24 Aralık 2013 Salı

Nedir bu çalkantılar?

Şiir: Nedir bu çalkantılar? - murat dicle

Uyuşuyor beynim
Kendi içinde ürettiği kimya ile,
Sıcak bir sıvı akıp gidiyor
Beynimin kıvrımları arasından;
Bir nehir gibi,
İçinde balıklar mı var?
Nedir bu çalkantılar,
İçeride neler oluyor böyle?

Murat Dicle
24.12.2013

23 Aralık 2013 Pazartesi

Deşerim kalbini

Kendi sözlerim var sana söylecek ey sevgili!
Şairlerin sözleri ile seni sana anlatmaya kalksam,
Anlayamazsın seni, beni ve sevgimizi.
Sözlerim benim,
Aşkım benim;
Sen belki sevemedin beni.
Sözlerim baki,
Şairler kadar vahşi;
Deşerim kalbini,
Çok iyi kullanırım
Bu dili...

Murat Dicle
23.12.2013

Kedi Cinsi

Bir kahvehanede seni düşünürüyorum,
Elimde sensiz yudumladığım kahvem;
Şekersiz ve acı geliyor bana,
Damağımdan gırtlağıma...

Zorluyorum kenidimi,
Senin bana verdiğin yüreği
Nerede bıraktım diye.
Nerde bu, diye diye,
Kaldım kendi içimde,
Döndüm deliye.

Sevmez olaydım seni,
Ey kedi cinsi;
Tüyleri başında,
Okşanası sevgili.

Murat Dicle
23.12.2013

Kardeşimsin!

Ana dilin ne olursa olsun, nereden geliyor olursan ol, yaşa bu ülkede. Sana Türk diyecekler, desinler. Yadırgama bu ismi. Gücünü hisset ve bir şemsiye gibi tepende dursun, yağmurlardan, nağmertlerden, kan emicilerden korusun seni. Gücün olsun bu isim; utanma, bu adın, adın ile anılmasından. Yok etmeyecek bu isim senin geldiğin yeri, doğduğun yeri, ananı, babanı hiçe saydırmayacak, seni geleceğe taşıyacak bir isim bu. Bir marka, bir ulus simgesinin sesidir bu: Türk…
Türk olmaktan korkma, Ne mutlu Türk’üm, diyenden de… İşte bunlar halk! Senin halkın, bizim birlikte oluşturduğumuz, yüce Türk halkı bu. Senin, benim, yani hepimizin adıdır bu: Türk halkı…
Ama kork! Cahilden kork, seni yöneten çıkarcılardan kork, seninleymiş gibi olan vatan hainlerinden kork, seni, benden ayırandan kork. Kardeşimsin, kardeşiz seninle bu aynı isim altında, aynı şemsiyenin altında yaşıyoruz bu topraklarda…
Bu ismin sana, bana ve o hainlere verdiği özgürlük ile seni benden ayırmaya çalışanların, seni ve beni sonsuza dek ayırmaya çalışmalarının farkında değil misin, kardeşim? Seninle biz, kolkola aynı parkta direnmedik mi, akıtmadılar mı kanımızı aynı çimenlerin üstüne? Kırmızı, kıpkırmızı, bayrağımız gibi, o sıvının her yere sıçrayışını nasıl unutabilirsin? Unutturmalarına nasıl müsade edebiliriz?
Kardeşim! Sen beni, senden ayrı gör, tamam. Peki düşersem yere, aman dilersem, ah bir yardım desem, koşmayacak mısın sen yine? Israrla, sen benden ayrısın, diyebilecek misin? Kabul etmeyecek misin bu topraklarada yaşadığımızı, hep birlikte? Bak, duvarlar örüyorlar etrafımıza, salıyorlar, atıyorlar ateşin ortasına sizi; sen onlardan değilsin, diyorlar, oysa senin ve benim verdiğim paralarla doymuyor mu bu domuzlar? Niye nifak sokuyorlar? Birlikte bir halk olarak yaşamamızdan niye korkuyorlar?
Kardeşiz biz, uyma onlara, daha nice halaylar çekeceğiz hep birlikte bu topraklarda! Ağıtlar yakacağız daha, geçmişte bu topraklarda ölen insanlara. Lanet okuyacağız hep birlikte, kan emici emperyalist güçlere. Üstlerine yürüyeceğiz, hesap soracağız, korkutacağız onları: Halkız biz, Türk halkıyız, diyeceğiz inadına, bizleri birbirimizden ayıran, hümanist olmayanlara…

Murat Dicle
21.12.2013
normatif.com

Tarla kuşu gibi bebeğim

Darmadağın olmuş yüreğimle seni
Hala içimde bulamıyorum ben;
Ne de seni içimdeki her hangi organımda.
Yaşamıyorum sanki sensiz atan bu yüreğimle;
Yaşayamam ki ben,
Senin olmadığım bu yürek ile.

Sen,
Benim içimde olacaksın,
Yaşayacaksın,
Büyüteceksin beni,
Etimle kemiğimle.
Tarla kuşları gibi özgürce konacaksın tenime,
Bedenime,
Ruhumu taşıyanıma,
Yani kısaca bana.

Güneş nasıl yakar tarları da ekinler sararır,
İşte sen öyle bakacaksın bana;
Yüzüm kızaracak,
Elim titreyecek,
Ölüm gelecek ve sessizliğe gömülecek;
Benliğim,
Senliğim,
Herşeyim,
Bebeğim...

Murat Dicle
23.12.2013

20 Aralık 2013 Cuma

Rıza üretimi

Somali, Afrikada bir ülke. Örnek olsun diye Somali’yi veriyorum. 10 milyon hektarlık ekilebilir alanı var, hayvancılık için oldukça zengin ve Afrika kıtasında, okayanusa en uzun sahili olan bir ülke Somali. Ve tüm bunlara rağmen Somali açlıkla savaşıyor. Sadece Türkiye’den değil, dünyanın bir çok ülkesinden yardımlarla karınlarını doyuruyorlar. Somali’de balık alamak günah, halkın kıyı şeridine geçmesi (yerleşim bölgesi olarak) yasak… Akıl almıyor değil mi? Nasıl olur da açlık çekebilirler? Yeni Dünya Düzeni işte böyle birşey. Mantalite şu: Gerektiğinde din, gerektiğinde de politika ile bir ülkeyi batırmak, yok etmektir. Peki ne için yapılabilir böyle bir şey? Elbette dünya nüfusunu azaltmak ve ilgili toprakları daha elit ülkeler/tabakalar için sömürmek adına. Yeri gelmişken söyleyeyim, Türkiye olarak, Somali’ye 500 milyon TL’lik bir yardım yapılmıştır. Bu para halkın katkısıyla toplanmış ve bu parayla Türkiye’deki firmalardan satın alınan ürünler, Somali’ye gönderilmiştir. Hiç sormadık, hangi firmalardan alındı bu ürünler? Allah bilir ya, Somali’ye yardım adı altında yapılan bu girişimler, yardım eden ülke halklarını sömürmenin bir başka yöntemi de olabilir. Bir halk, bir başka halkı yaşatmak için maddi olarak sömürülmeyi göze alıyor…

Günümüzde genel olarak sistem, kanca atılan bir ülkeyi borçlandırmak ve yönetimi kukla haline getirmekle başlıyor. Daha sonra milliyetçilik fikrini ülkeden silmek adına, ülke içinde gerek mezhep gerekse de ırkçılık gibi fitneler sokuluyor. Tam bu noktada ülkemizde yaşananları göz önüne getiriniz. Banu Avar‘ın Böl ve Yut adlı kitabını mutlaka okuyunuz, hâlâ okumayanlarnız varsa tabii. Ha bu arada, Yeni Dünya Düzeni, bir komplo teorisi olarak anılıyor olsa da, dünya elit ülkeleri politikacılarından bu söylemi işitmişliğimiz vardır.
Seneler önce Hotel Rwanda adlı bir film izledim. 2004 yapımı bir film. Belçika Ruanda‘yı sömürgeleştirmek için, saç, boy, burun veya kulak gibi aptalca farklılıklar savını öne sürerek bir ırk kavgası başlatmıştır. Neticede Hutu ve Tutsi‘ler olarak iki kesim birbirlerini kırmışlardır. Bir milyon (1.000.000) kişi soykırıma uğramıştır. Temiz iş! Bunu Ruanda‘daki halk kendi kendine yapmıştır. 100 gün sürmüş bir soykırımdır bu. Birleşmiş Milletler (BM) falan hikaye… Sömürü örnekleri çoğaltılabilir.
Yeni Dünya Düzeni‘ndeki amaç sadece ülkelerin kaynaklarını sömürmeyi değil, dünya nüfusunu aşağı çekmeyi de hedeflemiştir. Yakın zamanda çıkan Dan Brown‘un Cehennem adlı kitabında bu konu işlenmiştir. Kitap, küresel elitlerin dünya nüfusunu kontrol etmek için bir virüsü yayma girişimini anlatmaktadır. Kitap oldukça önemli bir şeye parmak basıyor. Ve bu gerçekten doğru. Dünya nüfusu, yıllara göre katlanarak artmakta. Malumunuz, insanlar şu haliyle açlık çekmekteler, bir de dünya nüfusu 10-15 milyar olursa neler olacak kim bilir. Roman, bu olguyu size kanıksatıyor. Dünya nüfusunun aşağı çekilme fikrini gizlice size empoze ediyor. Yakın zamanda gösterime giren, Elysium adlı filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Bu filmde de kafanızda soru işaretleri olacaktır, Yeni Dünya Düzeni hakkında.
Velhasıl, plan düşündüğümüzden de çok akıllıca devam ediyor; Yeni Dünya Düzeni adı verilen sisteme bile isteye razı olacak gibiyiz. Tüm dünyada yaşananları göz önünde tuttuğumuzda, ırkçılığın, dinciliğin de artık sınırları aştığını ve artık insanların bunlardan irite olduğunu görüyoruz. Dolayısıyle, tek din ve tek millet kavramı insanlarda yer etmeye başladı. Sonraki sorulacak soru şu: Tek din olacaksa, papazı kim olacak ve tek millet olacaksa, başkanı kim olacak?
Murat Dicle
20.12.2013

normatif.com

18 Aralık 2013 Çarşamba

Yetmez ama eyvallah!

