öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Şubat 2018 Perşembe

SEVİ

uzun öykü: SEVİ


Otuz iki yaşındayım. Sağlığım yerinde. Yaşıtlarıma göre daya iyi kazanıyorum. Yaşadığım bölgede bir işyerim var: Elektrikçiyim. Tek başımayım, bir yardımcım yok. Yardımcıya, çırağa gereksinim duyacak denli büyük işlere artık girişmiyorum. Huzur istiyorum.
Bir evim var, işyerimin birkaç sokak ötesinde. Babam verdi bunu bana. Sağ olsun. Onlar, anamla babam, memlekete yerleştiler. Yeşili özledik dediler. Bıktık İstanbul’dan, bıktık bu kentin hayhuyundan, dediler. Gittiler. Altı sene önce beni bana bıraktılar. Bir işyeri açmak için bana anapara vermeyi de esirgemediler. Sağ olsunlar, valla. Başka ne diyeyim…
İlk günler epey güçlük çektim: Sabahları, “haydi kahvaltıya,” sözleriyle değil, saatin zil sesiyle uyanmak, bulaşıkları yıkamak, yemek yapmak, ütüsüz pantolonları giyinmek, tek başına yemek, hep güç gelmişti bana. Zamanla alıştım yalnızlığa. Öğrendim ütü yapmayı, yemek yapmayı da. Öğreniyordu insan umarsız kalınca. Şimdi iyiyim, alıştım, öğrendim yalnız yaşamayı.

EŞDUYUM

eşduyum
öykü: EŞDUYUM

Sevmenin ne olduğunu bilmezdim, sevilmenin de. Gereksinim olarak görürdüm sevmiş gibi yapmayı. Neden? Yalnız kalmamak, dahası kösnül isteklerimin yerine getirilmesi için. İlişkilerimi kaybetme korkusuyla yaşamazdım. Oldu ya, kaybettiğimdeyse yoksunluğunu iliklerime dek duyumsardım. Gelgelelim, yeni birisi için eyleme geçmezdim. Yelin yönetimine bırakmıştım kendimi. O artık beni nereye götürürse. Seçmezdim iyiyi, güzeli; olursa olurdu, olmazsa olmazdı…
Uzun sürmezdi birlikteliklerim. İki, üç, bilemedin beş ay sürerdi. Neden? İşte bunu gerçekten bilmiyorum. Sanırım, daha değer yargılarım oluşmamıştı. Değer biçemiyordum birlikteliklere. Nasılsa, oluyorsa oluyor, olmuyorsa olmuyordu. Niye kaygılanacaktım, neden elimde tutmak için çabalayacaktım? Kalırsa kalırdı, kalmazsa kalmazdı. Sözgelimi, kapıyı çarpıp gitse dudaklarımı büzer, ardından şöyle bir bakardım; esen kal, demek aklıma dahi gelmezdi…
Neden böyleyim diye düşünmeye başladım bir süre sonra. Dört, beş, belki dokuzuncudan sonraydı; kesin olarak anımsayamıyorum. Düşündüm: Kalan hep doğru, giden miydi hep yanlış olan? Ben tertemiz, günahsız, suçsuz muydum da gidenin ardından bir “esen kal” demeyi dahi esirgedim? Bu denli gidişin peş peşe gelmesinin, tüm birlikteliklerimin hep bir gidişle bitmesinin nedeni gidendir diye düşünmek, olağan bir insanın usuna aykırı olmalı. Kimin usuna? Olağan insanların; benimkine değil. Öyle olmalıydı, yoksa tersi olsa “dur, gitme, konuşalım,” demeyi düşünemez miydim? Hayır, düşünemedim, daha düşünemeyecektim…
Bugüne değin birkaç sevgilim daha olmuştu. Ne denli özen göstersem de sonu hep birdi: Bırakılıyordum. Davranışlarımı gözden geçirmeye, kendimi daha iyi tanımaya çalıştım. Kendimi kendi gözümden eksiksiz görüyordum. Olası bir yanlışı, benim neden olduğum yanlışı ayrımsayamıyordum.
İnternette bir araştırma yaptım. Benim gibi sorunları olan var mı diye. Doğru düzgün bir bilgiye ulaşamadım. Sevgililerin ardı ardına bırakıp gitmeleri üzerine kişinin psikolojik ya da fizyolojik sağaltımıyla ilgili bir yazı gözüme çarpmadı. İlgimi çeken birkaç soru ile karşılaştım. Bu sorulara verilen yanıtlara göre, sağaltım adına bir psikoloğa gidilmesi salık veriliyordu.
Bir hanımefendinin, bir psikoloğun telefonunu aradım. Kadın olsun istedim. Erkeklerle konuşmaktan çekineceğimi düşündüm. Sesi genç geliyordu kadının. Buluşma tarihini, saatini, dahası adresini de verdi. Adımı sormamıştı. Ben de muayene ücretini sormadım. Ayıp olabilirdi. Bu denli istekli olmam ilginç gelebilir, ancak ben kendimi tanımak, dahası yanlışlarımın yetkin biri aracılığıyla ortaya çıkartılmasını umuyordum. Dolayısıyla yaşamıma daha iyi yön verebilecektim. Kendimden başka kimsem yoktu bu dünyada. Babam vardı, anam vardı, o başka…
2006 Nisanının ikinci haftasıydı. Günlerden çarşambaydı. Denildiği gibi saat 09.30’da Ataköy’deki muayenehaneye gittim. Tabelada adı yazıyordu: Prof. Dr. A. Yüksel Yalom. Zile bastım. Çok bekletilmeden bina kapısı açıldı. Birkaç basamaktan sonra soldaki konuta girdim. Bir hanım karşıladı beni. Benim yaşlarımda biriydi. Yüksel Hanımın yardımcısı olmalıydı.  Beni bir odaya aldı. Beklememi söyledi. Güzel döşenmiş bir odaydı. Kitaplar vardı. Halılar oldukça ilgimi çekti. Gelgelelim ortada bir çalışma masa yoktu. Üçlü bir koltukla birlikte pencerenin önünde iki berjer vardı. Berjerlerin arasına da yuvarlak bir masa yerleştirilmişti. Dışarıyı görebiliyordum. Bu gördüğüm görünüm binanın arkası olmalıydı, binaya girerken böylesi ağaçlar görmemiştim. Yeşillik, dahası ağaçlık olması iç açıcıydı.
Çok uzun sürmedi. Yüksel Hanım içeri girdi. Şaşırdım. Çok yaşlıymış. Altmış yaşını devirmiş olmalı. Oysa sesi ne denli gençti, anlatamam. “Yerime oturmuşsunuz, kalkın lütfen. Diğer koltuğa geçin.” Gene şaşırdım. O nasıl konuşmak öyle? Yanıt vermedim. Korktum mu? Belki, beni biraz ürküttü bu tutumu. Dediğini yapıp diğer koltuğa geçtim. Güldüm sanırım. O da gülümsedi karşısına oturduğumda. “Açık konuşalım,” dedi. Başımla onayladım. Daha söz sırası bana gelmemişti. Ondan izin almadan konuşmamın saygısızlık olacağını duyumsadım. Kadın beni girer girmez etkisi altına almıştı. Git şu bankayı soy dese, soyardım. İnsan psikolojisi ne garip; hani o özgüvenim nerede? Yüksel yedi onu.
“Açık konuşalım, paran var mı? Beni boşuna oyalama!”
“E, var. Neden sordunuz?” Karşı atağa geçtiğimi sandım.
“Göster öyleyse. İnanmıyorum sana.” Yeğni bir gülümseme belirdi yüzümde. Denileni yapıp cüzdanımı açtım. İçindeki bin lirayı aşkın parayı gösterdim. “Cüzdanı bana ver,” dedi. Gözlerinin içine baktım. Ağırbaşlı bir yüzle bana bakıyordu. Verdim cüzdanı. Cüzdanın içindeki tüm parayı alıp gömleğinin yakasından içeri soktu. Sutyenine iliştirmiş olmalı. Sesli güldüm. Oysa o, başını belli belirsiz sallayıp bana bakıyordu. Güldüğünü söyleyemem. Ne diyeceğimi bilemedim. “Sen,” dedi, “malsın, kadınlar arasında senin gibi erkeklere biz öküz deriz. Olasılıkla bunu çok işitmişsindir…” Valla doğru. En az üç kadından bunu işitmiştim. Gülmeye başladım. Ağzım epey açıldı, elimle kapatmak durumunda kaldım. “Gülmesini dahi beceremiyorsun. Sınırlarını bilmiyorsun. Hey, sana söylüyorum! Bu dünyada senden başka insanlar da var. Terbiyesizsin. Kalk ayağa…”
Erincim kaçtı. Gelgelelim kadına tek söz edemedim. Kalktım ayağa; o da kalkmıştı. “Ben senin sorununu çözdüm. Bu paralardan bana daha çok verirsin, ancak beni iyi dinlersen, iyi bir dinleyici olduğunu kanıtlarsan para dahi vermeden seninle görüşmeyi sürdürürüm. Anlaşıldı mı?” Bunları söylerken kapıya doğru yürüyordu. Kapının eşiğine gelince durdu. “Ben bu kapıdan içeri girdiğimde sen beni gördün. Dört-beş adım attım daha bana bakıyordun. Ne ayağa kalktın ne de beni esenledin. Sence bunda bir yanlışlık yok mu?”
Ben davetli sayılırım, hastasıyım. Beni doğrudan niye suçluyor? “Yalnız, siz de beni esenlemediniz. Doğrudan yanıma gelip yerimden kalk dediniz. Bunda bir yanlışlık yok mu?” Daha erincim yerine gelmemişti. Beğenmedim kadının bu tutumunu. Kalkıp gitmeyi düşündüm.
“Ben yanlış yapmış olabilirim, bu senin de aynı yanlışı yapmanı gerektirir mi?”
Eh, bu doğruydu. Doğru gözlemlemişti. İncelik gösterip ne ayağa kalkmış ne de onu esenlemiştim. Kendimi dahi tanıtmamıştım. Beyefendiliğimden ödün vermek istemedim. Çatışmanın, onun tutumuna direnmemim bir anlamı yoktu. Kuşkusuz, kadın ne yaptığını biliyordu. Bu davranışlarının, huysuz, yaşlı ya da kaba biri olmakla ilgili olmadığını duyumsadım.  Konuşma biçimi, sesi oldukça güzel, kullandığı sözcüklerse oldukça çarpıcıydı. Sözleriyle neyi, nasıl etkileyeceğini biliyor gibiydi. El-kol devinimlerinde de bir abartı gözüme çarpmadı. Etkin, dahası yetkin bir tutumu vardı. Yaşadığım bölgelerde böylesi biriyle, dahası böylesi tutuma sahip insanlarla karşılaşmam olası değildi. Belliydi, kadın daha şimdiden doktorculuk oynamaya başlamıştı. “Bağışlayın beni, Yüksel Hanım. Doğru söylüyorsunuz.”
Bana doğru yürümeye başladı. “Esenlikler getirdiniz, Yüksel ben.”
Öğreti başlamıştı. Anladım. Olayı anlamıştım. Çok basit bir iletişim eksikliği içindeydim. Böylesi basit bir konuyu dahi becerememiştim. Benzer durumları yaşayıp yaşamadığımı usumdan geçirdim. Evet, böylesi durumları yaşamışlığım vardı. Örneğin, sevgilim geldiğinde ayağa kalkmaz, iplemez bir tutumla ona bakardım. Doğru, ben öküzüm. İşe bak, kadın beni baştan ayağa okudu. Görür görmez öküz olduğumu anladı. Öküzlük de sosyal bir sayrılık sayılmaz mı? Sayılırdı doğrusu.
Filmlerdeki konuşmaları geçirdim usumdan. Güzel bir karşılama yapacaktım. “Esenliğin kaynağı sizsiniz efendim. Benim getirdiğim olsa olsa deliliktir...” Elimi ona uzattım. O da elini bana uzattı. İncelikli bir biçimde eğilip dudaklarımı parmaklarına dokundurdum. Doğrulduğumdaysa, “Aykut ben, Aykut Orta,” dedim.
Yeğni bir kahkaha attı. Bu kez o eliyle ağzını kapatıyordu. “Geç,” dedi, “geç otur, eşek seni. Artistliği de bırak. Kendin ol…” Game over muydu? Daha değil…
Önce onun oturmasını bekledim. Oturduğundaysa ben de karşısına geçtim. Söz konusu incelikti, filmlerdeki incelikli sahneleri belleğimden geçirdim. Böyle olması gerekiyordu: Önce hanımlar yerlerine yerleşmeliydiler. “Görüyorsun değil mi? Şu üç dakikalık zaman diliminde kendindeki sorunlardan birinin ne olduğunu görebildin. Seni binanın önünde izledim. Elif’le, sana kapıyı açan hanımla konuşmanı dinledim. Otuz altı yıllık deneyimle elde ettiğim bir yeti bu. Yanılmamışım değil mi?”
“Doğruyu söylemek gerekişe Yüksel Hanım…”
“Abla de bana. Hanımı bırak şimdi.”
Duraksadım. Kanıksadım kendisini. Abla demek işime gelirdi. Bir abla denli hoş biriydi. “Peki, Yüksel abla. Doğrusu şaşırdım, ancak bir o denli de eğlendim. Ben böylesini beklemiyordum. Ne bileyim, filmlerde, geç şuraya uzan, çocukluğunu anlat, diye başlarlardı. Siz ilginç birisiniz; olumlu anlamda dedim bunu.”
“Anladım Aykut. Peki, ne iş yaparsın?”
“Ablan, benim bir işyerim var. Elektrikçilik yapıyorum. Gösterişsiz bir yer. Sağ olsun, babam bana bir anapara verdi, öyle açtım işyerini.”
“Güzel. Genç yaşta işyeri sahibi olmuşsun… Sana bir sır vereyim, Aykut; yaşamla ilgili bu: Kim olursa olsun, sana sorulanın dışında kalan yanıtlar verme. İnsanların çoklukla kırılma nedeni, işte bu sorulanların dışında verilen yanıtlardır. Kendini de korumasını bil…”
“…”
“Ben sana işyerini açmak için parayı nereden bulduğunu sormadım. Bir işyerin var mı, diye sormadım. İşyerinin gösterişli olup olmadığını da sormadım. Sen durduk yere, sorulmadan, bana üç ek bilgi verdin.”
“Şimdi anladım.”
“Bunu şunun için söyledim: Söyleyeceklerini iyi düşün, ivecen davranma. Dahası, bundan önce, denileni iyice anla, ona göre ne diyeceğinin yargısına var. Samimiyetin getirisi iyi olabileceği gibi, kötü de olabilir.”
“Evet, doğru diyorsunuz.”
“Şimdiye değin söylediklerimi bir doktorun sözleri olarak alma. Bir büyüğünün sana öğüdüymüş gibi düşün… Peki, Aykut. Söyle bakalım, seni buraya getiren neden nedir? Buraya gelme yargısına nasıl vardın? Yalnız, rica ederim, doğrucu ol…”
Beğendim konuşmasını. Bana çok samimi geldi. Şu kısa süre içerisinde öğrendiklerimi beklemeden uygulamaya koyarsam yaşamım olumlu biçimde değişir; bundan kuşkum yok. Bu kadını gerçekten sevdim. İnsanı gizlice ne de güzel yönlendiriyor.
Buraya gelmemin birincil nedeni, ilişkilerimin hep aynı biçimde sonlanmasıydı. Oysa ben bir yanlış yaptığımı sanmıyordum. Yüksel ablaya ilk ilişkimden başlayarak anlatmaya başladım…
Olayları anlatırken kısa kesmeye çalıştıkça Yüksel abla araya girip beni uyarıyordu: “Özetleme, olanı biteni olduğu gibi anlat.” Elimden geldiğince, belleğimde kaldığınca bugüne değin olanı biteni anlattım. Arada sorduğu sorularla öyküme yön verdi. Yaşamıma giren, ilişki yaşadığım kadınlar üstüne sorular da sordu. “Ben onları görmedim, tanımıyorum. Onları bana nasıl tanımlardın?” biçiminde soruları da vardı. Solak mıydı, sağlak mıydı? Saçlarını nasıl toplarlarmış. Genel olarak hangi türden giysi giyerlermiş. Özellikle sevdikleri renkler nelermiş. Doğum günlerini anımsıyor musunmuş…
Bir saate değin konuştuk. Sanırım, anlattıklarımdan bir yargıya vardı. “Aykut, söyleyeceklerim ilk söylediklerimle neredeyse bir olacak. Bunu biraz daha açıp sana şunları diyeyim: Dört hafta sonra yine bana gel. Bu süre içerisinde cinsiyet gözetmeksizin kim olursa olsun insanları iyi dinleyeceksin, ne denildiğini kesin olarak anlamaya çalışacaksın. Savsaklamadan, iyice dinleyeceksin. Üstüne basa basa söylüyorum: Karşındaki ne diyor, iyice anlayacaksın. Yanıt vermekten ya da karşılık vermekten çekinmeyeceksin. Gelgelelim, yanıt vermek ya da karşılık vermek için de ivecen davranmayacaksın. Söyleşileri geliştirmek için sorular soracaksın. Böylece karşındakini değersiz duyumsatmayacaksın. Yüzeysel konuşmayı, dahası, en önemlisi dinliyormuş gibi yapmayı bırakacaksın. Sakın unutma, bu dünyada yalnızca sen yaşamıyorsun. Bizler de varız. Bu söylediklerimi anladığını umuyorum. Anlamadım dersen, baştan alabilirim.”
Anlattıklarını anladığımı söyledim. Kısa bir sözlü yaptı; neyi anlamışım sordu. Anlattıklarını ona geri aktardım. Yanlış aktardığım yerleri düzeltti. Bir biçimde, söylediklerini belleğime pekiştirdi. Gerçekten anlamıştım. Tüm bunları uygulamaya geçebilirdim. “Teşekkürler Yüksel Hanım. Abla. Dediklerinizi yapacağım, kuşkunuz olmasın.”
“Sana inanıyorum Aykut. Kendin ol, kendini germe. Eşduyum nedir, bunu da öğren, iyice belle…” Elini gömleğinin yakasından içeri sokup sakladığı parayı çıkardı. “Şimdi paranı al. Çıkarken Elif’e uğra, o sana ne kadar ödemen gerektiğini söyleyecektir. Unutma, dört hafta sonra buradasın...”


