30 Ocak 2013 Çarşamba

ANA, Maksim Gorki

ANA, Maksim Gorki
ANA
Maksim Gorki
Bir erkek olarak, anneleri bencil olarak görürüm hep. Bunun altında yatan sebep ise, annelerin çocuklarını fiziksel veya ruhen korumaya çalışmaları ve bunda da çocuklara söz hakkı tanıma özgürlüğü esirgemeleri yatmaktadır. Çocuğun yaşı, olgunluk çağlarını bile geçse, durum değişmemektedir. Bir çocuğun çok şey olabilecekken; sadece bir maaşı, düzenli bir hayatı, çocukları, bir eşi ve sağlığı olmasını dilemeleri, annelerin kendilerini rahat hissetmelerini sağlamaktadır. Bazen, bazı anneler vardır ki; çalan ve öldüren çocuklarına bile göz yumarlar -ki yeterki çocukları mal mülk içerisinde varolsunlar. Peki, oysa hiç düşünmezler mi, çocukları SADECE bunlarla mı yetinecek, tek istedikleri bu mu? Günümüzde sürüye dahil olanların çocukları işte hep böyle annelerin çocuklarıdır. Tartışmaya açık bir konu, farkındayım...

Elbette başka anneler de var: Çocuklarının ne istediğini bilen, onları izleyen, onlarla birlikte öğrenen; onların özgürlüğüne ket vurmadan, onların mutluluğu, sağlığı gibi konuları da düşünenler... Pelageya mesela, Palev'in annesi...

Oğlu için kaygılanıyor, üzülüyor; neden başkaları gibi içmiyor, evlenmiyor diye düşüncelere de dalıyordu, başlarda. Pelageya oğluyla iletişim kurabilen, öğrenen nadir annelerden biriydi. Oğlu Palev'in sessizliğe bürünmesi, içki içmemesi, zayıf düşmesi, tüm annelerde olacağı gibi onu da üzüyordu. Sabırla oğlunu gözlemledi, onunla sohbetler etti. Palev'in ideallerine ortak oldu; yeri geldi, oğlu hapse düştüğünde çok üzülmedi -ki sadece sağlığı yerinde olsun. Palev'in idealleri vardı; ideallerinin varolması, Palev'in de varolmasıydı, Ana için. Bu mücadelede, ağlayan ve sızlanan bir "Ana" değil, seven ve bir o kadar da oğluna destek olan bir anneyi okuyacaksınız. Pavel miydi tek evladı peki? Pavel ve yol arkadaşları da birer evlattı, Pelageya için. Sadece Pavel için değil, onun arkadaşları için de yeri geldi ayak yıkadı, Ana. Pavel'in davasına gösterilen desteği yüreğinde taşıyan tüm arkadaşları için seve seve yaptı bunu, küçük anne. 

Pavel, yüce ideali için, en önde bayrağı taşıyarak ilk tutuklanan olduğunda, Pelageya üzülmek yerine, bayrağı dim dik tuttuğunu dilden dile söyleyenlerin, ona yaşattığı gururla evin yolunu tutmuştu. Uyumuştu... Kalkmış ve bu idealler için neler yapılabilr diye işe de koyulmuştu. Unuttuğu okuma-yazmayı tekrar sökmeye bile başlamıştı. Bildirileri ve kitapları dağıtmış, gizli hafiyelerden kaçmıştı. Bile bile sonuna kadar gitmiş; Pavel'in bedeni için değil, Pavel'in ruhuyla bütünleştirdiği ideallerini yerine getirmek için yapmıştı bunu. "Ana gibi yar olmaz" diyeceksek eğer, bu ana, Pelageya gibi bir ana olmalı!

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


27 Ocak 2013 Pazar

SIVASTOPOL AĞUSTOS 1855, Tolstoy

SIVASTOPOL AĞUSTOS 1855, Tolstoy
SIVASTOPOL AĞUSTOS 1855
Tolstoy
Tolstoy'un yazdığı, Sivastopol hikayelerinin üçüncü kitabı bu. Bunu bilmediğimden maalesef sonuncudan başlamış oldum.