Dünden beri bir opereyşındır gidiyor; eminim çekirdek satışları da tavan yapmış durumdadır. Çok heyecanlı günler yaşıyoruz, değil mi? Niye yaşamıyor olalım ki, baksanıza yıkılmayacaklarına güvenenlerin bir bir avlandığını seyrediyoruz. Aslında, av da avcı da aynı ipin ucundan yönetiliyor. Bu, bizler için yeni bir bilgi değil, çocuklar bile biliyor bunu artık. Bugünlerde değil belki, ama ileride, aynı ipin ucunda onları sallanıyorken görmek de mümkün olabilecek. Onlar da bunun farkındalar; çalmaktan vazgeçip güçsüzleşmek yerine, çalıp, daha da güçlü hale gelmeyi hedeflemişler. Ama yetmiyor, yetmiyor…

Cem Uzan vakti zamanında, evinin önündeki havuzun altına büyük bir kasa yaptırmıştı. Çok yaratıcıydı. Eh hali vakti yerindeydi -ki çok cıks bir şeydi o kasa. Fakat AKP’nin evlatları acınacak(!) durumda olacaklar ki onlar da ayakkabı kutularına paralarını saklamışlar… Bankalar dururken, bir insan niye paralarını evinde saklama ihtiyacı duyar ki? Oysa bankalar devlet güvencesindedir. Tamam, tamam, biliyorum; tüm bunları niye böyle yaptıklarını sizler de gayet iyi biliyorsunuz. Belli ki paralar yasal yoldan elde edilmemiş. Hesabı verilemeyecek meblağlar bunlar.
Sadece bir tek evden; Muammer Güler‘in oğlu Barış Güler‘in evinden çıkan paralar şunlar: 320.000 TL, 90.000 USD ve 320.000 EUR; vallahi iyi para!.. Hükümet’in evlatlarını bir bir göz önüne getirirseniz, Barış Güler‘in küçük adam! sınıfından olduğunu anlarsınız. Bu küçük adamlara yapılan opereyşın, bana ufaktan, aklınızı başınıza devşirin, iması gibi geldi. Kime peki? Elbette daha büyük götürenlere. Kimden peki? Daha büyük götürenler kadar götüremediklerini düşünenlerden… Peki ama kim, kim bu ima edenler? Operasyonun başladığı andan itibaren, yanlı olsun, yansız olsun, tüm medyanın işaret ettiği tek isim: The Cemaat
Cemaat!.. Yahu Cemaat kim ki koskoca Türkiye Cumhuriyetine karışabiliyor? Düne kadar hükümetin yanında olan polis ve savcılar bugün birden bire nasıl hükümetin evlatlarına karşı tavır koyabiliyorlar? Cemaat diye adlandırdığımız şeyin, Fethullah Gülen tarafından kurulan bir örgüt! olduğunu da biliyoruz, değil mi? Fazla uzatmayayım, dün başlayan operasyonlarda, bildiğimiz gibi bir adalet yok; AKP ile Cemaat‘in kendi adaletleri gereği bu böyle oldu. Anlayacağınız, birbirlerini yiyorlar; bir nevi filler tepişiyor!.. (Ha bu arada, Fethullah Gülen‘in avukatı Orhan Erdemli, vallahi muhteremin hiç bir alakası yoktur bu işlerle, tadında, Fethullah Gülen adına bir açıklama yapmıştır.) Onlar birbirlerini yiyedursunlar, biz yedik mi peki?! Yemedik! Yiyemedik! Onların camiasından gayri halk aç biilaç… Aklıma bir fotoğraf geldi. Bir şehit babasının fotoğrafı! Baba, bir ayakkabısını öteki ayakkabısıyle kapatıyordu; bırakın kutusunu, ayakkabısı yoktu! Ayakkabısı!..
Oldu ya, Mustafa Kemal Atatürk bugün, şuan dirilse, ilk kimi, kimleri ıslak odunla dövmek isterdi? Ama öyle böyle değil; Allah yarattı demeden… Emin olun, ilk ve tek olarak CHP’nin başındakileri döverdi!.. Beyfendi çıkmış, iktidar ile işbirliği yapabileceklerini, söylüyor. Yoksa, ekonominin daha da kötüye gideceğini de ilave ediyor. Beyfendi! ekonomi kimin ekonomisi ki? Cebimizde kaç kuruş var da bunun ekonomik değerini takip edeceğiz? Zaten çok aç iken, daha fazla nasıl aç olunabilir? Ölmüş biri, daha fazla ne kadar ölebilir ki? Durun bakalım, orda neler oluyor, demek varken, niye ekonomiden bahsediyorsunuz? Çıkarınız nedir beyfendi? Bir kaç ay önce büyük bir markete girdim ve bir kaç parça yiyecek aldım. Kasada ödeme yapmak için sıraya girdim. İyi giyinmiş biri elinde bir adet hazır çorba ile bekliyordu. Sıra kendisine geldi ve ödemeyi kredi kartı ile yapmak istediğini söyledi. Bir buçuk Türk Lirası idi çorba! Aksilik bu ya, kredi kartı işlemi uzadı. Banka ile iletişim olmuyordu bir türlü. Adam sıkıldığından mıdır, utandığından mıdır bilinmez, parmaklarını kasa tezgahında tıkırdatıyordu… Utanmıştı aslında! Kendimden de biliyorum…
Buraya kadar okudunuz, zahmet ettiniz. Evet biliyorum, size bilmediğiniz hiçbir şey yazamadım. Onlar hep yedi, yedi, yedi, yedi… Ancak biz hiç yemedik! Yemeyeceğiz de!.. Sallanırlarken ipin ucunda, çekirdeğimizi çitleteceğiz!..
Murat Dicle
18.12.2013
Normatif.com

13 Aralık 2013 Cuma

O NE?!

O mu ne?
O, "one" diye yazılan,
Kimilerince "Van" diye okunan;
"Van" diye söylenince,
Kimilerince "One" diye anlaşılan...

"One" diye yazılıp,
"Van" diye okunup,
"Bir" diye tercüme edilen;
Sadece "bir" sayı;
Bazen azı, bazen de çok şeyi ifade eden...

O "bir", NE ifade ediyor?
Boş ver!..

Bakın, "bir" ülkede "bir" şehir varmış;
Unutulmuş,
Her yeri depremle yıkılmış!
İnsanlar sokakta kalmış,
Ve "bir" Allah'ın kulu umursamamış.

O şehrin adı NE?
Boş ver!..

O şehrin adı NE olursa olsun;
"One" diye yazılıp,
"Van" diye okunmayandır.
Doğrusu "Van" diye yazılıp,
"İnsanlık nerede?" diye sordurandır...

Şimdi anladın mı O NE?
Anladıysan,
Bari bu sefer boş verme!..

O şehir VAN'dalların elinde;
NE bir evi yıktılar ne de yaktılar;
İnsanlığı üç kuruşa satıp,
Ruhlarını dağladılar!

O NE şimdi, anladın mı?..

"VAN" bu şehrin adı,
Anlamam mı?!


Murat Dicle
http://normatif.com/o-ne.html

11 Aralık 2013 Çarşamba

Arı! bal alacak çiçeği bilir


Dört yıl... Bir de üstüne 277 gün daha ekleyin. Tüm bu geçen zamana; neredeyse babasını tanımadan büyüyen bir çocuk, ergenliğe göz kırpan bir kız çocuğu ve kocasının elini tutmayı özleyen eşini de ekleyin... Hepsini toplarsak ne eder? adaletin(!) çıkarttığı sonuç; PARDON! + 5000 TL... Peki biz halk olarak bu toplamayı nasıl yaparız?! Şimdilik meçhul!

Mustafa Balbay'a isnat edilen suça değil, bu suça dayanarak yürütülen hukuki olaylara ve tahliyesine baktığımızda -ki hukukçuların çoğunun ortak görüşüdür-Balbay'ın ta en başından "tutuksuz" yargılanması gerektiği görüşü ağır basmaktadır. Malumunuzdur, artık siyasi çıkarlar neyi gerektirdiyse, Balbay da bunun ceremesini çekmiştir. Dolayısıyla, ailesi ve sevdikleriyle birlikte, 4 yıl 277 gün haksız yere sıkıntı yaşanmıştır.

Hüküm verilinceye kadar, haksız yere 4 yıl 277 gün "tutuklu" yargılanan Balbay, hükmün çıkartılmasından sonra, 9 Aralık 2013 günü tahliye edilmiştir. AYM tarafından "hükümlü" kabul edilen bir kişi, yine AYM tarafın, Balbay'ın yaptığı kişisel başvuru neticesinde, "tahliye" edilmiştir. Ancak bilinmelidir ki; her beraat bir tahliye olurken, her tahliye bir beraat olamayabiliyor. 34 sene hüküm yemiş birinin, tutuksuz yargılama sürecinin devam etmesi için -ki Balbay'ın hala hukuken temyiz hakkı vardır- tahliye edilmesi de bir hukuksuzluk olarak görülmektedir. Değişik bir koku yayılıyor etrafa; ne pis diyebiliyorum ne de hoş...

Bu "koku" meselesine sanırım, Ahmet Ümit'in, Beyoğlu'nun En Güzel Abisi adlı son kitabından takıldım. Kitapta geçen bir cümle, beni, hem yine! düşündürdü hem de iyi insanlar adına beni endişelendirdi:


"Azrail'e koz vermek istemiyorsan, sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada"


1993 senesinde; siyasi konularda oldukça cahil olduğum o gençlik çağımda, eski patronum bana bir kitap imzalayıp verdi: İngiliz Casusunun İtirafları... Kitap, Hempher adlı bir İngiliz casusunun anılarını içeriyordu. Hâlâ okumayanlarınız varsa, tavsiye ederim. Yüz yirmi sayfalık bu kitabı kısa sürece okudum ve oldukça etkilendim. Bende bir travma yarattı diyebilirim. Artık her şeye şüpheyle bakıyordum. Paranoyak gibi olmuştum. Bu hala devam eden bir durumdur bende: Şüphecilik...

Bu karışık tahliye meselesi, beni oldukça şüphelendirdi. Henüzbüyükaraştırmacıyazargiller familyasından biri olmadığıma göre, derin bir analiz yapamayacağım. Sadece şüphelerimi ve sorularımı dile getireceğim, sizlere.

