir yeteneğin kalemi bu; onu tanımıyorum, kimdir, neye benzer bilmiyorum ama bu roman Rusya'da hayatın sınırlarını öyle kahramanlara veriyor ki bize, bundan önce hiçbir yazar bu kadarını düşlerinde bile göremezdi... Rusya yeni bir Gogol kazandı. »
Olaylar o kadar hızlı gelişir ki Dostoyevski bile buna şaşırır. Roman Dostoyevski'nin büyük umutlarıyla yayımlanır ve Dostoyevski bir anda tanınan bir yazar durumuna gelir. Böylece daha ilk eserinde başarıyı yakalar.

İnsancıklar, mektup-roman tarzında kaleme alınmış kısa ve toplumsal içerikli bir romandır. Dostoyevski'nin acıma duygusu daha bu ilk eserinde bile belirgindir. Roman, yaşlı bir katibin küçük bir kıza olan aşkını ve bu kıza karşı gösterdiği saygınlık çabalarını konu alır. İnsancıklar Dostoyevski'nin ilk yapıtı olmasına rağmen en önemli romanlarından biri sayılır.

GERMINAL, Emile Zola

GERMINAL, Emile Zola
GERMINAL
Emile Zola
Germinal, genellikle Émile Zola'nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının en iyi romanlarından biri olarak gösterilir. Roman, 1860'larda kuzey Fransa'da, uzlaşmaya yanaşmayan maden işçilerinin şiddetli ve gerçek grev öyküsünü konu alır. Germinal'in, yüzün üzerinde ülkede orijinali ve çevirileri yayınlanmıştır. Ayrıca eser beş sinema uyarlaması ve iki televizyon yapımına ilham kaynağı olmuştur.

Germinal, Latince'de tohum, tomurcuk, filiz anlamına gelen germen sözcüğünden türemiş Fransızca bir sözcüktür, Fransız cumhuriyetçi takviminin 7. ayı anlamına gelir.

Romanın birincil karakteri, Zola'nın 1877' de yazdığı Meyhane (L'Assommoir) romanında da adı geçen, genç göçebe bir işçi olan Etienne Lantier, hayatını kazanmak için korkutucu bir maden şehri olan kuzey Fransa'daki Montsou'ya gelir. Önceki işi makinist şefliğinden kovulmuş olan Etienne orada kıdemli madenci Maheu ile arkadaş olur, sonrasında bu arkadaşlık ona kalacak bir yer ve madende kömür arabası iterek para kazanabileceği bir iş bulmasında yardımcı olur. Etienne çalışkan, idealist ancak narin bir genç portresi çizer. Ayrıca atalarından ona dikbaşlı, etkileyici ve içki etkisindeyken nefretten patlayabilme veya tutkulu hareket edebilme kabiliyetinin miras kaldığı inancına sahiptir. Zola kendi kuramlaştırmalarını arka planda yapmaya devam eder ve bunun bir sonucu olarak Etienne’in davranışları tamamen doğallık kazanır. Öyle ki Etienne, çokça aşırı sol görüşlü kitaplar okuyarak ve anarşist Rus göçmen işçi Souvarine –ki o da madenin dibinde hayatını kazanabilmek için Montsou’ya gelmiştir– ile sıkı dostluk kurarak sosyalist prensiplere kucak açar. Etienne’in sosyalist fikirleri basitçe algılaması ve bunun ondaki heyecan verici etkisi serinin ilk kitabı La Fortune des Rougon’daki Silveré direnişini andırır.

