31 Aralık 2014 Çarşamba

SUÇ ve CEZA, Dostoyevski

SUÇ ve CEZA, Dostoyevski
SUÇ ve CEZA
Dostoyevski
Bordo/Siyah ekibine peşinen teşekkür ediyorum. Harika bir basım ve sunum olmuş. Ellerinize sağlık.

Okuduğum diğer Dostoyevski romanlarına göre oldukça anlaşılır ve yer yer heyecanlı denilebilcek bir eser olduğunu söyleyebilirim. Kült bir eser olduğu için benim yapacaüğım yorumun hiç bir etkisi olmayacğaı gibi, böylesi devasa bir esere yorum yapmayı da kendime yakıştıramıyorum. Tüm bunları, yazarını, yazıldığı dönemi ele alarak söylüyorum. 

Kitabın önsözünde, Robert Browning'in bir sözünden bahsediliyor ki bu söz ile bu koca kitabı özetliyor neredeyse: "I go to prove my soul!" Yani, Ruhumu sınayacağım, diye çevirilebilirmiş. Bu cümle bana göre, Raskolnikov'un (Dostoyevski) cinayeti neden işlediğinin ipucunu veriyor gibi. 

Böylesi kitapları okumanızı diliyorum.

Yeni yıl için, bir iki şey

Gençken, yakam bağrım açık karda koşuşturur, saat mevhumunu yitir, doyasıya akşamlara kadar eğlenirdim arkdaşlarımla, kar topu oynayarak. Kurşun işlemez diye düşünürdüm. Biri karşımda ateş etse, mümkün değil göğsümü delip geçemez, ölmem ben, derdim. Bedenim öyle miydi gerçekten bilmiyorum, ancak zihnim ve özgüvenim çelik gibiydi.

Yıllar geçti -ki 1970'den başlayıp 2015'e dayandı. 45'lik bir herif oldum dolayısıyle. Eh, şükür ki, baba da oldum. Babalık payesini almama katkıda bulunan eski eşime ve kızıma da şükranlarımı sunuyorum. Zihnim ve özgüvenim zaman içersinde defalarca sakata uğradı, çok uğraştılar onları yitirmem için, ve çok da uğraşan oldu benimle, onları tekrar edinmem için. Yitirilmesi için de, edinilmesi için de uğraşanlara şükranlarımı sunuyorum. Onlar olmasaydı dengemi sağlayamayacaktım, etrafımı göremeyecektim. Var olsunlar...

Ben bir denge ustasıyım artık; bir tarafım kor ateşler içerisinde, bir tarafım engin denizler... Ateşe düştüğümde, ah!, dememeyi; denize düştüğümde de, oh!, dememeyi öğrendim. Her iki durum için: Şükürler olsun, şükürler olsun, diyebilmeyi öğrendim...

Para! Bakın para, tamamiyle matematiksel bir unsurdur. Kaybedilebiliyor ve kazanılabiliyor. Bir civa misali, elde tutulması güç bir şey. Güvenemezsiniz ona. Yaşantınızı ona bağlamayın. Para gibi size dost gelenler de var bu dünyada, onlarsız yaşanmaz diye düşünüyor olabilirsiniz. Harcanabilir olup olmadıklarına bakın. Birikmiyorsa dostluk, bilgi gibi çoğalmıyorsa, çekip gitmeyi, terk etmeyi de bilmelisiniz. Paraya gelişine vurun, harcayın onu; o tüm bunları hakediyor!..

Nasihatı falan kısa kesip, bu yazıyı yazmamın nedenine dönecek olursam; hepinize sağlıklı, huzurlu ve bereketli bir yıl dilediğimi bilmenizi isterim.

2015 gerçekten ama gerçekten her birimiz için hayırlı, sağlıklı, huzurlu ve bereketli bir yıl olsun!

Murat Dicle

30 Aralık 2014 Salı

MELEK

"Siz melekleri anlatır mısınız bana? Bu karda kıyamette ne diye böylesine sevecen, gülümsemeniz eksiksiz ve hevesle oradan oraya uçuşarak iyilikler yapar durur, hiç yılmaz mısınız, insanların kanatlarınızı kopartacağını bile bile? Bir kelebeğin ömrü kadar bile sürmeyecek belki gününüz; bu soğuk, kasvetli, ışıltılı -ki kanatlarınızdan yansıyan güneşindir bu- yer yüzünde. Nedir sizin burcunuz, nedir adlarınız, doğuruldunuz mu, doğurtuldunuz mu, çiğ sütten de mi emdiniz, yoksa neşeden, huzurdan mı beslendiniz? Nedir, nasıldır bir melek olmak? Ve neden bir kadın olarak?.."

"On iki burcun, on iki yükseleni ve ayın ve marsın ve güneşin ve daha bilmediğiniz nice gezegenin etkisiyle, tabir yerindeyse, 1001 burcun bir karakteri olarak, bir hurcun içinden tesadüfi gibi görünen, fakat bilerek içinden çekilen, onun doğurmadan, bir nevi doğurtularak, ol demesiyle olan mahlukatlardan başka neyiz ki biz? Adımız, sen; burcumuz, sen; yediğimiz, içtiğimiz, etten, sütten. Kanatlarımız ipekten, tenimiz kadifeden, bakışlarımız derinden, sözlerimiz inceden, dokunuşumuz ürperten; işte budur aslında kadın olmamıza neden? Erkek vardı ilk, bilirsin; sonra gelişti, kadın olarak indi; ve kadın da gelişti, melek olarak indi; daha az, çok daha az sayıda, daha yoğun, çok daha yoğun bir yaradılışla. Melek, melekler dediniz siz, biz de neden olmasın, melekleriniziz sizin, dedik. Şimdi, ne sen bana karış, ne de ben sana! İçine ne doğarsa, onu yaşa. O, içine ilkin indirir neyi yapman gerektiğini. Yapmadığında gerilmen, huysuzlaşman bundandır işte. İlkin içine inenin peşine git. Ve biz, sadece bunu söylemek için geldik. Ömrümüz, kanadımızın kopmasıyla değil, senin umudunun, gönlünden kopup düşmesiyle yitiyor. Umudun varolduğu sürece varız..."

"Ve, bir kadından da güzel. Ve bir kadın kadar konuşkan. Bir söyleyene, on söyleyen. Umutların yitirilmemesini umut eden: Melek..."

Murat Dicle

17 Aralık 2014 Çarşamba

İçine düşmek


Ağzının içine düştü ilk.
Ümitlendin; düştü ya ağzının içine...
Düşünemedin; işi bu oysa!
Aklına düştü, O
Senin ağzının içinde,
Sen onun dışında;
Ta çok uzaklarda.
Aklın, onun en dibinde...

Murat Dicle

25 Kasım 2014 Salı

Artık suskunluğum bitmeli!

Artık suskunluğum bitmeli!

Hüzünlerimin, acılarımın asıl nedeni;
Mimarı, ortaya çıkardığı eseri:
He, deyişlerim; Evet, deyişlerim;
Tabii, deyişlerim...
Hepsi bir cinayet aleti misali,
Döşüme, ta ciğerime dokunuyor;
Eh! acıtıyor...
He, dememeyi bilmem mi hiç?
Bilirim de susarım hep.
Artık suskunluğum bitmeli!
Şikayetçiyim işte:
Ha, deyince,
Peki, evet. demelerimden.

Dudaklarım, evet, der gibi hep;
Gözüm, tabii;
Ellerim ise olur, pekî...
Peki ya dilim?
Hep sus, hep bir sus içinde,
Benim sivri, çatallı dilim.
Artık suskunluğum bitmeli!
Sevenlerimden dahi olsa,
Ne gözümle ne elimle,
Dilimle, ağzımdan ona
"Hayır" diyebilmeli.
Ve böylece suskunluğum bitmeli!..

Murat Dicle
25.11.2014

15 Kasım 2014 Cumartesi

Varlığın...

Yokluğunda yoksulluğumun farkına varıyorum;
Varlığında ise yoksulluğumdan yoksun,
Büsbütün zengin oldum sanıyorum.
Ve böylece anlıyorum,
Satın alabilirim ben;
-Tutarken ellerini-
Düşlediğim,
Düşlediğin,
Dilediğin,
İstediğimiz her şeyi...

Murat Dicle
15.11.2014

27 Ekim 2014 Pazartesi

Sohbet

Ter içeirsinde kalan adam yolun karşısına geçmek üzereyken yanına yaklaşan aynı yaşlardaki bir adam, afedersiniz buralarda market var mı? diye sordu. Yolun karşısına geçmek isteyen adam, var, neden sordunuz? diye garip bir cevap verdi.

- Sigara alacağım
- Ne içiyorsunuz?
- 2001
- Alın bende var. Yakın lütfen.
- Aa teşekkür ederim.
- Sigara sağlığa zararlı. Biliyorsunuz değil mi?
- Bilmem mi? (Sigarasından sağlam bir nefes çekip, dolu bir duman tüttürür.)
- Rica ederim.
- Hep buradan mı karşıya geçersiniz?
- Bazen buradan bazen de caminin oradan karşıya geçiyorum. O günkü haliyeti ruhiyeme bağlı anlyacağınız.
- Evet, insan farklı ruh hali içerisinde olabiliyor.
- Neden sigara almak için market aradınız? Büfe ya da kaçak sigara satan bir yeri sormadınız?
- Bilmem, aklıma ilk o geldi. Henüz sizi tanımadığım için, kaçak sigara satan bir yer var mı, demek içimden gelmedi. 
- Tanışalım öyleyse, Sezai ben.
- Ahmet.
- Ahmet ne iş yaparsınız.

Kaldırımdan inen, yolun bir adım kadar içerisinde sohbet edenlere yaklaşan kamyonetin kornasıyla uyarılan konuşmacılar birer adım geri atıp kaldırıma tekrar çıktılar.
- Üzerine çıktığımız bu kaldırımların mühendisiyim son zamanlarda.
- Yaaa!
- Evet, işsizim anlıyacağınız.
- Ne güzel. Şu dünyada yalnız olmadığımı bilmek, ne güzel.
- (Keyifli ama abartısız bir kahkaha atararak) Siz de ha?!
- Öyle mirim, öyle.
- Ne varsa eskilerde var değil mi?
- Ya, vallahi öyle.
- Hiç unutmam...
Kızgın bir sesle, kaldırımı kapatmayın lütfen, diyen şişko ve yaşlı bir kadının sesiyle irkilip, bilinçsizce yolun karşına geçmek için yürümeye başladılar. 

- (Sağ eliyle Ahmet'i kolundan çekerek) Araba geliyor dikkat et
- Farkettim.
- Eee?
- Hiç unutmam, ben çocukluğumda yokluk görmedim. Hiç kimse görmedi aslında. Zengin de birdi, fakir de...
- (Aniden durup, hızla geçen otomobile yol verirken) Unutulur mu o günler. Çocukluğumuzun o eğlenceli günleri.
- Unutulmaz, unutulmaz. (Sezai'in sırtına sol eliyle, yürü dercesine, nazikçe dokunarak bir yandan yürümeye başlar.)
- Şimdiki çocuklardan şanslıydık. Bir yandan da şansızdık.
- Tartışılır tabii.
- Elbette.

Karşı kaldırıma geçen konuşmacılar bir kaç saniye yüz yüze gelip, biribirlerine baktılar...

- Ahmet seni tanıdığıma memnun oldum. Ben geldim.
- Ben de memnun oldum. Ben de geldim. İyi günler.
- İyi günler.

Konuşmacılar böylece birbirlerinden ayrılıp karşı kaldırımın iki farklı yönüne doğru yüremeye başladılar. Yürüdükçe insan içine karıştılar. İnsan içine karıştıkça, aralarında yok oldular. Geriye dönüp şöyle bir bakmak istedi Ahmet: Yoktu, gitmişti, kalabalık arasına girmişti, kendi gibi. Ve artık ikisi de yoktu...