Mustafa Balbay'ın AKP hükümetinin icraatlarına sıcak bakmadığını biliyoruz. Bir nevi tek başına muhalefet olmuştur kendisi. Sınıfta kalan MHP'den bile daha etkili muhalefet yaptığı söylenebilir. CHP mi? O, artık Yeni CHP... Hükümetin düdüğünüöttüren medyaya maşallah -ki Mustafa Balbay haberinin hiçbir ayrıntısını atlamadan yayımladılar. Hatırlıyoruz ama değil mi? Gezi olaylarında ortalık yıkıldığı halde, oralı bile olmamışlardı. Gezi olayları, hükümet karşıtı bir olaydır. Mustafa Balbay da hükümet karşıtıdır, kaldı ki AKP hükümetini yıkmak için asker ile darbe girişimi planlama suçu isnat edilerek tutuklanıp, hüküm yemiştir. Çelişki var! Medya neden böyle davrandı?!

AKP hükümeti genel olarak: Hayırlı olsun; hukukun verdiği bir karardır! şeklinde yorumlamıştır, Balbay'ın tahliyesini. AKP, kendi seçmenlerine gayet güzel bir"İleri Demokrasi!" örneği vermiş oldu böylece. Oysa daha önceki İleri Demokrasinin hukuku, bu tahliye kararındaki İleri Demokrasi hukukuna hiç benzemiyordu. Niye, n'oldu ki?!

Dershaneler konusuyla daha da ayyuka çıkan, Cemaat ve AKP çatışmasının bir sonucu olduğu söyleniyor, Balbay'ın tahliyesinin. AKPCemaate gol atmıştır. Ayrıca bana göre, hapishanedeki seçilmiş ancak henüz yemin etmemiş Millet Vekilleri için de bir umut olmuştur, bu tahliye. Böylece, AKP mavi boncuk mu dağıtıyor? düşüncesi yer etmeye başlanmıştır. Belki de, efendi olun canımı yiyin, demek istiyordur AKP: BDP'liler gelin bakim şöyle yanı başıma... 

Cemaat tarafındakilerin, peki öyle olsun sen çıkışta görürsün, tadında yorumlar yapması da AKP'nin sayesinde(!) tahliye edilen Balbay'a pek hazmetmediklerini gösteriyor.

- Siz şimdi demokrasiden bahsediyorsunuz ama suçsuz insanları içeri attınız.
- Olur mu öyle şey? Bak, Mustafa Balbay içeriden çıktı. Kararı hukuk verdi.
- Valla mı?
- Valla!.. Peki bize yine oy verecek misin?
- Vermem mi?!

Bu tahliye'den AKP'nin kazancını da irdelemek gerek. 

Son olarak -pek hoşnut olmadığım- aklımdaki bir soruyu soracağım: Mustafa Balbay, hâlâ davasının arkasında mı, yoksa o da mı tâbi oldu? Sanıyorum bu sorunun cevabını bizzat kendisi verecektir; yazacağı yazılar ve sarfedeceği sözleriyle...

"Azrail'e koz vermek istemiyorsan, sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada"

Murat Dicle
http://normatif.com/ari-bal-alacak-cicegi-bilir.html

BEYOĞLU'nun EN GÜZEL ABİSİ, Ahmet Ümit

BEYOĞLU'nun EN GÜZEL ABİSİ, Ahmet Ümit
BEYOĞLU'nun
EN GÜZEL ABİSİ

Ahmet Ümit
Yılbaşı gecesi, bir sokak ortasında, yakışıklı bir adam öldürülür. Kalbinden tek atışla vurularak öldürülmüştür. Cinayetin anonsunu duyan Başkomiser Nevzat ve ekibi olay yerine gelerek ilk incelemelerini yaparlar. Kitap boyunca tüm olaylar bu öldürülen yakışıklı adamın etrafında ve Beyoğlu civarında döner...

Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlu'nun En Güzel Abisi yalın anlatımı ile sizleri olayın içine çekecek. Ahmet Ümit'ten klasik bir polisiye romanı. Ancak çok fazla beklentiniz olmasın. Kendisinden beklenen bir kitaptı ve o da elinden geleni yapmış. Hafızalarınızda kalacak kadar sizi etkilemeyecektir. Bir cinayet soruşturmasının yanında, Beyoğlu'nun sokakları arasında gezmek ve Beyoğlu hakkında bilgi sahibi olmak yanınıza kâr kalacaktır.

Romanda, Gezi Parkı olaylarına, Tinerci çocuklara ve en önemlisi 6-8 Eylül olaylarına dem vurulması dikkatimi çekti. Güzel bir kurgu ile bunları anlatmış yazar. Gezi Parkı olaylarının böylesi bir romanda anlatılmış ve hatırlatılmış olması, bence güzel bir şey. Bu anlamda Ahmet Ümit'e teşekkür ederim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

20 Eylül 2013 Cuma

Serseri ve Kız

Bir dağ başında bir ev varmış
Evde bir kız yaşarmış
Kız çok ağlarmış
Oysa kedileri de varmış

Leziz yemekler yapar
Dostlarına sofra açarmış
Maske takar
Sık sık kahkaha atarmış

Kız çok ağlarmış
Yorganlar buna alışmış
Kediler de çok tatlıymış
Kız da kedilere taparmış

Vermeyi düsturu bilir
Almayı düşünmezmiş hiç
Gülmesini bilir
Ağladığını bilmezlermiş hiç

Gül varmış bahçesinde
Özgür yaşarmış içinde
Hep de ağlamazmış ya
Bazen oynarmış kedileriyle

Hayat batmış kızın ciğerine
Meğer ağlıyormuş bu sebeple
Ciğer dediysek
Canı yanıyor, anlayın işte

Ah bu kızı düşünen yok mu hiç?
Kedilerin annesine
Bu ciğer paresine
Yoldaş bulunmaz mı hiç?

Varmış bir yerlerde biri
Düşünürmüş geceleri
Ve demiş:
Sevsin beni biri

Yalnızmış bu er kişi
Bir gün terk etmiş evi
Gece çıkmış dağa
Ve görmüş bir evi

Işıksız bir evin
Ay ışıtıyordu penceresini
Dibine geldi er kişi
Ağlıyordu bir kişi

Seslendi
Hey kimdir bu dişi
Ağlama, dinle beni
Ben geldim, terkettim evi

Sordu, bu kızın sesiydi
Kimdir o, gecedeki er kişi
Dinlerim seni
Anlat bakalım derdini

Derdim yoktur ey peri
Kaçtım evimden
Ben yalnız bir serseri
Ararım beni seveni

Derdim yok deme ey serseri
Ağlarım her gece
Sevse biri beni keşke
Dertlisin sen de bu gece

Söyleşmişler gecede
Anlaşmışlar her hecede
Aynen birleşmişler
Ortak kaderlerinde

Bir ömür boyu mutlu olmuşlar
Kedilerle çoşmuşlar
Bahçede uyumuşlar
Ağlamayı da unutmuşlar

- murat
20.9.2013

10 Eylül 2013 Salı

ÇÜK KAFALAR

Evrim falan yok diyenler, bilsinler ki, dünya insanı "çük" kafalılara dönüşüyor. Ziyadesiyle var bunlardan!

Halkın vicdanı olduğunu söyleyen polis, 5 metreden adam öldürür...
Allah diyen, sekiz yaşındaki kıza, evllik adı altında tecavüz eder, öldürür...
Biri çıkar, Koskoca Akdeniz'e, White Sea der, ve herkes alkışlar...
Biri "hüüloooğğğğ" der...
Yetmez, "g*t gılıyık" der...
Allahu Ekber diyip, kafa keserler...
Göğsü yarıp, ciğer yer...
Küçük çocukları öldürüp, onlar öldürdü, diyip iftira atar...
Olimpiyatların verilmemesini, Gezi olaylarına yüklerler...
Burnunun dibindeki insanlar açken, dünya kadar parayı katillere gönderirler...
Allah'tan başka yoktur ilah derler ama Allah'ın kuruşu da yoktur derler...
Onca ölen varken, ekonomimiz bozuluyor diye üzülürler...
Dünyada milyara yakın aç varken, silaha yatırım yaparlar...
Derler de, derler...
Ödürürler de, öldürürler...
Yerler de, yerler...
Çüküşürler...

- murat

8 Eylül 2013 Pazar

KISKANÇ

Ben sana hiç birşey demediğim halde, sanki sana dünya kadar laf etmişçesine yüzünü asma öyle. Aklından geçenlerin, benim aklımdan geçen olmadığını bil lütfen. Sana senin düşünde vuran ben isem de; beni seni düşüne getiren de sensin, vurduran da...

Ben kendimi sana anlatma çabasında bulunmuyorken, senin beni anladığın kadarıyle, sana düşman olduğumu da nereden çıkartıyorsun?

Kendi yolunda giderken, kafanda bana karşı kurduğun nefret, dayanak noktan olursa eğer; çöker de altında kalırsın, dayanaksız, kurguladığın nefretinin.

Ben kendi yolumda giderken ve seni bile düşünmüyorken; sen de kendi yoluna yürü, beni düşünmeden ve hâlâ yürüyebiliyorken...

- murat

OLİMPİYAT

Bazı insanlar sanıyorlar ki, şimdi diğer bazı insanlar 2020 Olimpiyat'ının İstanbul'da olmamasına seviniyor. Ve hatta, diğer bazı insanları vatan haini olarak nitelendiriyor, bazı insanlar.

Oysa, diğer bazı insanlar, bazı insanların ciddi ciddi Olimpiyatların İstanbul'da yapılacağına inanmalarına, gülüyorlar. Diğer bazı insanlar, RTE ve tayfasının, bazı insaların dikkatini başka yöne çekmelerine gülüyorlar.

Bazı insanların, Olimpiyatların İstanbul'da yapılamamasının sebebi olarak diğer bazı insanları göstermeleri, diğer bazı insanları kahkahlarla güldürüyor.

Son tahlilde, diğer bazı insanlar, bazı insanların düştüğü komik duruma, üzülsün mü sevinsin mi, bilemiyorlar... Ama gülüyorlar; sinirden!

Bazı insanlar bilimin neferi olmak ister; bazı insanlar da göt kılı!..

