köşe yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
köşe yazısı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Temmuz 2017 Cuma

Okumuş-etmişlerce Kurulan Tuzak


Belki de bu kadın ve bu kadın gibi bilimsel açıdan saçmalayanların kasıtlı olarak yapmak istediği -ki belli bir güç odağının oyuncusu olarak, gerçekten gerçek cahil olan kesimle hem fikir gibi görünerek, gerçek cahilin, bizler gibi "yapmayın, etmeyin, o güç odakları sizi kandırıyor, onlar vatan haini, onlar kötü vb..." diyenlerin sözlerine inanmalarının önüne geçmektir.

Gerçekten gerçek cahile desem ki "onlar sizi kandırıyor, yanlış yoldasınız," onlar da demezler mi, "hadi len, sen kimsin? Elinde bir kağıt parçası dahi yok! Ne konuşuyorsun?.." Yok tabii yani. Elimde bir kağıt parçası var, ama o da liseyi bitirdiğimi işaret ediyor. Şimdi mevzu kağıt parçası olunca, Nuray Mert ile kıyaslanmam mümkün değil; eminim onda cilt cilt kağıttan payeler ve dolayısıyla bir sürü liyakati vardır. Beni ne dinlesin cahiller. Benim varlığım cahili rahatsız edecektir, ama Nuray Mert gibi insanların varlığı ise cahillerin gönlünü hoş tutacak ve kendilerini sömüren (güden) güç odaklarına kanmış olmaktan dolayı bir beis görmeyecekler: Çünkü "okumuş-etmiş" insanlar da onlar gibi düşünmektedirler...

Türkiye'de "cahilliğe övgü" ilk ne zaman başladı bilmiyorum, ama ben ilk defa Bülent Arı'nın sözlerinde gördüm bunu. Ne demişti Arı: “Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış hatta ilkokul bile okumamış, üniversite okumamış cahil halkın ferasetine ben güveniyorum..." Daha sonra din adamlarından da benzer ataklar geldi. Cübbeli Ahmet'in NASA'dakilere cahil demesi ve "İyi ki okumamışım okul filan yaa! Belki ben de çok sivri bir akıllıyım, ben de 'Kuran'ı inceleyelim' derdim. Öyle, manyaklığın sınırı yok ki. İyi ki okumamışım; şu okullar nasip olmamış, şu diplomalar nasip olmamış. Allah saptırmadı bugüne kadar, bundan sonra saptırmasın..." demesi de cahilliğe övgü değil midir? İşte bunlar cahillerin gönlünü hoş tutuyor ve verdikleri kararlardan şüphe etmemelerini sağlıyor. "Siz doğru yoldasınız, siktir edin okumuşları," demeye getiriyorlar.

Bu bir tuzak aslında bana göre!
Bu tartışmalara girenleri saflara ayırıp cahillere ifşa ediyorlar. Cahiller de "hımmm, demek buna güvenmeliyim, şuna güvenmemeliyim," diye düşüneceklerdir.

Peki ne yapmalı?
Bana kalsa, "yaw he he, sen haklısın," deyip geçmeli derim. Ancak bu, bilimin aksine söylemleri kabul edeceğiz anlamına da gelmesin. Düşüncem, Nuray Mert gibi insanları hiç kale almamak ve görmezden gelmek. Düşünsenize, hiç kimse bu insanlara herhangi bir mecrada cevap vermemiş, tabir yerindeyse mal gibi kala kalmışlar; cevap verilmeye değer bile görülmemiş...

Nuray Mert'in Cumhuriyet Gazetesindeki 28.07.2017 tarihli köşe yazısı:
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/790970/_Evrim_teorisi_.html

3 Haziran 2016 Cuma

Empati!

Ağır yemek kokularının yayıldığı bir hanenin -ki kenarları yıpranmış bir halının- ortasında yarı çıplak vaziyette oturan çocuğun televizyona dikkatle bakması ilgisini çekmişti annesinin. Televizyonda sağdan sola sürekli kayan yazılar, ekranda kırmızı-mavi ışık saçan arabalar, kalabalık bir halk kitlesi ve her zamankinden daha bir şevkle, evet sayın izleyiciler, sesleri ile babasının daha önce götürdüğü maden işletmesinin girişi, ilgisini çekmişti çocuğun... Tüm bunlar çocuğun ilgisini çekmiş, annesi çocuğa dikkat kesilmiş -ki hep mızmızlanırdı, sesinin kesilmesine de işkillenmişti...

