26 Haziran 2014 Perşembe

Mini şortlu, askılı sarı tişörtlü kadın

Karanlık güçlerinin peşi sıra giden bir yaratık gibi yola çıktı sabahın en erken saatlerinde. Gün, güneşin tepesinin görünmesiyle kızılımsı bir renge bürünmüş, hava sisini dağıtmaya yüz tutmuştu. Kapıyı ilk açtığında yüzüne hafif bir serinlik esmişse de, buna aldanmayıp, üstüne hiç bir şey almadan, bir tişört ile yola koyulmuştu. Mini şortu ve üstündeki limon sarısı, askılı tişörtü ile oldukça dikkat çekiyor olsa da, sabahın köründe onun bu denli çekiciliğine şahit olacak hiç bir kimse yoktu ortalıklarda. Köpekler vardı sadece, kuşlar birer ikişer ağaçlardan inip inip yollarda buldukları kırıntıları gagalıyorlardı bir de...

Güneş açısını yükseltiyor, o yolunda ağır adımlarla yürüyordu. Arada bir bacaklarını yalayıp geçen serin havanın hoşluğu içerisinde yolundan gitmekten memnuniyet duyuyor, yolun sonunda biteceğini, varacağı yere en nihayetinde varacağını düşünüyordu. Yol illa biter... Hep böyle olmamış mıydı?!

Ağaçlıklarla devam eden yol, yavaş yavaş binaların yol kenarında görünmesiyle betonla örülmeye başlamıştı. Ağaçların arasından neşeyle gülümseyen güneş bile, artık binaların ardından yüzünü gösteremeyecek kadar yüksek bir açıya sahip olamadığından, üzüntüyle sadece ışığını yansıtıyordu; gölgeli, gölgesiz, her an herhangi bir cama yansıyarak, varlığını hissettiriyordu sadece. Henüz sıcaklığıyla varlığınını gösterememişti, güneş. Umrunda da değildi zaten yolcunun. O, kararlı adımlarla, ağır ağır yoluna devam etmekteydi. Sanki gündüz de olsa, gece de olsa ne farkeder, ben yoluma giderim, der gibiydi, attığı adımların isabetle yola basışından anlaşıldığı kadar. Zarif ayaklarıyla bastığı yolda gül bitsin istenirdi, bir er kişi görseydi şayet onu, yolda naif adımlarla yürüyüşünü. Oysa, zariflik içerisinde yürüyen yolcunun, çatık kaşları, gündüzün ışığına, kuşların sortisine, köpeklerin meraklı bakışlarına, ağaçların yol kenarlarında olmasına, binaların ağaçları yutmasına, güneşin binalardan sıyrılma çabasına oldukça tezat görünüyordu. Çatmış kaşlarını, düşünceli ve ağır ağır gidiyordu yolunda. Memeleri, ince askılı tişörtün içerisinde ancak güneşin gölge oyununlarıyla varlığını gösterebilityordu. Fakat, aldanmamak gerek; o bir çocuk değil: Bir anne o!..

En ufak binalarla başlayan ağaçlı yolun bitimi, en yüksek binalarla örülü bir yola dönüştü, güneşin tepeden, binalara nispet intikam ışınlarıyle.

Şehrin en yüksek binasının kapısına varan yolcuyu gören kapı, büyük bir saygı ile açıldı; kanatlarından ayrıldı, biri sağa, biri sola. Ortasından geçti kadın, yüzüne bile bakmadan kapının, içeri girdi. Çekindi kapı, hemen kapanmadı, çatık kaşlı kadının ardı sıra bir müddet açık kaldı, hem de hiç olmadığı kadar.

