31 Temmuz 2017 Pazartesi

Özgür Değilsen


Özgür değilsen doğduğun bu şehirde,
Özgürlüğünü ilan kendi kendine;
İster bir bankın üstünde aç biilaç ol,
İster bir kaldırımda sevgiye muhtaç ol,
İster on metre karelik bir odada yapayalnız...
Özgürlüğünü ilan et işte kendi şerefine...

murat dicle

28 Temmuz 2017 Cuma

Avarelik

Devamiş Hanımın ağzından her zaman olduğu gibi Peşref Nargileyi yine fiskeleyen nükteli bir öğüt çıktı: “Her gün nereden başlıyorsan, yine oradan başla...”
Peşref Nargile, “Yok,” dedi, “her gün bilirsin önce senin silsilenden başlarım. Bu sefer hiçbir kokuşmuş konuyla uğraşmadan, kuşlar gibi, bulutlar gibi, çiçek tozları gibi...”
Devamiş Hanım, “Sen,” dedi, “çiçek tozları gibi, kuşlar gibi, ha ha ha güleyim bari... Bulut olmasına ise zaten her akşam oluyorsun. Bu kez avarelik mavarelik diye sabahtan mı başlamak istiyorsun yani mübarek günde?..”
Peşref Nargilenin birden bir kuruluk çöktü içine; henüz olmamış ayı boğan ayvası yemişçesine bir şeyler tıkandı boğazına. Oysa ne kadar hafif, şen şatır, doğayla özdeş bir zindelik içinde kalkmıştı.
Devamiş Hanımın ise ağzı iyice açılmıştı: “Çiçek tozu ve sen... Devedikeni, ısırgan, ayrıkotu de, bari... Kuşlar gibi olacakmış, karga mı, yarasa mı, ağaçkakan mı hangisi?..”
Peşref Nargile öyle bakıyordu Devamiş Hanıma: “Kırk yılda bir, çocuksu bir tazelikte laf söyleyelim dedik sana da, halt ettik,” dedi. “Ola ki sen de ‘Haydi beraber edelim avarelik, bir şey giyeyim sırtıma, hemen çıkıverelim evden’ dersin diye bir bekleyiş vardı gönlümde... Kırk yıldan beri bir türlü yitiremediğim bir bekleyiş. Ama nerdeeee sende o anlayış, o dostluk, o arkadaşlık; hayatı ortak paylaşma?.. Hemen akrep gibi kuyruğunu batırıverdin...”
“Beraber edecekmişiz avarelik... Sırtıma bir şey giyecekmişim, çıkıverecekmişiz evden... Bir kere bugün çamaşır günü. Ben de senin gibi ta sabahtan başlarsam serseriliğe; kim yıkayacak pis çoraplarını, kirli gömleklerini, kel kafanın yağladığı yastık kılıflarını, yatak çarşaflarını? Hem kaç gün var yine azdı romatizmalarım; ahlayıp oflayıp duruyorum yanında. Alıp şunu bir doktora götüreyim dediğin mi var?”
“Peki peki tamam haklısın... Uzatma işte artık. Ben öyle içimden geçeni söyleyiverdim. Özendim şöyle azıcık sadece yaşamaktan ibaret başıboş bir mutluluğa...”
“Ben de çok özeniyorum ona ama Anzavur kesiliyorsun başıma. Daha dün akşam sen değil miydin tutturan, bu bardak balık kokuyor diye... Bir mendilin ütülü olmasa, açar ağzını yumarsın gözünü; ‘Sen de kadın mısın, bu ne biçim ev, bir ütülü mendil bile yok’ diye... Yalan mı? Düşünmezsin ki bu kadının da acaba azıcık canı sıkılmaz mı, iki komşuya çıkıp iki laf etmek istemez mi?.. Bir gün olsun yırtığı, söküğü, bulaşığı, ütüyü bırakıp sırt üstü dinlenmek geçmez mi içinden?.. Direk direk bağırmasını bilirsin sadece. ‘Devamiş nerede benim fanilam’, ‘Devamiş arkadaşlar gelecek akşama köfte kızart’, ‘Devamiş neden benim çizmeler boyatılmamış’... Allahın kulu, hiç değilse o batasıca çizmelerini kendin boyat değil mi? Hayır. Varsa yoksa Devamiş... Sen kadın değil, köle almışsın kendine. Sonra da beraber avarelik edecek mişiz, dostluk, arkadaşlık edecek mişiz, paylaşacak mışız hayatı... Bir gün de kalkıp sen yıkasan elin mi kopar şu bulaşıkları... Bak Avrupada hep erkekler yıkarmış bulaşığı.”
“Yahu tamam dedik be, tamam dedik... Anladık haklısın, anladık dertlisin, anladık ben kabayım, hissizim... Var mı daha bir diyeceğin.”
“Öyleyse hiç üstüme gelme, numara da yapma öyle. ‘Bir şey giyeyim sırtıma da, hemen çıkıverelim evden’ deyişimi beklemişsin diye... Aklının köşesinden bile geçmemiştir bu... İçli adam, anlaşılmamış adam, rolünün gereği diye o anda uydurursun bu tür sözleri... Ah ah bir de bana sormalı erkek milletini... Her seferinde de zeytinyağı gibi hep üste çıkarlar... Anlaşılmamış olan onlardır; içli olan onlardır; kültürlü olan onlardır... Bir de kadınlara sorsunlar ne mal olduklarını o erkeklerin...”
“Devamiş anam babam, yırtma gırtlağını. Kırk yıldır dinlediğim gıcırtı hepsi. Bu sabah canım çekti avarelik etmeyi. Ağzımı açmadan vurup kapıyı çıkmalıydım... Bölüşmek istedim seninle içimin hafifliğini... Geçti artık. Ne avarelik etmek istiyorum, ne kuş olmak, ne bulut... Hangi avarelik, hangi çiçek tozu... Çeki taşı gibi yapışmış hayat ayaklarımıza... Ben uçmak istesem, sen bırakmazsın; sen uçmak istesen, ben bırakmam. Birbirimizin zindancısı olmuşuz. Ve zindanın da anahtarları kaybolmuş. Getir bir tanem, getir canikom, getir başımın belası şu gazeteleri... Ver bakayım çayı da...”
“Çay daha demlenmedi...”
“Ulan bir çay isterim ‘demlenmedi’, dersin. Peki kahve pişir.”
Devamiş Hanım mutfağa geçti, sesi duyuldu az sonra, “Öfkelenme ama kahve de kalmamış. Beklersen şimdi gidip alayım.”
Peşref Nargile, “Boş ver, kahve de istemem,” dedi ve gazeteleri okuyormuş gibi gözlerini satırlara dikti. Öyle, hiçbir şey, ama hiçbir şey düşünmeden dalıp gitti. Peşref Nargile o sabah yataktan kalkınca karısına, “Devamiş,” dedi, “bugün avarelik etmek istiyorum. Nereden başlayayım?”