13 Mayıs, sabah...

"Ben madene gidiyorum," dedi Ali.
"Akşama görüşürüz," dedi Sevinç.
"Baba gelirken bana bir şey al, " dedi Hüseyin; çocukları Ali ile Sevinç'in.

Mayıs sonu...

Kaç akşam oldu hala babası gelmemişti Hüseyin'in; "bir şeyler" bulunamamış mıydı acaba? Bulursa gelirdi... Bulurlarsa, çıkartabilirlerse, Sevinç cenazesini gömecekti Ali'nin. Bulurlarsa, çıkartılabilirse... Gıyabında cenaze namazı kılınmıştı oysa Ali'nin ve arkadaşlarının, onlar karanlık kara dehlizlerde yatarken, boylu boyunca, üst üste ve belki de iki büklüm, ta derinlerde, madenin...

“İnsan bir kere birine geç kalır
ve bir daha hiç kimse için acele etmez.”
Yaşar Kemal

13 Mayıs 2014, Facebook...

Her zamanki gibi haberleri Facebook paylaşımlarından aldım. Okudum; onlarca birbirinin benzeri haberi, posterleri, yorumları vb... Ortak bir üzüntü içerisindeydik alem-i Facebook içerisinde, biz. Yazma ihtiyacı duydum, bir şeyler yazmam gerekti. Sanki öyle ki yazarsam ve anlatabilirsem tüm olanları sözcüklerle, benim sözcüklerimle, üzüntü çözüme dönüşecekti...

3 Haziran 2016, Hesaplaşma...

Dönüştüremedim düşüncelerimi sözcüklere, sadece bir paragraf yazdım, öylece kalmış taslak sayfalarım arasında, iki yıl boyunca... Karanlık kara bir dehlizdeymiş de ben bulup çıkartmışcasına sevindim, o ilk yazdığım paragrafı görünce. Üzüldüm sonra, geç kalmıştım. Bazen olduğu gibi...

Vaktinde empati kurmak istemiştim, kurun, demek istemiştim. Geç kalmışım, geç...

Yarınlara geç kalmamamız dileğimle.
Murat Dicle
03.06.2016

13 Mart 2015 Cuma

Erdemsiz Liyakat sahipleri üzerine

Nicelikli meşhurlarımız, patronlarımız, yöneticlerimiz var; nitelikli fakirlerimiz, sanatçılarımız, zanaatkarlarımız, sürünenlerimiz var...

Niçe (Friedrich Nietzsche) Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde nitelikli ve nicelikli insanlara sık sık dem vurarak, üst-insan olma yolunu derin bir felsefe içerisinde açıklıyor. Her türlü yoruma açık...

Niçe'nin bu bahsettiğim kitabını hala okumaya (anlamaya) çalışıyorum. İki sene oldu, ve dönem dönem kitaptan 20-30 sayfa okurum. Tam anlayarak, sindirerek okumak istiyorum bu eseri. Bendeki kitapbın tercümesi ile ilk defa Türkiye'ye tercüme edilen kitap arasında özellikle bir kelime üstünde çok gelip gittim: Değim ve Erdem. Değim, bendeki kitapta geçiyor, ilk tercüme edilen kitapta ise Erdem olarak geçiyor. Değim'in TDK sözlük açıklaması şöyle: Liyakat...

Liyakat:
  1. isim Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu, değim
    "Liyakat ve namusa dayanan zenginliğe düşman değilim." - M. Kaplan
  2. Kifayet
    "Her birimiz kendi liyakatimize göre, üzerimize bir vazife almalıyız." - Y. K. Karaosmanoğlu
Erdem:
  1. isim Ahlakın övdüğü iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk vb. niteliklerin genel adı, fazilet
    "Spor, alçak gönüllülük gibi bir erdem aşılar sporcuya." - N. Cumalı
  2. felsefe İnsanın ruhsal olgunluğu
Niçe'nin orijinal kitabında ise Tugend olarak geçer bu bahsettiğim kelimeler. Genel olarak Almanca-Türkçe sözlüklerde Tugend: Erdem ve Fazilet karşılığı ile yer almaktadır. Burada konu Niçe'nin kitabı değil, bu kitabın tercümesinde ortaya çıkan iki farkılı kelimenin (Erdem ve Liyakat) bana düşündürdükleri...