Kaşlar yay gibi oldu nihayetinde. Yolcu belli ki varmıştı varcağı yere. Koca binanın minnacık kapısının açılmasıyla göze çarpan kocaman bir masanın ardında çıtı-pıtı bir kız karşıladı onu, yolcu tam da kaşlarını yaydığı zaman. Saygı, hürmet vardı; çıtı-pıtı kızın ayağa kalkması ve yolcuya en samimisinden verdiği tebessümünde. Hoş geldiniz efendim, dedi çıtı-pıtı kız, en güzel sesiyle; hafifçe okşadı yolcunun kulaklarını, pek nazikçe titretti sesin dalgaları, kulağın ta içindeki zarı. Hoş buldum, günaydın, dedi yolcu cevap olarak. Kapı kadar olmasa da, bir kaç saniye, nezaket-i iade olması baabında, önünde tebessümle dikildi çıtı-pıtı kızın karşısında, yay gibi kaşlı, güzel bacaklı, mini şortlu, askılı sarı tişörtlü yolcu.

Sanmayın ağzımın suları akarak bahsediyorum, bacaklarından, mini şortundan, hele o güneşin açısına göre kendini belli eden memelerinden... Bir güzelliği tasvir etmek, huzuru, hafifliği anlatabilmek, daha pozitif, daha az saldırgan, daha az ısırgan bir bakış atabilmekti niyetim. 

Şehrin en büyük binasına varan yolcu, en büyük binanın en büyük odasına girdi; şehrin en hızlı asansörüyle vardığı, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki koridorunda salına salına... Belki ellemekten keyif alacağımız o minicik poposunu kaplayan mini şortuna aksesuar olmadığı aşikar arka cebinden çıkarttığı bir kart ile açmıştı odanın kapısını. Oda kendi kadar güzel kadınlarla doluydu. Saygı ve sevgi emareleri kendini belli ediyordu, neşeyle söylenen, hoş geldiniz Beril hanım, sözleriyle... O, bir patroniçeymiş meğer; ortama nazaran pespaye kılıklı bir kadına, olanca düzgün giyimiyle selam veren bu kadınlardan anlaşıldığı kadar.

Vay be!.. Buraya kadar bu kadına hiç kimse tecavüz etmedi, saldırmadı, sarkıntılık yapmadı, laf atmadı, küçümsemedi, arkasından laf etmedi... Ha! Bir tek ben, kendi yarattığım karakterin poposunu elleme gibi bir iç güdüye kapıldım o kadar. Bir bardak bu içtim, geçti zaten... Güzel bitsin hikaye, böyle istiyorum.

Beril, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki en güzel odası (bürosu diyelim) içindeki kendi odasına girdi mini şortundan dışarıda kalan bacaklarınıyla yaylana yaylana, yay gibi kaşlarını yaya yaya, ağzıyla tebessümler saça saça, ah! bir de o saçlar, (ilk defa bahsediyorum) bir sağa, bir sola saçıla saçlıla... Odasına giren Beril, şehrin en büyük binasının en büyük bürosunun, en güzel odasının kocaman, boydan boya penceresinden, şehrin en kaymaklı tarafını tepeden süzdü bir kaç saniye. Ve ardından, odasının içindeki bir başka odaya girdi. Orta halli bir banyo-tuvalet birleşimi bir yere. Duşunu aldı, makyajını yaptı, hali hazırda bekleyen kıyafetlerini giyindi. Hanım hanımcık bir edayla, masasının başına oturdu. İş saati başlamıştı artık. Telefonu eline aldı ve günün ilk kahvesiyle birlikte, asistanını da yanına istedi.

Beril, güzel diledi ömrünü; ezmedi otu-böceği, hele ki hiç kimseyi. Okudunuz, ne kadar zengin bir kadın, Beril. Ancak işine her gün yürüyerek gidiyor. Kararlı adımlarla. Zarif kadın vesselam, niye? Yürüyor, temiz düşünüyor, sağlıklı besleniyor. Ona buna caka satmıyor, her fırsatta karşılıksız tebessüm dağıtıyor. Ben de diledim, hikaye güzel bitisin, Beril gibi her kadın dilesin: Her şey güzel gitsin. Tebessüm yüzlerde eksilmesin. Bu hikaye de tam burada bitisin! Varsa, çıkartılabiliyorsa, dersler alınsın, eşe dosta anlatılsın.

Murat Dicle

Hiç yorum yok: