27 Haziran 2014 Cuma

Karıncalarla Dans

Karıncaların neredeyse beş adımda bir yol yaptığı, yiyecek aradığı  -ki kısa da olsa bana göre uzun bir yola ev sahipliği eden, yolun sağındaki kaldırımdan yürümek işkence gibi geliyordu bana. Karıncaları ezmemek için adeta dans edercesine, beş adımda bir ritmik adımlar atmak için yola bile bakmaya ihtiyaç duymuyordum artık; bacaklarım nerede nasıl adım atacağını öğrenmişti. Gerek sabah işe giderken, gerekse de akşam eve dönerken, bu kısa yolda yaptığım atraksionlardan bunaldığımda, kendimi kaldırımdan aşağı, arabaların geçtiği yolda yürürken buluyordum. Hiç değilse karıncaları ezmek gibi bir korkumda olmuyordu. Ancak, arabalardan biri gelip de bana arkadan çarpacak hissi ile yine kendimi kaldırımda buluyordum. Velhasıl, en az katliamla evime ya da işime varmanın mutluluğu ile kaldırımın son taşından aşağıya indiğimde, kendimi çok mutlu hissediyordum. Geldim, diyordum, artık gitmek istediğim yere geldim, yol bitti, diye düşünüyordum...

Fi tarihinde izlediğim bir belgeselden kalma bir takıntı bu: Karıncaları dahi ezmeden yürümek, yolda ve yürünebilen herhangi bir yerde. Belgeselde, bir keşiş, aldığı eğitim ve düsturu gereği, attığı her adımı, ama her adımı dikkatlice atıyordu. On metreyi belki on dakikada alıyordu. Belli ki bizim değişimizle, yaradılanı, yaratandan ötürü saydığından olacak, hiç bir ölüme sebebiyet vermeden yürümeyi bir tavır edinmişti. Ne güzel...

Çocukken çok can aldım: Solucanlar, kurbağalar, kertenkeleler, kuşlar, balıklar... Şimdi al birinin canını deseler, vallahi yapamam; hadi mecbur kaldım, elzem bir durum olsa, çok zorlanırım. Bile bile, göz göre göre bir canlının hayatına son veremiyorum artık. Karıncalarla dansı işte bu yüzden yapıyorum... Çok tiksindiğim karafatmaları öldürmesi için bile eski eşimden az yardım dilenmemiştim. Tiksinçliği ayrı, bir de öldürülmesi ayrı sıkıntı yaratıyordu bende, karafatmaların.

Bunları şunun için anlatıyorum; insanlığı, doğrusu tüm canlılara mutlak saygıyı, katliamlar yaparak, hatalarımdan ders alarak ulaştım. Artık elimin kızıllığı geçti; uslandım, akıllandım; Allah affetsin beni...

Televizyon pek seyretmediğimi daha önceki yazılarımdan okuyanlar bilir. Eğer televizyon izlersem, hele ki haberleri, yaşanan insan katliamlarına aşina olacağım, ve insanlığımdan uzaklaşacağım. Bu, sosyal medyalarda da oluyor maalesef. Kelleler ile top oynayan vahşi insanların görüntüsü mesela... Tam uslanmışken, hidayete varmışken, yine insanlığa uzak, duyarsız biri olmak istemiyorum. Ama oysa, ayarlı medya, bizleri insanlıktan uzaklaştırmak, sadece BEN var diyebilmemiz için adeta hipnoz ediyor bizleri. BEN varım, SEN yoksun. Dünya BEN'im, SEN'in değil... SEN kötüsün, SEN zarar verebilirsin. SEN arkamdan tavayla BEN'i öldürebilirsin. Komşumsan BANA ne?! Açsan kime ne?!

Dünya tarihi yazının icadıyla başlıyor denilse de, yazının icadından çok daha milyonlarca yıl önce başladığını da biliyoruz artık. Bilinen tarihte, yapılan katliamları, kesilen kelleleri, ölenleri, öldürenleri okuduk, izledik veya dinledik. Biliyoruz... Uslanan var mı peki?! Dünya canlılarından, özellikle kastım, insan türünden, insan kavminden uslanan var mı?.. Hâlâ devam ediyoruz değil mi? Asıyor, kesiyor, eziyoruz...