- murat

6 Eylül 2013 Cuma

TACİZ


TACİZ
Murat DİCLE
Eylül 2013, İstanbul

Gelişli gidişli bir yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan iki genç, bir dakika olmasına rağmen, hala karşıya geçmek için bir fırsat yakalayamamış, sürekli olarak bir dürtüyle ileri atılıyor gibi yapıyor ancak ölüm tehlikesiyle tırsarak geri kaçıyorlardı. Bu ölüm dansı bir kaç dakika daha sürmüş ve sonunda pes ederek paşa paşa, elli metre bile uzakta olmayan üst geçite kadar yürümüşler; nihayetinde -üst geçit marifetiyle- güven içerisinde karşıdan karşıya geçebilmişlerdi. Sebep olan sanki kendileri değilmişçesine, aniden karşılaştıkları bu badireyle, bir süre geçtikleri yola derin düşüncelerle bakmışlar ve ne kadar ahmakça davrandıklarını anlamalarına yetecek bir sürenin ardından da yollarına devam etmişlerdi.
Artık güven içerisinde olduklarını bildiklerinden, yaylana yaylana yürümeye başlamışlar, sürekli olarak yanlarından geçen kızlara bakar olmuşlardı. Dünyadaki tüm kızların onlara baktıklarını sanarak yürüyen bu iki dangalak bilmiyorlardı ki; bir erkeğin, bir kadına nasıl görünülmesi ve davranılması gerektiğini. Hayat onlara güzeldi... Aniden ortaya çıkan mini etekli kızların pürüzsüz bacaklarına veya dar kot giyinmişlerin kalçalarına ya da göğüs dekoltesi aşmış olanlara bakmak ve bu büyük hazzı ölümsüzleştirmek ve dahası mahalledekilere malzeme depolamak adına duraksıyorlar; “vay be” ya da “hımm güzelmiş” gibi olağanüstü çaba gerektiren cümleleri, muhatabın duyması için sesli kuruyor ve yeterli hazza kavuştuklarında ise akmış salyalarını silerek, kaldırımda tekrar yürümeye başlıyorlardı. Onlar kaldırımda yürüdükçe, yoldan geçen genç ve yaşlı kadınların hafif tebessümle onlara bakmaları, onların götlerini daha da kaldırıyor ve olağanüstü çekiciliğe sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ancak bilmiyorlardı ki, ne saçları saç gibiydi ne de kıyafetleri kıyafet gibiydi. Üstüne üstelik gençlerden birinin fermuarı üç parmak aşağıya düşmüş, içinde beyazlığını yitirmiş don müsveddesi de göz kırpmakta; cemi cümlesi: genç, yaşlı ve çocuk, tebessüm etmekteydiler...
Kaldırım gittikçe daralmaya, daraldıkça da kalabalık bir hal almaya başlamıştı. Sağlarından sollarından insanlar, akın akın gelişli gidişli yanlarından geçiyor, birbirlerine dokunmamak için bin türlü cambazlık yapılıyor; iki genç, cambazlığı erkeklere uyguluyor ancak kadınlar söz konusu olduğunda -sakarlık bu ya-, sürtünüyorlardı. Her dokunuşta ayrı bir haz almaya çalışıyorlar ancak gerçek bir kalçaya hala dokunamamanın arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Tam o vakit, ileride, dar, dizlerine kadar uzanan siyah bir etek; üstünde ipeksi, alacalı bir kumaştan -ki fuşya (çingene pembesi) ve siyah ağırlıklı ama arada beyazlarında göründüğü bir gömlek; gömlek ile eteğin ayrımına nişan olan, ince ve parlak siyah bir kemer; pürüzsüz ve olabildiğince düzgün bacaklarını tamamlayan, uygun büyüklükteki ayağında, kıyafetiyle uyumlu, orta yükseklikte topuklu bir ayakkabı; kalçaları dillere destan -ki siyah etek içerisinde büyük tehlike saça saça bir o yana bir bu yana sallana sallana gelen- giyinmiş kuşanmış bir kadın dikkatlerini çekmişti, bu iki gencin. İşaretse işaret, vazifeyse vazife... Baş dik ve gözler ileri ama etrafı algılamada en üstün; eller, ayaları arkaya dönük ve rahat; adımlar, karşıdan gelen afete senkronize; cesaret, madalya almaya namzet; ağız, sırıtış kıvamına denk ama gerekirse, her an ciddiyet kıvamına geçebilme potansiyeli de yüksek; aralarındaki mesafe dar, ancak kurbanın geçebileceği ölçüde, yürümeye başladılar hedeflerine... Hedef, kalçalarını sarıp sarmalamış erotik aurasıyla sallana sallana tuzağa yaklaşıyor; kurbanı izleyen gözler mesafenin kısalmasıyla orantılı aralarını açıyor; kurban, araya doğru yol alıyor; biri sağa yarım açı, diğeri sola yarım açı yapıyor; birinin sağ eli diğerinin ise sol elinin ayası pozisyon alıyor ve hedef aralarından geçiyor... İki el aynı anda komut almış, sallanan kalçaya dokunmuş; büyük haz akışına başlanmış; kalçalardan akıp, eller marifetiyle, iki bacak arasına depolanmış; avcıların göz kapakları yarı yarıya kapanmış; kalçalalardaki tüm sıcaklık, iki genci afallatmış ve zaman o an durmuştu... Dar eteğin içerisindeki, dar kalçaları sallandırmakta bir sakınca görmeyen; her türlü tehlikeyi göze alıp da kalabalığın içine giren; insan demeye bin şahit; afet-i devran, olanın farkına varmasıyla, elindeki çantayı, çantanın bulunduğu taraftaki gencin kafasına olanca gücüyle indiriyor... “N'oluyor ya!” diye kadından mı erkekten mi çıkartığı belli olmayan bir ses ile irkiliyor kaldırım ahalisi. Atik olan kadın, çantayı doğrultup, öteki gence de bir darbe indirerek, “salak mısın be kadın?” cümlesinin kurulmasına itinayla yardımcı oluyor. İhmal ettiğini düşündüğü diğer gencin, n'oluyor ya, cümlesini beğenmemiş olacak ki, çantasını ikinci bir defa daha vuruyordu. Hazırlıksız yakalanan, kalçaları sıcaklığını yitiren ve seksapalliğini yırtıcılığa dönüştüren kadın, bir saniye içerisinde yaptığı bu iki darbeyle, kaldırım ahalisinin takdirini almış; güya şaşkın ve masum olduklarını ima edercesine elleriyle başlarını ovuşturan iki genç ise, suçlu suçlu kadına bakmışlardı. Kadının “şerefsizler!” sözüyle komut alan kaldırım ahalisi, bir anda gençlerin etrafını sarmış, kim önce vursun diye aralarında bir an bakışmışlardı. Yumruklarla, çantalarla, ara ara tekmelerle ancak en kötüsü ağır sözlerle vurulan bu iki genç, yere kapaklanmış, aman dilercesine titremeye başlamışlardı. Arada bir kendilerini savunmak için sözler sarfetseler de, ağızdan çıkan her söz bir darbe ile karşılık almış ve böylece susmanın, böylesi durumlarda erdem olduğunu da anlamışlardı.
Uzaktan belli belirsiz gelen telsiz sesiyle -ki ses yaklaklaştıkça daha da hızlı- dağılmaya başlayan kalabalık; yerde yatan iki genc ve başlarına dikilen madureden, adım adım uzaklaşarak, polislerin olay yerini daha net görmelerini sağlamışlardı. Az önce kalabalık olmaktan korkmayan kaldırım ahalisinin bir çoğu, muhtemelen şahit yazılma korkusuyla çoktan yollarına devam etmişler; sadece bir kaç meraklı ile birlikte, yaşanan bu olayın çirkinliğine tahammül edemeyen orta yaşın üstünde iki kadın eşilik etmişti, yerde yatan gençlere ve madureye. Olay yerine gelen üç polis, önce yerde yatan iki gence ve sonra başlarında dikilen -ki polislerin de göz tacizine maruz kalarak baştan aşağı süzülen- kadına soru sorar gözlerle bakmışlardı. Polisler, madurenin ve şahitlik eden iki kadının bilgilendirmeleriyle olayı dinlemişler; iki genci tüm dikkatleriyle bir kaç saniye süzerek, ön yargıdan arındırılmış bir tecrübeyle, -tacizci potansiyeli taşıdıkları her hallerinden belli olsa gerek- gençleri derhal kelepçelemişlerdi. Madure ve gençler polis aracına yol alırken, ne olmuş ki, bakışlarıyla meraklı yeni bir kalabalık, şahitlik eden iki kadının etrafında peyda olmuşlardı. Polis aracı olay yerinden uzaklaştıkça, artlarından bakan son kalabalıktaki, kimi meraklı kimi de atılan yumrukların sahibi de yavaş yavaş olay yerini terk ediyorlardı...
Bu serserilerle birlikte, bu arabaya binmek zorunda mıydım?” diye söylenmeye başladı kadın, henüz yol almış polis aracının içerisinde. Aracın önünde oturan iki polisten biri olan ve arabayı kullanan, “Hanımefendi sabredin, üç dakikaya kalmaz karakolda oluruz”, diye sakince cevap verdi. “Ama olmaz ki böyle. Hem tacize uğruyorum hem de tacizcilerimle aynı araçta yan yana oturuyorum... Terbiyesiz! Sıkıştırmasana beni... Memur bey ben inmek istiyorum, bu şerefsizlerle birlikte gidemem ben!” diye, neredeyse çığlık atarcasına konuşuyordu. “Amirim, valla bizim suçumuz yok. Abla bizi yanlış anladı. Yol kalabalıktı, istemeden çarptık ablaya...” dedi en pasaklısı. “Hanımefendi lütfen, konuşmalara dikkat edelim... Kesin siz de sesinizi şerefsizler!” dedi, şöförün yanında oturan polis. “Bakın siz de şerefsiz olduklarını kabul ediyorsunuz. Bu ADİLERLE ben niye gelmek zorunda kalıyorum ki?” dedi kadın. “Amirim, annem evde... İlaç almak için çıktım, arkadaşla birlikte eczaneye gidiyorduk. Kadın evde hasta, yürüyemiyor. Bizi bıraksanız...” dedi pasaklıdan hallice olanı, kendini acındırarak. “Evet amirim, Perihan teyze çok hasta ilaç bekliyor...” diye destek verdi öteki. Polislerden hiç biri cevap vermedi. Bir süre daha arka koltukta konuşmalar olduysa da, polisler oralı bile olmadılar. Denildiği gibi yaklaşık üç dakika sonra karakola gelmişlerdi. Pratik hareketlerle iki genci ve kadını, sorgulanmak üzere baş komiserin karşısına çıkarttılar.
Oda sanki hınca hınç doluydu; bir çok ağızdan da konuşmalar vardı. Masanın başında zavallı bir halde oturan ve içlerinde en sessiz olanıydı, baş komiser. Kapı çalındıysa da; ne çalındığını duymuş, ne açıldığını ne de ardından kapandığını. Günlerden Salıydı; oda ise sanki Salı pazarıydı...