10.03.2018
Murat Dicle




10 Şubat 2018 Cumartesi

VELİ

Veli
        
       Yaklaşık on metre karelik bir odada yaşıyorum. Günümüzün çoğunu burada geçiriyoruz; iki kişiyiz: Kedimle ben.
Beni saymazsak küçümen odamın ilk göze batan varlıkları, masa, pencere, yatak dahası kedi de küçümen sayılır. Çalışma masasını pencere önüne yerleştirmeyi uygun buldum. Yatak, odanın sağındaki duvara dayalı; ayakucuysa masanın önündeki sandalyeme denk. Pencereyi kalın bir perde kaplıyor. Çok gerekli olmadıkça perdeyi açmam, ancak gündüzleri, pencerenin sağını örten bölümünü biraz aralarım.
Pencereden görünüş pek etkileyici değil; pencereye çıkıp sağa sola baktığımda gördüğüm yalnızca beton. Sokak sanki küle bulanmış, başından sonuna gri. Doğanın yeşili küsmüş buralara.
Gün içinde perdeyi bütünüyle açmamamın sebebi, sokak sakinlerinin çoğunun birbirini tanıyor olması. Dedikodu malzemesi olmak istemiyorum, dolayısıyla perdeleri açmıyorum; insanlarla göz göze gelmek istemem...
Günün birinde, sabah on sularında sokaktan gelen bir ses işittim: “Lan oğlum lan, yapmayın…” Rahmetli büyük dayım da özellikle çocuklara böyle çıkışırdı. İlginçtir, bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de kullanırdı. Bu benim için sokaktan gelen nadir seslenişlerden biriydi. Başımı sağa yeğni eğip pencerenin açık kısmından baktım: Kimdi söylenen?
Karşı binadan bir kadın, demin yapmayın etmeyin diyen çocuğa seslendi: “…li ne yaptınız evi?” Başımı eğsem kadını görebilirdim, yalnız benim ilgimi çeken binadan seslenen değildi, “…li” denilen çocuktu. Çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonra öğrenecektim adının Veli olduğunu. İlkin adını algılayamamıştım.
Sonraki günlerde, denk geldikçe ilgimi çeken bu genci inceledim; ilginç biriydi: Oldukça dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, sürekli kulaklarında kulaklık olan, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerler gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temizdi. Yakışıklı denilemez, çirkin de. Yüzüyle değil, konuşkanlığı, dahası sosyalliği ile ilgi çekiyordu.
Başını yukarı kaldırıp kadına yanıt verdi: “Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, anam öte yandan bakınıyoruz...” İlk üç-dört sözcüğün ardından bakışlarını kadından alıp sokağın ilerisine yöneltmişti. Kiminle olursa konuşurken böyle yapardı; karşısındakinin gözlerine uzun süre bakamaz, gözlerini başka yöne dikerdi.
Falanca sokağa baktınız mı? Boş evler varmış. Alt komşu söyledi.”
Genç, gözlerini daha sokağın ilerisinden almamıştı. Öylece boş gözlerle bakıyordu. Yanıt verdi sonra: “Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o denli.” Kadının gözlerine bakmasa da el-kol devinimleriyle sözlerini pekiştiriyordu.
Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Veli, “lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o, deli,” dedi.  Bunları kime dediğini göremedim, yalnız ayak sesleriyle gülüşmeleri işitebiliyordum. Birkaç çocuk olsa gerek. Kısa bir süre içinde görüş alanıma gireceklerini duyumsadım. Bu arada Veli, karşı binadaki kadını unutmuştu. Belliydi, yeni gelenlerle söyleşini sürdürecekti.
“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi gelenlerden biri. Sesine bakılırsa sekiz-on yaşlarında biriydi. Penceremden Veli'yi doğru düzgün görebiliyordum, ancak gelen bu çocukları açık seçik göremedim; eller-kollar görüş alanıma giriyordu, olasılıkla üç kişiydiler.
Büyük bir sır verecek gibi yaptı genç; gövdesini biraz öne eğdi, sesini kıstı: “Deli o, deli!” Sözlerinin ardından gövdesini dikleştirip gene sokağın ilerisine bakmaya başladı...
“Kimmiş o Veli?” dedi, yüzünü görmediğim, karşı binada oturan kadın.
Veli yukarı, sesin geldiği yere bakmadı, çocukların yüzüne de. Gözleri hep ilerideydi. “Ayşe abla, deli o, deli. Ta fırının oradaki falancanın oğlu var ya...”
Çocuklar söyleşinin bittiğini düşünmüş olsalar gerek sokağın öte ucuna doğru yürümeye başladılar. Birden görüş alanıma girip çıktılar. Tek başına ortada kalan genç, yönünü çocuklara çevirdi. Artlarından baktı... Sonra onlara seslendi: “Bulaşman oğlum ona.” Bunu duyduklarını sanmıyorum, çünkü yanıt gelmemişti.
“Şşşt! Veli. Bina ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir başka kadın. Sağ yandan, görüş alanımın dışından.
“Önümüzdeki hafta...” Tutumu değişmemişti; çok kısa bir süre kadına bakmış, sonra bakışlarını ileriye çevirmişti.
“Peki, ev buldunuz mu?”
“Yok, bulamadık ,” dedi genç umarsızca.
“Bulursunuz inşallah,” diyen kadın birden, yalnızca arkasını görebildiğim araçtan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyorduk sizi.”
Aracın kapıları açılıp kapandı. İnenlerden biri yanıt verdi: “Furkan’ın işi erken bitti, gelip size sürpriz yapalım dedik.” Kimlerdi bunlar, göremiyordum. Bu arada dikilip duran genci ayrımsadı. “Veli, n’aber?” dedi.
“İyi abla, n’olsun?”
“Ev buldunuz mu?”
Öteki, yan binadaki atıldı: “Yok, bulamamışlar.”
“Nerde bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda ev bulunmaz,” dedi Veli...
Böyle işte, daha uzatmayayım.
Gelgelelim, Veli’yi de Velilerin derdini de ilkin böyle öğrenmiştim. Zaman zaman görüş alanıma girer, ancak bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani öğrenmek istemiyor da değilim…