Şimdi, bana göre -ki Erdem ve Liyakat kelimelerini baz alırsak, ülkemizde Nitelikli kişi, bir baltaya sap olamamış Erdemliler sınıfına giriyor (istisnaları göz önüne bulundurmuyorum); Niteliksiz kişi, Erdem sahibi olamamış, bir şekilde(!) Liyakat sahibi olmuşlar sınıfına giriyor.

Cumhuriyetin kurulduğu günlerde nitelikli ve erdem sahibi kişilerin verdiği liyakatlar, erdemli inanların üzerinde oldukça nitelikli duruyordu. Dolu doluydular bu kişiler. Aldıkları vazifeleri erdemleri gereği en iyi şekilde yapmaktaydılar. 1950'lere kadar baktığımızda bunun böyle sürüp gittiğini görebiliriz.

Sonraları halkın niteliksizleştirilmesiyle kabul edilebilir hale gelen belagat sahiplerinin liyakat sahibi olmasıyla, ülkenin içi tamamen boşaltılma yoluna gidildi. Boşaltılıyor hâlâ...

Çünkü, erdemsiz liyakat sahipleri, işin aslını gerçekte yapabilecek kabliyette değiller. Erdemsizliklerinden olsa gerek -belki arada saf dilli nitelikli kişiler de vardır, işi, kendilerine öğüt edildikleri şekliyle yapmakta ve sadece işin altına imzalarını atmaktadırlar. Ülkenin olduğu kadar, içinde yaşayan insanların da içi boşaltıldığından, tüm bu gidişatta bir anormallik görememeleri oldukça normaldir.

Tersten gidelim, ve medyayı ele alalım: Günümüzde Ayarlı Basın adıyla ayan beyan erdemsiz liyakat sahibi muhabirleri, yazarları vb. görmek artık bizim için hiç şaşırtı değil. Yanılıyor muyum? Erdem sahibi olan nitelikli vatandaşlar tüm bu Ayarlı Medayı gayet güzel tanıyor ve yorumluyor. Peki ya, eğitim ve dinin etkisiyle, niteliksiz vatandaşlar tüm bu Ayarlı'ları nasıl tanımlıyor acaba? Cevap, 2002'den 2015'e kadar hala başımızda duran AKP'de yatıyor...

Popstarlarını(!), sinema sanatçılarını(!), görsel medyada boy gösterenleri vs. de işin içine katabiliriz. Gerçekte bir baltaya sap olamamış ama baltanın sapını teşkil eden odunluğun etrafında tavaf edenlere kurmaca liyakatlar verilmesiyle, ben oldum anne, sevinç nidalarını duyar oldu bu ülke. Çok güzel giyinen, çok para harcayan, gecede iki asgari ücreti iç edenleri magazin programlarında gören halk, onların erdemlerine(!) ve liyakatlarına(!) gıpta ile baktılar. Onlar da onlar gibi olmak istediler. Öykündüler hep onlara... Ve bir gün...

Bir gün, işte bu gıpta ile bakan, niteliksiz, belki henüz erdemlerini kaybetmemiş kişilere liyakatlar verilmeye başlandı, yönetimlerce. Şimdiye kadar hiç bir liyakat sahibi olamamış, embesillikten bir tık üstte bu kişiler, magazinlerde boy ölçüşenleri kendilerine gıpta ettirmişlerdir. Düne kadar bir hiç gibi yaşayan bu insanları görenler, bizim neyimiz eksik, diye düşünerek, kendilerine verilecek her türlü liyakatı sahiplenmek için can atmışlardır. Bu yolda ne gerekirse de yapmışlardır:

Oy mu, al sana oy!..
Kapanmam mı gerekiyor, al işte kapandım!.. 
Namaz mı, Elhamdülillah, beş vakit kılarım!..
İftira mı, yazarım, al sana en alasından köşe yazısı!..
...