Murat Dicle
27.10.2014



Koca Burunlu

Geniş yolda yürüdüğünü sanan;
Dar sokakların en bedbaht kişisi!
Evet, evet sen!..
O düşüncelerini pırıltılı sanan,
Karanlıklar içerisindeki kör adam, sen!
Sen! Dedim ya, evet sen...

Bak! Takmadı beni.
Koca burunlu seni.
Havalarda mı o şimdi?!
Peh!
Kıçımın kenarı,
Yıldır yıldır yanarı...

Murat Dicle
27.10.2014

24 Ekim 2014 Cuma

Güzel kadına


Ben senin en saf ve en güzel ilk haline aşık olmuştum. Seni benim ömrüme katmak için çok çaba gösterdim. Oysa benim kadar çaba göstermeyen ve benden daha şaşalılardı elini tutabilenler. Sen, varlığınla övünürken, benim varlığımı hiçe saydın hep. Sana olan ilgim, senin piyasanı kızıştırmaktan öteye geçmedi. Ve sen bundan da istifade ettin hep. Ve şimdi...

Ve şimdi ellerin, o ilk saflığını yitirdi ve görünmez bir nasıl bürüdü ta ayalarına kadar -ki onu sadece ben görebildim, hala saf bakabilen gözlerimle. Yıllar geçti, nasır, ruhunu bile sardı, katılaştırdı seni. O güzelliğin bir fotoğraf olmaktan daha öteye geçemedi, yıllar seni benim gözümde küçülttükçe. Ve şimdi sen, kullanılmışlık kraliçesi, bana mı tamah ettin? Neden? Senin kıymetini bilememişim meğer! Ya, öyle mi? Peki ben hala safken, sen pis pis kokarken ki ruhunu kastediyroum; ben seni nasıl sevebilirim yeniden? Reva mı bu şimdi? Artık dengim değilsin, al git güzelliğini, sürt nereye istersen... Ama dur! kusuruma da bakma. Anla beni, içim kaldırmaz artık seni...

Murat Dicle
24.10.2014

23 Ekim 2014 Perşembe

Tatlı su kurnazları

Tatlı su kurnazları vardır. Aramızdalar; bilenler bilir, bilmeyenler, aman ne de bilgiliymiş, der genelde. Ondan alır sana satar, senden alır ona satar. Aradaki bağı bilemezler, göremezler sansa da bu tatlı su kurnazı, arada yakalanır, yakalarlar ondan da tatlı su tobağaları. ;) Ses etmezler tabii... Ah! siz yok musunuz siz, tatlı su kurnazları; yesinler sizi tatlı su tosbağaları... ;)

Murat Dicle
23.10.2014

Yapmalı

Bir darbe gelir... Bilemezdin nereden gelecekti. Vurur seni en korunmasız yerinden. İçin acır, organların parça parça oldu sanırsın. Ah öldüm ben, bile diyemeden yığılır kalırsın. Bakarlar sana, sen, ben iyiyim, bir şey olmadı ki, dersin. Çünkü acısınlar istemezsin. Gülerler... Kalkarsın yine de; dilini ısırmış adamın maymunluğundan sıyrıldığı gibi devam edersin çiğnemeye. Hazmedersin darbeyi; çiğnersin gelmişini geçmişini, evveliyatını, evladını, doğuranını, doyuranını, yaradanını... Sinersin sonra köşeye, acısınlar istersin sessizce. Oysa kendinle çelişirsin; kendini yiyip bitirirsin öylece, sindiğin köşede. Ne yapmalı, ne yapmalı peki? Suçlu aranmamalı!.. Başına ne geliyorsa, kendinden geldiğine inanmalı. Düştüğünde, ah, demeyi, sana gülenleri görünce, onlarla gülmeyi, yapabilmeli!.. Ah, nasıl, nasıl? Bu yaşımda ne zor şey bu böyle. Zor, zor ki ne zor beyim. Çok zor. Yapamam... Yapmalısın, yapmalıydı, dememek için sen öldüğünde... Evet! Yapmalı, yapmalı, yapmalı...

Murat Dicle
23.10.2014

22 Ekim 2014 Çarşamba

Nesin sen?

Bir tek kelimem ile seni olduğun yerde öldürmek, öldüresiye öldürmek istiyorum. Yüreğimin tiz çığlaklarıyla seni bitirmek, öylece ölesiye evire çevire seni öldürmek istiyorum, ta içimde bir yerlerde: Bir başına kalasın, toprağın üstünde öylece dikilesin diye; ölü gibi sessizce, hayalimin de ötesinde... Oysa ne diye yapamıyorum, deli miyim ne? Seviyorum diye belki de...

Anlamamazlık sinmiş tüm bedenine. Anladığın anlatılan mı ki, anlamışcasına hançeri böğrüme saplarsın, hunharca. Katil misin, nesin sen? Bir zamanlar mı sevmiştin beni, oysa şimdi hiç? Güvenmiyor musun, güvenemiyor musun? De hadi söyle, ne işin var öyleyse benimle?! Tırnaklarına yazık, yediğin; bu ne yapıyor yine, diye düşünürken her gece. Belki de hiç düşünmedin, sadece fırsat bekledin. Hançerin üstüne düşürttün beni. Düştü, kendi düştü, diyebilesin diye... Muamma, muamma!..

Başımı ağrıttın, günümü kararttın, işimi sakata uğrattın! Peki ne diye? Saçma sapan işler, saçma sapan... Çocuk musun, utanmadın mı şimdi sen? Tüm bunları yazdırttın... Belki de isteğin bu idi; yazayım, yazayım, kendimi aşayım istedin, en iyi dileklerinle... Hı?

Murat Dicle
22.10.2014

Salıncak

Çocukluğunda kalan aklının bugüne getirdiklerini bir bilselerdi, seni bu denli hırpalamaktan itinayla kaçınırlardı. Kaçınmalılar oysa -bilmeseler de çocukluğunda neler yaşadığını. Saygı bunu gerektirmez mi?! Gerektirir elbette. Gülen yüzün, sorunsuz bir yaşantıdan mı sanıyorlar hep? Sanırlar elbet -ki saygısızca yaşıyorlarsa şayet. Dert mi ediyorsun tüm bunların hepsini, her gece? Etme! Dert etme gülüp geçenleri, senin vurdumduymaz olduğunu düşünenleri. Geç
mişte binemediğin salıncağa bin her gece. Sallan bir göğe bir yere. Düştün mü, üzülme. Kalk sallan yine. Gece de olsa gündüz de olsa, sallan. Bugün görseler seni salıncakta sallanırken, kuyruk sallarlar, sevinirler, alay edecek birini bulduk diye. Sen de sallanma onların gözü önünde; sallan hep geceleri, düşünde...

Murat Dicle
22.10.2014

21 Ekim 2014 Salı

Dördüncü olmak!

Tomris Uyar
Tomris Uyar
Beyler, eğer siz ona aşık olmasaydınız, üçünüz; ben aşık olurdum ona, geçmişte yaşamış olsa da... Olsun gel sen de sev, dördüncü ol, katıl bize, derseniz şayet: Olmaz, derdim. Dördündüncü olamam, ezersiniz beni, şiirlerinizle. Baş edemezdim sizlerle... Siz ki, Cemal, Turgut, Edip değil misiniz? Vallahi ezerdiniz, en güzel cümlelerinizle.

Murat Dicle
21.10.2014

17 Ekim 2014 Cuma

Ay vardır



Ay vardır hep gökyüzünde;
Göremesen de her gece.
Sen varsın hep zihnimde;
Senden bahsetmesem de
Herkese...

17.10.14
Murat Dicle

13 Ekim 2014 Pazartesi

OLIVER TWIST, Charles Dickens

OLIVER TWIST
Charles Dickens
Kafadan söylüyorum BEDA yayınlarından kitap alıp okumayın. İmla, gramer hatalarıyla dolu olduğu gibi, tercümelerinde de sorunlar var gibi. Kafalarına göre tercüme etmişler gibime geliyor. Evde bir kitap daha var; Dostoyevski'nin Ezilenler romanı. Hevesim kaçtı şimdiden okumak için.

Oliver Twist'i bir şekilde, bir film olarak izlemiş veya kitabını okuyarak biliyor olmalısınız. Bu hikayenin hiç olmazsa 2-3 defa filmini izlediğimi hatırlıyorum. Belki bir defa çocukken kısaltılmış, özet gibi olan ince bir kitabını da okumuş olabilirim. Pek emin olmamadım şimdi. Aklımda kalan; 2005 yapımı, Roman Polanski'nin yönettiği Oliver Twist filmidir. Kitabı okurken bana oldukça faydası oldu bu filmin. Okuduğum sahneleri bir bir gözümde canlandırmama vesile oldu. Fagin'i ülkemizde seslendiren kişinin sesi hala kulaklarımda -ki kitapdaki Fagin dialoglarında hep o sesi işitir gibi oldum.

Kitap bilinen ve dünya klasikleri arasında haklı yerini almış bir eser. Dolayısıyle konusuna değinmemin bir anlamı yok. Charles Dickens'ın İki Şehrin Hikayesi'ne göre biraz daha soft bir eser.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


7 Ekim 2014 Salı

Tiyatro

Savaş düşman bilinene karşı yapılır, masumlara karşı değil. Bugün, adı, şekli, mekanı, rengi değişik olsa da tiyatro aynı tiyatro. Değişmeyen ise, ölen masum insanlar ve yitirilen insanlık. Ha! Ve elbette biz seyirciler...




Asıl hedefe, asıl maksata doğrudan varmaya götü yemeyenlerin halt yemesidir, bu kancığı bol tiyatronun neticesinde ölen masum insanlar. Alkışlar(!) size gelsin öyleyse...



Antraktta görüşürüz nasılsa hainler sizi...

26 Eylül 2014 Cuma

Sarı'dan sen sorumlusun

Sarışının adı, güzel kadının adıyla eş değer şu dünyada. Nice kadınlar cayır cayır yanarak katlanmadı mı bu sarışınlığa, sızlana sızlana. Kimine, ne yakıştı ama. Kimine de söyleyecek söz bulamadık, o berbat saçlarına. Kiminin teni, beni, bedeni ve gözleri, yeni bu sarı saçlarla, daha da ışıldamadı mı tüm kadınlar arasında?

Sarıyı saçlarda tutma ey güzel! Değilsin mütamadiyen, ille de sarı saçlarla en güzel. Sarı, gözlerinde olsun, güneş gibi parıldasın. Sarı, teninde olsun, yaklaştığımda beni, bizi aydınlatsın. Sarı, içinde olsun, karartmasın yüreğini; sözlerin aydın olsun, pek olsun, net olsun...

Bir daha düşün, "sarı" nere(n)de olsun?..

Murat Dicle
26.09.2014

22 Eylül 2014 Pazartesi

Şeker yemeseler de olurdu

Şeker de yiyebilsinler,
Serzeniş değil isyan idi...
Üzüm suyu içebilsinler diye, ölsünler, diyenler kimler idi?
Yardakçıları, yalakaları, kıç yalayanları...
Nefes alsalardı bari, desem, üzülürdün değil mi?
Değil mi?!
Şekerin canı cehenneme;
Bir damla üzüm suyu az içilse,
Son bir nefes, yiten ömürcüklere verilemez miydi?
Verilemez miydi?!

Murat Dicle
22.09.2014

Karmaşık

Gök derin bir deniz misali:
Dibi yok; sonu yok;
Varı yoğu su, gök
Derin bir göl.
Göl ki sessiz bir kıyı;
Varı yoğu kum, toprak.
Gölü göğe taşı,
Göğü yere indir.
Yak kibriti, çal sazı.
İndir belini,
Öptür elini.
Geçsin gitsin ömür:
Şiiri bitir,
Canı bitir,
Ömrünü bitir.
Hikayeni bitir;
Sonu gelsin
Kendi kendinin.