SON
 

Diğer öykülerim
 

21 Ağustos 2013 Çarşamba

DÜRDANE HANIM, Ahmet Mithat Efendi

DÜRDANE HANIM, Ahmet Mithat Efendi
DÜRDANE HANIM
Ahmet Mithat Efendi
Bugünlerde beklediğimin aksine, beni şaşırtan kitaplar okuyorum. Dürdane Hanım bunlardan biri. 1882'de yazılmış bir roman, bu. Daha önce Türk edebiyatının ilk örnekleri olan romanları okumuş ancak pek de iyi bulmamıştım. Acemice gelmişti ya da tercümeden ötürü bir okuma zorluğu oluyordu. Dürdane Hanım, oldukça ilginç bir konusu ve harika bir okuma akıcılığı var. Bir çırpıda okuma garantili kitaplar arasına girer.

Ahmet Mithat Efendi -kitabın başında kendisi hakkındaki yazıya göre- tam bir Yazı Makinesidir: 150 ciltlik eseri mevcut; yazmış da yazmış.

Konusuna gelmeden önce, öyküde fantastiklik ve teknoloji var dersem bilmem inanır mısınız? Telefon var öyküde! Bir nevi dedektiflik var. Aşk ve intikam var.

Acem Ali bey bir iş için Galata mevkindeki bir meyhaneye gider. Ve bu meyhanede Sohbet adlı bir kayıkçı ile buluşur. Acem Ali bey, Sohbet'ten daha cılız olmasına karşın, Sohbet, Acem Ali Bey'den güç bakımından çekinir, keza yediği tokatın acısı hala ensesindedir. Ali bey, gizli bir görev için Sohbet'ten yardım ister. Yardımın karşılığı da oldukça yüklü olacaktır. Ve herşey böyle başlar...

Son sözüm, bu eseri mutlaka okuyunuz. Sıkılmayacağınızı garanti ediyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

 

18 Ağustos 2013 Pazar

JOSEPH ANDREWS, Henry Fielding

JOSEPH ANDREWS, Henry Fielding
JOSEPH ANDREWS
Henry Fielding
Sesli güldüm...

Son zamanlardaki en keyifli okumam diyebilirim. Ta 1742 yılında yazılmış bir romanın beni bu kadar güldüreceğini ve keyiflendireceğini tahmin etmezdim. Tür olarak Burlesk denilen bir tür. Tam olarak absürd denilemez ama abartılı dille anlatım da mevcut. Tam ciddi denilirken, gayri ciddi bir havaya geçiliyor. Yazarın okuduğum bu ilk kitabının adı, Joseph Andrews olarak ülkemizde yayımlanmış ancak orijinal adı, The History Of The Adventures Of Joseph Andrews And His Friend Mr. Abraham Adams'dır. Bana göre Bay Adams'ın Maceraları diye bir isim tam yerinde olurdu. Bay Adams oldukça komik bir rahip.

Olaylar İngiltere'de geçer. Joseph varlıklı bir aienin yanında uşak olarak hizmet etmektedir. Aile babası Thomas Booby vefat edince, Lady Booby üzüntüsünü, Joseph'e asılmakla gidermek ister. Ancak Joseph ise oldukça erdemli bir gençtir. Dolayısıyle kendisine gösterilen ilgiden, nazikçe kaçar. Lady Booby ise buna kızar ve özel hizmetçisi bayan Slipslop'un gazı ile, Joseph'i kovar. Joseph'de ne yapacağını bilmemeden bir müddet ortalarda dolandıktan sonra eski aşkı Fany'nin yanına gitmek için yol koyulur.  Rahip Adams ile bir müddet sonra yolları kesişir ve macera başlar. Kitabın son çeyreğine kadar, bir yol macerası olarak devam eder hikaye. Son çeyrekte ise olaylar epey karışır.

Gerçekten zevkle okuyacağınız bir hikaye. Pişman olmayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 

4 Ağustos 2013 Pazar

HAMLET, William Shakespeare

HAMLET, William Shakespeare
HAMLET
William Shakespeare
William Shakespeare'in okuduğum ilk eseridir. Piyes olarak okuduğum üçüncü eserdir. Hatta dört diyebiliriz, çocukken Ferhan Şensoy'un bir piyesini okumuştum. Dayım tiyatro çıkışında, piyesin kitabını alıp bize getirmişti. Evet, dört piyes okumuşluğum var. :)

İşbankası yayınlarından Hasan Âli Yücel serisinden bir kitap bu. Çevirmen Sabahattin Eyüpoğlu. Kitabın sonunda, Eyüpoğlu, çap-pat İngilizce bildiğini itiraf ediyor. Ama buna rağmen, Fransızca basımlardan ve diğer Türk çevirmenlerin (örn. Halide Edip Adıvar) kitaplarından yararlanarak yeniden kaleme almış. Çok ısrar etmişler, çeviri yapması için. Anlaşılacağı üzere, Hamlet'in diğer çevirilerini de okumakta fayda var. Çünkü eser sahibi, şiir formatında yazmış piyesi. Ve her çevirmen bunları farklı çevirebilir. Bir de Türkçe kafiyeye uydurma zorunluluğu da düşünülürse, zor bir tercüme diyebiliriz.

TV'de film olarak izleme şansım oldu bu oyunun. Ancak tiyatroda izleme fırsatım hiç olmadı. Hoş tiyatroya gitmeyi alışkanlık etmiş biri de değilim. Bunu aşmam gerek, daha sık tiyatroya gitmeliyim. Mesela, en azından sene de bir defa gitmekte fayda var. Şuan sekiz senede bir periyodunda :)

Piyesin içeriği hakkında yazmak ya da yazmamak; ve hatta yazamamak; herkes zaten şu ya da bu şekilde konuyu biliyor, bir de ben yazsam n'olacak, yazmasam n'olacak; işte tüm mesele bu!..

Okuması kolay, çeviride kusur yok. Bir çırpıda bitirilecek bir eser. Arada dalgınlıkla yüksek sesle okuyor insan, sanki piyeste bir oyuncuymuşcasına.

Not: Bu eser aile piyesidir, içinde erotik şeyler yok. Merdivenlerden tek tek çıkıyorlar ve kızlı-erkekli sahneler hemen hiç yok. Aslında şimdi düşündüm de, merdiven bile yok. :)

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

Halk ve Millet

"Hep o üçünü anıyor ve alkışlıyorsunuz, bizlerden de asılan oldu, niye anmıyorsunuz?" diyenlerin olduğunu gördüm son zamanlarda. Millet ile Halk'ın tam manasiyle ne anlama geldiğini ki, sözlük anlamından da çok öte olduğunu öğrendim... Neden anıldığını ve alkışlandıklarını şöyle anlatabilirim size: Birileri Halk için ölür, anılır; birileri de Millet için ölür, unutulur! Velhasıl, Millet bir kurumdur, sınırları vardır; Halk özgürdür, sınırları aşar bu dünyanın.

- murat

31 Temmuz 2013 Çarşamba

İnsan, kıskançlık, bilgi ve sevgi üzerine

İ. Melih Gökçek tadında insanlar tanıdım: Söylediklerinizi, tamamiyle yanlış, diye kesip; söyledikleriyle tamamiyle sizi doğrulayan insanlar... Lütfen EGO'nuzu kenara bırakın, gerçeklere ve daha da ötesi insana odaklanın!

Böylesine bilgi kirliğinin (dezenformasyon) olduğu bir ortamda, kişi veya kişileri ya da kurumları anlamak için tek sözlerine göre değil, tüm söylediklerine göre değerlendirin. Ben olayı çözdüm, diye kendinizi kenara atmayın; daha da irdeleyin, göreceksiniz -ki çoğu doğru dediğiniz şeyler, çarçabuk koca bir yalana dönüşecektir.

Eğer biri, sizi sevememişse ya da kıskanıyorsa -ki sizin kadar başarılı olamadıysa (para bir kıstas değildir); sizin doğrularınız ona iri iri yalan ve yanlışlar olarak görünecektir. İşte bu tiplerden de nemalanan, ona yalanan ve omzunuzun ardından iri gözleriyle bakanlar da tıpkı onun gibi anlamak istemeyeceklerdir, sizi. Oysa sevgi olsaydı bunlarda, tebessümle sizi dinleyebilselerdi, anlayacaklardı sizi, tıpkı onlar gibi düşündüğünüzü. Dolayısıyle sevgi eksikliğinin yoğun olduğu bir toplum, kolayca kaosa sürüklenip, olabildiğince minik parçalara ayrılarak, leş kargalarına yem olacaktır.

Sorulması gereken bir soru: Bizler birer hayvan mıyız yoksa insan mı?
Eğer hayvan isek, tamamen bireyci davranıp, iyi olan kazansın, mantığıyla hareket etmemiz doğal karşılanacaktır. Belgesel kanalları fazlasıyle, bizleri bireysel davranmamız konusunda yönlendirmektedirler. Yok eğer bir insan isek ve hangi din olursa olsun, bize öğütlenen komin yaşamın bir parçası olmamız gerektiğine inanmalıyız.

Zeka Tanrı tarafından herkese adil şekilde dağıtılmamıştır. Ancak bilgi eşit şekilde dünyada dolaşmaktadır. İyi bir bilgi ile zeka eşitsizliğini ortadan kaldırmak mümkündür. Bilgi para gibi çalınamayan ve tüketilemeyen birşeydir: Bilgi, paranın aksine, paylaşıldıkça çoğalır!

- murat

SAVAŞ ve BARIŞ, Tolstoy

SAVAŞ ve BARIŞ, Lev Nikolayeviç Tolstoy
SAVAŞ ve BARIŞLev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy'un muazzam bir eseri daha; Savaş ve Barış...

Özenerek ve yıllar süren bir çalışmanın ardından ortaya çıkmış bir eser; dünya klasiklerinin ilk sıralarında yer alan bir roman. Tolstoy, hem bir hikayeyi hem de Savaş ve Barış üstüne felsefi düşüncelerini bu kitapta toplamış. Tek başına bir roman olarak bakmak yanlış olacaktır. Tam olarak tarih kitabı da sayılmaz ancak bize Fransa-Rusya savaşı hakkında tarihi bilgiler de sunmaktadır.

Kitabın son bölümünü, itiraf ediyorum pas geçtim diyebilirim. Ya günümde değildim, ya da epey ağır geldi bu bölüm. Son kırk sayfayı pek okuduğum söylenemez. Son bölümde, Tolstoy Savaş hakkında düşüncelerini yazdığını gördüm.