29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle


28 Temmuz 2017 Cuma

Avarelik

Devamiş Hanımın ağzından her zaman olduğu gibi Peşref Nargileyi yine fiskeleyen nükteli bir öğüt çıktı: “Her gün nereden başlıyorsan, yine oradan başla...”
Peşref Nargile, “Yok,” dedi, “her gün bilirsin önce senin silsilenden başlarım. Bu sefer hiçbir kokuşmuş konuyla uğraşmadan, kuşlar gibi, bulutlar gibi, çiçek tozları gibi...”
Devamiş Hanım, “Sen,” dedi, “çiçek tozları gibi, kuşlar gibi, ha ha ha güleyim bari... Bulut olmasına ise zaten her akşam oluyorsun. Bu kez avarelik mavarelik diye sabahtan mı başlamak istiyorsun yani mübarek günde?..”
Peşref Nargilenin birden bir kuruluk çöktü içine; henüz olmamış ayı boğan ayvası yemişçesine bir şeyler tıkandı boğazına. Oysa ne kadar hafif, şen şatır, doğayla özdeş bir zindelik içinde kalkmıştı.
Devamiş Hanımın ise ağzı iyice açılmıştı: “Çiçek tozu ve sen... Devedikeni, ısırgan, ayrıkotu de, bari... Kuşlar gibi olacakmış, karga mı, yarasa mı, ağaçkakan mı hangisi?..”
Peşref Nargile öyle bakıyordu Devamiş Hanıma: “Kırk yılda bir, çocuksu bir tazelikte laf söyleyelim dedik sana da, halt ettik,” dedi. “Ola ki sen de ‘Haydi beraber edelim avarelik, bir şey giyeyim sırtıma, hemen çıkıverelim evden’ dersin diye bir bekleyiş vardı gönlümde... Kırk yıldan beri bir türlü yitiremediğim bir bekleyiş. Ama nerdeeee sende o anlayış, o dostluk, o arkadaşlık; hayatı ortak paylaşma?.. Hemen akrep gibi kuyruğunu batırıverdin...”
“Beraber edecekmişiz avarelik... Sırtıma bir şey giyecekmişim, çıkıverecekmişiz evden... Bir kere bugün çamaşır günü. Ben de senin gibi ta sabahtan başlarsam serseriliğe; kim yıkayacak pis çoraplarını, kirli gömleklerini, kel kafanın yağladığı yastık kılıflarını, yatak çarşaflarını? Hem kaç gün var yine azdı romatizmalarım; ahlayıp oflayıp duruyorum yanında. Alıp şunu bir doktora götüreyim dediğin mi var?”
“Peki peki tamam haklısın... Uzatma işte artık. Ben öyle içimden geçeni söyleyiverdim. Özendim şöyle azıcık sadece yaşamaktan ibaret başıboş bir mutluluğa...”
“Ben de çok özeniyorum ona ama Anzavur kesiliyorsun başıma. Daha dün akşam sen değil miydin tutturan, bu bardak balık kokuyor diye... Bir mendilin ütülü olmasa, açar ağzını yumarsın gözünü; ‘Sen de kadın mısın, bu ne biçim ev, bir ütülü mendil bile yok’ diye... Yalan mı? Düşünmezsin ki bu kadının da acaba azıcık canı sıkılmaz mı, iki komşuya çıkıp iki laf etmek istemez mi?.. Bir gün olsun yırtığı, söküğü, bulaşığı, ütüyü bırakıp sırt üstü dinlenmek geçmez mi içinden?.. Direk direk bağırmasını bilirsin sadece. ‘Devamiş nerede benim fanilam’, ‘Devamiş arkadaşlar gelecek akşama köfte kızart’, ‘Devamiş neden benim çizmeler boyatılmamış’... Allahın kulu, hiç değilse o batasıca çizmelerini kendin boyat değil mi? Hayır. Varsa yoksa Devamiş... Sen kadın değil, köle almışsın kendine. Sonra da beraber avarelik edecek mişiz, dostluk, arkadaşlık edecek mişiz, paylaşacak mışız hayatı... Bir gün de kalkıp sen yıkasan elin mi kopar şu bulaşıkları... Bak Avrupada hep erkekler yıkarmış bulaşığı.”
“Yahu tamam dedik be, tamam dedik... Anladık haklısın, anladık dertlisin, anladık ben kabayım, hissizim... Var mı daha bir diyeceğin.”
“Öyleyse hiç üstüme gelme, numara da yapma öyle. ‘Bir şey giyeyim sırtıma da, hemen çıkıverelim evden’ deyişimi beklemişsin diye... Aklının köşesinden bile geçmemiştir bu... İçli adam, anlaşılmamış adam, rolünün gereği diye o anda uydurursun bu tür sözleri... Ah ah bir de bana sormalı erkek milletini... Her seferinde de zeytinyağı gibi hep üste çıkarlar... Anlaşılmamış olan onlardır; içli olan onlardır; kültürlü olan onlardır... Bir de kadınlara sorsunlar ne mal olduklarını o erkeklerin...”
“Devamiş anam babam, yırtma gırtlağını. Kırk yıldır dinlediğim gıcırtı hepsi. Bu sabah canım çekti avarelik etmeyi. Ağzımı açmadan vurup kapıyı çıkmalıydım... Bölüşmek istedim seninle içimin hafifliğini... Geçti artık. Ne avarelik etmek istiyorum, ne kuş olmak, ne bulut... Hangi avarelik, hangi çiçek tozu... Çeki taşı gibi yapışmış hayat ayaklarımıza... Ben uçmak istesem, sen bırakmazsın; sen uçmak istesen, ben bırakmam. Birbirimizin zindancısı olmuşuz. Ve zindanın da anahtarları kaybolmuş. Getir bir tanem, getir canikom, getir başımın belası şu gazeteleri... Ver bakayım çayı da...”
“Çay daha demlenmedi...”
“Ulan bir çay isterim ‘demlenmedi’, dersin. Peki kahve pişir.”
Devamiş Hanım mutfağa geçti, sesi duyuldu az sonra, “Öfkelenme ama kahve de kalmamış. Beklersen şimdi gidip alayım.”
Peşref Nargile, “Boş ver, kahve de istemem,” dedi ve gazeteleri okuyormuş gibi gözlerini satırlara dikti. Öyle, hiçbir şey, ama hiçbir şey düşünmeden dalıp gitti. Peşref Nargile o sabah yataktan kalkınca karısına, “Devamiş,” dedi, “bugün avarelik etmek istiyorum. Nereden başlayayım?”

Çetin Altan
1970, Akşam Gazetesi
http://www.milliyet.com.tr/avarelik/cetin-altan/yasam/yazardetayarsiv/29.03.2004/30788/default.htm Adresinden alınıp şeklen düzeltilmiştir.

21 Temmuz 2017 Cuma

Veli

On metre karelik bir odada yaşıyorum bir süredir. Küçük bir çalışma masası ve benim gibi birisi için gerçekten küçük bir yatağın olduğu bir odada. Kedim ve ben… Masamda kimi zaman kitap okur kimi zaman da bilgisayarda takılırım. Eskiden olsa, popüler bilgisayar oyunlarından birini bilgisayarına yükler, gece gündüz oynardım, ama artık böylesi uğraşlar bile beni mutlu etmiyor. Bir ara Facebook’taki bilardo oyununa merak salmıştım. Öyle ki parayla isteka dahi almıştım; sanal bir isteka… Daha önce oynadığım MMORPG[1] tarzı oyunlara da az para vermedim hani. Bir nevi hastalık diyebilirim. Ancak yıllar sonra belli bir doygunluğa erişince aniden oynamaktan vazgeçiyorsunuz. Tabii bu, kişisine göre değişiyor; kimleri beş, kimileri de iki sene sonra bıkıyorlar. Benim bir beş yılımı devirmişliğim vardır bu tarz oyunlarda. Çalışma masam, pencerenin önünde ve neredeyse pencere genişliğinde; ya da pencere, çalışma masamdan az biraz büyük mü demeliyim? Sandalyeme oturduğumda yatağım sağımda kalıyor. Yatağımı daha çok Sütlaç kullanıyor. Daha çok geceleri pencereden çıkıp dişi olsun erkek olsun gelen geçen tüm kedilere sataşmak için yatağımdan ayrılıyor. Yatak da yatak olmaktan çıktı; perdenin neredeyse pencerenin tamamını örten kısmından arta kalan açıklıktan bakarsanız, bir yol çalışması olduğunu görürsünüz ve haliyle Sütlaç bey geceleri sokaktaki tüm çamuru ve kumu yatağıma taşıyor. Evlenip anamın evinden ayrıldığım günden bu yana pislik içerisinde olmaya alışmıştım nasılsa ki bu yatağın, üç beş yerinde çamur olmasından mı tiksinecektim?