Çetin Altan
1970, Akşam Gazetesi
http://www.milliyet.com.tr/avarelik/cetin-altan/yasam/yazardetayarsiv/29.03.2004/30788/default.htm Adresinden alınıp şeklen düzeltilmiştir.

Okumuş-etmişlerce Kurulan Tuzak


Belki de bu kadın ve bu kadın gibi bilimsel açıdan saçmalayanların kasıtlı olarak yapmak istediği -ki belli bir güç odağının oyuncusu olarak, gerçekten gerçek cahil olan kesimle hem fikir gibi görünerek, gerçek cahilin, bizler gibi "yapmayın, etmeyin, o güç odakları sizi kandırıyor, onlar vatan haini, onlar kötü vb..." diyenlerin sözlerine inanmalarının önüne geçmektir.

Gerçekten gerçek cahile desem ki "onlar sizi kandırıyor, yanlış yoldasınız," onlar da demezler mi, "hadi len, sen kimsin? Elinde bir kağıt parçası dahi yok! Ne konuşuyorsun?.." Yok tabii yani. Elimde bir kağıt parçası var, ama o da liseyi bitirdiğimi işaret ediyor. Şimdi mevzu kağıt parçası olunca, Nuray Mert ile kıyaslanmam mümkün değil; eminim onda cilt cilt kağıttan payeler ve dolayısıyla bir sürü liyakati vardır. Beni ne dinlesin cahiller. Benim varlığım cahili rahatsız edecektir, ama Nuray Mert gibi insanların varlığı ise cahillerin gönlünü hoş tutacak ve kendilerini sömüren (güden) güç odaklarına kanmış olmaktan dolayı bir beis görmeyecekler: Çünkü "okumuş-etmiş" insanlar da onlar gibi düşünmektedirler...