Hiç olmadığı kadar vahşi bir hükümet ile karşı karşıyayız. Öyle ki, katliamlara, ölümlere isimler takıyorlar: Fıtratlarında var, kader bu, vb... Ölüm ile dans ediyorlar; kravatları boyunlarında, türbanları başlarında... Allah, diyorlar bir de, Allah, Allah diye diye bilerek isteyerek, göz göre göre kan akıtıyorlar, akıtılan kanlara göz yumuyorlar. Uslanmamış, azmış kavmin torunlarıyız diyorlar adeta, yaptıklarını duydukça, okudukça... Onlar uslanmadı, devam ediyorlar; bizler de uslanmadık, devam ediyoruz seçmeye veya sessizce beklemeye hâlâ. Allah rızası için diyorum, ya onlar uslansın ilk, ya da sessizce katliamlara göz yuman bizler uslanalım ilk. Uslanmaya zorlayalım, olmadı katliam yapalım uslanmayan eli kızıllara, son kez olsun dünya için, insanlardan insanlara ders olsun. Biliriz değil mi, uslanmayanın hakkı kötektir; ya onlara ya bize...

Murat Dicle
27.06.2014

26 Haziran 2014 Perşembe

Mini şortlu, askılı sarı tişörtlü kadın

Karanlık güçlerinin peşi sıra giden bir yaratık gibi yola çıktı sabahın en erken saatlerinde. Gün, güneşin tepesinin görünmesiyle kızılımsı bir renge bürünmüş, hava sisini dağıtmaya yüz tutmuştu. Kapıyı ilk açtığında yüzüne hafif bir serinlik esmişse de, buna aldanmayıp, üstüne hiç bir şey almadan, bir tişört ile yola koyulmuştu. Mini şortu ve üstündeki limon sarısı, askılı tişörtü ile oldukça dikkat çekiyor olsa da, sabahın köründe onun bu denli çekiciliğine şahit olacak hiç bir kimse yoktu ortalıklarda. Köpekler vardı sadece, kuşlar birer ikişer ağaçlardan inip inip yollarda buldukları kırıntıları gagalıyorlardı bir de...

Güneş açısını yükseltiyor, o yolunda ağır adımlarla yürüyordu. Arada bir bacaklarını yalayıp geçen serin havanın hoşluğu içerisinde yolundan gitmekten memnuniyet duyuyor, yolun sonunda biteceğini, varacağı yere en nihayetinde varacağını düşünüyordu. Yol illa biter... Hep böyle olmamış mıydı?!

Ağaçlıklarla devam eden yol, yavaş yavaş binaların yol kenarında görünmesiyle betonla örülmeye başlamıştı. Ağaçların arasından neşeyle gülümseyen güneş bile, artık binaların ardından yüzünü gösteremeyecek kadar yüksek bir açıya sahip olamadığından, üzüntüyle sadece ışığını yansıtıyordu; gölgeli, gölgesiz, her an herhangi bir cama yansıyarak, varlığını hissettiriyordu sadece. Henüz sıcaklığıyla varlığınını gösterememişti, güneş. Umrunda da değildi zaten yolcunun. O, kararlı adımlarla, ağır ağır yoluna devam etmekteydi. Sanki gündüz de olsa, gece de olsa ne farkeder, ben yoluma giderim, der gibiydi, attığı adımların isabetle yola basışından anlaşıldığı kadar. Zarif ayaklarıyla bastığı yolda gül bitsin istenirdi, bir er kişi görseydi şayet onu, yolda naif adımlarla yürüyüşünü. Oysa, zariflik içerisinde yürüyen yolcunun, çatık kaşları, gündüzün ışığına, kuşların sortisine, köpeklerin meraklı bakışlarına, ağaçların yol kenarlarında olmasına, binaların ağaçları yutmasına, güneşin binalardan sıyrılma çabasına oldukça tezat görünüyordu. Çatmış kaşlarını, düşünceli ve ağır ağır gidiyordu yolunda. Memeleri, ince askılı tişörtün içerisinde ancak güneşin gölge oyununlarıyla varlığını gösterebilityordu. Fakat, aldanmamak gerek; o bir çocuk değil: Bir anne o!..