Murat Dicle
22.09.2014

12 Eylül 2014 Cuma

Kıymetini bilmeli aşkın


Yorgunluk nedir sevgili?
Koşmak, koşuşturmak mıdır?
Düşünmek, öylece kalakalmak,
Ne yapılacağını bilememekten bîtâb düşmek;
Yorgunluk değil midir, sevgili?
Yatıp dinlenmekle geçse, geçerdi elbet;
Bin yattım bir geçti ancak...

Ben, senin benim gibi olmanı beklemeden sevdim.
Sen, beni senin gibi olmamakla tenkit ettin.
Ben, dümdüz sevdim; seni olduğun gibi.
Sen, rol kestin; kitaplardaki gibi olsun istedin:
Biri bir ile toplayıp ikiyi elde ettin;
Edemediğinde de isyan ettin.
Kitaplara uymadı bu, diye kendi kendini yedin.
Oysa ben, bir bir hesabın peşine düşmeden,
Ne geldiyse eyvallah dedim;
Şükrettim seni tanıdığıma,
İyi ki var olduğuna...

Dün de dediğim gibi:
Dünyanın en iyi aşkı bu değildi belki,
Ama elimizde de bu vardı;
Kıymetini bilsek?

Murat Dicle
12.09.2014

Dünyanın en iyi aşkı

"Dünyanın en iyi aşkı bu değildi belki, ama elimizde de bu vardı; kıymetini bilsek?"

Murat Dicle

2 Eylül 2014 Salı

UÇURTMA AVCISI, Khaled Hosseini

UÇURTMA AVCISI, Khaled Hosseini
UÇURTMA AVCISI
Khaled Hosseini
Daha önce okuduğum Bin Muhteşem Güneş adlı romandaki gibi, yazar yine Afganistan'ı da içine alan -hatta bizzat Afganistan'ın acısını anlatatan- bir öykü ile karşımızda. Uçurtma Avcısı, yazarın ilk romanıdır. Bin Muhteşem Güneş ise ikinici romanı. Uçurtma Avcısı'nda erkeği, Bin Muhteşem Güneş'te ise kadını merkez almıştı.

Bu romanı okumadan önce filmini izlemiştim. İzlediğimi biliyor ancak kitabı okurken filmden hiçbir sahne aklıma gelmedi. Filmin etkisi, kitap okumak kadar etkili değil anlaşılan. Şu an bu kitabın hikayesini unutabileceğimi sanmıyorum. Acı, acı, acı...

Emir, Hasan, Baba, Ali, Afganistan, Uçurtma, dostluk, kardeşlik(!), ihanet, acı, intikam, kaçış, ölüm, yalanlar ve gerçekler...
...Yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. O da hırsızlıktır. Onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir.

Bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. Karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. Yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. Hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun.
 Emir'den ve Hasan'dan çalınanların ve sonrasında dolaylı olarak Sohrab'dan çalınanların anlatıldığı bir günah kitabı, bir günah çıkartma öyküsü bu.

Yer yer okurken gözleriniz yaşaracak ve yer yer, günümüz sosyal paylaşımlarından da aşina olduğumuz insanlık dışı görüntüleri okuyacaksınız. Allah'ın adını verip nasıl cinayetlerin işlendiğini, mezhep farklılıklarından ötürü nasıl sinek gibi insanları katlettiklerini okuyacaksınız. Tüm bu yaşananların arasında çocukluğunu yaşayan, yaşadığını sanan ve hiç yaşayamayanların öyküsünü de okuyacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


30 Ağustos 2014 Cumartesi

SEVDALİNKA, Ayşe Kulin

SEVDALİNKA, Ayşe Kulin
SEVDALİNKA
Ayşe Kulin
Roman olsun diye mi yoksa yaşanan gerçekler daha çok insan tarafından bilinsin diye mi, aşk teması eklenmiş bu kitaba bilmiyorum. Çünkü, olsa da bir olmasa da birdi bence... Edebi olarak değerlendirmek istemiyorum ve sanıyorum ki kitabın amacı da edebi olmak yerine, yaşanan -acı- gerçekleri kitlelere roman tadında ifşa etmekti.

Kitap okunmayı hakediyor. Özellikle Boşnakları tanımak, Bosna-Hersek savaşının içyüzünü görebilmek adına, okunmayı hakediyor. Din bezirganlığının bir kez daha ne büyük acılar yaşattığını okuyoruz. Bir değil iki değil, on yüz yıllar boyunca çekilen en büyük acıların sebebi hep din olmuş maalesef. Oysa böyle olmamalıydı değil mi? Hele hele indirilen kitaplardaki gibi din, din olabilseydi eğer... Yazık!..

İster Bosna-Hersek savaşı adı altında yapılmış olsun, ister Hocalı'da yapılanlar olsun. Aynı tarihlere denk düşen bu iki soykırım, tarihe kazınmış ve dinini cilalayanların utancı olmuştur. Haçınız mübarek(!) olsun emi! İyi halt ettiniz... Ve soykırımdan müzdarip oldukları halde, kulakarkası edenlerin de içine dert olsun... Bilen bilir ki, tüm bu acılar hiçbir zaman bir karış toprak için yaşanmadı. Bunların hepsi bir tiyatro idi, ölenler ise figüran idi. Tüm bunlar kim için idi?! Eli kanlı Küresel Kraliyetçiler için idi... Peki ne için idi? Bölüp parçalayıp, kolayca yutabilmek için idi...

Bu arada ilginç bir şey yaşadım. Kitabı okurken sevgilim bana, vay Ayşe Kulin ha, ergen misin olm sen? dedi. Üstüne bir de kızım bir kaç gün sonra, baba Ayşe Kulin okuyanlara ergen diye dalga geçiyorlar, dedi. Ben bunu çözebilmiş değilim. Bilen beri gelsin!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


27 Ağustos 2014 Çarşamba

Boktan haller...

Bir insan boka, ya kendi düşer; bilerek, ya ayağı kayar düşer; istemeyerek, ya biri iter; bilerek veya istemeyerek...
Benim bu hallerimin nasıl boka sardığıyla ilgili aranızdaki konuşmalarınızla ilgilenmiyorum; benim bu hallerimden nasıl kurtulabileceğime dair doğrudan bana söylediklerinizle ilgileniyorum...
İçine düşmüş olduğum ya da içine düşme ihtimalim olan, boktan hallerimle ilgili yaptığınız dedikoduların utancıyla yaşamak istemezseniz eğer; bana tutunacak bir dal olmayı deneyerek -ileride tekrar yüceldiğimde, yaptıklarınızdan ötürü kendinizle gurur duymanızı, naif bir mutlulukla karşılayacağım. Ve bakışlarımla size, biliyorum dostum, biliyorum... diyeceğim. Böylece siz, sessizce, gururla ve bana bıraktığınız bir mutlulukla daha güzel salınabileceksiniz bu dünyada...


Murat Dicle
1 Kasım 2013

18 Ağustos 2014 Pazartesi

VIOLETTE'nin AŞK DESTANI, Oscar Wilde

VIOLETTE'nin AŞK DESTANI, Oscar Wilde
VIOLETTE'nin AŞK DESTANI
Oscar Wilde
Bayram öncesi İstanbul'da ikinci el kitap satan bir satıcıdan klasik romanlar aldım. Yazar adlarını esas alarak kitapları seçiyordum. Oscar Wilde ismini görünce tereddütsüz aldım -ki daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Ve fakat eve gidip de arka kapak yazısını okuyunca şaşırdım. Kitap, erotik bir hikayeyi anlatıyordu; Erotik edebiyatın seçkin örneklerinden biriydi kitap...

Neyse ki daha önceleri okuduğum bir kaç -gülmekten yerlere yatıracak kadar komik- erotik roman serilerinin aksine, daha aklı başında, daha edebi ancak yazarın edebi ustalığının altında bir eser ortaya çıkmış. kitabın başında otuz sayfalık Viktorya dönemini ve kitap ile ilgili bir açıklama var. Sırf bu açıklama için bile bu kitap alınabilir. Yazarın böylesi bir romanı; kaldı ki yazar ile aynı dönemi yaşamış diğer bir kaç yazarın da benzer eserler çıkartmış olmasının sebepleri vurgulanıyor bu açıklamada.

Hikayedeki erotizm bana göre çok basit ve kimi zaman pornografiye kaçıyor. İş pornoya kaçtığında, erotizmden asla söz edilemez. Oscar Wilde, doğrusu, Tinto Brass OscarWilde'ın döneminde yaşıyor olsaydı, o vakit Oscar Wilde'ın erozmi kaleme alımı daha da mükemel olabilirdi. Kitabı okurken, bir ergenin kendi kendini azdırarak için yazdığı satırlar gibi geldi. Ben bu kitabı bugünün şartlarıyla değerlendirdiğimde pek de bir erotiklik görmedim, olsa olsa pornografi, ya da günümüz derecelendirmesiyle soft porno denilebilir. 

Bu kitabı yazıldığı dönemde ele alırsak, oldukça cesur bir iş çıkartıldığını söyleyebiliriz. Zaten kitabın başındaki otuz sayfalık açıklamada bu gayet güzel anlatılmaktadır. Bu nedenle kitabı okurken -ki ben her ne kadar fazladan günümüz bakış açısıyla yorum katmış olsam da- kitabın yazıldığı dönem gözüyle bakmanızı salık veriyorum.

Erotik edebiyat klasiklerinden gösterildiği için ve Oscar Wilde adı hatrına okunabilir. 

Not: Yazar bu kitabı Oscar Wilde adıyla değil  Alexandre Dumas adıyla yayımlattırmıştır. :) Yazarın cesareti tartışılır tabii...

16 Ağustos 2014 Cumartesi

VİŞNE BAHÇESİ, Anton Çehov

VİŞNE BAHÇESİ, Anton Çehov
VİŞNE BAHÇESİ
Anton Çehov
Dört perdelik bir piyes olan Vişne Bahçesi'nde, ne bir dram ne de trajikomik bir durum var. Sizi güldüren ama pek de düşünmeye sevk etmeyen sahneler var. (Böylesi güldürmeceli şeylere tiyatro diliyle FARS türü denilmekteymiş.) Öylesine bir iki günlük bir dönemi dört perdeye sıkıştırmış üstad. İlk kurduğum cümledeki bayağılıktan ötürü eseri yermediğimi söylemek isterim. Üstad Anton Çehov belki bu eseri daha derin ve daha eleştirel yazabilirdi, ancak o dönemin şartları gereği ortaya böyle -belki de mecburi sebeplerden- bir eser çıkartmıştır.

Şunu söylemek isterim ki, eseri okurken bizzat oradaymışım gibi bir hisse kapıldım. Tasavvur edebiliyor musunuz?(!)

Bu eseri okuyun ve hatta en az on kişilik bir aileyseniz, aile içinde bu piyesi bizzat siz de oynayın. Keyif alacaksınız, eminim. :)

15 Ağustos 2014 Cuma

EV SAHİBESİ, Dostoyevski

EV SAHİBESİ, Dostoyevski
EV SAHİBESİ
Dostoyevski
İlimle uğraşan aklı başında biri olsanız da aşka bulaştığınız vakit "error" vermeye de başlarsınız...

Ordınov aklı başında ilimle uğraşan bir gençtir. Bir gün kilisede bir kadına rastlar ve yaşamı alt-üst olur. Kilisede rastladığı kadının adı Katerina'dır. Katerina, Murin adlı yaşlı biriyle yaşar. Ordınov Katerina'nın yaşadığı yerde bir oda tutar ancak Murin buna pek sıcak bakmaz. Murin kurnaz bir ihtiyardır...

Dostoyevski yine ruhun derinliklerine inerek karekterlerin psikolojik analizini yapabilecek kadar detaylı bir öykü kaleme almış. Saf iyi ile saf kötünün yanı sıra, aşk ile ilimi de karşı karşıya getiriyor bu öyküsü ile Dostoyevski.

Kısa bir öyküdür, okumanızı salık veririm.


* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


10 Ağustos 2014 Pazar

YABANCI, Albert Camus

YABANCI, Albert Camus
YABANCI
Albert Camus
Albert Camus'nün okuduğum ilk kitabıdır. Kitapta, yaşadığı topluma yabancı görünen bir adam anlatılmaktadır. Adama göre yabancı olanlar toplumdur, ancak adamdır toplumun gözünde yabancı olan. Öyke ki, adamın annesi vefat etmiştir ama o bir tek göz yaşı bile dökmemiştir; demek ki suçludur ve ölmeyi haketmiştir(!)

Konu:
Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’ Kitapta, Meursault'un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata , kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır. (Vikipedi'den alıntıdır)

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

KEHANET GECESİ, Paul Auster

KEHANET GECESİ, Paul Auster
KEHANET GECESİ
Paul Auster
Paul Auster'in okuduğum ikinci kitabı Kehanet Gecesi, ilk okuduğum Kış Günlüğü'nden farklı elbette. Bu bir roman öncelikle, Kış Günlüğü ise bir anı kitabıydı. Dolayısıyle Paul Auster'i edebi olarak değerlendirmekten kaçınmıştım ilk okuduğum kitabında. İlk okuduğum kitabını, onu tanımış olmak olarak değerlendirmiştim.

Şu sıralar okuma güçlüğü çekiyorum. Hem gözlerimde sorun oluştu -ki yakını görmekte zorlanıyorum, hem de işlerim dolayısıyle -ki şehir değiştirmeme neden olması da bir sebep- kitap okumaya yeterli zaman ayıramıyorum. Bu kitap benim son zamanlardaki okuma özrümün yok olmasına -ya da bu özrü hiçe saymama- vesile oldu. Akıcı hikayesiyle heyecanla okudum kitabı. Heyecan deyince, öyle vurdulu kırdılı şeyler aklınıza gelmesin. İç içe ustalıkla tasarlanmış birden fazla öyküyü, tek bir öykü içerisinde birleştirmiş yazar. Bir değil, üç ayrı öykü var içerisinde ve yazar bunu gayet güzel işlemiş. 

Sid, geçirdiği bir kaza sonucu hastahanede ölümün eşiğine gelmiş ancak mucize eseri -ki ölmesi beklenirken- hayata geri dönmüştür. Sid bir yazardır. Hastanede kaldığı süre boyunca epey borç birikmiş ve karışı Gracie'nin desteğiyle ayakta durabilmişlerdir. Sid'in bir an önce yazmaya başlaması gerekmektedir. Henüz tam iyileşememiş; sendeleyerek yürüyor ve zaman zaman burnu kanamaktadır... Sid bir gün ilginç bir kırtasiyeciye girer; Kağıt Sarayı adlı bu yerde çok hşuna giden mavi bir defter alır. Oldukça hoşuna giden bu defter Portekiz malıdır ve artık üreticisi bu defterden üretmemektedir. Her şey olmasa bile, Sid'in tekrar yazmaya başlaması bu defter ile başlar...

Kanaatimce severek okuyacağınız bir eser. Eh içinde yine Yahudi soykırımına dem vurma da var. Ve ayrıca yazar Paul Auster, Türkiye'de Orhan Pamuk'u biliyormuş ve gerçek hayatta da arkadaşıymış. Kitabın sonundaki -Kahanet Gecesi'nin çevirmeni- İlknur Özdemir'in Paul Auster ile yaptığı söyleşiden öğrendiğime göre, Paul Auster'i Türkiye'ye kazandıran (tanıtan) ise yine Orhan Pamuk imiş. Şimdi bu konuya girmek istemiyorum. Şöyle bir formül ve ipuçları vereyim: Orhan Pamuk, Yahudi soykırımı, Hitler, Paul Auster, Nobel ödülü, AJC... Yalçın Küçük hoca iyi bilir Orhan Pamuk'u. ;)

GÜNÜ AYDIN OLSUN

Bereketiyle gelen günün ışığına;
Işık ile netleşen farkındalığa;
Farkındalıkla güzelleşen dünyamıza;
Dünya ile bütünleşen insanlara;
İnsanı sevmekle başlayan barışa;
Barış ile gelen güzelliğe;
Güzellik ile yağan berekete;
Bereketiyle ışıyan güne;
Günün ışıyan dostlarına;
Dostlara selam eden bana;
Sana;
Bize;
Hepimize kucak açan hayata,
Selam olsun!..
Günü aydın olsun...

Murat Dicle

04.08.2014

31 Temmuz 2014 Perşembe

KÜÇÜK PRENS, Antoine de Saint-Exupéry

KÜÇÜK PRENS
Antoine de Saint-Exupéry
Eh! bu yaşımda nasip oldu bu öyküyü okumak. Hep, Küçük Prens, Küçük Prens, der dururlardı da, kim ulan bu Küçük Prens, derdim ben de... Sağolsun kızım okuyup, kitabı bana hediye etti. Öğrendim ben de Küçük Prens kimmiş?..

Çocukların mutlaka okuması önerilen kitaplar arasında yerini almış kült bir kitaptır. Kutsal kitaplar kadar çok çevirisi yapılmış bir kitap bu. ONEDIO.COM sitesinden aldığım bilgileri kısaca sizinle paylaşayım:

  • Dünyada, kutsal kitaplar ve Das Kapital’den sonra en çok dile çevrilmiş ve en çok satılan kitaplardandır.
  • Her yıl yaklaşık iki milyon satmakta ve şu ana kadarki toplam satış miktarı 140 milyonu aşmaktadır.
  • Dünya üzerinde toplamda 250’den fazla dil ve lehçeye çevrildi.
  • Kitap şu anki kısa hâline gelmeden önce aslında yaklaşık 1000 sayfalık bir eserdi!
    Yazarı Saint-Exupéry’nin kitabı kısaltması üzerine söylediği tahmin edilen sözü açıklayıcı olacaktır: Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.
  • Kitap New York’ta bir otel odasında yazılmış ve ilk kez 1943 yılında basılmıştır.
  • Kitaptaki gülün eşi Consuleo’yu,  gezegenlerin her birinin bir ülkeyi simgelediği ve  2. Dünya Savaşı’nın değiştirmekte olduğu düzene de kitapta yer verildiği düşünülür. Kitabın çıkış noktası olan çöl ise Saint-Exupéry’nin 1935’te bir uçuşu sırasında düştüğü ve bir şekilde kurtulmayı başardığı Sahra Çölü’dür.
  • Kitabı Türkçeye çevirenler arasında, Ahmet Muhip Dıranas, Cemal Süreya, Tomris Uyar ve Selim İleri gibi edebiyatımızın önemli isimleri vardır.
  • İlk çevirisi 1953 yılında Ahmet Muhip Dıranas tarafından yapıldı ve tefrika hâlinde yayımlandı. Şu ana kadar 102 farklı Türkçe baskısı yapıldı.
  • Küçük Prens’in yaşadığı gezegenin adı 1993 yılında keşfedilen 46610 numaralı asteroide verilmiştir. Burada küçük bir parantez açalım: 46610 sayısı bilgisayarcıların sıkça kullandığı on altılık sayı sisteminde (hexadecimal) B-612’ye (Fransızca: bésixdouze) denk geliyor.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.





28 Temmuz 2014 Pazartesi

CEZMİ, Namık Kemal

CEZMİ
Namık Kemal
Namık Kemal tarihi ve tarih anlatıcılığını seven bir şair ve yaardır. Bu eserinde gerçek bir olayı kendi üslubuyla canlandırarak kaleme almıştır. Konu 1570 yılların Osmanlısında ve İranında geçmektedir.

Cezmi, iyi at biner, cengaver ve şair bir gençtir. Olaylay Cezmi'nin Osmanlı büyüklerinin dikkatini çekmesiyle başlar. O sıralar Osmanlı-İran savaş vardır. Cezmi, bu savaşta esir düşen Adil Giray'a yardım için İran'a gönderilir...

Adil Giray, Şehriyar ve Perihan aşk üçgenine, Cezmi'nin başarılarının kendisini nasıl kahraman ettiğine şahit olacaksınız bu romanda.

Hem Osmanlı tarihini hem de akıcı bir roman okumak istiyorsanız, bu roman tam size göre.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

22 Temmuz 2014 Salı

Iskaladığın...

"Iskaladığını ve yalnız olduğunu düşünüyorsan; aradığın, tek kelime etmeden, sessizce, karanlığa terk ettiklerinden biriydi belki!"
- murat

Güle güle

BEN,
DENİZDE YELKENSİZ BİR GEMİ;
SEN,
GÖKYÜZÜNDE ESEN BİR MELTEM.
BİR SEN VARDIN BENDE,
BİR BEN VARDIM SENDE.
ŞİMDİ NE SEN,
NE DE BİZ VARIZ;
HİÇBİR YERDE...
GÜLE GÜLE!..

- murat
14.09.2014

Atomu parçalayan

Titreyip uyanırdım eskiden,
korkardım düşümden;
daha başka ne bela var ki
geçmişten bugüne,
der durur, düşünürdüm kendi kendime.

kavgalar başladı,
mayısın sonunda gaz patladı.
kafalar yarıldı,
gözler yaşardı.
sular çağlayan gibi,
aktı, aktı...
kağıttan demokrasiler yıkıldı.

çocuklar öldü önce.
ne ana kaldı,
ne baba,
ne kardaş,
ne de arkadaş;
gözyaşları,
aktı, aktı...
bize "hak" kalmadı!

Allah var dediler;
dini alet ettiler.
Kafa kestiler,
Allah-u ekber dediler.
Mümin kardeşler savaşıyor,
ne için?
Cennetten en iyi arsa için!

Hak vermedi mi sana Akıl?
Kullanmadıysan,
itiraz etmeye var mıdır,
hakkın?

Oysa Sen!
Atomu parçalayan!
Egosunu parlatan!
Suçlusun;
Bilmelisin!

Aç kaldıysa kurt dağda,
Yese kuzunu merada,
demez misin yine de,
Yazıktır kurda;
Aç kaldı,
Muhtaç kaldı
benim kuzuma.

Atomu parçalayan!
Düşünmelisin;
Sürüyü nasıl güdeceğini,
Bilmelisin!
Ki çocuklar ölmesin,
Vatan bölünmesin!

18.9.2013
murat

Seven

Artık cümlelerimden başka
Vereceğim hiç birşey yok insanlığa;
Arkadaşlara,
Dostlara
Ve aşkıma...

Vicdanım, aptallığım;
Dürüstlüğüm düşmanımdı benim.

Ve sen,
Esasen gerçekte sevilen:
Ben,
Kendi yarattığım düşmanlarımla savaşıyorken,
Senmişsin meğer,
Benimle dans eden.
Elimden tutup beni döndüren.
Naif yüreğiyle seven,
Lanetliğime rağmen...
Her neyse,
Seviyorum işte seni gerçekten!..

Gel hadi,
Birlikte yürüyelim mi sahillerde,
Gavurun memleketinde?


2.10.2013
Murat Dicle

Ayrılış...

Gece oldu ya yine,
Sessiz ve derin bir hüzün çöktü üzerime;
Aklıma geliyorsunuz ikiniz de.
Herneyse!..

Asıl sen!
Artık olmasan da her gece;
Ben varım ya,
Gecelerde sen yoksan artık, kime ne?
İyi yürekli insanlarım var!
Ve hepsi hâlâ benimle.
Sen de kalanlardan ise kime ne?!

Onlar ki,
Benim ne bacak arama,
Ne memelerime
Ne de gözlerime;
Sadece sözlerime
Geliyorlar her gece!

Veremeyeceğimden fazlasını diyemem.
Üzülmesinler diye yalan da söyleyemem.
Yalansa, bi tek;
Tebessüm ederim,
Gönülleri hoş tutmak isterim.
Beni sevmeleri değil aslında derdim;
Mutlu yüzler görmektir dileğim.
Biliyorum, şimdi uyuyorlar;
İyi geceler dillerim;
Bende kalanlara da,
Sende kalan eski dostlara da...

Ha!..
Beni sevmediğine değil;
Kandırıp, kendini bana sevdirdiğine kırgınım...