Odamın penceresindeki küçük açıklıktan bakıp anladığım kadarıyla birbirini tanıyanların oturduğu bir sokak burası. Hani rahatlıkla dedikodu malzemesi olabileceğiniz bir yer. Dolayısıyla penceremi tamamıyla açamıyorum. Meraklı gözlerle göz göze gelmek istemem. Bir gün sabah on bir sularında dışarıdan, “lan oğlum lan, yapmayın lan…” diye birinin söylendiğini duydum. Her gün ilginç sesler duysam da pek bakmam aslında kim bu falan diye. Fakat bu, kimse, aynı rahmetli büyük dayımın (emin olamadım, acaba rahmetli dedem mi demişti?) küçükken bizlere dediği gibi söylenmişti: Lan oğlum lan, yapmayın lan… Çok ilginçtir bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de söylerdi. Benim için sokaktan gelen, nadir bir ses idi. Şöyle kafamı sağa hafif eğip kim söyleniyor diye baktım pencerenin açık kısmından…

“…li ne yaptınız evi?” diye bir kadın sesi karşımdaki apartmanın en üstünden “…li” denilen çocuğa seslendi –çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonraki diyaloglarda öğrenecektim, çocuğun adının Veli olduğunu. İlkin “Veli” adını algılayamamıştım. Bu Veli, görünüş olarak da ilginç biriydi. Tamamen dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, illa kulaklarında kulaklıkla bir şeyler dinleyen, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerlerininki gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temiz, yakışıklı da denilmez, çirkin de. O, yüzü ile değil, anladığım kadarıyla, konuşkanlığı, sosyalliği ile dikkat çekiyordu, sokakta, mahallede ve eminim benim bilmediğim bir başka yerde. Yoksa toplum içerisinde pek fark edilebilecek bir yüze sahip değildi. Görseniz onu, akabinde unuturdunuz, falanca yerde kimi gördüğünüzü.

“Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, annem bir yandan ev bakıyoruz?” dedi Veli, kafasını bir an yukarı kaldırıp sonra öylece sokağın ilerisine bakarak. Konuşurken hep böyleydi, muhatap ile göz göz gelmiyor, gözlerini başka tarafa dikiyordu.

“Falanca sokakta bir tane boş ev var, alt komşu söylemişti,” dedi, apartmandaki kadın; henüz nasıl biriydi o kadını göremedim.

“Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o kadar,” diyen Veli’nin yine gözleri ileriye bakıyor ama el hareketleriyle cevabına anlam katıyordu muhatabı için. “Lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o deli,” dedi sokaktan geçen çocuklara. Apartmanın en üstündeki kadın muhtemelen mal gibi ortada kalmıştı, çünkü Veli diyaloguna çocuklarla devam edecekti.

“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi sokaktaki sekiz on yaş grubundaki üç çocuktan biri ki hiçbiri de net görüş alanımda değillerdi, sadece tül perdenin ardından üç kişi olduklarını ve yaşlarını tahmin ettim.

Sesini, gizlemeye çalışır gibi yaparak ve biraz alçaltarak, “Deli o, deli,” dedi Veli, sokağın diğer ucuna bakarak ve sağ elini ileri uzatarak.

“Kimmiş o Veli?” dedi yüzünü görmediğim, apartmanın en üstünde oturan kadın.

“Ayşa abla, deli o, deli. Ta o fırının oradaki falancanın oğlu var ya, işte o,” diyen Veli ne kafasını yukarı kaldırmaya tenezzül etmemişti ne de çocuklara dönüp onların yüzüne bakmaya. O, sokağın öteki ucuna dikmişti bakışlarını; “deli o, deli,” dediği çocuğun olduğu tarafa. Sonra çocuklar sokağın öteki ucuna doğru yürümeye başladılar ve benim net görüş alanıma bir an girip çıktılar. Bir buçuk adımlık mesafe kadarını görebiliyordum; bir bucuk adım atan kişi benim görüş alanımdan çıkıyordu. Veli, öyle sokağın ortasında kaldı ve yönünü çocukların gittiği yönün ters istikametine, ilk gitmek istediği yöne çevirdi. Yönünü çevirdi ama çok kısa bir süre sonra yönünü yine çocuklara çevirdi ve artlarından, “bulaşman oğlum ona,” dedi ama sanırım çocuklar duymadılar; karşıdan bir cevap geldiğini işitmedim. Sonra, Veli, kafasını yukarı kaldırdı bir iki saniye en üst kata baktı: Belli ki kadın içeri girmişti…

“Şşşt! Veli! Apartman ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir kadın, sağ taraftan, görüş alanımın dışından; yan apartmandan sanırım.

“Bilmiyorum abla, önümüzdeki hafta Salı günü yıkılacakmış,” diyen Veli bir an baktığı kadından yine yüzünü çevirip ilerilere, ta ilerilere odaklandı.

“Ev buldunuz mu peki?” dedi kadın.

“Yok, bulamadık abla,” dedi Veli, ümitsiz bir ses tonuyla.

Veli’ye, “Bulursunuz inşallah,” diyen kadın, birden, arkasını görebildiğim arabadan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyordum sizi.”

“Furkan’ın işi erken bitti, biz de erkenden sana gelip sürpriz yapalım dedik,” dedi arabadan inen kadın. Sonra, arkasındaki Veli’yi fark edince, “Veli, n’aber?” dedi.

“İyi abla, n’olsun?” dedi Veli.

“Ev buldunuz mu?” dedi arabadan inen kadın.

“Yok, bulamamışlar daha,” dedi öteki, yan apartmandaki kadın.

“Yok, nerde ev bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda da ev bulunmaz…” dedi Veli, yine muhataplarının gözü yerine sokağın ilerisine bakarak.

Veli’yi de Veli’lerin derdini de işte böyle öğrenmiştim. Hala zaman zaman görüş alanıma girer gündüzleri. Ancak, bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani merak da etmiyor değilim…

29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle

[1] MMORPG, çok sayıda oyuncunun bilgisayarlarından veya oyun konsollarından internete bağlanarak birlikte oynadığı, oyun esnasında çeşitli karakterlere büründüğü devasa video oyunu türü.

2 Şubat 2017 Perşembe

Sami

Pazar günü insanlık namına erkenden uyanmıştı Sami. Sabah! gözlerini açtığında saat 13.30'u gösteriyordu. Sağ olsun, uyanmış ve saygı göstermişti pazar gününe. Belki komşulardan biri kapıyı çalar ya da çocuklardan biri gelir onu kahvaltıya çağırır diye, bekledi bekledi durdu. Durup dururken hüzünlendi yine. Oysa ne kapısı vardı yaşadığı mekanın ne de bir komşusu. Bir parkın bankından hallice, bir duvarın üstünde pinekliyordu, her günkü gibi. Havalar henüz çok soğumuş olmasa da, Sami, gelecek kışın düşünceleriyle titreyip duruyordu. O, zaten hep duruyordu; hayat acımasızdı, tıpkı pazar olmayan günlerdeki gibi. Ne arayanı vardı, ne de soranı; sıkıntıdan patlayacaktı önünden gelip geçenler de olmasa...

Bir çocuk güzelce giyinmiş, bir prenses; annesi ile babası da pespaye kılıklarıyla, gelip geçtiler Sami'nin önünden. Ardlarından baktı Sami; ne hoş diyebildi ne de boş... Bir köpek; parlak tüylü, ipinin ucunda ondan da süslü bir huri; güzel mi güzel. Etek giyinmiş, bayramlıkları olsa gerek; eteği de pek mini. El öpmeye geldi köpek, Sami'nin duvarına işeyerek; havlayarak teşekkür etti, minik etekli hanım da tiksinerek. Ve baktı Sami ardlarından, onlar yürüyüp giderken: Ne hoş diyebildi ne de boş...

Atladı duvardan, sidikli olmayan kuru bir yere. Kırışmış pantolonunu düzeltti ve sanki en âlâsındanmış gibi, gömleğini de. Ağır adımlarla parkın çeşmesine yürüdü, sinekler de peşi sıra üşüştü. Saçları zift gibi siyah, telleri yapış yapış; teni Afrikalı gibi kara ama mis gibi leş kokmakta. Ellerini yıkadı ilk, ağardı sanki teni, renk geldi. Yüzünü yıkadı. Saçlarını bolca ıslattı. Suyu boşa, saçlarından da bir ton kara akıttı; göz yaşları suya, hüznü karaya karıştı. Pak oldu ama temiz olamadı, biliyordu, ve yine sustu. Islak gözlerle ve ıslak saçlarla göğe baktı. Güneş ona selam çaktı. Gözlerini kırptı Sami, güneş utancından buluta saklandı. Eğdi başını Sami yere; düşünceli yürüdü yine. Geldi duvarın dibine. Ve en atiğinden zıpladı; sidikten uzak, en kurusundan bir yerden, köşküne. Ellerini dizine koydu, dizini dizine bitiştirdi. Ayaklarını sallamaya ve bir yandan da düşünmeye başladı...

Çok olmamıştı aslında bu park köşelerinde sürünmeye başlayalı. Henüz bir ay bile olmamış, parkın değişken ruh haline alışmıştı. Bir köşede, aşk; bir köşede, hüzün; bir köşede, çocuklar; bir köşede, kuşlar; ve bir köşede de kendi vardı... Utansınlardı, onu buraya sürükleyen olayların kahramanları. Utanmalılardı, utanmasını biliyorlarsa şayet. Onca yıl düzenli bir yaşantının ardından, böylesi park köşelerinde sürünmesinin mimarları, utanmalılardı. Çok utanmalılardı hem... Sami utandı! Utanmakta haklıydı, onların utanmaları gerektiğini düşündüğünden. O değil miydi, evet, diyen, her gelene, he, diyen. Utanmalıydı öyleyse Sami. Suçluydu...