En ufak binalarla başlayan ağaçlı yolun bitimi, en yüksek binalarla örülü bir yola dönüştü, güneşin tepeden, binalara nispet intikam ışınlarıyle.

Şehrin en yüksek binasının kapısına varan yolcuyu gören kapı, büyük bir saygı ile açıldı; kanatlarından ayrıldı, biri sağa, biri sola. Ortasından geçti kadın, yüzüne bile bakmadan kapının, içeri girdi. Çekindi kapı, hemen kapanmadı, çatık kaşlı kadının ardı sıra bir müddet açık kaldı, hem de hiç olmadığı kadar.

Kaşlar yay gibi oldu nihayetinde. Yolcu belli ki varmıştı varcağı yere. Koca binanın minnacık kapısının açılmasıyla göze çarpan kocaman bir masanın ardında çıtı-pıtı bir kız karşıladı onu, yolcu tam da kaşlarını yaydığı zaman. Saygı, hürmet vardı; çıtı-pıtı kızın ayağa kalkması ve yolcuya en samimisinden verdiği tebessümünde. Hoş geldiniz efendim, dedi çıtı-pıtı kız, en güzel sesiyle; hafifçe okşadı yolcunun kulaklarını, pek nazikçe titretti sesin dalgaları, kulağın ta içindeki zarı. Hoş buldum, günaydın, dedi yolcu cevap olarak. Kapı kadar olmasa da, bir kaç saniye, nezaket-i iade olması baabında, önünde tebessümle dikildi çıtı-pıtı kızın karşısında, yay gibi kaşlı, güzel bacaklı, mini şortlu, askılı sarı tişörtlü yolcu.

Sanmayın ağzımın suları akarak bahsediyorum, bacaklarından, mini şortundan, hele o güneşin açısına göre kendini belli eden memelerinden... Bir güzelliği tasvir etmek, huzuru, hafifliği anlatabilmek, daha pozitif, daha az saldırgan, daha az ısırgan bir bakış atabilmekti niyetim. 

Şehrin en büyük binasına varan yolcu, en büyük binanın en büyük odasına girdi; şehrin en hızlı asansörüyle vardığı, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki koridorunda salına salına... Belki ellemekten keyif alacağımız o minicik poposunu kaplayan mini şortuna aksesuar olmadığı aşikar arka cebinden çıkarttığı bir kart ile açmıştı odanın kapısını. Oda kendi kadar güzel kadınlarla doluydu. Saygı ve sevgi emareleri kendini belli ediyordu, neşeyle söylenen, hoş geldiniz Beril hanım, sözleriyle... O, bir patroniçeymiş meğer; ortama nazaran pespaye kılıklı bir kadına, olanca düzgün giyimiyle selam veren bu kadınlardan anlaşıldığı kadar.

Vay be!.. Buraya kadar bu kadına hiç kimse tecavüz etmedi, saldırmadı, sarkıntılık yapmadı, laf atmadı, küçümsemedi, arkasından laf etmedi... Ha! Bir tek ben, kendi yarattığım karakterin poposunu elleme gibi bir iç güdüye kapıldım o kadar. Bir bardak bu içtim, geçti zaten... Güzel bitsin hikaye, böyle istiyorum.

Beril, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki en güzel odası (bürosu diyelim) içindeki kendi odasına girdi mini şortundan dışarıda kalan bacaklarınıyla yaylana yaylana, yay gibi kaşlarını yaya yaya, ağzıyla tebessümler saça saça, ah! bir de o saçlar, (ilk defa bahsediyorum) bir sağa, bir sola saçıla saçlıla... Odasına giren Beril, şehrin en büyük binasının en büyük bürosunun, en güzel odasının kocaman, boydan boya penceresinden, şehrin en kaymaklı tarafını tepeden süzdü bir kaç saniye. Ve ardından, odasının içindeki bir başka odaya girdi. Orta halli bir banyo-tuvalet birleşimi bir yere. Duşunu aldı, makyajını yaptı, hali hazırda bekleyen kıyafetlerini giyindi. Hanım hanımcık bir edayla, masasının başına oturdu. İş saati başlamıştı artık. Telefonu eline aldı ve günün ilk kahvesiyle birlikte, asistanını da yanına istedi.