Murat Dicle
06.11.2013

Kötünün iyisi

Kalbim ağrıyor,
Uyku halindeyim
Ve gözlerim ıslak.
Dayak yemişim sanki,
Kurumuş gözyaşlarım;
Çamurlaşmış,
Yanaklarımda iz bırakmış.
Sebepsiz bir durum bu;
Bende olan hep bu!

Sorarlar hep;
İyi misin? diye,
Derim ben de: iyiyim!
Ne de iyiyim,
Değil mi?
Bakan anlar oysa gözlerimden;
Ben kötünün iyisiyim...

Murat Dicle
24.12.2013

Meze?!

Kadın içki masasında gibi
Seçmeli yerini
Ya olur masada bir leblebi
Tıpkı bir çerez gibi
Ya da oturur karşına senin gibi
Kaldırır kadehi

Murat Dicle
20.01.2012

Ayna

Üzüldüğünde insan, almalı kendini karşısına.
Sevmeli kendini her okşamada.
Nemli gözler olsa da aynada,
Yüreğin hüznüdür görünen camda.
Yaz üstüne umudunu, buğulu olsa da...

Murat Dicle
27.01.2012

Herkes

Herkes mutsuz herkes...
Ve herkes,
Takınmış maske birçok kez.
Gülüyor hep yüzüne, maskeli herkes.

Murat Dicle
07.02.2012

Yorgunum aslında

Kendimi ışınlıyorum gözlerimi kapadığımda; yarına.
Yok oluyorum varlığımla odamda; bir anda.
Susuyorum ki duyulmasın; bir çok kulakta.
Gülüyorsam da her an; yorgunum aslında.

Murat Dicle
14.02.2012

Olması gerekenler

Karşımıza erken çıkmış insanları, yolun dışına sürerken; bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize. Tersine çoğu zaman zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir, hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün.

Bir akşam üstü yanımızda kimsecikler olmaz, ya da olması gerekenler yanımızdakiler değildir...

Murat Dicle
15.05.2011

Özledin mi?

Nasılsın? Yalnızlığına bir ortak istersen eğer, bir merhaba ile başla lütfen. Belki de bugün; ne sen, ne de ben ıskalayacağız günü. Ben kapıları bir bir çalıyorum, her gün. Kapı aralığından söylenen merhabaları özledim. Susadım dediğimde en iyi bardaklarda ikram edilen suları özledim. Ahhh dediğimde, koşan onlarca komşularımı özledim. İnsanı özledim. Çocukluğumu, kafama atılan terlikleri özledim. Şimdinin koca binaların; inşaat çukurlarında, kurbağalarla birlikte yüzmeyi özledim. Issız otoyollarda güneşlenmeyi, saatlerce yürmeyi özledim. Hiçbir şey ama hiç birşey düşünmeden, sevdiğimin elini tutmayı özledim. Sen de özledin mi?

Murat Dicle

14.06.2011

Hayata özlemle bakmak

Bileklerinden dışarı vuran damarların kadar,
..... yakın olmayı isterdim.
Beklerdim seni geceleri,
..... gelmeyince özlerdim.

Düşlerimden bahsederdim sana.

Aldırmaz,
..... tebessüm ederdin.
Dik dururdun sözlerime ve
..... arada sinir ederdin.
Umursamaz olsan da,
..... bilirdim,
.......... beni çok severdin.

Hislerim oluşmadan önce,
..... ilk sen hissettin beni.
Bana söylediğin ilk "merhaba" ile,
..... amansız düşlere sürükledin beni.

Çok küfrettim, geceleri.
Uyku tutmadı gözlerim,
..... sigara içtim sürekli.
Şaşırdım düşlerime,
..... kimdi ki bu peri.

Hiç bu kadar ağrımadı yüreğim,
..... seni bilene kadar.
Tıkanmış kalbiminin,
..... sıkıştırdığı göğsüm,
........... yanmadı seni düşlediğim kadar.
Gel, hep gel ve yine gel;
..... ben ölünceye kadar.
Sana yakın olmayı isterdim,
..... dışa vuran damarların kadar.

Murat Dicle
02.09.2011

Bir gün nasip olacak

Ben bir gün, bir kadına
..... ve o kadın da bana nasip olacak.
Onun yaptığı yemek,
..... benim getirdiğim ekmek;
.......... boğazımızdan geçecek.
Çocuklarımız da yiyecek
..... ve büyüyecek.
Büyüyecek sevgimiz
..... ve birlikte güçlenecek.

Bir çatımız olacak.

Bir penceremiz
..... ve önünde çiçeklerimiz.
Bahçemiz de olsun,
..... içinde bitkilerimiz.
Ağaçlarda meyvelerimiz de olsun,
..... tırmanacak çocuklarımız.

Neşeyle dolsun,
..... güneş erkenden doğsun,
.......... yuvamız kutlu olsun!

Murat Dicle
14.09.2011

Onursuzca yaftalanmak

Onursuz insanlar, onurlu insanları taklit ederek avlarına yaklaşırlar. Taklit, çoğu zaman gerçeğinden daha iyi derler. Dolayısıyle akılsız insanlar, onurlu insanları anlama zahmetine bulunmadan; aşağılarlar. Hiçbir gerçek yaşam, rol kesenlerin oynadığı kadar parlak değildir. Pırıltıya gelen balıkları düşünün... Onurluca yaşamanın bedeli, onursuzca yaftalanmaktır.

Murat Dicle

Olmaz mı?

Gece ve yağmur olurda, hüzün olmaz mı?
Bağdaki ballı üzümden, şarap olmaz mı?
Rakının yanına balık konmaz mı?
Yalnızlığıma ortak olunmaz mı?

Masalara meze, rakıya buz konmaz mı?
İçip de yanaklara, buse konmaz mı?
Dosta kadeh kaldırılmaz mı?
Yalnızım, hala bir ortak bulunmaz mı?

Sessizliği bozan bu lıkırtı mı?
Gırtlaktan çıkan yoksa bir hırıltı mı?
Peynir yesem üstüne, olmaz mı?
Yalnızsak n'olmuş? Yasak mı?

Sıkıldım masada, çıkıp dolaşsam mı?
Gezsem, eve geç dönsem olmaz mı?
Islansam sokaklarda, şifa olmaz mı?
Yalnızlık aslında bir rüya mı?
Uyansam..

Murat Dicle
09.12.2011

Sanma ki bilesin...

Bazen bakıyor sansan da
Sanma ki önemsenmiyorsun.
Bazen işitiyor sansan da
Sanma ki dinlenmiyorsun.
Bazen dalgın görüyor sansan da
Sanma ki yok sayılıyorsun.
Bazen konuşmuyor sansan da
Sanma ki sevilmiyorsun.

Bilmelisin ki önemseniyorsun;
Sanma ki önemsemiyorum.
Bilmelisin ki dinleniyorsun;
Sanma ki dinlemiyorum.
Bilmelisin ki sayılıyorsun;
Sanma ki saymıyorum.
Bilmelisin ki seviliyorsun;
Sanma ki sevmiyorum.

Sanma ki bilesin, önemseniyorsun.
Sanma ki bilesin, dinleniyorsun.
Sanma ki bilesin, sayılıyorsun.
Sanma ki bilesin, seviliyorsun.
Sanma ki delirdim,
Bile bile tekrarlıyorum;
Üstüne basa basa
Kanıksatıyorum...

Bil ki ben böyleyim;
Bazen dalgın,
Bazen ilgisiz,
Bazen sessiz
Ve bazen de kör...
Elimde değil,
Farkımda değil;
Kasıtlı, hiç değil!..

Sen saçını süpürge yaptın,
Ben yan gelip yattım;
Sen elinin lezzetini kattın,
Ben bir çırpıda yuttum,
Hiç mi umrumda değil sandın?
Sen kollarını boynuma sardın,
Ben bir keresinde daldım,
Oysa hiç mi sevmiyorum sandın?

Emin ol ki seni seviyorum...

Murat Dicle
22.07.2014

18 Temmuz 2014 Cuma

OL de geceye

Aydın bir gün yine gece ile yer değiştirdi. Güne başlarken bereket diledik: OL dedim, OL dedin, OL dedik... OL sana belki oldu; bana, ona olmasa da senin adına mutlu OL'duk -ki emin ol kardeşimizsin. Nazar değmesin... Yarının bereketine yatalım, sıramızı kapalım ki sen de mutlu OL diye. Elbette O, OL'sun! derse, neden OL'masın?!

Yatalım ölelim; öte dünyanın provasında dilenelim. Yarın, kuş sesleriyle -nasipse eğer- tekrar dirilelim. Böylece, hepinize iyi geceler dilerim...

Murat Dicle
(26.11.2013)

SEN BEN

Sen eğer hiç yorulmadıysan, dinlenmenin kıymetini;
Sen eğer hiç ağlamadıysan, gülmenin ne olduğunu;
Sen eğer hep toksan, açlığın ne olduğunu;
Sen eğer hep yatakta uyuduysan, sokakta uyumanın ne olduğunu;
Sen eğer hep "ben" diyorsan, "sen" olmanın ne olduğunu
BİLEMEZSİN...

Ben hep yorgunsam;
Ben hep ağlıyorsam;
Ben hep açsam;
Ben hep sokaklardaysam;
Ben hep "sen" diyorsam;
Buna rağmen hiç farkedilmiyorsam
UTANMALISIN...

Murat Dicle
(20.12.2013)

8 Temmuz 2014 Salı

SEÇ

Seni seven en az bir kişi olacaktır, yaşayan...
Üzülmen yersiz, günahtır gözyaşlarına, akan.

Hercai olmalı ömrün; kon ki, ol yaşatan.
Sıran mı geldi? oyna rolünü, at replikleri kafadan.
Dert etme kınarlar diye, geniş ol, çık kendi çapından.
Yaşa, yaşat; ama bulaşmasın eline kan...

Hak çizmiş yolunu, birini sağdan, birini soldan;
Seçecek olan sensin, değil misin yaratılan?
Yaradan bilmez, sorma; kul gitmeli hangi yoldan.
Temiz düşünürsen ancak, uzak olursun Şeytan'dan.

Murat Dicle
08.07.2014

TEHLİKELİ OYUNLAR, Oğuz Atay

TEHLİKELİ OYUNLAR
Oğuz Atay
Oyunlar yazmazsak eğer bu hayat çekilir mi? Belki hayat, bedenimizin çürümesiyle değil, düşüncelerimizin çürümesi yüzünden son buluyor, biz insanlar için...

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanından sonra kaleme aldığı ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar, yine Tutunamayanlar tadında ve bir o kadar karışık -ki eğer yeterli düşsel donanıma sahip değilseniz. Roman başkişisi Hikmet Benol'ün asıl mesleği mühendisliktir, tıpkı Tutunamayanlar'daki Selim gibi. Aileden kalan mütevazı bir miras ile kendi kabuğuna, bir gecekondu mahallesine çekilen Hikmet, karmaşık düşüncelerini oyunlara aktarır. Her hal ve durum için oyunlar yazar. Bazen, ve hatta bazenden de fazla oyun ile gerçek karışır. Baş danışmanı, baş komşusu, kutsal üçlemenin tepesindeki kişi Emekli Albay Hüsamettin Tambay, Hikmet'in en iyi anlaştığı ve oyunlarını birlikte yazdığı kişidir. Nurhayat Hanım yine, kutsal üçlemenin diğer anaç rolünü üstlenmiştir. Her daim çay demlemeye, bulaşıkları yıkamaya, ortalığı çekip-çevirmeye amadedir. Hikmet, Albay Hüsamettin ve Nurhayat Hanım... Bu kutsal üçleme içerisinde, Hikmet, Sevgi ile sevgisizliğini, Bilge ile bilgisizliğini dışa vuruyor, oyun mu yoksa gerçek mi belli olmayan anlatımıyla.

Okurken anlaşılmayan ancak okuduktan sonra parçaların yerine oturmasıyle konu daha da iyi anlaşılmaktadır. Kitabı hızlı okumak yerine, belki de benim gibi bir buçuk ay içinde okumak daha iyi olacaktır. 