Meseleyi, örneklerle uzatırım da uzatırım aslında. Zaten "leb" demeden "leblebiyi" anlayabilen nitelikli insanlar, beni şimdiden gayet iyi anladılar.

Şimdi, elimizde kullamamız gereken, çok ciddi bir silah var, tüm olanlara karşı çıkabilmek adına. Ancak, bu silah maalesef niteliksiz kişilerin elinde ve bizim ona şimdilik yaklaşmamız zor gibi görünüyor. Bu silah, eğitim sistemidir... Öyle sadece çocuklar için değil, yaşını başını almışları da kapsayan bir eğitimden söz ediyorum. İçi -ki ruhuyla birlikte- boşalan insanları nitelikli hale getirmemiz gerekiyor. Liyakat sahibi olmanın yanlış bir şey değil, Niteliksiz ve/veya erdemsiz kişilerin çıkarları uğruna niteliksiz kişilere liyakatlar dağıtmalarının yanlış olduğunu öğretmeliyiz.  Kişinin kendini bilmesini, neyi bilmediğini bilmesi gerektiğini öğretmeliyiz.

Elde edilen gelirlerin, varlıkların tek başına doğru bir şey olamayacağını, komşusunun aç yatarken kendisinin tok yatmasının yanlış olacağını öğretmeliyiz. Aç yatan komşunun, kendisinin bir gün, ah, diye düşüp bayıldığında, aman, deyip yardımına koşacağını, dolayısıyle tok yattığı günlerinin ızdırabını çekebileceğini söylemeliyiz. Asıl olanın, hep birlikte insanca yaşamamz gerektiğini, üstüne basa basa öğretmeliyiz...

Ben yazarken yoruldum, tüm bu naçizane önerilerimi uygularken ne hal alacağımızı da tahmin edemiyorum.

Hepimize kolay gelsin öyleyse...

7 Mart 2015 Cumartesi

Sırıklara yakışır başın...

Bakın ben size tarihten, bilimden değil, gönlümden, hislerimden bahsediyorum... Gönlümden geçenleri, hissettiklerimi anlatıyorum. Tarih değişir, değiştirirler; gönlümden geçenler değişmez benim. Sen, ben değişiriz, değiştirirler bizi; üstümüz değişir, başımız, yolumuz, yediğimiz, içtiğimiz, sevdiklerimiz, gezdiğimiz yerler, cebimizdeki para, varlıklarımız... Değiştiremez ama gönlümüzden geçen en kutsal doğruyu, var oluşumuzdaki gerçekliği, tüm bu değişiklikler... Değiştirmemeli!.. Acı çekerken, anne, dediğimizdeki muhtaçlık, çocuk tarafımız; baba, dediklerinde aklımıza gelen otoriteye saygıyla karışık korku dolu titreyişimiz; evlat sesini işittiğimizde, olmaz, derken bile, nasıl ederim de yaparım, diye düşünüşümüz, değişmez...


Sen, siyahlar, kuru ağaç kabuğu dokusu rengindeki kişi; ben, beyazlar, buğdaya çalan, kimi zaman kardelenin başı kadar açık renklere bürünen kişi... Biz, esasen biz doğa'nın, doğuranlarımızla doğurtanlarımızın bile bilmediği renklerle donatılmış kişiler değil miyiz? Biz, tepemizdeki güneşi, ayı ve yıldızları, hem gören, hem de hissedebilenler değil miyiz? Biz, üstüne bastığımız, öldüğümüzde gömdükleri topraklarda yetiştirdiklerimizle doyanlar değil miyiz? Bir tohum, güneş ve bir avuç su ile ömür sürdürebilenlerden değil miydik? Değil miydik -ki biz hep birlikte- sabana yüklenip çeken, hasatı kaldırmak için ekinleri biçen? Değil miydik biz, ateşin etrafında dans eden, ağaçlara vurup ses eden, dumanı ötelere gönderip, hadi siz de gelin, diyen?..

Aynı renkteki, hep aynı yerdeki kalplerinden vurulup öldürülen; kötüye tamah eden, ötekilerden aşırıp tüketen, aşırırken öldürebilen; kimi zaman aşını değil, başını isteyen, o güzel, kesik başını sırıklara diken, kıskanç, fenaların fenası da biz değil miydik, ey insanoğlu?