Tahmin edeceğiniz gibi yine bu kitap için de, mutlaka okuyun, diyeceğim. Savaşta ve barışta insan halleri üstüne güzel bir roman. Turgut Özakman'ın üçlemesi de bir Savaş ve Barış sayılabilir ancak Özakman roman olarak azla açılmamış, daha çok tarihsel anlamda savaşın ve savaş sonrasının üstünde durmuştur.

Kitap beni çok yordu, bu yüzden kısa kesiyorum. Farkındayım, böyle bir eser için oldukça az yazdım ;)

Herkese iyi okumalar!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Temmuz 2013 Salı

ÜÇ ÖLÜM


Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi. Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor; kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu. Havlu atkısıyla örttüğü göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu. Hanımefendinin file içinde arabanın tavanına asılmış şapkası burnuna değecekmiş gibi, bir ileri, bir geri gidip gidip geliyordu. Kızın dizlerinin üstünde bir köpek yavrusu vardı. Ayaklarını döşemede duran bir kutunun üstüne koymuştu; araba sarsıldıkça yayların çıkartığı gıcırtıyla camların şıngırtısına uygun olarak, zor işitilir bir sesle bu kutuyu tıkırdatıyordu.

ANAYASA'DA 'TÜRK' KELİMESİNİN TARİHİ

Aşağıdaki makale, İhsan Eliaçık'ın sitesinden bire bir alınmıştır. Konunun önemli olduğu ve verilen bilgilerin günümüz kimlik karmaşasına ışık tutacağı kanısındayım. Yazıyı orijinal sayfasında okumak için tıklayınız.

İhsan ELİAÇIK
İhsan ELİAÇIK

Son iki yüzyıldır devletin kendine ne dediğine, kendini hangi isimle andığına baktığımızda, “devlet aklına” dair oldukça önemli ipuçları görürüz. Bu bize devlet aklının nereden nereye geldiğini gösterecek, günümüz de yaşanan sorunlara da ışık tutacaktır.

Öyle ki ideolojinin giderek ontolojiyi yıprattığını, hatta giderek kimyasını bozmaya başladığını göreceğiz.

Bunu gösterebilmek için son ikiyüz yıldır temel devlet metinlerinde kullanılan isim ve tanımlamalar üzerine bir araştırma yaptım. Araştırmada herhangi bir kişinin özel makalesini veya görüşlerini değil “anayasa” metinlerini esas aldım.

Bakın ortaya neler çıktı.

Beş sayfalık 1808 tarihli “Sened-i İttifak” metninde sekiz kez “Devlet-i Aliye” (Yüce Devlet) tabiri kullanılıyor:
“Şart-ı sani: Devlet-i Ali’ye’nin bekası ve kuvvet ve şevketinin tezahüdü içün…” (İkinci şart: Yüce Devlet’in devamı ve gücünün artırılması için…)
Üç sayfalık 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Humayunu’nda beş kez “Devlet-i Aliyemiz” (Yüce Devletimiz) tabiri geçiyor:
“Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyemiz bidayeti zuhurunda beru ahkam-ı celile-i Kuran’aniye ve kavanin-i şer’iyyeye kemaliyle riayet olunduğundan…” (Herkesin bildiği gibi Yüce Devletimiz ilk ortaya çıktığından bu yana yüce Kuran hükümlerine ve şeriat kanunlarına tam anlamıyla uyulduğundan…)
Beş sahifelik 1856 tarihli Islahat Farmanı’ında dokuz kez “Devlet-i Aliyem” (Yüce Devletim) tabiri kullanılıyor:
“Teba-i Devlet-i Aliyemin cümlesi herhangi milletten olursa olsun devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul olunacaklarından, bunlar ehliyet ve kabiliyetlerine göre umum hakkında meriyyül icra olacak nizamata imtisalen memuriyetlerde istihdam olunmaları…” (Yüce Devletime tabi olan herkes hangi milleten olursa olsun devlet hizmet ve memurluklarına kabul edilecekler ve herkes için geçerli liyakat ve yetenek esaslarına göre göreve atanacaklardır….)
1876 yılında ilan edilen “Kanuni Esasi’ye kadar bu geleneğin bozulmadığını görüyoruz. 1861 tarihli “Abdülaziz’in culusuna müteakip saderete gönderilen hat” ve 1875 tarihli “Ferman-ı Adalet” metinlerinde de aynı şekilde ve sürekli olarak “Devlet-i Aliye” tabiri kullanılıyor.

Kanun-u Esasi (1876) metnine gelince tabirin değiştiğini görüyoruz. Sonraki anayasa metinlerine de kaynaklık eden 119 maddelik anayasanın ilk maddelerinde bugünkü devlet düzeninin de temelleri atılıyor. Devlet bu metinle artık kendisine resmen “Devlet-i Osmaniye” (Osmanlı Devleti) diyor:
  • Madde-1 “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaat-ı hazıraya ve eyalât-ı mümtazeye muhtevi ve yek vucut olmağla hiçbir zaman ve hiç sebeple tefrik kabul etmez.” (Osmanlı Devleti hali hazırda ülkesi ve eyaletlere ayrılmış halkları ile tek bir vücut olup, hiçbir zaman ve hiçbir nedenle bölünme kabul etmez.)
  • Madde-8 “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur…” (Osmanlı Devletine tabi olan kişilerin hepsine hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı denir…)
  • Madde-9 “Osmanluların kaffesi hürriyet-i şahsiyelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetlerine tecavüz etmemekle mükelleftir.” (Osmanlıların hepsi kişisel özgürlüğe sahip olup ötekinin özgürlük haklarına tecavüz etmemekle sorumludur.)
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar geçen surede, gerek açılış nutuklarında gerekse fermanlarda sık sık Memalik-i Osmaniye (Osmanlı ülkesi), Tebea-i Osmanlı (Osmanlı uyruğu), Millet-i Osmaniye (Osmanlı milleti) tabirlerinin kullanıldığını görüyoruz.
İlk kez 1921 tarihli 23 maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile birlikte “Türkiye Devleti” tabirinin kullanıldığını görüyoruz:
Madde-3 “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti ünvanını taşır.”
1921 anayasasına göre devlet kendisine “Türkiye Devleti” dediği gibi ülkesine de “Türkiye” demektedir :
Madde-10 “Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet nokta-i- nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelere terekküp eder.”
1921 anayasasına (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) baktığımızda, 1923’deki değişiklikler de dahil “Türkiye Devleti, Türkiye Reisicumhuru” vb. başında “Türkiye (Türkiya) olan tabirlerin kullanıldığını görüyoruz. Henüz “Türk devleti” veya “Türk milleti” tabirleri anayasa metnine girmemiştir.

1921-1924 yılları arasında yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, bu yönüyle, Türkiye’nin kurucu ruhunu tam anlamıyla yansıttığını söyleyebiliriz. 20.1.1337 (1921) tarih ve 85 nolu bu kanunun hiçbir yerinde “Türk Devleti” veya “Türk milleti” tabiri geçmiyor. Israrla devlet kendisine “Türkiye Devleti”, halkına da ön eksiz olarak “Millet” tabirini kullanıyor.

1921 anayasası (Teşkilat-ı Esasi’ye Kanunu) ilk haliyle böyleyken, sonraki yıllarda anayasaya beş kez önemli müdahalelerde bulunularak içeriğinin epeyce değiştirildiğini görüyoruz; 1924, 1928, 1931, 1934, 1937 yıllarında yapılan müdahalelerle “Türk”, “milliyetçi”, “halkçı”, “devletçi”, “inkılapçı”, “laik” tabirlerinin anayasa girdiğini görüyoruz.

1960 tarihli Milli Birlik Komitesi’nce hazırlanan anayasa metninde, özellikle giriş kısmında “Türk” vurgusunun iyice artırıldığını görüyoruz. Defalarca “Türk yurdu, Türk vatanı, Türk ordusu, Türk cumhuriyeti, Türk milleti” tabirleri kullanılıyor.

1982 anayasasında ise, 1961’dekinin genel çerçevesi korunuyor fakat giriş kısmında vurgu daha da artırılarak “mistik” ve “romantik” bir boyut da katılıyor:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda… demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur…”

 

SONUÇ


Görüldüğü gibi
  • Devlet-i Aliye
  • Osmanlı Devleti
  • Türkiye Devleti
  • Türk Devleti,
  • Atatürk Cumhuriyeti
 şeklinde seyreden çizgi son ikiyüz yılın da panoramasıdır. 
 
Nereden nereye gelindiği apaçık ortadadır.
Bu seyri yorumlarsak, devlet aklı giderek küçülen bir seyir izlemiştir. İmparatorluk aklı giderek etnik bir site devleti aklına, hatta son tahlilde İbn Haldun’un tabiri ile “tek bir kişinin asabiyetine dayalı” (infirad) yönetimine (ideolojisine) dönüşmüş ve o bütün her şeye egemen kılınmıştır.

Devlet aklı açısından bakarsak bunu ilerleme olarak görmek mümkün değildir. Bir halkın örgütlenmiş basireti olarak ortaya çıkması gereken “devlet aklı” giderek küçülmüş, büzülmüş, içine kapanmış, sonunda bütün her şey “tek bir kişinin asabiyetine” ve onun korunması ve kollanması noktasına gelip dayanmıştır.

Eski çağlarda buna ne dendiği ise herkesin malumudur…

Bu noktada devletin 1921 ruhunda ifade edildiği şekliyle kendini yeniden tanımlamaya şiddetli ihtiyacı vardır.
Anadolu’da ilki 1299’larda, ikincisi de 1921’de sağlanan, bu toprakların görüp göreceği yegane iki “kurucu ontoloji”, günümüz şartlarında “üçüncü kez” yeniden sağlanmak zorundadır. İlkinden Osmanlı, ikincisinden Türkiye doğmuştu…

Gerçek anlamda devlet aklı kurar, korur, yaşatır, birleştirir, yeniden inşa eder, büyütür. “Kabile aklı” veya “kişi kültü” ise tek tipleştirir, dağıtır, kaçırır, küçültür.

İktidar mantığı “güç” üzerinden işler. Ona göre güçsüz olmak günahtır. Dinin mantığı da “hak” üzerinden işler. Ona göre de haksız olmak günahtır. Devlet aklı ise gücü ve hakkı bir araya getirir ve mantığını “adalet” üzerine kurar. Adaleti güç ile ayağa diker; gücü adaletin emrine verir. Bu denge bozulduğu an meşruiyet sorunu yaşanır.