Oğuz Atay bana hep Kafka'yı çağırıştırıyor. Kafka'nın muhteşem karmaşıklığı, anlaşılması imkansıza yakın anlatımı, Oğuz Atay'da daha bir düzene girmiş görünüyor olsa da, her iki yazarı anlamak zaman içinde kazadığımız tecrübeyle anlaşılır hale gelecektir. Okudukça, tecrübelerimiz de artacak elbette.

Bu kitabı okumakta nvazgeçtiyseniz bir şans daha verin. Hiç okumadıysanız okuyun, ancak öncesinde Tutunamayan'ları okumanızı salık veririm.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


7 Temmuz 2014 Pazartesi

İksir

Kadim zamanların bilinmeyen topraklarında yaşayan bir cadı, elinde tuttuğu şeyin, insanları birbirine aşık edeceğini söylemişti. O zamanlardan bugüne anlatılan hikayeye göre, o şey insanları birbirine aşık edebiliyormuş. Sadece kadın ile erkeği değil, kadını kadına veya erkeği erkeğe... Fakat bu sadece insanlar için geçerliymiş. Anlatınlara göre, o şeyin içeriği her ne ise, gerçekten işe yarıyormuş.

Savaşların ve hatta adi vakaların dahi olmadığı zamanlarda, aşk için bilahare iksir, tılsım veya bahsi geçen cadının elindeki şeye ihtiyaç yokmuş aslında. İnsan, insana aşıkmış hep o zamanlarda. Gerçek, dedikoduya; dedikodu, hikayeye;  hikaye, masala; masal da rivayete dönüşmüş. Yüzyıllarca aramış insanoğlu o şeyi.

Ve bulmuşlar o şeyi; bir şişeyi ya da ona benzer bir şeyi... Üzerinde yazılanları da okumuşlar:
"Her kim bunu bulduysa, bilsin ki bu bir aşktır; insanın insana olan özlemidir; kardeşliktir; vefadır; kadim zamanların insanlığına armağandır; sizin zamanınıza uzaktır -ki eğer ışımıyorsa, bu... Bu, ışımıyor mu?! Vah! öyleyse size. Vah! ki, insanlık bitmiş meşrebinizde. Aşk bundan böyle sizin neyinize?! Seviyor sansanız da, sevişseniz de, bunların hepsi düzmece: gözünüzü kör etmiş bir nesne... Hal şu ki, dönmezseniz kadim günlerimize, gök çökecek tepenize; o nesne her ne ise, kurtulun bir an önce..."

Murat Dicle
01.12.2013

3 Temmuz 2014 Perşembe

Susmak

Nediri bulunca erer mi sanırsın beni hüdaya?
Niçin dedimse hesap mı sordum sanırsın?
Anlamaz mısın? sözlerim kimine göre havaya;
Kimine göre cana, cânana...

Susmak bahşedilmiş bin vasfıma ilave;
Susdumsa, sinmedim ya, be pespaye!..
Şükürler olsun dilim var,
Konuşurum dinleyen her ademe;
Dilim var, dilersem sustururum,
Her pezevenge dert olsun diye...

Murat Dicle

27 Haziran 2014 Cuma

Karıncalarla Dans

Karıncaların neredeyse beş adımda bir yol yaptığı, yiyecek aradığı  -ki kısa da olsa bana göre uzun bir yola ev sahipliği eden, yolun sağındaki kaldırımdan yürümek işkence gibi geliyordu bana. Karıncaları ezmemek için adeta dans edercesine, beş adımda bir ritmik adımlar atmak için yola bile bakmaya ihtiyaç duymuyordum artık; bacaklarım nerede nasıl adım atacağını öğrenmişti. Gerek sabah işe giderken, gerekse de akşam eve dönerken, bu kısa yolda yaptığım atraksionlardan bunaldığımda, kendimi kaldırımdan aşağı, arabaların geçtiği yolda yürürken buluyordum. Hiç değilse karıncaları ezmek gibi bir korkumda olmuyordu. Ancak, arabalardan biri gelip de bana arkadan çarpacak hissi ile yine kendimi kaldırımda buluyordum. Velhasıl, en az katliamla evime ya da işime varmanın mutluluğu ile kaldırımın son taşından aşağıya indiğimde, kendimi çok mutlu hissediyordum. Geldim, diyordum, artık gitmek istediğim yere geldim, yol bitti, diye düşünüyordum...

Fi tarihinde izlediğim bir belgeselden kalma bir takıntı bu: Karıncaları dahi ezmeden yürümek, yolda ve yürünebilen herhangi bir yerde. Belgeselde, bir keşiş, aldığı eğitim ve düsturu gereği, attığı her adımı, ama her adımı dikkatlice atıyordu. On metreyi belki on dakikada alıyordu. Belli ki bizim değişimizle, yaradılanı, yaratandan ötürü saydığından olacak, hiç bir ölüme sebebiyet vermeden yürümeyi bir tavır edinmişti. Ne güzel...

Çocukken çok can aldım: Solucanlar, kurbağalar, kertenkeleler, kuşlar, balıklar... Şimdi al birinin canını deseler, vallahi yapamam; hadi mecbur kaldım, elzem bir durum olsa, çok zorlanırım. Bile bile, göz göre göre bir canlının hayatına son veremiyorum artık. Karıncalarla dansı işte bu yüzden yapıyorum... Çok tiksindiğim karafatmaları öldürmesi için bile eski eşimden az yardım dilenmemiştim. Tiksinçliği ayrı, bir de öldürülmesi ayrı sıkıntı yaratıyordu bende, karafatmaların.

Bunları şunun için anlatıyorum; insanlığı, doğrusu tüm canlılara mutlak saygıyı, katliamlar yaparak, hatalarımdan ders alarak ulaştım. Artık elimin kızıllığı geçti; uslandım, akıllandım; Allah affetsin beni...

Televizyon pek seyretmediğimi daha önceki yazılarımdan okuyanlar bilir. Eğer televizyon izlersem, hele ki haberleri, yaşanan insan katliamlarına aşina olacağım, ve insanlığımdan uzaklaşacağım. Bu, sosyal medyalarda da oluyor maalesef. Kelleler ile top oynayan vahşi insanların görüntüsü mesela... Tam uslanmışken, hidayete varmışken, yine insanlığa uzak, duyarsız biri olmak istemiyorum. Ama oysa, ayarlı medya, bizleri insanlıktan uzaklaştırmak, sadece BEN var diyebilmemiz için adeta hipnoz ediyor bizleri. BEN varım, SEN yoksun. Dünya BEN'im, SEN'in değil... SEN kötüsün, SEN zarar verebilirsin. SEN arkamdan tavayla BEN'i öldürebilirsin. Komşumsan BANA ne?! Açsan kime ne?!

Dünya tarihi yazının icadıyla başlıyor denilse de, yazının icadından çok daha milyonlarca yıl önce başladığını da biliyoruz artık. Bilinen tarihte, yapılan katliamları, kesilen kelleleri, ölenleri, öldürenleri okuduk, izledik veya dinledik. Biliyoruz... Uslanan var mı peki?! Dünya canlılarından, özellikle kastım, insan türünden, insan kavminden uslanan var mı?.. Hâlâ devam ediyoruz değil mi? Asıyor, kesiyor, eziyoruz...

Hiç olmadığı kadar vahşi bir hükümet ile karşı karşıyayız. Öyle ki, katliamlara, ölümlere isimler takıyorlar: Fıtratlarında var, kader bu, vb... Ölüm ile dans ediyorlar; kravatları boyunlarında, türbanları başlarında... Allah, diyorlar bir de, Allah, Allah diye diye bilerek isteyerek, göz göre göre kan akıtıyorlar, akıtılan kanlara göz yumuyorlar. Uslanmamış, azmış kavmin torunlarıyız diyorlar adeta, yaptıklarını duydukça, okudukça... Onlar uslanmadı, devam ediyorlar; bizler de uslanmadık, devam ediyoruz seçmeye veya sessizce beklemeye hâlâ. Allah rızası için diyorum, ya onlar uslansın ilk, ya da sessizce katliamlara göz yuman bizler uslanalım ilk. Uslanmaya zorlayalım, olmadı katliam yapalım uslanmayan eli kızıllara, son kez olsun dünya için, insanlardan insanlara ders olsun. Biliriz değil mi, uslanmayanın hakkı kötektir; ya onlara ya bize...

Murat Dicle
27.06.2014

26 Haziran 2014 Perşembe

Mini şortlu, askılı sarı tişörtlü kadın

Karanlık güçlerinin peşi sıra giden bir yaratık gibi yola çıktı sabahın en erken saatlerinde. Gün, güneşin tepesinin görünmesiyle kızılımsı bir renge bürünmüş, hava sisini dağıtmaya yüz tutmuştu. Kapıyı ilk açtığında yüzüne hafif bir serinlik esmişse de, buna aldanmayıp, üstüne hiç bir şey almadan, bir tişört ile yola koyulmuştu. Mini şortu ve üstündeki limon sarısı, askılı tişörtü ile oldukça dikkat çekiyor olsa da, sabahın köründe onun bu denli çekiciliğine şahit olacak hiç bir kimse yoktu ortalıklarda. Köpekler vardı sadece, kuşlar birer ikişer ağaçlardan inip inip yollarda buldukları kırıntıları gagalıyorlardı bir de...

Güneş açısını yükseltiyor, o yolunda ağır adımlarla yürüyordu. Arada bir bacaklarını yalayıp geçen serin havanın hoşluğu içerisinde yolundan gitmekten memnuniyet duyuyor, yolun sonunda biteceğini, varacağı yere en nihayetinde varacağını düşünüyordu. Yol illa biter... Hep böyle olmamış mıydı?!

Ağaçlıklarla devam eden yol, yavaş yavaş binaların yol kenarında görünmesiyle betonla örülmeye başlamıştı. Ağaçların arasından neşeyle gülümseyen güneş bile, artık binaların ardından yüzünü gösteremeyecek kadar yüksek bir açıya sahip olamadığından, üzüntüyle sadece ışığını yansıtıyordu; gölgeli, gölgesiz, her an herhangi bir cama yansıyarak, varlığını hissettiriyordu sadece. Henüz sıcaklığıyla varlığınını gösterememişti, güneş. Umrunda da değildi zaten yolcunun. O, kararlı adımlarla, ağır ağır yoluna devam etmekteydi. Sanki gündüz de olsa, gece de olsa ne farkeder, ben yoluma giderim, der gibiydi, attığı adımların isabetle yola basışından anlaşıldığı kadar. Zarif ayaklarıyla bastığı yolda gül bitsin istenirdi, bir er kişi görseydi şayet onu, yolda naif adımlarla yürüyüşünü. Oysa, zariflik içerisinde yürüyen yolcunun, çatık kaşları, gündüzün ışığına, kuşların sortisine, köpeklerin meraklı bakışlarına, ağaçların yol kenarlarında olmasına, binaların ağaçları yutmasına, güneşin binalardan sıyrılma çabasına oldukça tezat görünüyordu. Çatmış kaşlarını, düşünceli ve ağır ağır gidiyordu yolunda. Memeleri, ince askılı tişörtün içerisinde ancak güneşin gölge oyununlarıyla varlığını gösterebilityordu. Fakat, aldanmamak gerek; o bir çocuk değil: Bir anne o!..

En ufak binalarla başlayan ağaçlı yolun bitimi, en yüksek binalarla örülü bir yola dönüştü, güneşin tepeden, binalara nispet intikam ışınlarıyle.

Şehrin en yüksek binasının kapısına varan yolcuyu gören kapı, büyük bir saygı ile açıldı; kanatlarından ayrıldı, biri sağa, biri sola. Ortasından geçti kadın, yüzüne bile bakmadan kapının, içeri girdi. Çekindi kapı, hemen kapanmadı, çatık kaşlı kadının ardı sıra bir müddet açık kaldı, hem de hiç olmadığı kadar.