Beril, güzel diledi ömrünü; ezmedi otu-böceği, hele ki hiç kimseyi. Okudunuz, ne kadar zengin bir kadın, Beril. Ancak işine her gün yürüyerek gidiyor. Kararlı adımlarla. Zarif kadın vesselam, niye? Yürüyor, temiz düşünüyor, sağlıklı besleniyor. Ona buna caka satmıyor, her fırsatta karşılıksız tebessüm dağıtıyor. Ben de diledim, hikaye güzel bitisin, Beril gibi her kadın dilesin: Her şey güzel gitsin. Tebessüm yüzlerde eksilmesin. Bu hikaye de tam burada bitisin! Varsa, çıkartılabiliyorsa, dersler alınsın, eşe dosta anlatılsın.

Murat Dicle

25 Haziran 2014 Çarşamba

Babalar Gününe Dair Kızımdan

Bana bir masal anlat baba...

İçinde bana zarar verecekler olursa, sen koş yanıma ve döv hepsini tek elinle; sonra tak tacını başına, ben de tekrar gururlanayım, tekrar senin süper-kahraman olduğunu düşüneyim; tekrar diyeyim ki, iyi ki benim babamsın, iyi ki varsın, ve son olarak, iyi ki benim süperkahramanımsın...

Bilmediğim, fakat öğrenmek istediğim çok şey var hikayede; bunları da anlat bana baba. Sonra tut elimden farklı diyarları göster bana. Gezerken de hep öğütler ver bana. Sonra ben sıkılayım, off baba yaa, diyeyim. Sen bunun ardından -sırf beni gıcık etmek için- daha fazla öğüt ver. Ben ne kadar sıkılsam da, içimde bir mutluluk olsun; diyeyim ki, babam benim iyiliğimi istiyor...

Sonra soğuk espiriler yap bana. Ben yine kendimi tutamayıp, çooooook uzun bir kahkaha atayım; sen de, espiriye değil, benim gülmeme gül. Yolda yürürken beni utandıracak şeyler söyle; ben de kızlar geçerken seni utandırayım. Sonra tüm paralarımızı denize atalım, parasız gezelim; çünkü mutluluk parada gizli değil ki!.. Yapmayı sevdiğimiz şeyleri yapalım; parasız gezip, bol bol bedavadan hayal kuralım. Hatta manavın önünden geçerken gizli gizli kayısı yürütelim...

Masal bitsin sonra, ama sen benim yanımdan hiç ayrılma. Fakat sen bir süper-kahramansın; dünyanın sana ihtiyacı olabilir... Git kurtar insanları; geri geldiğin zaman öp başımdan ve git sonra, ben uyumuş taklidi yapıyor olayım. Ama senin neler yaptığını görmüşüm ve tekrar iyi ki, babamsın, demişim. Babalar günün kutlu olsuuuuuuuun!

Öykü Dicle

Günaydınlık şeysi

Güzel olsun günü aydınlatan güneş ile birlikte söylenen sözlerimiz. Kenarları süslü, parlak kelimelerle dizilsin tümcelerimiz. Ahengi olsun hep, güneş tırmanırken tepeye, kulağımızdan içeri giren tüm seslerin. Büzüşsün dudağımız ergenler gibi, günün aydın olsun kardeşim, diye söylerken, tatlı bir öpücük gibi konsun yanaklarına tüm sevdiklerimizin.

Günaydın...