-alıntı-

EZİLENLER, Dostoyevski

EZİLENLER, Dostoyevski
EZİLENLER
Dostoyevski
Vanya(İvan) para kazanmak için yazı yazan, yoksul, genç bir yazardır(Dostoyevski bu karaktere kendi gençliğinden özellikler katmıştır). Beraber büyüdüğü Nataşa'ya aşıktır. Nataşa'nın babası Nikolai Ikhmenev ve annesi Anna Andreyevna ile de yakın ilişkisi vardır. Vanya ile yakınlaşıp onunla evlenmeye karar veren Nataşa, daha sonra Prens Valkovski'nin tutarsız oğlu Alyoşa'ya aşık olur. Prens Valkovski daha önce Ikhmenev ile ortaklık yapmış, onu dolandırmıştır. Ikhmenev bu yüzden kızının Alyoşa ile beraber olmasına razı olmaz, bunun üzerine Nataşa ailesinden ayrılarak Alyoşa ile yaşamaya başlar. Bu arada Vanya, dedesinin ölümüne tanık olduğu kimsesiz,küçük Nelli'yi yanına almıştır. Onun bu ağabeyliğine karşılık, genç kızlığa adım atan Nelli ise Vanya'ya yavaş yavaş içinde büyüyen bir aşk duymaktadır. Nataşa ve Alyoşa'nın beraberliğine karşı olan Prens Valkovski, Alyoşa'yı götürdüğü bir davette Katerina adında soylu bir genç kızla tanıştırır. Zaten bir evliliğe veya sürekli beraberliğe alışık olmayan çocuk ruhlu Alyoşa kısa bir süre sonra Nataşa'dan uzaklaşıp Katerina'ya aşık olur. Bu arada dostlarının araştırmaları sonucunda Vanya Nelli'nin Prens Valkovski'nin kızı olduğunu, Prens'in yıllar önce Nelli'yi ve annesini terkettiğini öğrenir. Nihayet Alyoşa'dan ayrılan Nataşa ailesinin evine döner. Nelli'yi de yanına alan Ikhmenevler Nataşa'yı affetmiştir. Birkaç gün sonra Nelli hastalanıp ölür ve Ikhmenevler Nataşa ve Vanya ile beraber eskisi gibi yaşamaya devam ederler.

26 Mart 2015 Perşembe

BUDALA, Dostoyevski

Budala
BUDALA
Dostoyevsi
Dostoyevski bu eserinde, sara hastası bir genç adamın merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle bir dünyada dürüst olmak "budala" olmaktır.

Roman bir Dostoyevski klasiği olarak son derece akıcı ve derindir. Gerilmeler ve boşalmalarla yüklü psikolojik ögelerin ağırlıklı olduğu bir eserdir. Dostoyevski burada ideal erkek tipini çizmek istemiştir.

19. yüzyıl ortalarında geçen romanın kahramanı Prens Lev Nikolayeviç Mişkin, saralıdır. Tedavi gördüğü İsviçre'den döndüğünde elindeki giysi çıkınından başka hiçbir şeyi yoktur. Petersburg'da kendisiyle uzaktan akraba olan Lizaveta Prokovyevna'yı ve General olan eşini görmek üzere Yepançinlere gider. Burada generalin üç kızı, Aglaya, Adelaida ve Aleksandra ile de tanışır. Prens, ilginç kişiliği ile aileyi ve Petersburg'da tanıştığı diğer insanları etkiler.

Dostoyevski bu kitabında, özellikle üçüncü bölümden sonra hissedilmeye başlanan, toplum hakkındaki düşüncelerine ve eleştirilerine de yer verir. Rusların aslında bir vatan anlayışının bulunmadığını, bu yüzden her şeye sonuna kadar inanabildiğini ileri sürer. Bu da akıllara Rusların inançsızlığa bile sonuna kadar inanabilecek garip insanlar olduğu kanısını getirir. Kitap her ne kadar aşk romanı olarak anılsa da aynı zamanda Rus toplumu hakkında yerinde eleştiriler içerir.

Budala'da aynı zamanda hemen hissedilir bir hiyararşik düzen anlatılmıştır. Rusya'yı üç gruba ayıran yazar bunları kaymak tabakası, bu tabakaya yükselmeye çalışan ve kaymak tabakadan birçok tanıdığı olan orta tabaka ve bu iki tabakanında hor görüp beğenmediği bir tabaka olan en alt tabaka olarak adlandırır. Romandan örnek vermek gerekirse, Yepançinler'in bir nevi bakıcılığını üstlenmiş olan Moskovalı Belonskayalar en üst tabakayı, Yepançinler orta tabakayı ve İppolit, Lebedev gibileri de en alt tabakayı oluşturur.

İsa ahlakının parodisi olarak da görülebilecek bir ahlak anlayışına sahip peygamberimsi bir kahraman olan Prens Mişkin'in yaşamı kendi iç dünyasını seyre dalmakla geçmektedir. İnsanlarla her türlü alışverişten arınmıştır. Budalalık derecesinde iyi olan Prens Mişkin, tam bir saflık ve masumiyet içerisinde olup aynı zamanda Dostoyevski'nin ifadesiyle hastalık derecesinde dünya nimetlerinden ve hırslarından kopmuş bir budalalık içerisinde yaşamaktadır. Sevmekten başka bir şey gelmez elinden. Müthiş bir zekâ sahibidir. Çevresindekiler, onu her zaman yadırgarlar, ama onsuz da edemezler. Kendisi de saralı olan Dostoyevski, romanının kahramanına kendi kişiliğinden pek çok şey koymuştur. Prens Mişkin'in anıları, aslında Dostoyevski'nin anılarıdır. Prens Mişkin'in romanının bir yerinde anlattığı, siyasal görüşlerinden dolayı kurşuna dizilme cezası alan bir adamın öyküsü, aslında Dostoyevski'nin başından geçmiş bir olaydır.