İnsan; Adem'den olan, Havva'dan doğan, bir hayvan!.. Yaradanı keşfetmişsin, ne güzel. Kitap indirmiş, demişsin, ne güzel. Oku, demiş, okumamışsın; sev, demiş, sevmemişsin; ver, demiş, vermemişsin; gör, demiş, görememişsin; gel, demiş, gelmemişsin... Sen tok yatmış, el aç, kime ne?! Kızdık, sövdük, kınadık, sana ne?! Yaradan bilir, o hep iyisini bilir, dedik, eh! emin miyiz ki bize ne?! Akıl vermemiş mi yaradan bize? Ne işe yarar demedin mi hiç? Dedin elbet. Öğrendin aklın işleyişini. Meylettin ama kötülüğe; yaşamı yüklenirken biz, kan ter içerisinde, sen yan gelip yatmayı bildin, sırıklara o güzel başları dizdin. Fenaların fenası, insanın en hayvan olanı sendin. Ne istedin, aklını yaşamı sürdürebilmekten başka kullanmak istemeyenlerden? Ne istedin, seni tanrı misafiri edenlerden? Hak, o sabanı senin başına çalanın başını ezmek miydi, gücünle -ki aklını kötülükle çalıştırıp tüfeği icat ederek, sabrı taştığında Ademoğlunun? Başını ezmeliydiler, hıncıyla Ademoğlu...  Ezilecek! Kesilecek belki milyon baş bu uğurda, kötülüğe meyletmişleri silip süpürmeyi iş edinecekler. Hadi şimdi başını sev, son kez okşa, iyi bak ona... Sırıklara yakışır başın!..

27 Haziran 2014 Cuma

Karıncalarla Dans

Karıncaların neredeyse beş adımda bir yol yaptığı, yiyecek aradığı  -ki kısa da olsa bana göre uzun bir yola ev sahipliği eden, yolun sağındaki kaldırımdan yürümek işkence gibi geliyordu bana. Karıncaları ezmemek için adeta dans edercesine, beş adımda bir ritmik adımlar atmak için yola bile bakmaya ihtiyaç duymuyordum artık; bacaklarım nerede nasıl adım atacağını öğrenmişti. Gerek sabah işe giderken, gerekse de akşam eve dönerken, bu kısa yolda yaptığım atraksionlardan bunaldığımda, kendimi kaldırımdan aşağı, arabaların geçtiği yolda yürürken buluyordum. Hiç değilse karıncaları ezmek gibi bir korkumda olmuyordu. Ancak, arabalardan biri gelip de bana arkadan çarpacak hissi ile yine kendimi kaldırımda buluyordum. Velhasıl, en az katliamla evime ya da işime varmanın mutluluğu ile kaldırımın son taşından aşağıya indiğimde, kendimi çok mutlu hissediyordum. Geldim, diyordum, artık gitmek istediğim yere geldim, yol bitti, diye düşünüyordum...

Fi tarihinde izlediğim bir belgeselden kalma bir takıntı bu: Karıncaları dahi ezmeden yürümek, yolda ve yürünebilen herhangi bir yerde. Belgeselde, bir keşiş, aldığı eğitim ve düsturu gereği, attığı her adımı, ama her adımı dikkatlice atıyordu. On metreyi belki on dakikada alıyordu. Belli ki bizim değişimizle, yaradılanı, yaratandan ötürü saydığından olacak, hiç bir ölüme sebebiyet vermeden yürümeyi bir tavır edinmişti. Ne güzel...

Çocukken çok can aldım: Solucanlar, kurbağalar, kertenkeleler, kuşlar, balıklar... Şimdi al birinin canını deseler, vallahi yapamam; hadi mecbur kaldım, elzem bir durum olsa, çok zorlanırım. Bile bile, göz göre göre bir canlının hayatına son veremiyorum artık. Karıncalarla dansı işte bu yüzden yapıyorum... Çok tiksindiğim karafatmaları öldürmesi için bile eski eşimden az yardım dilenmemiştim. Tiksinçliği ayrı, bir de öldürülmesi ayrı sıkıntı yaratıyordu bende, karafatmaların.