24 Haziran 2014 Salı

İlk Özlem

Sen şimdi tam işin ortasında, burnumda tüt, emi İstanbul?!
Eminönü'ndeki balıkçıların kokusunu sok burbuna, burnuma.
Martıların sesleriyle çınlat kulaklarımı.
Tepeme tepeme vurdur güneşini
Nemli nemli havanla;
Yak içimi, terlet bedenimi,
Bıktır yine kendinden İstanbul...

Biliyor musun?
Senden bıkmayı da özledim ben...

Murat Dicle

Çarpışan İnsan

Çarp önce kendinle yüzleştiğin aynaya...
Ayna ki, seni sana yansıtan insandır;
İnsan, kendini görebileceğin bir metadır.
Görebilirsen şayet insandan ötesini;
Görebilirsin,
Kendini, geleceğini...

Sonra çarp kendi kendine!..
Çarp ki yüzleş gerçeğinle.
Çarp bir-iki tokat da geçmişe;
Ve çırp geçmişini bugünle.
Hadi çal geleceğini,
Çarpıp-çırptığın geçmişinle, bugününle...

Murat Dicle

5 Haziran 2014 Perşembe

Ağlamak

Şu doğmuş olduğunuz hayata ne derece iyi niyetle yaklaşıyor olsanız da, hayatın doğurduğu sizin, hayata, hak ettiği gibi davranmadığnız aşikar. Ben mi? Ben de sizinle beraberim. Hayat bize -ki çoğu zaman mutluyken anlıyor insan- sayısız güzellikler sunuyor, ve biz inatla tüm bu güzellikleri görmezden gelip, en görülmemesi gerekeni görüyor ve peşi sıra gidiyoruz; takılıyoruz acının, kederin, hüznün peşine... Afyon bir nevi, çirkinliklerden, kötülüklerden, olumsuzluklardan feyz almak. Uyuşturuyor bizi, onca güzelliği görmezden gelip, peşi sıra takıldığımız hüznün oturttuğu fikrin beynimizdeki salınımı.

Çocukken annemden dayak yedikten sonra kendimi çok iyi hissederdim: Olabilecek en kötü şey olmuş, göz yaşlarım yanaklarımda kurumuş, hüzünlenmiş, dışlanmış hissederdim. Bir müddet sonra rahatlar, kardeşimle kızarmış yerlerimizi gösterip, en çok dayak yiyen kim, diye adeta yarışırdık. Uyuşmuş, zevke gelmiştik aslında. Annem sanırım olayı çözmüştü...

Biz -kimbilir- belki de ağlayabilmek bahanesi adına hüznün peşine takıldık hep. Ağlamak için illa bir nedenimiz oldu; ancak, rahatlamak için ağladı, demesinler, hüzünlendi de ağladı, desinler diye. Ağlamak için cambazlık yapmasak mı acaba? Ağlasak gitsek işte... Uçan kuşun güzelliği karşısında, akan suyun kudreti karşısında, gök gürültüsünde, yağmurda ıslanırken, sevişirken, öpüşürken, ishal olmuşken hatta... Bahanesiyle değil, ben öyle istiyorum, özgürlüğüyle ağlasak hep. Çünkü ağlamak rahatlatıyor insanı. Alkolden de keyifli sanki.

En kısa zamanda, kollarında hüngür hüngür ağlıyacağım sebepsiz, erkek adam ağlar mı, demeyen sevgilimin kollarında... 

Murat Dicle

3 Haziran 2014 Salı

Güllü Mesajlar

Seni seviyorum, demesini beklerken;
Seni seviyorum demek ile birlikte,
Canım, bile dedi mesajlarında.
Sakladım onların hepsini;
Biriktirdim bir bir,
Her bir mesajını özenle.
Dara düştükçe,
Teker teker bakar,
Tebessümle yüzümde güller açar.

Murat Dicle

Deniz, güneş ve kızıl

Dalgalar gibi saçları var;
Kızıl kızıl gün batımı,
Tel tel damlar denize.
Güneşi kıskandırır
Ki hiç olmadığı kadar,
Kızılı yansıtır derinlere...

Deniz fışırdar,
Utanır kadının saçlarından;
Kadının her saç teli
Kızıllığa kafa tutar.

Murat Dicle