Budala, Dostoyevski'nin dört büyük romanından biridir. Dostoyevski'nin en unutulmaz kadın kahramanı olarak kabul edilen Nastasya Filopovna, ünlü Rus romancının, Prens Mişkin'in kişiliğinde vermek istediği güçlü aşkın yöneldiği kişilerden biridir. Nastasya Filippovna güzelliğin, baştan çıkarıcılığın, olgun kadınlığın, hafifmeşrepliğin simgesidir. Filippovna bütün bu yönlerinin bilincinde olan ve zaman zaman hırçınlıkla kendini dışa vuran gizli bir utancı taşıyan bir karakter olarak Dostoyevski'nin diğer kadın karakterlerinden ayrılır. Romanın bir diğer ilginç kadın kahramanı Aglaya İvanovna da gençliğin, duyarlılığın ve zekânın sembolüdür.

(Vikipedia'dan alınmıştır)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Budala



4 Mart 2015 Çarşamba

HİKAYELERDEN BİR DEMET, Anton Çehov

HİKAYELERDEN BİR DEMET, Anton Çehov
HİKAYELERDEN BİR DEMET
Anton Çehov
Anton Çehov'un yirmi bir kısa öyküsü var bu kitapta. Çehov'un öykücülüğü hakkında bilgi sahibi olmak için güzel bir başlangıç. Ben pek -ki kendim de yazsam da- kısa öykülere yüz vermiyordum. Anton Çehov'un oldukça kısa öyküleriyle bu tür eserlere bakışım bir nebze değişti. O kadar kısa öyküler ki sizi düşündürdüğünde veya kahkahalara boğduğunda şaşkınlık geçiriyorsunuz. Fıkra demek yanlış olur ama bu kitaptaki bazı öyküler fıkra tadındadır. 

Keyifle okuyacağınıza inandığım bir katap bu.
 

28 Şubat 2015 Cumartesi

MEKSİKALI, Jack London

MEKSİKALI, Jack London
MEKSİKALI
Jack London
İçeirsinde beş kısa öykünün bulunduğu bir kitap. Jack London'ın daha çok ezilmiş halktan karakterlerle bezeli öyküleri var. Kitapta yer alan öyküler sırasıyla şöyle: Meksikalı, Alın Teri, Bir Kalem Pirzola, Arabacı ile Doğramacı ve Enseleniş'tir.

Kısaca öykülerden bahsetmek istiyorum.

Meksikalı: Kitaptaki en uzun öykülerden biri. Henüz on sekiz yaşında olan Rivera, direniş örgütüne katılmak ister. Kuşkulu gözler altında, şüphe içerisinde örgüte temizlikçi olarak dahil olur. Ancak Felipe Rivera, örgünün para sıkıntısı çektiği anlarda, onlara destek olur. Bu da elbet şüphe çeker. Oldukça büyük meblağları dahi temin etmektedir. Felipe Rivera kim idi, bu paraları nasıl elde ediyordu...

Alın Teri: Küçük bir çocuğun, hatta mini minnacık bir çocuğun tabir yerindeyse doğduğudan beri çalışıyor olmasından ötürü çektiği sıkıntı ve isyanı anlatan kısa bir öykü bu.

Bir Kalem Pirzola: Yaşlı ve tecrübeli, çaptan düşmüş bir boksorun ailesi için verdiği mücadele anlatılıyor. Meksikalı adlı öyküdeki Rivera ile benzer tarafları var yaşlı boksörün. Bir tek pirzola olsaydı belki, her şey daha başka olabilirdi boksörümüz için...


Arabacı ile Doğramacı: Genç bir evsiz, yolda iki yaşlı evsiz ile karşılaşır. 1900'lerin başı Londra'da. Bu öyküde bu üç kişinin aralarında geçen konuşma ve sürpriz son ile iki yaşlı adamın sabun köpüğü kadar geçici mutluluğu anlatlıyor.

Enseleniş: Jack London'un gerçek bir öyküsü, öyküde bunu bizzat belirtiyor. Başı boş Niagara Şelalesinde gezerken enselendiğini ve hapse nasıl atıldığını anlatıyor. Adalet sistemini sotguluyor öykü boyunca ve ilk hapse düşüşünün tecrübelerini paylaşıyor bizlerle.