Türkiye'de "cahilliğe övgü" ilk ne zaman başladı bilmiyorum, ama ben ilk defa Bülent Arı'nın sözlerinde gördüm bunu. Ne demişti Arı: “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halkın ferasetine ben güveniyorum..." Daha sonra din adamlarından da benzer ataklar geldi. Cübbeli Ahmet'in NASA'dakilere cahil demesi ve "İyi ki okumamışım okul filan yaa! Belki ben de çok sivri bir akıllıyım, ben de 'Kuran'ı inceleyelim' derdim. Öyle, manyaklığın sınırı yok ki. İyi ki okumamışım; şu okullar nasip olmamış, şu diplomalar nasip olmamış. Allah saptırmadı bugüne kadar, bundan sonra saptırmasın..." demesi de cahilliğe övgü değil midir? İşte bunlar cahillerin gönlünü hoş tutuyor ve verdikleri kararlardan şüphe etmemelerini sağlıyor. "Siz doğru yoldasınız, siktir edin okumuşları," demeye getiriyorlar.

Bu bir tuzak aslında bana göre!
Bu tartışmalara girenleri saflara ayırıp cahillere ifşa ediyorlar. Cahiller de "hımmm, demek buna güvenmeliyim, şuna güvenmemeliyim," diye düşüneceklerdir.

Peki ne yapmalı?
Bana kalsa, "yaw he he, sen haklısın," deyip geçmeli derim. Ancak bu, bilimin aksine söylemleri kabul edeceğiz anlamına da gelmesin. Düşüncem, Nuray Mert gibi insanları hiç kale almamak ve görmezden gelmek. Düşünsenize, hiç kimse bu insanlara herhangi bir mecrada cevap vermemiş, tabir yerindeyse mal gibi kala kalmışlar; cevap verilmeye değer bile görülmemiş...

Nuray Mert'in Cumhuriyet Gazetesindeki 28.07.2017 tarihli köşe yazısı:
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/790970/_Evrim_teorisi_.html

24 Temmuz 2017 Pazartesi

Ben, Kendim ve Sen

Bir elimi ben'e, bir elimi kendim'e koyanım ben
ki kendi kendime ben
ben'liğimi aradım işte böyle
Kendimi dahi henüz bulamamışken sen
kızıl saçlarımla
çiçekli elbiselerimle
bahşedilmiş güzelliğimle
ben'i tanımladın bilip bilmeden
Oysa ben
varolandım
bir metafordum sadece, Tanrı'yı işaret eden
Sen
elinde fırça
çizdin beni tuvallere
hem de rastgele...
Çizdiğin ben değildim aslında
bir yanılsamanın pitoreskiydi sadece
Sen çizendin, ben de yazan
Sen bakandın, ben okunulmayı arzulayan.

(M.D.)

21 Temmuz 2017 Cuma

Piştiğinde insan

"Piştiğinde insan, sesi kesilir, soluğu daha düzenlidir, hareketleri ahenkli, bakışları derindir, hele ki sözleri tam zamanında ve yerindedir; boş değildir pişmiş insanın içi, lezzetlidir."
Murat ;)

Salaklık sevicileri

(Yetersizliklerinden olsa gerek) Kabul edilmek adına, her türlü "toplumsal salaklığı" destekleyen mantık firarileri, dışlanmak pahasına "toplumsal salaklıkları" kabul etmeyenleri, ne güzel küçümserler, değil mi?

Murat Dicle

Hakkaniyet

Çeşmenin başını zapt edip kovasını dolduran küçük adamların, sözlerinin geçer akçe olduğu bu dünyada mı hakkaniyetle sana hakkını teslim edeceklerini sanıyorsun? Ben hiç sanmıyorum! Öylece sigaramı yakmış, pencereden gelip geçenlere bakıyorum sadece...