Devlet adaletten saptığı an meşruiyetini kaybeder, zeval bulur. “Allah devlete zeval (gölge) vermesin” demek, “Allah devletin üzerinden adalet güneşini eksik etmesin de gölgede kalmayalım” demektir. Keza “Adalet mülkün temelidir” demek, “Devlet dediğin adalet için vardır” demektir.

Bu nedenle devlet aklı dışarıdan ithal edilerek oluşamaz. Bilakis kendi toprağından, tarihi ve manevi ikliminden, halkın hür ve bağımsız yaşama iradesinden, yükselme ve ilerleme arzusundan, hak ve adalet özleminden ve de bunların menbaı olan ma’şeri (halk) vicdanından doğar…

Bundan kopulduğu an devlet ile halk arasında derin bir çelişki ve onulmaz bir çatlak oluşmuş demektir. Bu durumda yapılması gereken ise halkın bütün alanlarda devletini temellük etmesi yani duruma el koymasıdır. Aksi halde yeryüzünde yaşamaya ve bir bayrak dalgalandırmaya hakkı yoktur…

3 Nisan 2013
İhsan Eliaçık

22 Temmuz 2013 Pazartesi

Martı Jonathan Olmak

Henüz çocuk yaşlarda başlarız hayal kurmaya, ütopyalarda. Bu imkansız hayallere kaptırırız kendimizi; kimi zaman garip hareketlerle kimi zaman da garip seslerle süsleriz hayallerimizi. Olmasını dileriz hep bu hayallerin. Hayallerimizin gerçekleşeceğine inanmaya görün -ki dürtülerek bu hayallerden istemeyerek çıkartılırız. Ütopyanız, gerçek olan ya da, gerçek bu, diye dayatılanla aşağılanmadı mı hiç? Toplumun gerçek kabul ettiği hayat ve yaşam biçiminin dışına çıkmaya yönelmeniz, sizin toplum karşısından sapıttığınız anlamına gelmektedir. Ancak toplum şunu bilmez ki, sapmışların getirdikleri ile geleceklerine yön verdiklerini: Matbaa, Radyo, Telefon, Televizyon, Uçak, Uzay Yolculuğu, İleri Tıp vb...

Noam Chomsky ve kendi görüşümün bir sentezi olarak; dil yetisinin (düşünce iletimi) doğuştan geldiğini, ancak içimizdeki düşünce iletimi yetisinin, içine doğduğumuz dil (ana dil) ile dışa vurmak, ampirik (deneysel) yöntemler gerektirmektedir. Hemen hemen tüm çocuklar üç yaşlarına geldiğinde, içine doğdukları ana dili grameriyle birlikte doğru kullanmaya başlarlar. Ebeveynler, çocukların dil konusunda öğrenimlerine pek karışmazlar ve hatta onları düzeltmek için pek uğraş göstermezler. Ama çocuklar dili kendi başlarına özgürce öğrenirler. Teorik olarak, yeni doğan bir çocuğun çıkarttığı o garip seslere bakacak olursak, onun asla bizler gibi konuşmasının mümkün olamayacağını düşünebilirdik -ki eğer elimizde milyarlarca örnek olmasaydı. Bu dil konusuna neden değindim? Çünkü, çocuk dili öğrenirken, anne-baba ona neredeyse hiç müdahale etmez. Onun dili öğrenemeyeceği konusunda bir inançsızlığa kapılmaz. Çocuk dili öğrenme bakımından hürdür. Anne ve babalar kayıtsız ve telaşsızdır, çocuğun dili öğrenmesi bakımından. Toplum, çocuğun, dili öğrenmesini engelleyici hiçbir önlem, dayatma ve yasa koymamaktatır, karşısına. Özetle, çocuk, belki de ömründe ilk ve tek olarak "hür öğrenim" sürecini yaşayacaktır.

Peki ya sonra? Kısıtlamalar, yasaklamalar, yönlendirmeler ile neyi öğrenmesi gerektiğini neyi kesinlike öğrenmemesi gerektiğini; neyi yapması, neyi de yapmaması gerektiğini aşılayacaklardır, çocuğa. Bu noktadan sonra, çocuk; kendi kendine ampirik yöntemler ile değil de, öğreticilerin, kimi zaman pragmatik kimi zaman da dogmatik yöntemlerine maruz kalacaktır. Dayatmacı ve çıkarımcı eğitim de diyebiliriz buna. Çocuğun alacağı eğitim, içinde doğduğu; toplumun ve ailesinin dininin, milliyetinin, coğrafyasının çıkarlarına uygun olacaktır. Toplumun ön gördüğü, Reşit Olma Yaşına kadar bu böyle gidecektir. Reşitlikten sonra, biraz daha özgür olan birey, bu defa toplumsal ahlak duvarıyla çevrili olduğunu ve duvarın kolay kolay aşılamayacağını veya yıkılamayacağını hisseder -ki zaten bu yönde sürekli empoze edilir. Karşı-gelme-cüretini göstermemek üzere programlanmıştır sanki. Peki doğru olan eğitim bu mudur? Birey, aldığı bu eğitim ile kendi limitlerini zorlayabilir mi? Limitlerinin farkına varabilir mi? Aslında aldığı bu eğitimle bazı şeylerin dibine bile vurabilir. Mesela, oportünistin önde gideni olabilir; pragmatizmin savunucusu olabilir ki karşımıza bir din adamı ya da ekonomist olarak bile çıkabilir; kendisini doğru yola sevkettiğini düşündüğü bilgiler ile çok para da kazanabilir; en nihayetinde, bir banka sahibi veya en basitinden bir politikacı bile olabilir...

Hiç kendinize sorduğunuz oldu mu; yıllarca aynı işi yapıyor ve bu işten para kazanarak çocuklarınızı yetiştiriyorsunuz, peki ama gerçekten yapmak istediğiniz iş bu muydu? Yaşamak demek, sadece para kazanıp, çoluk çocuğu yetiştirip, emekli olduktan bir müddet sonra göçüp gitmek mi, bu dünyadan? Siz bundan daha fazlası olamaz mıydınız? Salt olarak, kendimiz için ne kadar yaşıyoruz/yaşadık bu dünyada? Siz hiç, dünyanın en hızlı koşan adamı kadar hızlı koşmayı deneyerek, kendi hızlimitlerinizi zorladınız mı? Suyun altında nefessiz kalma limitinizi, çocukluğunuzdaki deneyiminizin ötesine taşıdınız mı? Yüzme biliyor musunuz? Ana dilinizden başka bir dil biliyor musunuz? Uçak kullanabiliyor musunuz? Hiç paraşütle atladınız mı? Cep telefonunuzdan hiç MMS gönderdiniz mi, ya da bir e-posta? On metreden, çivileme suya atladınız mı?.. Bu soruları o kadar çok çoğaltabilirim ki hem siz hem de ben, daha bu yazı bitmeden kendimizi ağlayarak balkondan aşağı atmamız işten bile değil. En kaba tabiriyle, mal gibi yaşadığınızı mı hissediyorsunuz? Peki sorumlusu kim, tüm bunların? Sistem mi yoksa siz mi? Bu soruları sorma aşamasına gelene kadar tüm suç sistemindi, ama bundan sonrası için tüm sorumluluk artık bizde...

Matrix, güzel bir filmdir: Sistemin içinde köle gibi sömürülen insanları farklı bir bakış açısıyla anlatır. Filmin başrol oyuncusu, Neo; henüz limitlerini bilmeyen, sistemin içinde üzerine düşen rolü üstlenmiş ve bu rolü oynamaktan da pek şikayetçi değildi; ta ki birileri ona limitlerini zorlaması gerektiğini ve içinde bulunduğu sistemin, gerçekte olduğu dünya olmadığı söyleyene kadar. Bilinen eğitimlerden tamamen farklı bir eğitimle, Neo, limitlerini zorlar; öyle ki, sistemin bir parçası olmaktan çıkıp, sistemin içinde özgürce dolaşan ve sisteme kafa tutabilen bir birey olur. Kimbilir, herkes bir Neo olmasın diye belki, Matrix içerisinde sadece, doğuştan gelen bir yeti ile ancak Neo sisteme kafa tutabilecek biri olduğu söylenir, senaryoda. Aslında bu yetinin tüm insanlarda var olduğuna inanıyorum. Bunu başarmak için bizler ne yapıyoruz, ve daha başka neler yapabiliriz? Neo şanslıydı çünkü başından beri Morpheus ve Trinity gibi dostları vardı. Martı Jonathan Livingston ise ilk başlarda o kadar şanslı değildi; o tek başınaydı, çünkü dışlanmıştı...

Yaşamımızda karşılaştığımız küçük şeyler, bizde büyük değişimlere sebep olabilir. Kimi iyi yönde, kimi de kötü yönde. Richard Bach'ın yazdığı çok az sayfalı, Martı Jonathan Livingston adlı öyküsü de işte bizlerde büyük değişimlere sebep olacak küçük bir etkendir. Herkes için aynı etkiyi yapması beklenemez elbette. Yukarıda bahsedilen eğitim sisteminin içinden çıkmış ama hâlâ kendi kabuğunu kıramamış ve limitlerinin farkında olamamış bireyler için, kısa ve hoş bir öykü olmanın ötesinde değildir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Yukarıda derinlemesine olmasa da, üstünkörü anlatmaya çalıştığım eğitim sisteminin baş elemanları için bir tehditdir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Bu sebeple, ilkokulda çocuklara pek fazla okutulmuyor. Dilerseniz bu bağlantıyı tıklayarak hem siz hem de çocuğunuz okuyabilir.