1855 Ağustos ayında, yaralandığı için hastaneye kaldırılan, büyük kardeş Kozeltsov, aslında tam olarak iyileşmemiş olduğu halde, birliğine gitmek üzere yol çıkar. Yolda sora sora, gitmektedir. Bir yandanda aklında, küçük kardeşi Volodya vardır. Acaba onunla karşılaşabilecek miyim?, diye kendine sorar. Sivastopol'a varmadan bir önceki durakta, küçük kardeşi Volodya ile karşılaşır ve birlikte yola koyulurlar.

Bu kitapta, savaş ve insanlar üstündeki etkisi irdeleniyor. Kiminin korktuğunu ve hayatta kalmanın ne hoş olacağını; kiminin korktuğu halde geri gitmenin vereceği ağır yükün; kimimin de deliliğin etkisiyle şarapnel parçalarının altında gezintiye çıktığını, anlatmaktadır, yazar Tolstoy. Elbette her savaşta olduğu gibi, acılarla bitiyor kitap. Geri çekilmenin verdiği acı ve ağır ruh hali, kitabın son bölümünde insanın içine işlercesine anlatılıyor.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


26 Ocak 2013 Cumartesi

UTOPIA, Thomas More

UTOPIA, Thomas More
UTOPIA
Thomas More
Zaman zaman benim de çok düşündüğüm bir ülkeyi anlatıyor, Thomas More bu kitapta. Thomas More'un ütopyası olan bu anlatı, ÜTOPYA kelimesini -veya kavramı diyelim- söz dağarcığımıza eklemiştir. 1516 yılında basılmış bu eser belki bugün için çok ilgi çekici olmasa da, o dönemler için oldukça ilgi çekici olduğu açık. Günümüz toplumları böylesi değişimleri mümkün ve olması gerektiğini kolaylıkla kabul edeceklerdir, ancak 1516 dünyasında ise, kolay kolay kabul göreceğini sanmıyorum; ancak fakir halk açısından ne müthiş olurdu ama...

Thomas More, anlatığı Utopia ülkesinde; paranın hiç kullanılmadığı, elmas gibi değerli taşların ancak çocukların oyuncakları olduğunu ve herkesin mutlaka çalıştığını -ki bu çalışma günde altı saatten fazla olmadığını, dile getirmiştir. Teorik olarak herkesin mesut olduğu bir ülke tasviri yapılmıştır. Ancak yazar, ince dokundurmalarla, mevcut yönetimimlerin ve ülkelerin böylesi bir ülkedeki gibi olamayacağınında altını çiziyor. Bir bakıma paranın ortadan kaldırılmasıyla, hırs ve kötülük gibi şeylerin de önüne geçiliyor, bu ülkede. Hiç kimse rüşvet almıyor -ki para veya mal gibi şeylerin hiç değeri yok. Herkes bedavadan yiyip, içiyor ve giyiniyor. Bu ülkedeki herkesin sorumlulukları var. Herkes günde en az altı saat çalışmak zorunda. Dileyen fazla çalışabiliyor -ki böyle kişilere de büyük saygı gösteriliyor. Ülkede, kölelik de var, anlatılanlara göre adları köle olsalarda, diğer ülkelerdeki özgür insanlara göre çok daha medeni yaşamaktadırlar. Öyle ki, başka ülkelerden, Utopia'ya köle olmaya gelen bile var.

Kısa bir öykü, bir çırpıda okunacak türden. Okumanızı salık veririm.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


22 Ocak 2013 Salı

CEZA SÖMÜRGESİ, Franz Kafka

CEZA SÖMÜRGESİ, Franz Kafka
CEZA SÖMÜRGESİ
Franz Kafka
Bir gün gözünüzü açıyorsunuz ama hiç birşey göremiyorsunuz, her yer karanlık; bir kaç adım atıyor ama sürekli duvarlara çarpıyor ancak sonunda bir labirentin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz; soruyorsunuz kendinize: neden buradayım; neden karanlık; ne işim var burada; ve bu labirent niye?.. Ve gün geliyor artık soru sormuyorsunuz; sadece, karanlıkta o labirentin içinde yaşıyorsunuz...