Kaşlar yay gibi oldu nihayetinde. Yolcu belli ki varmıştı varcağı yere. Koca binanın minnacık kapısının açılmasıyla göze çarpan kocaman bir masanın ardında çıtı-pıtı bir kız karşıladı onu, yolcu tam da kaşlarını yaydığı zaman. Saygı, hürmet vardı; çıtı-pıtı kızın ayağa kalkması ve yolcuya en samimisinden verdiği tebessümünde. Hoş geldiniz efendim, dedi çıtı-pıtı kız, en güzel sesiyle; hafifçe okşadı yolcunun kulaklarını, pek nazikçe titretti sesin dalgaları, kulağın ta içindeki zarı. Hoş buldum, günaydın, dedi yolcu cevap olarak. Kapı kadar olmasa da, bir kaç saniye, nezaket-i iade olması baabında, önünde tebessümle dikildi çıtı-pıtı kızın karşısında, yay gibi kaşlı, güzel bacaklı, mini şortlu, askılı sarı tişörtlü yolcu.

Sanmayın ağzımın suları akarak bahsediyorum, bacaklarından, mini şortundan, hele o güneşin açısına göre kendini belli eden memelerinden... Bir güzelliği tasvir etmek, huzuru, hafifliği anlatabilmek, daha pozitif, daha az saldırgan, daha az ısırgan bir bakış atabilmekti niyetim. 

Şehrin en büyük binasına varan yolcu, en büyük binanın en büyük odasına girdi; şehrin en hızlı asansörüyle vardığı, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki koridorunda salına salına... Belki ellemekten keyif alacağımız o minicik poposunu kaplayan mini şortuna aksesuar olmadığı aşikar arka cebinden çıkarttığı bir kart ile açmıştı odanın kapısını. Oda kendi kadar güzel kadınlarla doluydu. Saygı ve sevgi emareleri kendini belli ediyordu, neşeyle söylenen, hoş geldiniz Beril hanım, sözleriyle... O, bir patroniçeymiş meğer; ortama nazaran pespaye kılıklı bir kadına, olanca düzgün giyimiyle selam veren bu kadınlardan anlaşıldığı kadar.

Vay be!.. Buraya kadar bu kadına hiç kimse tecavüz etmedi, saldırmadı, sarkıntılık yapmadı, laf atmadı, küçümsemedi, arkasından laf etmedi... Ha! Bir tek ben, kendi yarattığım karakterin poposunu elleme gibi bir iç güdüye kapıldım o kadar. Bir bardak bu içtim, geçti zaten... Güzel bitsin hikaye, böyle istiyorum.

Beril, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki en güzel odası (bürosu diyelim) içindeki kendi odasına girdi mini şortundan dışarıda kalan bacaklarınıyla yaylana yaylana, yay gibi kaşlarını yaya yaya, ağzıyla tebessümler saça saça, ah! bir de o saçlar, (ilk defa bahsediyorum) bir sağa, bir sola saçıla saçlıla... Odasına giren Beril, şehrin en büyük binasının en büyük bürosunun, en güzel odasının kocaman, boydan boya penceresinden, şehrin en kaymaklı tarafını tepeden süzdü bir kaç saniye. Ve ardından, odasının içindeki bir başka odaya girdi. Orta halli bir banyo-tuvalet birleşimi bir yere. Duşunu aldı, makyajını yaptı, hali hazırda bekleyen kıyafetlerini giyindi. Hanım hanımcık bir edayla, masasının başına oturdu. İş saati başlamıştı artık. Telefonu eline aldı ve günün ilk kahvesiyle birlikte, asistanını da yanına istedi.

Beril, güzel diledi ömrünü; ezmedi otu-böceği, hele ki hiç kimseyi. Okudunuz, ne kadar zengin bir kadın, Beril. Ancak işine her gün yürüyerek gidiyor. Kararlı adımlarla. Zarif kadın vesselam, niye? Yürüyor, temiz düşünüyor, sağlıklı besleniyor. Ona buna caka satmıyor, her fırsatta karşılıksız tebessüm dağıtıyor. Ben de diledim, hikaye güzel bitisin, Beril gibi her kadın dilesin: Her şey güzel gitsin. Tebessüm yüzlerde eksilmesin. Bu hikaye de tam burada bitisin! Varsa, çıkartılabiliyorsa, dersler alınsın, eşe dosta anlatılsın.

Murat Dicle

25 Haziran 2014 Çarşamba

Babalar Gününe Dair Kızımdan

Bana bir masal anlat baba...

İçinde bana zarar verecekler olursa, sen koş yanıma ve döv hepsini tek elinle; sonra tak tacını başına, ben de tekrar gururlanayım, tekrar senin süper-kahraman olduğunu düşüneyim; tekrar diyeyim ki, iyi ki benim babamsın, iyi ki varsın, ve son olarak, iyi ki benim süperkahramanımsın...

Bilmediğim, fakat öğrenmek istediğim çok şey var hikayede; bunları da anlat bana baba. Sonra tut elimden farklı diyarları göster bana. Gezerken de hep öğütler ver bana. Sonra ben sıkılayım, off baba yaa, diyeyim. Sen bunun ardından -sırf beni gıcık etmek için- daha fazla öğüt ver. Ben ne kadar sıkılsam da, içimde bir mutluluk olsun; diyeyim ki, babam benim iyiliğimi istiyor...

Sonra soğuk espiriler yap bana. Ben yine kendimi tutamayıp, çooooook uzun bir kahkaha atayım; sen de, espiriye değil, benim gülmeme gül. Yolda yürürken beni utandıracak şeyler söyle; ben de kızlar geçerken seni utandırayım. Sonra tüm paralarımızı denize atalım, parasız gezelim; çünkü mutluluk parada gizli değil ki!.. Yapmayı sevdiğimiz şeyleri yapalım; parasız gezip, bol bol bedavadan hayal kuralım. Hatta manavın önünden geçerken gizli gizli kayısı yürütelim...

Masal bitsin sonra, ama sen benim yanımdan hiç ayrılma. Fakat sen bir süper-kahramansın; dünyanın sana ihtiyacı olabilir... Git kurtar insanları; geri geldiğin zaman öp başımdan ve git sonra, ben uyumuş taklidi yapıyor olayım. Ama senin neler yaptığını görmüşüm ve tekrar iyi ki, babamsın, demişim. Babalar günün kutlu olsuuuuuuuun!

Öykü Dicle

Günaydınlık şeysi

Güzel olsun günü aydınlatan güneş ile birlikte söylenen sözlerimiz. Kenarları süslü, parlak kelimelerle dizilsin tümcelerimiz. Ahengi olsun hep, güneş tırmanırken tepeye, kulağımızdan içeri giren tüm seslerin. Büzüşsün dudağımız ergenler gibi, günün aydın olsun kardeşim, diye söylerken, tatlı bir öpücük gibi konsun yanaklarına tüm sevdiklerimizin.

Günaydın...

24 Haziran 2014 Salı

İlk Özlem

Sen şimdi tam işin ortasında, burnumda tüt, emi İstanbul?!
Eminönü'ndeki balıkçıların kokusunu sok burbuna, burnuma.
Martıların sesleriyle çınlat kulaklarımı.
Tepeme tepeme vurdur güneşini
Nemli nemli havanla;
Yak içimi, terlet bedenimi,
Bıktır yine kendinden İstanbul...

Biliyor musun?
Senden bıkmayı da özledim ben...

Murat Dicle

Çarpışan İnsan

Çarp önce kendinle yüzleştiğin aynaya...
Ayna ki, seni sana yansıtan insandır;
İnsan, kendini görebileceğin bir metadır.
Görebilirsen şayet insandan ötesini;
Görebilirsin,
Kendini, geleceğini...

Sonra çarp kendi kendine!..
Çarp ki yüzleş gerçeğinle.
Çarp bir-iki tokat da geçmişe;
Ve çırp geçmişini bugünle.
Hadi çal geleceğini,
Çarpıp-çırptığın geçmişinle, bugününle...

Murat Dicle

5 Haziran 2014 Perşembe

Ağlamak

Şu doğmuş olduğunuz hayata ne derece iyi niyetle yaklaşıyor olsanız da, hayatın doğurduğu sizin, hayata, hak ettiği gibi davranmadığnız aşikar. Ben mi? Ben de sizinle beraberim. Hayat bize -ki çoğu zaman mutluyken anlıyor insan- sayısız güzellikler sunuyor, ve biz inatla tüm bu güzellikleri görmezden gelip, en görülmemesi gerekeni görüyor ve peşi sıra gidiyoruz; takılıyoruz acının, kederin, hüznün peşine... Afyon bir nevi, çirkinliklerden, kötülüklerden, olumsuzluklardan feyz almak. Uyuşturuyor bizi, onca güzelliği görmezden gelip, peşi sıra takıldığımız hüznün oturttuğu fikrin beynimizdeki salınımı.

Çocukken annemden dayak yedikten sonra kendimi çok iyi hissederdim: Olabilecek en kötü şey olmuş, göz yaşlarım yanaklarımda kurumuş, hüzünlenmiş, dışlanmış hissederdim. Bir müddet sonra rahatlar, kardeşimle kızarmış yerlerimizi gösterip, en çok dayak yiyen kim, diye adeta yarışırdık. Uyuşmuş, zevke gelmiştik aslında. Annem sanırım olayı çözmüştü...

Biz -kimbilir- belki de ağlayabilmek bahanesi adına hüznün peşine takıldık hep. Ağlamak için illa bir nedenimiz oldu; ancak, rahatlamak için ağladı, demesinler, hüzünlendi de ağladı, desinler diye. Ağlamak için cambazlık yapmasak mı acaba? Ağlasak gitsek işte... Uçan kuşun güzelliği karşısında, akan suyun kudreti karşısında, gök gürültüsünde, yağmurda ıslanırken, sevişirken, öpüşürken, ishal olmuşken hatta... Bahanesiyle değil, ben öyle istiyorum, özgürlüğüyle ağlasak hep. Çünkü ağlamak rahatlatıyor insanı. Alkolden de keyifli sanki.

En kısa zamanda, kollarında hüngür hüngür ağlıyacağım sebepsiz, erkek adam ağlar mı, demeyen sevgilimin kollarında... 

Murat Dicle

3 Haziran 2014 Salı

Güllü Mesajlar

Seni seviyorum, demesini beklerken;
Seni seviyorum demek ile birlikte,
Canım, bile dedi mesajlarında.
Sakladım onların hepsini;
Biriktirdim bir bir,
Her bir mesajını özenle.
Dara düştükçe,
Teker teker bakar,
Tebessümle yüzümde güller açar.

Murat Dicle

Deniz, güneş ve kızıl

Dalgalar gibi saçları var;
Kızıl kızıl gün batımı,
Tel tel damlar denize.
Güneşi kıskandırır
Ki hiç olmadığı kadar,
Kızılı yansıtır derinlere...

Deniz fışırdar,
Utanır kadının saçlarından;
Kadının her saç teli
Kızıllığa kafa tutar.

Murat Dicle

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Notaların

Şarkıları senin için çalıyorum.
Notaların her biri
-Ki keşke ah ben yazsaydım-
Sanki seni vuruyor;
Kimi onaltılık, aceleci,
Kimi dörtlük, tumturaklı,
Nadiren birlik,
Gel dibime der sanki,
Ürkütür...

Murat Dicle

30 Mayıs 2014 Cuma

Ağır gelir

Ağır gelir,
Senin, benim, hepimizin sevdası,
Kahpelerin tuttuğu balta da olsa,
Vurmak ağır gelir,
Bindiğimiz, bindirildiğimiz ağaca...

Murat Dicle

Sıyrıldı güneş

Islanmasın diye kaçan güneş,
Yağmurdan sonra fırsat bulamadı,
Gece bastırdı ay ile birlikte,
Doğamadı ta ki
Gece kaçana
Ay batana dek...

Sıyrıldı şimdi güneş
Yerkürenin çebrerinden.
Yüzüme, yüzümüze ışıldıyor.
Günü aydınlatıyor,
Bize sanki,
Hadi kalkın
Gün aydın oldu, diyor.