Güneş, saklandığı bulutun ardından çıkmış, düşüncelere dalan Sami'nin düşüncelerine dikkatini vermiş, ona bir sinirlenmiş, bir sinirlenmiş, tüm sıcaklığıyla, tüm ışınlarını Sami'nin üstüne boca etmişti. Olur muymuş böyle, olur muymuş böyle aptallık. Niye utansınlarmış, o utanmalıymış. Suçlu olan Sami'ymiş, Güneş bundan adı kadar eminmiş. Emin, çünkü milyonlarca yıllık deneyimliymiş. Boca etmiş ışınlarını intikam alırcasına Sami'nin üstüne. Yanmış Sami sıcaktan, duramamış duvarın üstünde. Bu ne sıcak, diye iç geçiren Sami, henüz oturduğu duvarın üstünden atıverdi kendini, tam da sidikli yer parçasının orta yerine. Şıp, diye ses geldi, ayakları yere değdi. Lanet okudu Sami, durmadı, yürüdü, parkın çeşmesine doğru...

Varamadan çeşmeye, açlığı vardı beynine. Karnının acıktığına kâni olan Sami, yönünü değiştirdi, parkın girişine. Ee, dilenecekti, bir, iki simit için yine... Utanmalıydı Sami, utanmalıydı!

2015

3 Haziran 2016 Cuma

Empati!

Ağır yemek kokularının yayıldığı bir hanenin -ki kenarları yıpranmış bir halının- ortasında yarı çıplak vaziyette oturan çocuğun televizyona dikkatle bakması ilgisini çekmişti annesinin. Televizyonda sağdan sola sürekli kayan yazılar, ekranda kırmızı-mavi ışık saçan arabalar, kalabalık bir halk kitlesi ve her zamankinden daha bir şevkle, evet sayın izleyiciler, sesleri ile babasının daha önce götürdüğü maden işletmesinin girişi, ilgisini çekmişti çocuğun... Tüm bunlar çocuğun ilgisini çekmiş, annesi çocuğa dikkat kesilmiş -ki hep mızmızlanırdı, sesinin kesilmesine de işkillenmişti...

13 Mayıs, sabah...

"Ben madene gidiyorum," dedi Ali.
"Akşama görüşürüz," dedi Sevinç.
"Baba gelirken bana bir şey al, " dedi Hüseyin; çocukları Ali ile Sevinç'in.

Mayıs sonu...

Kaç akşam oldu hala babası gelmemişti Hüseyin'in; "bir şeyler" bulunamamış mıydı acaba? Bulursa gelirdi... Bulurlarsa, çıkartabilirlerse, Sevinç cenazesini gömecekti Ali'nin. Bulurlarsa, çıkartılabilirse... Gıyabında cenaze namazı kılınmıştı oysa Ali'nin ve arkadaşlarının, onlar karanlık kara dehlizlerde yatarken, boylu boyunca, üst üste ve belki de iki büklüm, ta derinlerde, madenin...

“İnsan bir kere birine geç kalır
ve bir daha hiç kimse için acele etmez.”
Yaşar Kemal

13 Mayıs 2014, Facebook...

Her zamanki gibi haberleri Facebook paylaşımlarından aldım. Okudum; onlarca birbirinin benzeri haberi, posterleri, yorumları vb... Ortak bir üzüntü içerisindeydik alem-i Facebook içerisinde, biz. Yazma ihtiyacı duydum, bir şeyler yazmam gerekti. Sanki öyle ki yazarsam ve anlatabilirsem tüm olanları sözcüklerle, benim sözcüklerimle, üzüntü çözüme dönüşecekti...

3 Haziran 2016, Hesaplaşma...

Dönüştüremedim düşüncelerimi sözcüklere, sadece bir paragraf yazdım, öylece kalmış taslak sayfalarım arasında, iki yıl boyunca... Karanlık kara bir dehlizdeymiş de ben bulup çıkartmışcasına sevindim, o ilk yazdığım paragrafı görünce. Üzüldüm sonra, geç kalmıştım. Bazen olduğu gibi...

Vaktinde empati kurmak istemiştim, kurun, demek istemiştim. Geç kalmışım, geç...

Yarınlara geç kalmamamız dileğimle.
Murat Dicle
03.06.2016

4 Mart 2015 Çarşamba

HİKAYELERDEN BİR DEMET, Anton Çehov

HİKAYELERDEN BİR DEMET, Anton Çehov
HİKAYELERDEN BİR DEMET
Anton Çehov
Anton Çehov'un yirmi bir kısa öyküsü var bu kitapta. Çehov'un öykücülüğü hakkında bilgi sahibi olmak için güzel bir başlangıç. Ben pek -ki kendim de yazsam da- kısa öykülere yüz vermiyordum. Anton Çehov'un oldukça kısa öyküleriyle bu tür eserlere bakışım bir nebze değişti. O kadar kısa öyküler ki sizi düşündürdüğünde veya kahkahalara boğduğunda şaşkınlık geçiriyorsunuz. Fıkra demek yanlış olur ama bu kitaptaki bazı öyküler fıkra tadındadır. 

Keyifle okuyacağınıza inandığım bir katap bu.
 

28 Şubat 2015 Cumartesi

MEKSİKALI, Jack London

MEKSİKALI, Jack London
MEKSİKALI
Jack London
İçeirsinde beş kısa öykünün bulunduğu bir kitap. Jack London'ın daha çok ezilmiş halktan karakterlerle bezeli öyküleri var. Kitapta yer alan öyküler sırasıyla şöyle: Meksikalı, Alın Teri, Bir Kalem Pirzola, Arabacı ile Doğramacı ve Enseleniş'tir.

Kısaca öykülerden bahsetmek istiyorum.

Meksikalı: Kitaptaki en uzun öykülerden biri. Henüz on sekiz yaşında olan Rivera, direniş örgütüne katılmak ister. Kuşkulu gözler altında, şüphe içerisinde örgüte temizlikçi olarak dahil olur. Ancak Felipe Rivera, örgünün para sıkıntısı çektiği anlarda, onlara destek olur. Bu da elbet şüphe çeker. Oldukça büyük meblağları dahi temin etmektedir. Felipe Rivera kim idi, bu paraları nasıl elde ediyordu...

Alın Teri: Küçük bir çocuğun, hatta mini minnacık bir çocuğun tabir yerindeyse doğduğudan beri çalışıyor olmasından ötürü çektiği sıkıntı ve isyanı anlatan kısa bir öykü bu.

Bir Kalem Pirzola: Yaşlı ve tecrübeli, çaptan düşmüş bir boksorun ailesi için verdiği mücadele anlatılıyor. Meksikalı adlı öyküdeki Rivera ile benzer tarafları var yaşlı boksörün. Bir tek pirzola olsaydı belki, her şey daha başka olabilirdi boksörümüz için...


Arabacı ile Doğramacı: Genç bir evsiz, yolda iki yaşlı evsiz ile karşılaşır. 1900'lerin başı Londra'da. Bu öyküde bu üç kişinin aralarında geçen konuşma ve sürpriz son ile iki yaşlı adamın sabun köpüğü kadar geçici mutluluğu anlatlıyor.

Enseleniş: Jack London'un gerçek bir öyküsü, öyküde bunu bizzat belirtiyor. Başı boş Niagara Şelalesinde gezerken enselendiğini ve hapse nasıl atıldığını anlatıyor. Adalet sistemini sotguluyor öykü boyunca ve ilk hapse düşüşünün tecrübelerini paylaşıyor bizlerle.

Diğer kitap yorumlarım için tıklayınız

27 Ekim 2014 Pazartesi

Sohbet

Ter içeirsinde kalan adam yolun karşısına geçmek üzereyken yanına yaklaşan aynı yaşlardaki bir adam, afedersiniz buralarda market var mı? diye sordu. Yolun karşısına geçmek isteyen adam, var, neden sordunuz? diye garip bir cevap verdi.

- Sigara alacağım
- Ne içiyorsunuz?
- 2001
- Alın bende var. Yakın lütfen.
- Aa teşekkür ederim.
- Sigara sağlığa zararlı. Biliyorsunuz değil mi?
- Bilmem mi? (Sigarasından sağlam bir nefes çekip, dolu bir duman tüttürür.)
- Rica ederim.
- Hep buradan mı karşıya geçersiniz?
- Bazen buradan bazen de caminin oradan karşıya geçiyorum. O günkü haliyeti ruhiyeme bağlı anlyacağınız.
- Evet, insan farklı ruh hali içerisinde olabiliyor.
- Neden sigara almak için market aradınız? Büfe ya da kaçak sigara satan bir yeri sormadınız?
- Bilmem, aklıma ilk o geldi. Henüz sizi tanımadığım için, kaçak sigara satan bir yer var mı, demek içimden gelmedi. 
- Tanışalım öyleyse, Sezai ben.
- Ahmet.
- Ahmet ne iş yaparsınız.

Kaldırımdan inen, yolun bir adım kadar içerisinde sohbet edenlere yaklaşan kamyonetin kornasıyla uyarılan konuşmacılar birer adım geri atıp kaldırıma tekrar çıktılar.
- Üzerine çıktığımız bu kaldırımların mühendisiyim son zamanlarda.
- Yaaa!
- Evet, işsizim anlıyacağınız.
- Ne güzel. Şu dünyada yalnız olmadığımı bilmek, ne güzel.
- (Keyifli ama abartısız bir kahkaha atararak) Siz de ha?!
- Öyle mirim, öyle.
- Ne varsa eskilerde var değil mi?
- Ya, vallahi öyle.
- Hiç unutmam...
Kızgın bir sesle, kaldırımı kapatmayın lütfen, diyen şişko ve yaşlı bir kadının sesiyle irkilip, bilinçsizce yolun karşına geçmek için yürümeye başladılar. 

- (Sağ eliyle Ahmet'i kolundan çekerek) Araba geliyor dikkat et
- Farkettim.
- Eee?
- Hiç unutmam, ben çocukluğumda yokluk görmedim. Hiç kimse görmedi aslında. Zengin de birdi, fakir de...
- (Aniden durup, hızla geçen otomobile yol verirken) Unutulur mu o günler. Çocukluğumuzun o eğlenceli günleri.
- Unutulmaz, unutulmaz. (Sezai'in sırtına sol eliyle, yürü dercesine, nazikçe dokunarak bir yandan yürümeye başlar.)
- Şimdiki çocuklardan şanslıydık. Bir yandan da şansızdık.
- Tartışılır tabii.
- Elbette.

Karşı kaldırıma geçen konuşmacılar bir kaç saniye yüz yüze gelip, biribirlerine baktılar...

- Ahmet seni tanıdığıma memnun oldum. Ben geldim.
- Ben de memnun oldum. Ben de geldim. İyi günler.
- İyi günler.

Konuşmacılar böylece birbirlerinden ayrılıp karşı kaldırımın iki farklı yönüne doğru yüremeye başladılar. Yürüdükçe insan içine karıştılar. İnsan içine karıştıkça, aralarında yok oldular. Geriye dönüp şöyle bir bakmak istedi Ahmet: Yoktu, gitmişti, kalabalık arasına girmişti, kendi gibi. Ve artık ikisi de yoktu...