Kafka'nın ilk okuduğum ve bu sitede de hakında yazdığım Dönüşüm adlı romanını çok klişe şekilde yorumladığımı anladım, Kafka hakkında biraz bilgi sahibi olduktan sonra. Yukarıdaki ilk paragrafta kendimce tabir ettiğim, Kafkaesk tarzını benimseden, Kafka okumanın ve yazılanları anlamanın zor olacağını bilmiyordum. Kafka, yaptığım araştırmada da söylendiği gibi, katmanlar halinde yorumlanabilecek eserler üretmiştir. Değişken şeylerden bahsetmiyorum; her katmanda ayrı şeyler ama hemen tümü aynı karanlık dehlize varan şeyler bunlar. Bir noktadan sonra soru sormaktan vazgeçip, demek bu böyleymiş, diye bir hükme vardırıyor bizi, Kafka. Bilemiyorum belki hala bocalıyorum bu konuda, ve hala tam olarak (sanıyorum hiç kimse 'tam olarak anladım' diyemez) anlamış değilim. 

ŞEKER PORTAKALI, Josè Mauro de Vasconcelos

ŞEKER PORTAKALI, Josè Mauro de Vasconcelos
ŞEKER PORTAKALI
Josè Mauro de Vasconcelos
Çocukken evdekiler, sürekli, "dersini çalış...", okulda da öğretmenler, her fırsatta, "her insan kitap okumalı..." diye, öğüt verip durumalarına rağmen; ne evdekiler bir kez gelip de "bu çocuk ne dersi çalışıyor, takıldığı bir yer var mı?" dediklerini -ki bir de utanmazlar misafirlerin içinde "sen kaça gidiyordun?" diye de sorarlar-, ne de okulda -hiç hatırlamam- ödev için bir kitap adı tavsiyesi veya "al bu kitabı sana hediye ediyorum" dediklerini bilmem ama sürekli olarak "sen adam olmazsın" dediklerinde, adam olamayışımın nedenini -ki asla onlar olamaz!- benim sadece lanetlenmiş bir çocuk olarak doğmuş olmam olduğunu bilirim, tıpkı Zezè gibi...

Yaş gelmiş kırk üç'e, bu kitabı okuduğuma mı sevineyim yoksa bu yaşımda ilk defa bu kitabın adını duyduğuma mı utanayım? Kitabı okuduğuma mutluyum, biraz geç bir yaşta okuduğum için üzgünüm ancak kitabın adını ömrümde ilk defa duymama sebep olan bir haberin içeriğinden dolayı da utanç içerisindeyim, ki bu utanca sebep olan haber, bu ülkede vuku buldu...

21 Ocak 2013 Pazartesi

KIRMIZI ve SİYAH, STENDHAL

KIRMIZI ve SİYAH, STENDHAL
KIRMIZI ve SİYAH
STENDHAL
Gerçek adı Marie Henri Beyle olan ve bir çok takma ad kullanmasına rağmen, dünyada Stendhal olarak bilinen yazarın, "Kızıl ve Kara" olarak da adlandırılan "Kırmızı ve Siyah" adlı bu romanı, sizleri, yedi yüz yirmi üç sayfa boyunca bir maceraya, bir adanmışlığa, ikiyüzlülüğün zaferine ve sonuçlarına, aşka ve tüm gerçekliğiyle 1830'ların Fransa'sına götürerek, Julien Sorel adında yükselme hırsıyla yanıp tutuşan bir gencin başından geçen olayları, harika kurgusuyla anlatarak, sizleri de tüm olayların merkezinde gibi hissettirecektir.

Gençlik bambaşka birşey, hayat sanki bir anda akıp geçecek gibi hızla akıp gidiyor onlar için. Gençliğin evrelerinde, alınan kararların çocuksuluğu, pişmanlığı olsa da gün gelip çatıyor, en masum olanın en doğru olan olduğu anlaşılıyor. Julien Sorel'in yükselme hırsı ve yaşadığı aşklar, aptallıkları ve tüm bunlara karşın başarıları sizleri etkileyecek, kimbilir sizler için bir öğretici bile olabilecektir. Mutlaka okumanız gereken dünya klasiklerinden biri, bu.