Bireyin, kendi hür iradesiyle sevdiği bir işi yapmasını bir sapkınlık olarak görmemek lazım. Ben burada derken, bir mesleği kastediyorum. Onlara, kendilerini tanımaları için fırsat verelim. Emin olun, onların kendilerini bulmaları yine bu topluma fayda sağlayacaktır. Çocuklarımızın karnının oldukça fazla tok olmasını değil, yeterinde tok ve mutlu olmasını öğretmeliyiz. Biriktirmek yerine, paylaşmayı; tüketmek yerine, üretmeyi; kendi için değil, başkaları için de yaşamayı öğretmeliyiz. Tüm bunlardan önce, bizler kendi kendimizin limitlerini keşfetmeli, çocuklarımıza örnek olmalıyız. Derslerinde aldığı notları bir başka çocuğun notları ile mukayese etmek yerine, çocuğunuzun aldığı notun yeterli olmasına, sevindiğimizi söylemeliyiz. En çok para kazananın değil, en çok faydalı olanın takdir edilmesi gerektiğini öğretmeliyiz. Çok konuşmanın değil, az konuşup dinlemenin önemini öğretmeliyiz. Okumanın, bireyin kendini geliştirmesinde önemini söylemeli ve istisna olarak, çocuklarımızı okuma konusunda zorlamalıyız. Şüpheciliği öğretmeliyiz herşeyden önce. Şüphe edebilen bir birey, görünen limitlerinin çok daha üstünde yetileri olduğunu keşfedecektir.

Hepimizin birer, Martı Jonathan olabileceğimizi aklınızdan çıkartmamanız dileğimle, hoşça kalın.

Murat Dicle

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach

HERKESİN VE ÖZELLİKLE ÇOCUKLARIMIZIN OKUMASI ADINA, ÖYKÜNÜN TAMAMINI YAYIMLIYORUM. GÜNAHI BANA OLSUN...

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach
MARTI JONATHAN LIVINGSTON
Richard Bach

21 Temmuz 2013 Pazar

Rıza üretimi ile planı kabulleniş

Plan düşündüğümüzden de çok akıllıca devam ediyor; Yeni Dünya Düzeni adı verilen sisteme bile isteye razı olacak gibiyiz. Tüm dünyada yaşananları göz önünde tuttuğumuzda, ırkçılığın, dinciliğin de artık sınırları aştığını ve artık insanların bunlardan irite olduğunu görüyoruz. Dolayısıyle, tek din ve tek millet kavramı insanlarda yer etmeye başladı. Sonraki sorulacak soru şu: Tek din olacaksa, papazı kim olacak ve tek millet olunacaksa, başkanı kim olacak?

- murat

6 Temmuz 2013 Cumartesi

İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ

İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ
İLBER ORTAYLI
SEYAHATNAMESİ
İlber Ortaylı'nın güzel düşünülmüş tarihi gezi kitabıdır. Ne tam bir tarih, ne de tam bir gezi notları içermektedir. Ülkemizin doğusundaki ve batısındaki ülkeler hakkında hızlı bir özet olarak kaleme alınmış. Kesinlikle sizi sıkmıyor. Kitaba konu olan ülkelerin, Türkiye -daha doğrusu Osmanlı- ile münasebetleri de anlatılmaktadır.

İlber Ortaylı'nın bu kitabı için şöyle bir başlık atabilirdim: "Yeni başlayanlar için Dünya ülkelerinin tarihi ve Osmanlı ile münasebetleri"

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

30 Haziran 2013 Pazar

ARAF, Elif Şafak

ARAF, Elif Şafak
ARAF
Elif Şafak
Araf, birbirini takip eden olaylar zincileriyle bir macera romanı beklentisinin tam aksine; durağan gibi gelen ama zaman içinde akıp giden, bize göre dışarıklı sosyal bir yaşamı anlatan ama ağdalı felsefeden vazgeçmeyen, iki arada kalmış ama bedenlerinden sıyrılmış ruhların, acıklı, acınası ve dahası iki arada sıkışmış kalmışsınız da yüreğiniz sıkıntıdan yerinden çıkıp gidiverecekmiş gibi gelen bir öyküdür.

Oraya vardıklarında, kendilerini oralıların hiç olmadığı kadar "oralı" hissetmeleri gerektiğinin yanılgısını, oralarda bir müddet yaşadıktan sonra, oranın da buralardan hiç farkı olmadığını ki, buralardaki zamanın da oradaki zamanın da -sayısal farklarla ifade ediliyor olsa da- aynı şekilde akıp gittiğini anladıklarını anlatan bir öykü, bu. Yalnız, buralardan ziyade, oralarda daha özgürce yaşanılabildiğinin de altını kalınca çizebilen bir öykü. Skorel anlamda erkeklerin sayı üstüne sayı yapabilecekleri yegane bir "ora" öyküsü, bu öykü. Buralara nazaran, oralarda kadın ile erkeğin sadece düzüşmek için değil, arkadaş olarak da yaşabileceğini anlatan bir öykü, bu.

Oralarda yaşayanların, izlenimlerle elde edilmiş durumlarını anlatan; bir anlamda başladığı gibi biten; E peki n'oldu şimdi? diye de dedirtebilen, bu öyküyü okumanız gerektiğine inanıyorum. Elif Şafak hala benim için bir muamma. Aslı Biçen ise bir soru işareti. Bu ve bundan sonraki Elif Şafak öykülerinin doğrudan İngilizce olarak yazılıyor olması yazar açısından bir deneyim gibi görünse de illa bir ibnelik arıyor insan. Belki de kıskançlıktan, kimbilir?..

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

27 Haziran 2013 Perşembe

YÜZBAŞININ KIZI, Puşkin

YÜZBAŞININ KIZI, Puşkin
YÜZBAŞININ KIZI
Puşkin
Puşkin'in okuduğum ilk eseridir.

Genç bir Subay babası tarafından, askerliğini kolayca değil de daha zor şartlarda yapması adına Orenburg kalesine gönderir. Orenburg Kalesinin komutanı, babasının eski bir dostudur. Genç Subay Pyotr, kale komutanın bilgisi dahilinde görevine başlar.

Piyotr, kale yolculuğu esnasında kendisine kısa süreliğine yardımda bulunan bir Kazak'a üşümesin diye, kendinin tavşan kürklü bir kıyafetini verir. Adam minnettar kalır. Bu minik hediye, Piyotr'ın kaderini değiştirecektir.

Orenburg Kale Komutanının bir kızı vardır. Piyotr ilk önceleri onu pek beğenmesede, zaman içerisinde kıza tutulur. Kıza henüz aşkını ilan ettiği günlerde, kaleye saldırı yapılır. Yemelyan Pugaçov adlı ve kendini Çar ilan eden, isyancı gurubun başı Orenburg'a saldırmaya başlar. Olaylarda böylece başlar.

Yazar; Gogol, Tolstoy, Dostayevski veya Gorki'ye nazaran oldukça sade bir dille anlatmış öyküyü. Bir çırpıda okunan hoş bir eser diyebilirim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

26 Haziran 2013 Çarşamba

CEHENNEM, Dan Brown

CEHENNEM, Dan Brown
CEHENNEM
Dan Brown
Bir doktar olarak kangrene yol açan bir kolu kestiğinizde bir kurtarıcı; eğer sıradan bir insan olarak, o kolu kestiğinizde ise bir cani olarak görüleceksiniz, insanlar tarafından: Bertrand Zobrist kendini boşluğa bırakmadan önce, kendinin bir kurtarıcı olarak görüleceğinden çok emindi. O, dünyayı kurtaracaktı!..

Dan Brown'un son kitabı Cehennem oldukça heyecanlı ve sürükleyici bir roman. Piyasaya henüz çıktı; roman ile ilgili ahlaki, felsefi ve toplumsal anlamda kritikler de hat safhaya henüz ulaşmamış olabilir. Kitap bize çok şeyi sorgulatıyor. Kitabın sonuna doğru, bir Zobrist sever olarak çıkmanız da mümkün. Kitap bir veya bir kaç mevzuyu, topluma empoze ediyor olabilir de! Bu düşünceleri bu satırlara taşımak için henüz erken. Biz kitaba dönelim.

Robert Langdon, Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörüdür. Gözlerini açtığında kendini Floransa'da bir hastanede bulur. Hastanede olduğunu anlamış olsa da henüz İtalya'da olduğunu bilmemektedir. Evelsi gece biri ateş etmiş ve kafasının arkasını sıyıran bir mermi ile yaralanmıştır. Langdon geçici olarak hafıza kaybına uğramıştır. Langdon'ın tepesinde Dr. Sienna ve Dr. Marconi bulunmaktadır. Ona başından geçen olayı ve şuan içinde bulunduğu durumu izah etmektedirler. Ancak dışarıda, bu üç kişinin henüz bilmediği biri vardır -ki o da Langdon'ı evelsi gece elinden kaçırdığı için şimdi tekrar onu öldürme planı kuran kirpi saçlı kadındır...

Bir hastane odasında başlayan ve hızlı bir şekilde cereyan eden olaylar zincirini anlatan bu romandan çok hoşlanacağınıza eminim. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Haziran 2013 Pazar

DÖNÜŞ, Ayşe Kulin

DÖNÜŞ, Ayşe Kulin
DÖNÜŞ
Ayşe Kulin
Ne boktan bir durum ya! Hani derler ya, bahsız bedeviyi çölde... Derya kızımızın yaşadıkları da öğrendikleri de işte böyle bir durum.

Babası annesini aldattığı için, annesi, Eda apar topar kendisini Londra'ya kaçırır. Eda, kocasına çok kızgındır ve ona ceza olsun diye, kızını ona göstermeyecektir. Ancak Eda Derya'ya, babasının onları bir kadın için terk ettiği yalanını ortaya atar ve henüz ergen olan kız ise buna inanır.

Annesi bir gün yeni kocası David ile uzakdoğu seyehatine çıkarlar. Singapur'da David bir visürüs etkisiyle hastalanır. Eda, durumu kızına iletir ve kendisinin bir an önce yanına gelmesini, hem David için hem de kendi için ister. Derya, annesinin bu isteğini, istemeye istemeye kabul eder. Londra'dan ayrılmadan önce, annesinin  evindeki çiçekleri sulamaya giden Derya, kendi şapkasını koymak için annesinin şapka kutularından birini almak ister. Uzanmaya çalıştığı bir şapka kutusu, Derya tepesinden aşağı düşer; kutuda sır vardır: terk ettiği bilinen, hiç bir şekilde iletişime geçmediği söylenen, babasından annesine mektuplar vardır, kutuda... Derya, Singapur yerine, doğruca Urla'ya gitmeye karar verir. Babasını bulacaktır!..

"Çerkez" muhabbetini yine yapmış Ayşe Kulin ama canı sağolsun, alıştık artık. Kitabın başına araya sıkıştırmış! Hikaye güzel. Herşeyden önemlisi sizi merak içerisinde bırakıyor. Peş peşe çözülüyor herşey. Acele etmeden, sizi olabildiğince meraklandırarak yapıyor yazar bunu. Muhtemelen, bu kitaba başlayan kişi, bir seferde kitabı bitirecektir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.