Murat Dicle
27.10.2014



31 Temmuz 2014 Perşembe

KÜÇÜK PRENS, Antoine de Saint-Exupéry

KÜÇÜK PRENS
Antoine de Saint-Exupéry
Eh! bu yaşımda nasip oldu bu öyküyü okumak. Hep, Küçük Prens, Küçük Prens, der dururlardı da, kim ulan bu Küçük Prens, derdim ben de... Sağolsun kızım okuyup, kitabı bana hediye etti. Öğrendim ben de Küçük Prens kimmiş?..

Çocukların mutlaka okuması önerilen kitaplar arasında yerini almış kült bir kitaptır. Kutsal kitaplar kadar çok çevirisi yapılmış bir kitap bu. ONEDIO.COM sitesinden aldığım bilgileri kısaca sizinle paylaşayım:

  • Dünyada, kutsal kitaplar ve Das Kapital’den sonra en çok dile çevrilmiş ve en çok satılan kitaplardandır.
  • Her yıl yaklaşık iki milyon satmakta ve şu ana kadarki toplam satış miktarı 140 milyonu aşmaktadır.
  • Dünya üzerinde toplamda 250’den fazla dil ve lehçeye çevrildi.
  • Kitap şu anki kısa hâline gelmeden önce aslında yaklaşık 1000 sayfalık bir eserdi!
    Yazarı Saint-Exupéry’nin kitabı kısaltması üzerine söylediği tahmin edilen sözü açıklayıcı olacaktır: Mükemmelliğe, yazıya eklenecek hiçbir şey kalmadığında değil, yazıdan çıkarılacak hiçbir şey kalmadığında ulaşılır.
  • Kitap New York’ta bir otel odasında yazılmış ve ilk kez 1943 yılında basılmıştır.
  • Kitaptaki gülün eşi Consuleo’yu,  gezegenlerin her birinin bir ülkeyi simgelediği ve  2. Dünya Savaşı’nın değiştirmekte olduğu düzene de kitapta yer verildiği düşünülür. Kitabın çıkış noktası olan çöl ise Saint-Exupéry’nin 1935’te bir uçuşu sırasında düştüğü ve bir şekilde kurtulmayı başardığı Sahra Çölü’dür.
  • Kitabı Türkçeye çevirenler arasında, Ahmet Muhip Dıranas, Cemal Süreya, Tomris Uyar ve Selim İleri gibi edebiyatımızın önemli isimleri vardır.
  • İlk çevirisi 1953 yılında Ahmet Muhip Dıranas tarafından yapıldı ve tefrika hâlinde yayımlandı. Şu ana kadar 102 farklı Türkçe baskısı yapıldı.
  • Küçük Prens’in yaşadığı gezegenin adı 1993 yılında keşfedilen 46610 numaralı asteroide verilmiştir. Burada küçük bir parantez açalım: 46610 sayısı bilgisayarcıların sıkça kullandığı on altılık sayı sisteminde (hexadecimal) B-612’ye (Fransızca: bésixdouze) denk geliyor.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.





7 Temmuz 2014 Pazartesi

İksir

Kadim zamanların bilinmeyen topraklarında yaşayan bir cadı, elinde tuttuğu şeyin, insanları birbirine aşık edeceğini söylemişti. O zamanlardan bugüne anlatılan hikayeye göre, o şey insanları birbirine aşık edebiliyormuş. Sadece kadın ile erkeği değil, kadını kadına veya erkeği erkeğe... Fakat bu sadece insanlar için geçerliymiş. Anlatınlara göre, o şeyin içeriği her ne ise, gerçekten işe yarıyormuş.

Savaşların ve hatta adi vakaların dahi olmadığı zamanlarda, aşk için bilahare iksir, tılsım veya bahsi geçen cadının elindeki şeye ihtiyaç yokmuş aslında. İnsan, insana aşıkmış hep o zamanlarda. Gerçek, dedikoduya; dedikodu, hikayeye;  hikaye, masala; masal da rivayete dönüşmüş. Yüzyıllarca aramış insanoğlu o şeyi.

Ve bulmuşlar o şeyi; bir şişeyi ya da ona benzer bir şeyi... Üzerinde yazılanları da okumuşlar:
"Her kim bunu bulduysa, bilsin ki bu bir aşktır; insanın insana olan özlemidir; kardeşliktir; vefadır; kadim zamanların insanlığına armağandır; sizin zamanınıza uzaktır -ki eğer ışımıyorsa, bu... Bu, ışımıyor mu?! Vah! öyleyse size. Vah! ki, insanlık bitmiş meşrebinizde. Aşk bundan böyle sizin neyinize?! Seviyor sansanız da, sevişseniz de, bunların hepsi düzmece: gözünüzü kör etmiş bir nesne... Hal şu ki, dönmezseniz kadim günlerimize, gök çökecek tepenize; o nesne her ne ise, kurtulun bir an önce..."

Murat Dicle
01.12.2013

26 Haziran 2014 Perşembe

Mini şortlu, askılı sarı tişörtlü kadın

Karanlık güçlerinin peşi sıra giden bir yaratık gibi yola çıktı sabahın en erken saatlerinde. Gün, güneşin tepesinin görünmesiyle kızılımsı bir renge bürünmüş, hava sisini dağıtmaya yüz tutmuştu. Kapıyı ilk açtığında yüzüne hafif bir serinlik esmişse de, buna aldanmayıp, üstüne hiç bir şey almadan, bir tişört ile yola koyulmuştu. Mini şortu ve üstündeki limon sarısı, askılı tişörtü ile oldukça dikkat çekiyor olsa da, sabahın köründe onun bu denli çekiciliğine şahit olacak hiç bir kimse yoktu ortalıklarda. Köpekler vardı sadece, kuşlar birer ikişer ağaçlardan inip inip yollarda buldukları kırıntıları gagalıyorlardı bir de...

Güneş açısını yükseltiyor, o yolunda ağır adımlarla yürüyordu. Arada bir bacaklarını yalayıp geçen serin havanın hoşluğu içerisinde yolundan gitmekten memnuniyet duyuyor, yolun sonunda biteceğini, varacağı yere en nihayetinde varacağını düşünüyordu. Yol illa biter... Hep böyle olmamış mıydı?!

Ağaçlıklarla devam eden yol, yavaş yavaş binaların yol kenarında görünmesiyle betonla örülmeye başlamıştı. Ağaçların arasından neşeyle gülümseyen güneş bile, artık binaların ardından yüzünü gösteremeyecek kadar yüksek bir açıya sahip olamadığından, üzüntüyle sadece ışığını yansıtıyordu; gölgeli, gölgesiz, her an herhangi bir cama yansıyarak, varlığını hissettiriyordu sadece. Henüz sıcaklığıyla varlığınını gösterememişti, güneş. Umrunda da değildi zaten yolcunun. O, kararlı adımlarla, ağır ağır yoluna devam etmekteydi. Sanki gündüz de olsa, gece de olsa ne farkeder, ben yoluma giderim, der gibiydi, attığı adımların isabetle yola basışından anlaşıldığı kadar. Zarif ayaklarıyla bastığı yolda gül bitsin istenirdi, bir er kişi görseydi şayet onu, yolda naif adımlarla yürüyüşünü. Oysa, zariflik içerisinde yürüyen yolcunun, çatık kaşları, gündüzün ışığına, kuşların sortisine, köpeklerin meraklı bakışlarına, ağaçların yol kenarlarında olmasına, binaların ağaçları yutmasına, güneşin binalardan sıyrılma çabasına oldukça tezat görünüyordu. Çatmış kaşlarını, düşünceli ve ağır ağır gidiyordu yolunda. Memeleri, ince askılı tişörtün içerisinde ancak güneşin gölge oyununlarıyla varlığını gösterebilityordu. Fakat, aldanmamak gerek; o bir çocuk değil: Bir anne o!..

En ufak binalarla başlayan ağaçlı yolun bitimi, en yüksek binalarla örülü bir yola dönüştü, güneşin tepeden, binalara nispet intikam ışınlarıyle.

Şehrin en yüksek binasının kapısına varan yolcuyu gören kapı, büyük bir saygı ile açıldı; kanatlarından ayrıldı, biri sağa, biri sola. Ortasından geçti kadın, yüzüne bile bakmadan kapının, içeri girdi. Çekindi kapı, hemen kapanmadı, çatık kaşlı kadının ardı sıra bir müddet açık kaldı, hem de hiç olmadığı kadar.

Kaşlar yay gibi oldu nihayetinde. Yolcu belli ki varmıştı varcağı yere. Koca binanın minnacık kapısının açılmasıyla göze çarpan kocaman bir masanın ardında çıtı-pıtı bir kız karşıladı onu, yolcu tam da kaşlarını yaydığı zaman. Saygı, hürmet vardı; çıtı-pıtı kızın ayağa kalkması ve yolcuya en samimisinden verdiği tebessümünde. Hoş geldiniz efendim, dedi çıtı-pıtı kız, en güzel sesiyle; hafifçe okşadı yolcunun kulaklarını, pek nazikçe titretti sesin dalgaları, kulağın ta içindeki zarı. Hoş buldum, günaydın, dedi yolcu cevap olarak. Kapı kadar olmasa da, bir kaç saniye, nezaket-i iade olması baabında, önünde tebessümle dikildi çıtı-pıtı kızın karşısında, yay gibi kaşlı, güzel bacaklı, mini şortlu, askılı sarı tişörtlü yolcu.

Sanmayın ağzımın suları akarak bahsediyorum, bacaklarından, mini şortundan, hele o güneşin açısına göre kendini belli eden memelerinden... Bir güzelliği tasvir etmek, huzuru, hafifliği anlatabilmek, daha pozitif, daha az saldırgan, daha az ısırgan bir bakış atabilmekti niyetim. 

Şehrin en büyük binasına varan yolcu, en büyük binanın en büyük odasına girdi; şehrin en hızlı asansörüyle vardığı, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki koridorunda salına salına... Belki ellemekten keyif alacağımız o minicik poposunu kaplayan mini şortuna aksesuar olmadığı aşikar arka cebinden çıkarttığı bir kart ile açmıştı odanın kapısını. Oda kendi kadar güzel kadınlarla doluydu. Saygı ve sevgi emareleri kendini belli ediyordu, neşeyle söylenen, hoş geldiniz Beril hanım, sözleriyle... O, bir patroniçeymiş meğer; ortama nazaran pespaye kılıklı bir kadına, olanca düzgün giyimiyle selam veren bu kadınlardan anlaşıldığı kadar.