İSYAN

Ben bu kitabı ilk olarak KUM SAATİ yayınevi gibi dandik bir yayınevinin bastığı -ki tıpkı Faust'ta düştüğüm hata gibi- kitabı aldım. Kırmızı ve Siyah'ın Kum Saati basımı ile kesin olarak kanaatim şudur: ASLA KUM SAATİ YAYIN EVİ'nin BASTIĞI BİR KİTAP ALMAYIN! Ben ilk on sayfasını zorlukla okumaya çalıştım. Sonra kitabı geri iade edip, aynı kitabın BORDO-SİYAH yayınevi basımını aldım. Bordo-Siyah her zamanki gibi harika ve profesyonel bir iş çıkartmış. İki yayın evinin arasındaki -ki burada basımdan ziyade tercümeyi esas alıyorum- farkları kitapçıda karşılaştırdım; akla hayal gelmeyecek çeviri yapılmış Kum Saati basımında. Sanki Google ile çevrilmiş kitap. Çok ayıp bence. Bu kitap severlere hakarettir. Kum Saati yayınevine, bir Veysel Atayman şart gözüküyor...


12 Ocak 2013 Cumartesi

GİRİZGÂH

Bu kısa hikayeyi ister aşağıda yazıldığı gibi okuyabilir ya da PDF formatında veya Scribd üstünden de okuyabilirisiniz.


1
KÜÇÜK BİR ODADA İKİ KİŞİ OTURUYORLARDI, yatağın kenarında. Öteki berikine edebiyat hakkında bir şeyler söylüyor; beriki alaycı tavırlarıyla, ötekini sürekli sinirlendiriyor; ancak öteki bunu belli etmemeye çalışıyordu. Öteki sürekli olarak ileride iyi bir yazar olabileceğini, berikine, inatla kabul ettirmeye çalışıyor ancak beriki bunun için yeterli kabiliyetinin ve hatta tecrübesinin olmadığını söylüyordu, sürekli olarak ötekine.
Henüz yirmili yaşlarını süren bu iki üniversite öğrencisi genç arkadaş, edebiyat haricinde bir çok ortak zevkleri bulunmaktaydı: Aynı futbol takımını, aynı müzikleri ve hatta bir keresinde aynı kızı sevmişlerdi. Aralarındaki dostluğu aşk bile yıkamamış, kızı, ortak aldıkları karar neticesinde, zihinlerinden silmişlerdi. Hiç bir şeyden haberi olmayan kız ise hala üniversitede eğitimini sürdürmektedir.
Öteki dediğimiz gencin adı, C. Metin Ormanlı olmakla birlikte, annesinden 12 Ocak 1991 tarihinde saat 14.45'te doğmuş -ki annesi bunu çok iyi hatırlamaktadır- ve babası maalesef annesi ile doğmadan kendisini, bir başka kadın için terk ederek, zorlu hayat mücadelesi yolculuğuna seçme şansı verilmeden başlatılmış, ancak annesinin olağanüstü çabalarıyla üniversite hayatına, sağ salim adım atabilmiştir; beriki ise, 5 Mayıs 1990 tarihinde doğmuş, annesi ile babasının ortak kararı ile adını Ziya (babasının babasının adıdır) koymuşlar ve böylece nüfusa Ziya Demir olarak kaydı yapılarak, güzel bir aile ortamında büyütülmüş ve o da üniversite hayatına sağ salim adım atabilmiştir. Metin ile Ziya, üniversitenin ilk senesinde tanışmışlar ve gayet güzel bir arkadaşlık kurmuşlardır.
Birbirini seven bu iki arkadaş, oldukça ışıksız, hatta karanlık sayılabilecek bir odada sohbet etmekteydiler. Ziya, -Metin'in ifadesiyle- edebiyat konusunda hiç zevk almayan bir kişiliğe sahipken; Metin, edebiyatı çok sevmektedir: ayda en az üç dört kitap okumaktadır. Metin sürekli olarak, Ziya'ya, yazdığı şiir ve öykü gibi şeyleri okumakta, ancak Ziya'yı da sürekli olarak bunaltmaktaydı. Ziya, Metin'e yazdığı öykülerin girişlerinin yetersiz olduğunu söylemekte; Metin de, Ziya'nın iyi bir kitap okuyucusu olmadan nasıl böyle bir yargıya varabildiğine karşı çıkmaktaydı. Ziya da, iyi bir ahçı olmasam da, yediğim yemeğin lezzetini damağımda hissetmek isterim, diye kendini savunmaktan geri kalmıyordu. Velhasıl, gerçekten de Metin henüz iyi bir yazar olabilme hissi veremiyordu; ne Ziya'ya ne de bir başkasına. Ziya, onun iyi bir arkadaşı olduğu için rahatlıkla fikrini söylemekten çekinmiyor, Metin'in aslında bu eleştirilere üzüldüğünü de biliyordu. Ziya, gerçekten de Metin'in iyi bir yazar olmasını umut ediyor ve yaptığı bu eleştirilerin tüm gerçekliğiyle, Metin'i daha da hırslandırmayı amaçlıyordu. Ama kim bilebilirdi ki bu eleştiriler iki gencin yaşamına mal olacaktı.