Diğer kitap yorumlarım için tıklayınız

24 Şubat 2015 Salı

YERALTINDAN NOTLAR, Dostoyevski

YERALTINDAN NOTLAR, Dostoyevski
YERALTINDAN NOTLAR
Dostoyevski
Bay X, belki de bir hiç... Gizemli bir adamın, yeraltından, şaşılacak kadar açıkça kendini anlattığı bir roman bu. Kendi kendisiyle savaşımını, kendi içindekilerle çatışmasını, kendini var etmesini, kendini yok edenleri, derinliğini anlatır Bay X...

Eziktir, aşikardır bu. Ama ben ezik değilim, der sanki itiraflarında. Kaçtıysam eğer, bu kesinlikle asaletimden, der sanki yazdıklarıyla.

Belki yazılacak ve benim hâlâ idrak edemediğim çok mevzu var bu esere. Üstad Dostoyevski, Suç ve Ceza'nın ön hazırlıklarını yapmış bu eseriyle. Öyle ki bir yorumda, Suç ve Ceza ile Yeraltından Notlar arasında bir bağ kurulmak istendiği, yazılıyordu. Mümkün, neden olmasın ki.

Daha fazla şey yazamayacağım. Bu eserin oyununu izlemek isterdim. Ya da varsa filmini...



8 Ocak 2015 Perşembe

MUHTEŞEM GATSBY, F. Scott Fitzgerald

MUHTEŞEM GATSBY
F. Scott Fitzgerald
Yazarın okuduğum ilk kitabıdır. Peş peşe okuduğum klasik (1900 öncesi yazılan) kitaplardan sonra -ki bu da bir klasiktir aslında- Muhteşem Gatsby'i okumak zevkli oldu benim için. Son bir yıldır kaplumbağa hızında kitapları okuyan ben, bu eseri hiç değilse iki günde bitirebildim. Oysa iyi bir okuyucu gün sonunda bitirmiş olurdu.

Birinci dünya Savaşından sonra, Amerikan Rüyasına dem vuran bu eserde, şaibeli zenginlikleri ve şaibeli dostlukları anlatıyor. Baş karakter Jay Gatsby ve anlatıcı rolündeki Nick Carraway'dir. Anlatıcı Nick, Gatsby'nin komşusudur ve Gatsby'nin bir daveti ile yakın dost olurlar. Burdaki "yakınlık", anlatılan dönemin varlıklı insanları için sadece bir sözcükten başka bir şey değildir -ki kitabın sonunda bunu gayet net anlıyoruz.

Ön modern edebiyat örneklerinden biridir. Bundan önce Jack London'u tanımış ve onun bir kaç eserini okumuştum ki yanılmıyorsam F.Scott Fitzgerald'dan daha önce günümüz modern edebiyatına giriş yapmıştır. Dolayısıyle 20.yy'da doğan ve büyüyen bizler için aynı yüzyılın insanlarının eserleri daha kolay anlaşılır gelmektedir. Tabii bunu öykü anlatıcılığını esas alarak söylüyorum.

Hep söylediğim gibi -ki bu eser için de aynı şeyi söyleyeceğim: Alın ve okuyun, pişman olmayacaksınız!..



5 Ocak 2015 Pazartesi

İTİRAFLARIM, Tolstoy

İTİRAFLARIM, Tolstoy
İTİRAFLARIM
Tolstoy
Tolstoy bu eserine, İtiraflarım, adını vermiş olsa da, bana göre, Dine (Tanrı'ya) Nasıl Geri Döndüm, şeklinde bir başlık daha uygun olurdu. Eğer bu bir itiraflar serisiyse, pek içten gelmedi bana. Biyografik bir durum pek yok ortada. Maksim Gorki'nin Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken ve Benim Üniversitelerim üçlemesi ile kıyaslanmayacak ölçüde biyografiden çok uzak bir eser bu. Belki de eser demekten öte bir şey bu: Felsefi Özeleştiri, denilebilir mi?! Fakat işin içinde üstad Tolstoy olunca, insan yine de şöyle bir düşünüyor...

Kitapta ipe sapa gelmez şeylerden bahsedilmiyor elbette. Tolstoy'un hayatın içinde kendini kaybetmesi ve arayışı anlatılıyor. Kendisi sıkça intiharı düşünüyor olsa da, çoğu insan gibi buna cesaret edemiyor ve o, bunun için başka tanımlar getiriyor; intihar edememenin gerekçelerine... Tolstoy "hiççilik" ile başladığı yolculuğuna sonunda -bir çeşit mistik cümlelerle- hidayete ererek bitiriyor.

Dini, Tanrı'yı, Peygamber(leri), Varlığı, İnsanı ve çoğunlukla kendini sorgulayan bir yazı bu. Belki arada kendinizi de sorgularsınız bunu okurken. Mantıklı ve oldukça düşündürücü aforizmalara da rastlıyoruz.