Bunları şunun için anlatıyorum; insanlığı, doğrusu tüm canlılara mutlak saygıyı, katliamlar yaparak, hatalarımdan ders alarak ulaştım. Artık elimin kızıllığı geçti; uslandım, akıllandım; Allah affetsin beni...

Televizyon pek seyretmediğimi daha önceki yazılarımdan okuyanlar bilir. Eğer televizyon izlersem, hele ki haberleri, yaşanan insan katliamlarına aşina olacağım, ve insanlığımdan uzaklaşacağım. Bu, sosyal medyalarda da oluyor maalesef. Kelleler ile top oynayan vahşi insanların görüntüsü mesela... Tam uslanmışken, hidayete varmışken, yine insanlığa uzak, duyarsız biri olmak istemiyorum. Ama oysa, ayarlı medya, bizleri insanlıktan uzaklaştırmak, sadece BEN var diyebilmemiz için adeta hipnoz ediyor bizleri. BEN varım, SEN yoksun. Dünya BEN'im, SEN'in değil... SEN kötüsün, SEN zarar verebilirsin. SEN arkamdan tavayla BEN'i öldürebilirsin. Komşumsan BANA ne?! Açsan kime ne?!

Dünya tarihi yazının icadıyla başlıyor denilse de, yazının icadından çok daha milyonlarca yıl önce başladığını da biliyoruz artık. Bilinen tarihte, yapılan katliamları, kesilen kelleleri, ölenleri, öldürenleri okuduk, izledik veya dinledik. Biliyoruz... Uslanan var mı peki?! Dünya canlılarından, özellikle kastım, insan türünden, insan kavminden uslanan var mı?.. Hâlâ devam ediyoruz değil mi? Asıyor, kesiyor, eziyoruz...

Hiç olmadığı kadar vahşi bir hükümet ile karşı karşıyayız. Öyle ki, katliamlara, ölümlere isimler takıyorlar: Fıtratlarında var, kader bu, vb... Ölüm ile dans ediyorlar; kravatları boyunlarında, türbanları başlarında... Allah, diyorlar bir de, Allah, Allah diye diye bilerek isteyerek, göz göre göre kan akıtıyorlar, akıtılan kanlara göz yumuyorlar. Uslanmamış, azmış kavmin torunlarıyız diyorlar adeta, yaptıklarını duydukça, okudukça... Onlar uslanmadı, devam ediyorlar; bizler de uslanmadık, devam ediyoruz seçmeye veya sessizce beklemeye hâlâ. Allah rızası için diyorum, ya onlar uslansın ilk, ya da sessizce katliamlara göz yuman bizler uslanalım ilk. Uslanmaya zorlayalım, olmadı katliam yapalım uslanmayan eli kızıllara, son kez olsun dünya için, insanlardan insanlara ders olsun. Biliriz değil mi, uslanmayanın hakkı kötektir; ya onlara ya bize...

Murat Dicle
27.06.2014

25 Mayıs 2014 Pazar

Palyaçoların Hayatı

Öyle hikayeler dinledim ki, kendi derdim dediğim şeyleri unuttum gittim... Konuşmak gerçekten insanları rahatlatıyor. Hele ki, hiç tanımadığınız birileriyle sohbet etmek daha etkili oluyor. Aslında başımıza gelen ani olaylar, hiç beklenmedik gelişmeler, bizlerin çocukken TV de veya sinemada izlediğimiz filmlerdeki "hadi canım, olmaz böyle bir şey" dediklerimizden daha başka bir şey değil.

Bizler büyüdüğümüz için daha çok şeyin farkına varır olduk. Büyüdükçe, gençlikte cesurca aldığımız kararların pişmanlığını yaşar olduk. Alınan toy kararların bu güne sızı vermesi bundan sanırım. Herkesin illa böyle anları olmuştur. Benim hayatımda neler olduğu değil, daha çok, "bize neler oluyor böyle?" diye başlamalıyız düşünmeye...

Evet bize neler oluyor?


Toplum yıkılma sürecinin ortasında sanki. Beklentiler yüksek, elde edilenler beklentileri karşılamıyor. Hani Palyaço'yu düşünün: Boya, onun yüzünü güleç gösteriyor, ancak altındaki hüznü kim bilebilir. Bizlerde hep böyle dolaşır olduk, değil mi?

Ve para, sadece sorunların üstünü örter oldu...


Yukarıdaki satırları 2011 senesinin ortalarında yazmıştım. Bugün biri, bu eski yazımı Facebook'ta beğenince, tekrardan okumama vesile oldu. 2011'lerde oldukça asosyal ve oldukça apolitik biriydim. Yeni boşanmıştım, bir sene öncesinde başlayan ve devam eden bir berekesizlikhepbenimleberaber inancı taşımaktaydım. Sağlığım pek iyi değildi, 125kg olmuştum; saçlarım upuzun ve hiç olmadığı kadar uzattığım sakalım vardı... Velhasıl pek de sağlıklı düşünecek durumda da değildim. Ancak tek bir sabit düşüncem vardı: Para her şeydir...

Evliliğin bitmesi, arkadaşlıkların bir bir yitirilmesi, yeni sevgililerin olamaması, anneyi memnun edememek... İnsanın boyu bile daha kısa görünüyor, parasız olduğunda!.. Hepsi paraya bağlı idi. Paraya bağımlı yaşamak, benim gibi, parayı sadece araç olarak kullanan biri için bile oldukça alçakça görünmekteydi. Maskesizdim, makyajsız bir palyaço gibiydim, paraya tamah edenlerin gözlerinde... Mutsuzdum, para ile mutluluğu yakalamışların, parasız olduğum için beni yerip eziyor olmalarından... Güçlüydüm aslında, parasız da mutlu olabiliyordum icabında: Bir şişe su ile saatlerce kızımla gezip keyif aldığım anları hatırlamak bile büyük mutluluk veriyordu bana. Ben, maskesiz, makyajsız bir palyaço...

Oysa, palyaço değil, bir seyirciydim... 1980'lerden itibaren, makyaj(!) için en iyi malzemeler ülkeye girer oldu. Suretimizi boyayarak, bir çok suretler ürettik kendimiz için, daha çok mutlu görünelim diye... Yeni farklı ayakkabılar, yeni farklı elbiseler, yeni farklı kilotlar, çoraplar, kokular, şapkalar, eldivenler, tişörtler, pantolonlar, yiyecekler, içecekler, arabalar, makyaj malzemeleri, saç modelleri, sakallar, bıyıklar, koca memeler, düz karınlar, kalkık popolar, gergin yüzler, şişkin dudaklar, renkli renkli gözler, bembeyaz dişler, ince kaşlar... Boyandıkça boyandık... Parası olan çok daha iyi boyandı, olmayan borç aldı boyandı, borç alamayan, çaldı da boyandı, icabında kendini sattı da boyandı. Öldürüp de boyananlar olmadı mı? Satanlar çoğaldı... Alıp satanlar, vererek satanlar, çalıp satanlar, doğdukları yeri satanlar, arkadaşlarını satanlar, ülkeyi satanlar, karısını satanlar, çocuğunu satanlar, bahçesini, evini, eski kürkünü, bileziklerini, ciğerlerini satanlar... Boyanma merakı ve arzusu, çoğalttıkça çoğalttı satıcıların sayısını. Satmamak anormal bir durum oldu. Boyanarak mutlu gibi görünen Palyaçolar öyle çoğaldı ki, öyle normalleşti ki, boyasız veya tam boyanamamışlara palyaço gibi güler oldular... Çok komiksiniz Palyaçolar!..

Ve böylece, paranın, sorunların üstünü örten, amaç edinilesi bir araç olduğu kanıksandı. Uğrunda, ülkemde onun için ulvi(!) bir mücadele başladı; halk kitleleri kandırıldı, onun için, ondan daha çok elde etmek için, nice insanlar göçük altında kaldı, öldü ve öldürüldü; kurşunla, taşla, sopayla; balkondan aşağıya, emniyetin, karakolun penceresinden aşağıya atılarak öldüler, öldürüldüler; hep daha fazlasını elde etmek için, yan çizdiler, döndüler, görmediler, demediler, duymamazlığa geldiler... Hep, ondan daha fazlasına sahip olmak içindi tüm bunlar... Hep, haftasonu bir duble rakı için, tüm bunlar yaşanmıyormuş gibi yapılarak geçirildi günler... Sosyal medyalarda günah çıkartıldı: en hümanisti, en mevlanacısı, en nazımcısı, en atatürkçüsü, en müslümanı, en güzel cuma günü kutlamacısı, en dindarı, en insancılı, en çok kedi-köpek severi türedi... Bir yandan günah çıkartırken sosyal medyalarda, bir yandan da aynanın karşısında gece için süsleniyor, dudağımızın kenarındaki kanı siliyorduk, kurbanımızdan kalan son delili... Daha fazla para demek, daha güzel boyanmak demekti. Boyandıkça, oldukça mutlu göründük. Hayatın erdemi, OM değil, PARA idi artık... Vahşi Palyaçolar sizi, çok komiksiniz!..