Murat Dicle


29 Mayıs 2014 Perşembe

Üşüdüm...

Olanca gücüyle damlalarını fırlatıyor,
Yüzüme, bedenime,
Ta içime içime.
Ve ben balkonda,
Sanki hiç yağmur görmemiş gibi...

Üşüdüm,
Yağmurun ıslattığı bedenimin altında.
Yalnız seyrettim,
Yalnız üşüdüm,
Yalnız ıslandım balkonda.

Üşüdüm, Islandım;
Ayaklarımı terlikten çıkarttım,
Bastım ıslak zemine.
Çıplak ayaklarımdan aktı,
Tüm yalnızlığım.

Hatırlattı bana yağmur;
Ve şimşek ve gürültüsü:
Sevgililerim var ya benim,
Nedir bu yalnızlık üzüntüsü.
Kızım var, o var...

Murat Dicle

Sanalda sabah yazdıkların

Son bir kaç gündür yazdığın o sabah yazıları, günaydınlar var ya; ah onlar ne güzel şeyler öyle... Ne mutlu edici kelimeler: Bir gülücük, geçerken uğradım, demeler, üstüne de günaydın, demek. Güne, senin kelimelerinin, senin gülücüğünle başlamak -ki sanal da olsa ne mutluluk verici. Diliyorum kadın; güne, sesinle, teninle başlamayı, aynı yataktan kalkmayı, birbirimizin gözlerinin içine bakarak, günaydın demeyi, diliyorum.

Günaydın, aşkıma ve bu aşka şahit olan her dosta!..

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Adın var şiirde

Kadın beni seviyor,
Leke gelmesin diyor.
Kalbimdesin bir kere,
Seni aklarım bende;
Adın da var şiirde.

Murat Dicle

Gün aydın ola

Gecemiz geçmiş ola.
Uykumuz şifa ola.
Görülen rüyalara hayrola.
Son kıpırdanış,
Son göz titremesi,
Hayat ola.
Açtık mı gözümüzü?
Hadi öyleyse,
Günümüz aydın ola...
İşimizde bereket,
Yolumuzda ışık,
Başımızda sağlık,
Sevdiklerimiz hep
Yanımızda ola...

Murat Dicle

25 Mayıs 2014 Pazar

Palyaçoların Hayatı

Öyle hikayeler dinledim ki, kendi derdim dediğim şeyleri unuttum gittim... Konuşmak gerçekten insanları rahatlatıyor. Hele ki, hiç tanımadığınız birileriyle sohbet etmek daha etkili oluyor. Aslında başımıza gelen ani olaylar, hiç beklenmedik gelişmeler, bizlerin çocukken TV de veya sinemada izlediğimiz filmlerdeki "hadi canım, olmaz böyle bir şey" dediklerimizden daha başka bir şey değil.

Bizler büyüdüğümüz için daha çok şeyin farkına varır olduk. Büyüdükçe, gençlikte cesurca aldığımız kararların pişmanlığını yaşar olduk. Alınan toy kararların bu güne sızı vermesi bundan sanırım. Herkesin illa böyle anları olmuştur. Benim hayatımda neler olduğu değil, daha çok, "bize neler oluyor böyle?" diye başlamalıyız düşünmeye...

Evet bize neler oluyor?


Toplum yıkılma sürecinin ortasında sanki. Beklentiler yüksek, elde edilenler beklentileri karşılamıyor. Hani Palyaço'yu düşünün: Boya, onun yüzünü güleç gösteriyor, ancak altındaki hüznü kim bilebilir. Bizlerde hep böyle dolaşır olduk, değil mi?

Ve para, sadece sorunların üstünü örter oldu...


Yukarıdaki satırları 2011 senesinin ortalarında yazmıştım. Bugün biri, bu eski yazımı Facebook'ta beğenince, tekrardan okumama vesile oldu. 2011'lerde oldukça asosyal ve oldukça apolitik biriydim. Yeni boşanmıştım, bir sene öncesinde başlayan ve devam eden bir berekesizlikhepbenimleberaber inancı taşımaktaydım. Sağlığım pek iyi değildi, 125kg olmuştum; saçlarım upuzun ve hiç olmadığı kadar uzattığım sakalım vardı... Velhasıl pek de sağlıklı düşünecek durumda da değildim. Ancak tek bir sabit düşüncem vardı: Para her şeydir...

Evliliğin bitmesi, arkadaşlıkların bir bir yitirilmesi, yeni sevgililerin olamaması, anneyi memnun edememek... İnsanın boyu bile daha kısa görünüyor, parasız olduğunda!.. Hepsi paraya bağlı idi. Paraya bağımlı yaşamak, benim gibi, parayı sadece araç olarak kullanan biri için bile oldukça alçakça görünmekteydi. Maskesizdim, makyajsız bir palyaço gibiydim, paraya tamah edenlerin gözlerinde... Mutsuzdum, para ile mutluluğu yakalamışların, parasız olduğum için beni yerip eziyor olmalarından... Güçlüydüm aslında, parasız da mutlu olabiliyordum icabında: Bir şişe su ile saatlerce kızımla gezip keyif aldığım anları hatırlamak bile büyük mutluluk veriyordu bana. Ben, maskesiz, makyajsız bir palyaço...

Oysa, palyaço değil, bir seyirciydim... 1980'lerden itibaren, makyaj(!) için en iyi malzemeler ülkeye girer oldu. Suretimizi boyayarak, bir çok suretler ürettik kendimiz için, daha çok mutlu görünelim diye... Yeni farklı ayakkabılar, yeni farklı elbiseler, yeni farklı kilotlar, çoraplar, kokular, şapkalar, eldivenler, tişörtler, pantolonlar, yiyecekler, içecekler, arabalar, makyaj malzemeleri, saç modelleri, sakallar, bıyıklar, koca memeler, düz karınlar, kalkık popolar, gergin yüzler, şişkin dudaklar, renkli renkli gözler, bembeyaz dişler, ince kaşlar... Boyandıkça boyandık... Parası olan çok daha iyi boyandı, olmayan borç aldı boyandı, borç alamayan, çaldı da boyandı, icabında kendini sattı da boyandı. Öldürüp de boyananlar olmadı mı? Satanlar çoğaldı... Alıp satanlar, vererek satanlar, çalıp satanlar, doğdukları yeri satanlar, arkadaşlarını satanlar, ülkeyi satanlar, karısını satanlar, çocuğunu satanlar, bahçesini, evini, eski kürkünü, bileziklerini, ciğerlerini satanlar... Boyanma merakı ve arzusu, çoğalttıkça çoğalttı satıcıların sayısını. Satmamak anormal bir durum oldu. Boyanarak mutlu gibi görünen Palyaçolar öyle çoğaldı ki, öyle normalleşti ki, boyasız veya tam boyanamamışlara palyaço gibi güler oldular... Çok komiksiniz Palyaçolar!..

Ve böylece, paranın, sorunların üstünü örten, amaç edinilesi bir araç olduğu kanıksandı. Uğrunda, ülkemde onun için ulvi(!) bir mücadele başladı; halk kitleleri kandırıldı, onun için, ondan daha çok elde etmek için, nice insanlar göçük altında kaldı, öldü ve öldürüldü; kurşunla, taşla, sopayla; balkondan aşağıya, emniyetin, karakolun penceresinden aşağıya atılarak öldüler, öldürüldüler; hep daha fazlasını elde etmek için, yan çizdiler, döndüler, görmediler, demediler, duymamazlığa geldiler... Hep, ondan daha fazlasına sahip olmak içindi tüm bunlar... Hep, haftasonu bir duble rakı için, tüm bunlar yaşanmıyormuş gibi yapılarak geçirildi günler... Sosyal medyalarda günah çıkartıldı: en hümanisti, en mevlanacısı, en nazımcısı, en atatürkçüsü, en müslümanı, en güzel cuma günü kutlamacısı, en dindarı, en insancılı, en çok kedi-köpek severi türedi... Bir yandan günah çıkartırken sosyal medyalarda, bir yandan da aynanın karşısında gece için süsleniyor, dudağımızın kenarındaki kanı siliyorduk, kurbanımızdan kalan son delili... Daha fazla para demek, daha güzel boyanmak demekti. Boyandıkça, oldukça mutlu göründük. Hayatın erdemi, OM değil, PARA idi artık... Vahşi Palyaçolar sizi, çok komiksiniz!..

OM...


1997-98 senelerinde piyasaya yeni çıkmış bir ürün vardı, bir muhasebe programı. Bu ürünün bayiliğini almam için, büromun bulunduğu handaki bir muhasebeci benimle irtibata geçti. Programın bayiliğini alırsam, şöyle iyi ederdimişim, böyle iyi ederdimişim... Evet, güzel tasarlanmış, akıllı bir üründü -ki bir yazılımcı olarak bunu görebiliyordum. Fakat, benim daha çok OM kelimesi dikkatimi çekmişti. Firmanın adı OM idi. Ürünün üreticisi sıfatını taşıyan bir kişi bana OM kelimesinin hikayesini anlattı, yalan yanlış aklımda kalanlar şöyle (kısa tutacağım):

Uzakdoğuda (ki hep böyle olur ya) bir bilge, hayatın anlamını anlatır dururmuş insanlara. Sayfalarca, binlerce sayfa tutan bilgiler verirmiş insanlara. Bu bilgiler, kulaktan kulağa, kalemden kaleme, anlatıla gelmiş durmuş. Öyle bir gün gelmiş ki, o binlerce sayfalık, hayatın anlamını anlatan yazı, sadece, OM, olarak yazılır ve söylenir olmuş. OM, denildiğinde, işte o binlerce sayfalık hayatın anlamı akla gelir olmuş hep. Bu iki harflik kelime, OM, hayatı içinde gizlemiş...

Bugün hayat, harfleri "OM"dan çok, ama yine de binlerce sayfadan kısa bir kelimenin içine gizlenmiş: PARA...

Yaşanmış bir kelime değil PARA, OM gibi; üretilmiş bir kelime bu!.. Yapay, insana, doğaya uyumlu olmayan bir şey bu. ŞEY ile ŞEYLER almaya yarayan, ŞEYLERLE mutlu olunan, mutlu gibi, güzelmiş gibi görünmeye yarayan bir ŞEY'in adıdır PARA... HİÇBİR ŞEY olmak ile HER ŞEY olmak arasında ince bir çizgisi olan bir şey, bu para...

Düşünün ki, BİLGİ'den bile değersiz icabında. Kol kaslarınızdan da...

Düşünün ki, 12 şiddetinde deprem olmuş; barajlar yıkılmış, yollar ayrılmış, binalar un ufak olmuş, milyonlarca insan ölmüş... Üretim durmuş, fabrikalar kapanmış... Elektrik yok, su yok, telefon çalışmıyor, ancak bol bol paranız var... Para, bir HİÇ olmak ile HER ŞEY olmak arasında tam da burada, bu anda ifade edilebilir: Kıçınızı silersiniz artık o kağıt parçasıyla!.. Düştü mü maskeleriniz, aktı mı boyalarınız?!

Çırılçıplaksınız... Bir hiçsiniz... Cahilsiniz... Paranız olamasaydı şayet!..

Ben ne anlattım şimdi bu satırlarda?! Belki her şeyi, belki de hiçbir şeyi... Sadece kendime not düştüm, çocuğuma ve sevdiğim kadına... Tesadüf olur ya, okuyor olursanız, not edin bu satırları, anlatın eşe dosta...

Para değil, bilgi erkiniz olsun; emekli olmak için değil, mutlu ölmek için çalışın, yeter, kâfi miktarda... Dandik bir evin sahibi olmak için 20 sene köpekler gibi çalışmayın; 20 sene en güzel evde kirada oturup, mutlu ölün ve ardınızda mutlu yüzler bırakın: Ne mutlu insandı ama, desinler, köpeğin tekiydi, diyemesinler...

Murat Dicle
25.05.2014