Murat

Veli

On metre karelik bir odada yaşıyorum bir süredir. Küçük bir çalışma masası ve benim gibi birisi için gerçekten küçük bir yatağın olduğu bir odada. Kedim ve ben… Masamda kimi zaman kitap okur kimi zaman da bilgisayarda takılırım. Eskiden olsa, popüler bilgisayar oyunlarından birini bilgisayarına yükler, gece gündüz oynardım, ama artık böylesi uğraşlar bile beni mutlu etmiyor. Bir ara Facebook’taki bilardo oyununa merak salmıştım. Öyle ki parayla isteka dahi almıştım; sanal bir isteka… Daha önce oynadığım MMORPG[1] tarzı oyunlara da az para vermedim hani. Bir nevi hastalık diyebilirim. Ancak yıllar sonra belli bir doygunluğa erişince aniden oynamaktan vazgeçiyorsunuz. Tabii bu, kişisine göre değişiyor; kimleri beş, kimileri de iki sene sonra bıkıyorlar. Benim bir beş yılımı devirmişliğim vardır bu tarz oyunlarda. Çalışma masam, pencerenin önünde ve neredeyse pencere genişliğinde; ya da pencere, çalışma masamdan az biraz büyük mü demeliyim? Sandalyeme oturduğumda yatağım sağımda kalıyor. Yatağımı daha çok Sütlaç kullanıyor. Daha çok geceleri pencereden çıkıp dişi olsun erkek olsun gelen geçen tüm kedilere sataşmak için yatağımdan ayrılıyor. Yatak da yatak olmaktan çıktı; perdenin neredeyse pencerenin tamamını örten kısmından arta kalan açıklıktan bakarsanız, bir yol çalışması olduğunu görürsünüz ve haliyle Sütlaç bey geceleri sokaktaki tüm çamuru ve kumu yatağıma taşıyor. Evlenip anamın evinden ayrıldığım günden bu yana pislik içerisinde olmaya alışmıştım nasılsa ki bu yatağın, üç beş yerinde çamur olmasından mı tiksinecektim?

Odamın penceresindeki küçük açıklıktan bakıp anladığım kadarıyla birbirini tanıyanların oturduğu bir sokak burası. Hani rahatlıkla dedikodu malzemesi olabileceğiniz bir yer. Dolayısıyla penceremi tamamıyla açamıyorum. Meraklı gözlerle göz göze gelmek istemem. Bir gün sabah on bir sularında dışarıdan, “lan oğlum lan, yapmayın lan…” diye birinin söylendiğini duydum. Her gün ilginç sesler duysam da pek bakmam aslında kim bu falan diye. Fakat bu, kimse, aynı rahmetli büyük dayımın (emin olamadım, acaba rahmetli dedem mi demişti?) küçükken bizlere dediği gibi söylenmişti: Lan oğlum lan, yapmayın lan… Çok ilginçtir bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de söylerdi. Benim için sokaktan gelen, nadir bir ses idi. Şöyle kafamı sağa hafif eğip kim söyleniyor diye baktım pencerenin açık kısmından…

“…li ne yaptınız evi?” diye bir kadın sesi karşımdaki apartmanın en üstünden “…li” denilen çocuğa seslendi –çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonraki diyaloglarda öğrenecektim, çocuğun adının Veli olduğunu. İlkin “Veli” adını algılayamamıştım. Bu Veli, görünüş olarak da ilginç biriydi. Tamamen dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, illa kulaklarında kulaklıkla bir şeyler dinleyen, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerlerininki gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temiz, yakışıklı da denilmez, çirkin de. O, yüzü ile değil, anladığım kadarıyla, konuşkanlığı, sosyalliği ile dikkat çekiyordu, sokakta, mahallede ve eminim benim bilmediğim bir başka yerde. Yoksa toplum içerisinde pek fark edilebilecek bir yüze sahip değildi. Görseniz onu, akabinde unuturdunuz, falanca yerde kimi gördüğünüzü.

“Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, annem bir yandan ev bakıyoruz?” dedi Veli, kafasını bir an yukarı kaldırıp sonra öylece sokağın ilerisine bakarak. Konuşurken hep böyleydi, muhatap ile göz göz gelmiyor, gözlerini başka tarafa dikiyordu.

“Falanca sokakta bir tane boş ev var, alt komşu söylemişti,” dedi, apartmandaki kadın; henüz nasıl biriydi o kadını göremedim.

“Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o kadar,” diyen Veli’nin yine gözleri ileriye bakıyor ama el hareketleriyle cevabına anlam katıyordu muhatabı için. “Lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o deli,” dedi sokaktan geçen çocuklara. Apartmanın en üstündeki kadın muhtemelen mal gibi ortada kalmıştı, çünkü Veli diyaloguna çocuklarla devam edecekti.

“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi sokaktaki sekiz on yaş grubundaki üç çocuktan biri ki hiçbiri de net görüş alanımda değillerdi, sadece tül perdenin ardından üç kişi olduklarını ve yaşlarını tahmin ettim.

Sesini, gizlemeye çalışır gibi yaparak ve biraz alçaltarak, “Deli o, deli,” dedi Veli, sokağın diğer ucuna bakarak ve sağ elini ileri uzatarak.