Vay be!.. Buraya kadar bu kadına hiç kimse tecavüz etmedi, saldırmadı, sarkıntılık yapmadı, laf atmadı, küçümsemedi, arkasından laf etmedi... Ha! Bir tek ben, kendi yarattığım karakterin poposunu elleme gibi bir iç güdüye kapıldım o kadar. Bir bardak bu içtim, geçti zaten... Güzel bitsin hikaye, böyle istiyorum.

Beril, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki en güzel odası (bürosu diyelim) içindeki kendi odasına girdi mini şortundan dışarıda kalan bacaklarınıyla yaylana yaylana, yay gibi kaşlarını yaya yaya, ağzıyla tebessümler saça saça, ah! bir de o saçlar, (ilk defa bahsediyorum) bir sağa, bir sola saçıla saçlıla... Odasına giren Beril, şehrin en büyük binasının en büyük bürosunun, en güzel odasının kocaman, boydan boya penceresinden, şehrin en kaymaklı tarafını tepeden süzdü bir kaç saniye. Ve ardından, odasının içindeki bir başka odaya girdi. Orta halli bir banyo-tuvalet birleşimi bir yere. Duşunu aldı, makyajını yaptı, hali hazırda bekleyen kıyafetlerini giyindi. Hanım hanımcık bir edayla, masasının başına oturdu. İş saati başlamıştı artık. Telefonu eline aldı ve günün ilk kahvesiyle birlikte, asistanını da yanına istedi.

Beril, güzel diledi ömrünü; ezmedi otu-böceği, hele ki hiç kimseyi. Okudunuz, ne kadar zengin bir kadın, Beril. Ancak işine her gün yürüyerek gidiyor. Kararlı adımlarla. Zarif kadın vesselam, niye? Yürüyor, temiz düşünüyor, sağlıklı besleniyor. Ona buna caka satmıyor, her fırsatta karşılıksız tebessüm dağıtıyor. Ben de diledim, hikaye güzel bitisin, Beril gibi her kadın dilesin: Her şey güzel gitsin. Tebessüm yüzlerde eksilmesin. Bu hikaye de tam burada bitisin! Varsa, çıkartılabiliyorsa, dersler alınsın, eşe dosta anlatılsın.

Murat Dicle

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Pek menfi sözler!

Tuşların arasından kendim için, içinde bulunduğum durum için en iyi kelimeleri çıkartmaya çalışıyorum. Bilmem hatırlar mısınız, siz de yaşadınız mı? Babanın çocuğuna, altı kere sekiz? sorusunun cevabını geçiktirmek için, çocuğun, altı kere sekiz mi? demesi gibi, anı geçiştiren, boş boş kelimeler yazıyorum, farkındaysanız. Boş olan, illa dolar... Doldurmaya çalışacağım. Dolduramayacağım ise, kendi yerim olacak. Yerimi dolduracak bir ben daha bulabilir miyim bu hayatta bilemiyorum. Bittim sanki ben. Vaktiyle kendimi, ben ile öyle tıka basa doldurdum ki, kendime yer kalmadı kendimde. Daraldım...

Zoraki özür dilemekten, korkudan özür dilemekten, incinmesin diye özür dilemekten de bıktım. Bıktım artık sebepsiz yere, haketmediğim özürlerden. Benden de özür dilensin, menfaat dilenmesin artık... Menfaatları için verebilceğim menfi de olsa hiç bir şeyim kalmadı. Dilenmesinler, dilesinler. Kendimdeki ben'i boşaltığım bu anlarda, kendimi yine, ben ile doldurmaya mecbur etmesinler. Boşalıyorum... kendime yer açıyorum; susuyorsam, ezik, yapamazmış gibi görünüyorsam, işte bundan. Bilen, susmayacağımı, bilen, yapamamazlık etmeyeceğimi bilir. Sen de bilenlerden ol, beni değil, kendimi bil önce...

Zerdüşt geldi şimdi aklıma: İnsan, hayvan ile üstinsan arasında köprüdür, demişti,  yılanı ve kartalı ile on yıl boyunca inzivaya çekildiği mağarasından çıktıktan sonra. Bahsi geçen üstinsan olabilmek ne mutlu şey öyle; olabilene... Oysa Niçe, hep olamadığı, olmaya imrendiği şeyler için öğütler verdi, Zerdüşt'ü ile. Bir nevî, imamın dediğini yap, yaptığını yapma, demeye gelmez mi bu? Hayatına baksak Niçe'nin, ne acılarla dolu... Oysa, öğütlerine uygun yaşasaydı, acı ondan uzak durmaz mıydı hiç? Niçe hayvan-insan-üstinsan üçgeni arasına düşmüş bir varlık olarak öldü gitti bu dünyadan. İşte göremediği buydu: Şeytan Üçgeni...

İşte benim düştüğüm yer de tam burası; Şeytan Üçgeni... Ömrümün Araf'ında kaldım, kendimi, benden sıyırırken. Bu bir süreç... Sonu üstinsana ya varır, ya da olan tüm aklımı yitirerek, deliliğin dibine vurup, çıldırarak ölüp giderim, tamamlayamadığım bu dünyadan. Çıldırtmayın beni! Size, sevgi ve saygı sunuyorum; çıldırtmayın beni, n'olur?!

Büyük mutluluklar, büyük acıların yanı başındadır. Acı nedir, nereden gelir peki? Senden gelir kardeşim, senden!.. Senin iyin, benim acım olabilir, senin iyine alışamamış ben için. İyi ol, ancak kendin için değil, tümün hayrına ol, olacaksan iyi. Televizyon açık, bir şarkı var, yeni evime taşındığım günden beri takıldığım müzik kanalında hemen hergün dinlediğim:
Beni götür ama yaralarım geçsin,
Geri getir ama seninle iyileşsin!
Beni götür ama yaralarım geçsin,
Geri getir ama seninle...
Şarkı bu; şu anki düşüncelerime pek uygun. Ben, sen olmadıktan sonra, neyim? Bir hiç... sen, ben olmadıktan sonra olacağın gibi. Yani kardeşim, çıldırtma beni. Yokluğum yanına kâr kalmayacak, ararsın bir gün...

Murat Dicle
7.5.2014

12 Nisan 2014 Cumartesi

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin
ÖLMÜŞ EŞEK
Aziz Nesin
Sakarya'ya gelmeden önce -ya da geldim de tekrar İstanbul'a uğrayıp tekrar Sakarya'ya geri dönmeden önce, Bakırköy tren istaysonunun üstündeki köprüde bulunan bir kitapçıda rastladım bu kitaba. Aha, dedim, antika bir kitap buldum.  :) Düşün Yayınevi Mizah Serisi, Yeni Matbaa, İstanbul - 1957. Fiyatı mı? Fiyatını duyunca antika olmadığını anladım. Bildiğiniz iki lira... 2 TL'ye aldım. :)

Gelelim kitaba. Aziz ustamız -ki şahsen benim çok hoşuma giden- yine harika bir öykü/roman çıkartmış ortaya. Hiciv sanatının inceliklerini gayet güzel kullanmış. Bu defa toplumsal vurdumduymazlıkları eleştirmiş. Kitabın sonunda ayrıca iki kısa öykü de var ve bu öyküler de yine eleştiri içermektedir. Hem halkı hem de kamu hizmetlerini mizahi bir dille eleştiriyor üstad.

Ölmüş eşek, arkadaşı Eşek Arısına, tahtalıköyden mektuplar yazıyor. Ölmenin mi yoksa yaşamanın mı zorluğunu dile getiriyor. Ölmüş Eşek, aman, diyor, ölmek, yaşamaktan da zor...

Kitaptaki Ölmüş Eşek'i ben Aziz Nesin'in kendi olarak algıladım. Ölen kişinin, camia tarafından sevilmeyen  bir gazeteci/yazar olduğu anlaşılıyor. Aziz Nesin, ölsem de çile çekmekten kurtulamam, demiş sanki, ta 1957'den. Yine isabetli bir tahmin atmış ortaya bu öyküsü ile. Vaktiyle bu ülkedekilerinin yüzde bilmem kaçının "aptal" olduğu tahmininde yanılmadığı gibi; Ölmüş Eşek ile, kendisinin öldükten sonra da çile çekeceği tahmini yanlış değil gibi...
"Yaşarken, insanların bana verdiği gözyaşlarını, imbikten üzüm suyu çeker gibi kahkahaya çevirmeye çalıştım; insanlarin hep, hep gülmeleri için."
 Ya işte böyle... Yazar bizleri güldürürken -ki oysa ağlayacak halimize güleriz hep, düşünmemizi, gerçekleri düşünmemizi diledi hep. Ölmüş Eşek'ten bir alıntı yaparak bitireyim yazımı:
İşte sevgili öğrencilerim, dedi, uzun zamandan beri açtığımız kafataslarında görmediğimiz beyin budur. İnsan bedeninde, bademciklerden, kör barsaktan daha faydasız, zararlı bir uzuvdur. İnsan kafatasında teşekkül eden beyin isimli bu ur'un, insan başını belaya sokmaktan başka bir işe yaradığı görülmemiştir. Şimdi merhumun daima başının neden belaya girdiğini, daha iyi anlıyoruz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