10 Ocak 2013 Perşembe

Aforizmalar, Murat Dicle

İyi, kötü, çirkin... Aklıma düşen deyişlerimi burada paylaşıyorum.
Umarım adımı belirterek paylaşırsınız.
Murat Dicle



"Etrafta sinek çoksa, ortada bok da vardır."
08.12.2012

"Sen ve ben, birbirimize hep, 'önce sen' diyelim. Bu paradoksta, hep birbirimiz ile tatlı tatlı tartışalım -ki birbirimizden hiç uzağa düşmeyelim."
30.11.2012

"Derdini, acısını veya hayallerini paylaşamayacağını anladığı bir yüreğin, bacakları arasında teselli buluyor erkekler. Ağlamasınlar yüreksizler..."
15.11.2012

8 Ocak 2013 Salı

TUTUNAMAYANLAR, Oğuz Atay

TUTUNAMAYANLAR, Oğuz Atay
TUTUNAMAYANLAR
Oğuz Atay
Aman bu kitap şöyledir, aman bu kitap böyledir; kalındır, ağırdır, karmaşıktır denile denile, çekincelerle okumaya başladım, bu kitabı. Tuhaflık bende miydi, yoksa Oğuz Atay'da mıydı, yoksa her ikimiz de baştan sona tuhaftık da Tutunamayanlar'da mı anladık.
Adam kusmuş tüm ruhunu; 
Yedi yüz yirmi dört sayfaya yaymış, 
Aman çok mis kokulu...
Kitap okuma önerisi:
Bir ileri, iki geri; yoktur başka çaresi...

İki elimin serçe parmaklarının sayısından az arkadaşım vardır ki, ruhumu kusabilme hürriyetini onunla yaşayabileyim -ki Oğuz Atay üstad yaşasaydı, kus kus partilerinin vazgeçilmezi olabilirdik. Düşünen adam saçmalıyorsa eğer, bilmelisiniz ki, beyn zehrini atıyor, tıpkı motorun egzostan çıkarttığı gazlar gibi.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Tutunamamaya empoze

Tutunamayanlar, "hayata tutunabilmek" adına söylemleri olanların da aslında bu hayatta tutunamamışlardan olduğunu öğrendiklerinde; "tutunamamayı" kendilerince meşru kılarak, bir normal yaşam biçimi olarak kabul edeceklerdir. Tutunmanın ahlaksızlık, -ki tutunanlar gibi ahlaksız olmamak adına- tutunamamayı da büyük erdem olarak gören, Tutunamayanlar; beceriksizliklerini derin, aksi ve inatçı düşünceleriyle empoze ederler, "onlar" henüz tutunuyorken ve tutunamamaya düşerken...

- Murat Dicle