“Kimmiş o Veli?” dedi yüzünü görmediğim, apartmanın en üstünde oturan kadın.

“Ayşa abla, deli o, deli. Ta o fırının oradaki falancanın oğlu var ya, işte o,” diyen Veli ne kafasını yukarı kaldırmaya tenezzül etmemişti ne de çocuklara dönüp onların yüzüne bakmaya. O, sokağın öteki ucuna dikmişti bakışlarını; “deli o, deli,” dediği çocuğun olduğu tarafa. Sonra çocuklar sokağın öteki ucuna doğru yürümeye başladılar ve benim net görüş alanıma bir an girip çıktılar. Bir buçuk adımlık mesafe kadarını görebiliyordum; bir bucuk adım atan kişi benim görüş alanımdan çıkıyordu. Veli, öyle sokağın ortasında kaldı ve yönünü çocukların gittiği yönün ters istikametine, ilk gitmek istediği yöne çevirdi. Yönünü çevirdi ama çok kısa bir süre sonra yönünü yine çocuklara çevirdi ve artlarından, “bulaşman oğlum ona,” dedi ama sanırım çocuklar duymadılar; karşıdan bir cevap geldiğini işitmedim. Sonra, Veli, kafasını yukarı kaldırdı bir iki saniye en üst kata baktı: Belli ki kadın içeri girmişti…

“Şşşt! Veli! Apartman ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir kadın, sağ taraftan, görüş alanımın dışından; yan apartmandan sanırım.

“Bilmiyorum abla, önümüzdeki hafta Salı günü yıkılacakmış,” diyen Veli bir an baktığı kadından yine yüzünü çevirip ilerilere, ta ilerilere odaklandı.

“Ev buldunuz mu peki?” dedi kadın.

“Yok, bulamadık abla,” dedi Veli, ümitsiz bir ses tonuyla.

Veli’ye, “Bulursunuz inşallah,” diyen kadın, birden, arkasını görebildiğim arabadan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyordum sizi.”

“Furkan’ın işi erken bitti, biz de erkenden sana gelip sürpriz yapalım dedik,” dedi arabadan inen kadın. Sonra, arkasındaki Veli’yi fark edince, “Veli, n’aber?” dedi.

“İyi abla, n’olsun?” dedi Veli.

“Ev buldunuz mu?” dedi arabadan inen kadın.

“Yok, bulamamışlar daha,” dedi öteki, yan apartmandaki kadın.

“Yok, nerde ev bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda da ev bulunmaz…” dedi Veli, yine muhataplarının gözü yerine sokağın ilerisine bakarak.

Veli’yi de Veli’lerin derdini de işte böyle öğrenmiştim. Hala zaman zaman görüş alanıma girer gündüzleri. Ancak, bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani merak da etmiyor değilim…

29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle

[1] MMORPG, çok sayıda oyuncunun bilgisayarlarından veya oyun konsollarından internete bağlanarak birlikte oynadığı, oyun esnasında çeşitli karakterlere büründüğü devasa video oyunu türü.

Getir

O güzel gözlerini gösterip kaçmak olmaz
Bu yoklukta eksik olanlardan olmasın o gözlerin
Çenesinden öptüğüm
Getir o gözlerini
Getir onu taşıyan güzel başını da
Getir
Getir o güzel vücudunla
Bu yoklukta eksik olanlardan olmasın sen

Murat Dicle

Mükemmel(!)

İnsan, insanlık için, yaşam için, dünya için mükemmel olarak doğmamıştır. Belki yaradan için mükemmeldik, ama insan bunu doğar doğmaz bilemezdi ki öğrenmesi gerekirdi. İlk adım attığınız günleri hatırlamazsınız. Sorun ama bir büyüğünüze, sizin ilk adımlarınıza şahit olan birine, hatta dili olsaydı poponuza da sorabilirdiniz; nasılmış? Düşe kalka öğrenmişsiniz değil mi? İşte bu bir örnekti... Mükemmel olmadığınız için utanmayın; mükemmel olmak için çabalamamaktan utanın; ancak bu, mükemmel sandığınız insanların arasında sizin bir hiç olduğunuzu göstermez; ezilmeyiniz altlarında ve asla çabalamaktan vazgeçmeyin...