9 Mart 2014 Pazar

Karamsar

Bastığım her adımda çıkan sesler kulağıma yiyecek bir şeyleri çağrıştırıyor. Epey vakit oldu bir şey yemedim. Her adımda bir, kağıt helvamdan bir ısırık alıyormuşum gibi geliyor bana. Olmayan kağıt helvamdan. Ah şimdi olsaydı yiye yiye ne güzel giderdi.
İnanılacak gibi değil, koca İstanbul'da E-5 kar nedeniyle kapandı ve hiç bir araç Çobançeşme'den öteye geçemiyor. Yürüyoruz; otobüslerden, minibüslerden ve hatta özel araçlardan inenlerle birlikte -tıpkı bir eyleme gidercesine- evlerimize, sevdiklerimize ya da belki bilinmeyen bir yere... Yani şimdi düşünüyorum da, bu karda, yollarda yürüyen insanların her birinin aklında kimbilir neler vardır. Şu ilerideki kadın... Kimbilir ne düşünüyor, başına önüne eğmiş öylece yürüyor. Üşüdüğü ve yağan karın yüzüne gelmemesi için mi öyle başı önünde, kapşonunu siper etmiş yüzüne? Peki ya, oğluyla yürüyen şu adam... Gerçekten oğlu mu acaba? Belki dayısı ya da amcasıdır. Kimbilir belki de çocuğu kaçırmıştır ailesinden. Çocuk küçük ya, ne bilsin kaçırıldığını; oynuyor bir yandan yerdeki karlardan kartopu yaparak ve adama atarak...
Akşamın sekiz otuzunda yollarda yürüyen, işten çıkıp bitab düşmüş olması gereken bu karzedelerin, oldukça yorgun görünmesi gerekirken, nereden gelir bu enerji? Nedendir bu oynaşmalar, cıvıldaşmalar?! Herkes, yani belli ki tanıdıklar aralarında kartopu oynuyorlar. Ne mutlular ama öyle... Yalnız yolculuk edenlerin kimi karda oynaşanlara bir müddet bakıyor ve yollarına devam ediyorlar, kimi de hiç görmemiş gibi öylece süzülüp gidiyorlar yanlarından, sanki bir belaya bulaşmamak için büyük adımlarla uzaklaşıyorlar. Gidene takıldığım yok da, şu karda oynaşan, gençlikten biraz geçkince olan insanlara taktım kafayı. Devam eden kar yağışı nedeniyle -okulların tatil olmasına sevinen çocuklar gibi- yarın işyerlerine gitmeyeceklerine, gidemeyeceklerine mi sevinirler de böylesine çoşarlar bu soğukta? Allah canınızı almasın emi! Ne mutlular öyle... Peki ben niye mutlu değilim?
Bir sigara olsa belki beni mutlu ederdi şimdi. Birinden istesem kesin ikram eder bir dal sigara, ama bunu yapacak kadar kendimi güçlü hissetmiyorum. Hadi ama dostum, alt tarafı bir sigara, ne gücünden bahsediyorsun, dilencilik yapmıyorsun ya, iste birinden n'olur sanki? Yapamam, yapamam! Benim için çok zor bir şey bu. Zaten sigaraya başlayalı bir sene bile olmadı. Hay allah neden başladım ki bu merete. Nasıl isterim, kimden isterim bir sigara? Yapamam, yapamam!.. Neler yaptın neler!.. Bir sigara istemekten mi çekiniyorsun şimdi? Evet çekiniyorum. Utanıyorum. Param olmadığını anlıyacaklar gibi geliyor bana. Yahu abartma sende! Nereden bilecekler parasız olduğunu? Sigaranın bittiğini, evde bir karton sigaran olduğunu söylersin, falan filan yani. Yalan mı yok sigarasız kalan insan için. Git iste birinden. Al bak şu ilerideki adam yeni bir sigara yaktı. Git ve rica et! Yapamam, yapamam... Adi herifin tekisin dostum sen. Neyini yapamayacakın, neyini? Al tarafı bir dal sigara işte. Sen değil misin yanında çalışan adamın bir maaşını ödeyemeyip bir de üstüne yarım maaş kadar adamdan borç alan? Ha buna ne diyeceksin?! "Yapamam, yapamam..." da neymiş öyle. Bal gibi yapabilirsin. Git birinden bir sigara iste! İstemiyorum, vazgeçtim. İçmeyeceğim!..
Hem küçücük şeyler için onurlu davranışlar sergiliyorum, hem de bir yandan, her şey yoluna girecek teranesiyle milleti söğüşlüyorum. Bilerek mi yapıyorum peki bunu? Elbette hayır. Bari ödeyebilsem. Ödeyemiyorsan niye istersin be adam? Valla ne güzel meslek edinmişsin kendine. He valla, orospu çocukluğundan ne farkı var değil mi? Aynen!.. Şu taşın altında para var mıdır acaba? Haha! Kafayı yemişsin oğlum sen, sıyırmışsın! Yürü git yoluna. Baksam ne çıkar? Belki de gerçekten para vardır. Ya da bir külçe altın vardır. Yok yahu, külçe altın olsa onu nasıl satarım ki? Demezler mi nereden aldın bunu diye? Derler tabii. En iyi çıkacak şey bir deste para olsa gerek. Hadi olsun olsun bir kese çeyrek altın da çıkabilir. Bir kesede kaç çeyrek altın vardır? Şimdi bir kese çeyrek altın mı yoksa bir deste iki yüz TL mi daha kıymetli. Bunu bir ara araştırayım. İlginç yani, bak şimdi kararsız kaldım. Fakat şu an, nakit, "keş" para çıksa daha makbule geçer. Yeminlen geçer... Saçmalaya saçmalaya benzin istasyonuna kadar geldim bile. Aferin bana.
Bu istasyonun içinde bir lokanta var. Yandım Çavuş Ayranı diye de tabelası var. Hele bu karda soğukta ne iyi gider bol köpüklü bir ayran. Tuzlu tuzlu, açlığımı da bastırır. Şimdi yoldan bir adam beni durdursa ve dese ki: Bir dal sigara mı yoksa bir bardak bol köpüklü ayran mı içmek istersin? Ben ısmarlayacağım. Evet güzel soru! İkisi de sözel olarak "içme eylemi" içeriyor. Ayranı gerçekten içeriz. Peki ya sigarayı? Sigara aslında içilmez, tüttürülür. Böylece, no smokink, ne demek daha iyi anlıyorum. Elin oğlu ne güzel açıklamış kardeşim. Açıklar abi, onlar eloğlu. "Elin yaptığı, bele çok gelirmiş." Neyin neye yaptığı ne gelirmiş?! Saçmalama yahu! Kafandan uyduruk atasözleri mi üretiyorsun şimdi de? Haha... Yemişim kafasını. Sigara içemedikten sonra, Yandım Çavuş Ayranı içemedikten sonra ben neyleyeyim bu kafayı.
"Heyy seksi leydi, ay layk yu for..." Bu ne lan! Şarkıya bak... Oh, şimdi bu karda seks yapsam ne feci bir şey olurdu ha! Kiminle yapmayı düşünüyorsun dostum? Ne bileyim ben ya! Şarkıda "seks" diyince, birden seksim geldi işte. Neyseki gelip geçici bir şeydi bu. Paran yok, pulun yok, seks düşünüyorsun. Yani şimdi bir kadın çıksa dese ki sana, bir dal sigara ver vereyim, verebilcen mi ablama ki sana versin? Offf, off... Nereden geliyor bu ses... Araba sıcak tabii, müzik seksi, eh elde de sigara, park etmişler benzin istasyonuna, tütürüyorlar. Allah bilir ya ayran da içmişlerdir lokantadan. Yasak değil mi lan istasyonda sigara içmek? Şimdi ben şikayet etmez miyim sizi? Gidip söyleyeyim, burada sigara içemek yasak, ancak bana bir dal sigara veririseniz sizi ispiyonlamam mı desem acaba? Acabalar kovalasın oğlum seni. Yürü git yoluna. Haklısın bir dal sigara istersem düşük bir adam gibi görünürüm, değil mi? Tam bir paket istemek caizdir sanırım. Sanma! Soldan ağrı yürü yoluna abicim. Devam et! Nasıl devam edeyim ben, nasıl? Yılmışım ben, bitmişim ben. Sıkılmışım, içim boşalmış. Bitmişim ben. Bunu daha önce demiştin, bitmişim, diye. Derim, derim işte. Biten ben değil miyim? İstediğim kadar derim işte. Diyecem, diyecem... Çocuksun sen! Evet çocuğum. N'olmuş?! Ebenin nikahı olmuş. Ya öyle mi, ne zaman?.. Yürü abicim, yürü; soldan soldan devam et, geç ayranlı lokantayı, geç istasyonu. Devam et yoluna...
Yoluma!.. Yolum yol mu ki benim? Sormak lazım. Yarına bir planım yok. Tıpkı bu yolun beni götürdüğü gibi yürüyorum öylece hayatımda. Yol olduğu sürece yürüyorum. Ya yol biterse diye bir planım yok. B, C planlarını bırak, bir A planım bile yok. Kedim? Vallahi bir kedim bile yok. Ya olsaydı? Keserim lan o kediyi. Yerim! Karnım aç benim... Yazık be! Çok yazık sana be adam. Düşmüşsün sen! Bitmişsin harbiden! Kedilerden, taşların altlarından medet umuyorsun sen! Bir sen, bir ben, bir de kızımız olacaktı halbusiki! cümleten. Püfff... Kulağa Mükemmel Gelen Cümlelerin Mükemmel Anlaşılmazlığı dalında Oskar veriyorum size beyfendi. Oskar değil lan o, Pulitzer olacaktı. Pulitzer de değil ki ibnenin evladı; Nobel, Nobel... Vayyyy, Nobel'i de biliyosun ha? Aferin lan! Hadi yürümeye devam et, az kaldı evine... Evim değil orası benim. Evim değil! Değil evim. Evim değil evim. Hom sivit hom, değil. Değil bi'sikim benim. Evim yok benim. Neyin peki?.. Düşmüşlüğümden haz alıp, bana kucak açıyormuş gibi görünerek, iyilik meleği payesinde olduğunu sanan, sağda solda bunları anlatarak, ne iyi bir insan, övgülerini alarak, oysa bana her türlü orospu çocukluğunu yapan ama benim de sanki hiç bunları yapmamış gibi görmezden geldiğim, ve gerçekte tanrısının kuralları altında bir gün ezilecek olan bir günahkarın evinde kalıyorum: Kardeşimin; orospunun önde gideninin... Anam da orospu!.. Peki sen? Ben de orospu çocuğuyum, ama hiç değilse, önde gideni değilim; anamdan ötürü benim orospu çocukluğum... Gerçekte orospu çocuğu değilim aslında. Ben anama orospu dediğim için, doğal olarak orospu çocuğu oluyorum. Ama değilim. Benimki bir nevi ironi yani. Yani fahişelik yaptıkları için orospu demedim, kaltaklık yaptıkları için orospu dedim sadece. Kaltak ne demek, biliyor musun?.. Ne bileyim, ne? Bana ne? Beni rahatlatıyor ya bunları söylemek, anlamı da olmayı versin. Her şeye anlam yüklememek gerek. Pis manyak, deyince rahatlayamıyorum; ancak "orospu" dediğimde -ki R'lere basa basa söylediğimde- çok feci rahatlıyorum. Orgazmın bir tık altında rahatlama bu... Bak şimdi düşündüm de, dünyanın en büyük küfrü "kemik" olsa mesela. Oğlum sen var ya sen, kemiksin, hatta kemiğin önde gidenisin... Vayyy, bana ha. Kemik ha?! Anamı gözümün önünde şeyetseydin de bunu demeyeydin. Bittin oğlum sen. Kemik ha!.. Haha!.. Alo, akıl hastenesi mi? Burada bir salak var, gelin alın bunu çabuk! Saçmalıyor! Gelirken ekmek arası köfte getirin... Ha bir de tek dal sigara da getirin... Ben mi, yani sadece toplum bilincine sahip bir vatandaş olarak şikayet ediyorum. Bu adamı bir an önce dertop etmelisiniz... Gelirken şeyleri unutmayın ama... Ge-ri-ze-ka-lı-se-niiii... Saçmala, saçamala bakalım. Nereye kadar gidecek bu saçmalalamar böyle. Aman heri boşver, gittiği yere kadar gider işte. Yol nereye gidiyorsa, oraya kadar gider işte. Sıkıntı yok. Sıkıntı yok! Eve yaklaşıyorum. Benim olmayan eve. Sığındığım eve...
  

Diğer öykülerim