İncelik İster

Hayatın var senin
Biriktirdiğin çöpleriyle
Hayallerini kıranların
Canını sıkanların
Kalbinle oynayanların
Sırf seni gösterdi diye aynaların
Çöpleridir kırıkları, işte bu hayatın

İncelik ister ama
Basmadan kırıklara yürüyebilmek

Murat Dicle

Sevebileceğim biri mesela

Saçları hep açık olsa mesela
Gözleri yeşil mi ela mı güneşe kalsa
Kahveye çalsa bazen
Bazen de sarıya saçları
Bunlara güneş karar verse
Bir baksa bir bakmasa mesela
Gözlerime
Sözleri gibi olsun bakışları
Değişmez
Hep aynı olduğu gibi
Hep hayal ettiğim
Hep olmasını istediği gibi
Sevebileceğim biri mesela

Murat Dicle

Öğrenmek adına, soru sormaktan çekinmemize sebep olanlar hakkında

Daha çok Ramazan aylarında görmeye alışık olduğumuz “hocalar,” bü-yük sabırla halkın sorularına cevap vermeleriyle dikkatimizi çekmiştir. Bu hocalar, soru soranı azarlamadan –belki içlerinden gülüyorlardır- mümkün mertebe konuyla alakalı ve dâhil oldukları müessesenin çıkarlarını koruyarak cevap verirler. Birkaç tane de ben uydurayım, bu sorulara örnek:

1.) Tam geldi gelecek derken gelinmezse, yine de abdest bozulur mu?
2.) Gagarin’e küfrettim, ama o esnada uzay boşluğundaydı. Günaha girmiş miyimdir?

Hal böyle olunca, insanlar, azarlanmadıkları hocalara gönlünü bağlıyor. Hocalar da onları alıp artık cehenneme mi yoksa cennete mi götürür, bilemiyoruz. Dinci hocaların etrafı dolu insan…

Bir de âlim dediğimiz, beşeri bilimlerle uğraşan hocalar var. Ortalarda pek göremiyoruz onları; soru sormak istiyoruz onlara. Soru soranlardan işittik sonra; pek bir sinkaflıymış dilleri: böyle aptalca soru mu olur, cahil cahil konuşma, derlermiş, ama ne feci… Cahil olmasa, ne diye sorsun gariban?.. :)

Okumuşetmişinsan Liyakatı Üzerine

Hem "okumuş" hem de "etmiş" bir insan olmak, iyi bir şey olabilirdi; "etmiş" kelimesini, "içine" kelimesi ile ilişkilendirip bir tümceye dönüştürmeden...

2015'te, Erdemsiz Liyakat Sahipleri Üzerine adlı -dilimin döndüğünce- bir yazı yazmıştım; bana yapılan bir kaç davranıştan etkilenmiştim o vakitler. O yazı da burada yazacaklarıma katkı verebilir; okumak serbest. ( https://goo.gl/nZMrwG )

Çıkış noktam, Yalçın Küçük'ün bir kitabının (Sırlar, olabilir) ön deyişindeki bir izahattan geliyor: "(...) Eskiden mankenler, profesörlerle, doktorlarla, öğretim görevlileriyle çıkarlardı. Şimdi ise, bar ve pavyon sahipleriyle çıkıyorlar (...)" diye yazılmıştı.

Ne değişmişti de mankenler, profesörlerden yüz çevirmişlerdi. Ahlaksızlaşmışlar mıydı, koflaşmışlar mıydı yoksa okumuş-etmiş ama iki kelimeyi bir araya getirememişler miydi de bunlara yüz çevrilmişti? Nedenini mankenler daha iyi bilirler, ama sormak gerek, bar ve pavyon sahiplerine sarılacak kadar onları ne ürkütmüştü? Tek gerekçe “para” değildir herhalde, değil mi? Mankenler belki de samimiyetin peşindeydi: Görgüsüz olduğunu kabul eden ve görgüsüz olduğunu kabul etmeyenler arasında bir seçim mi yapmak zorunda kalmışlardır? Samimiyetti mankenlerin peşine düştükleri; tek sebep para olamaz…

Mesela bugün bana, “doktor” ve “öğretmen” kelimesini içeren bir cümle kursanız. Doktor ve Öğretmen kelimeleri, bilinçaltımda hemen, bir hanımefendiyi veya bir beyefendiyi çağrıştırır (mı hâlâ?). Bu doğru mu gerçekten? Sizde de böyle bir çağrışım oluyor mu? “O, eskidenmiş” mi?..

Meramımı sorularımla anlatabildim mi acaba? :)