OM...


1997-98 senelerinde piyasaya yeni çıkmış bir ürün vardı, bir muhasebe programı. Bu ürünün bayiliğini almam için, büromun bulunduğu handaki bir muhasebeci benimle irtibata geçti. Programın bayiliğini alırsam, şöyle iyi ederdimişim, böyle iyi ederdimişim... Evet, güzel tasarlanmış, akıllı bir üründü -ki bir yazılımcı olarak bunu görebiliyordum. Fakat, benim daha çok OM kelimesi dikkatimi çekmişti. Firmanın adı OM idi. Ürünün üreticisi sıfatını taşıyan bir kişi bana OM kelimesinin hikayesini anlattı, yalan yanlış aklımda kalanlar şöyle (kısa tutacağım):

Uzakdoğuda (ki hep böyle olur ya) bir bilge, hayatın anlamını anlatır dururmuş insanlara. Sayfalarca, binlerce sayfa tutan bilgiler verirmiş insanlara. Bu bilgiler, kulaktan kulağa, kalemden kaleme, anlatıla gelmiş durmuş. Öyle bir gün gelmiş ki, o binlerce sayfalık, hayatın anlamını anlatan yazı, sadece, OM, olarak yazılır ve söylenir olmuş. OM, denildiğinde, işte o binlerce sayfalık hayatın anlamı akla gelir olmuş hep. Bu iki harflik kelime, OM, hayatı içinde gizlemiş...

Bugün hayat, harfleri "OM"dan çok, ama yine de binlerce sayfadan kısa bir kelimenin içine gizlenmiş: PARA...

Yaşanmış bir kelime değil PARA, OM gibi; üretilmiş bir kelime bu!.. Yapay, insana, doğaya uyumlu olmayan bir şey bu. ŞEY ile ŞEYLER almaya yarayan, ŞEYLERLE mutlu olunan, mutlu gibi, güzelmiş gibi görünmeye yarayan bir ŞEY'in adıdır PARA... HİÇBİR ŞEY olmak ile HER ŞEY olmak arasında ince bir çizgisi olan bir şey, bu para...

Düşünün ki, BİLGİ'den bile değersiz icabında. Kol kaslarınızdan da...

Düşünün ki, 12 şiddetinde deprem olmuş; barajlar yıkılmış, yollar ayrılmış, binalar un ufak olmuş, milyonlarca insan ölmüş... Üretim durmuş, fabrikalar kapanmış... Elektrik yok, su yok, telefon çalışmıyor, ancak bol bol paranız var... Para, bir HİÇ olmak ile HER ŞEY olmak arasında tam da burada, bu anda ifade edilebilir: Kıçınızı silersiniz artık o kağıt parçasıyla!.. Düştü mü maskeleriniz, aktı mı boyalarınız?!

Çırılçıplaksınız... Bir hiçsiniz... Cahilsiniz... Paranız olamasaydı şayet!..

Ben ne anlattım şimdi bu satırlarda?! Belki her şeyi, belki de hiçbir şeyi... Sadece kendime not düştüm, çocuğuma ve sevdiğim kadına... Tesadüf olur ya, okuyor olursanız, not edin bu satırları, anlatın eşe dosta...

Para değil, bilgi erkiniz olsun; emekli olmak için değil, mutlu ölmek için çalışın, yeter, kâfi miktarda... Dandik bir evin sahibi olmak için 20 sene köpekler gibi çalışmayın; 20 sene en güzel evde kirada oturup, mutlu ölün ve ardınızda mutlu yüzler bırakın: Ne mutlu insandı ama, desinler, köpeğin tekiydi, diyemesinler...

Murat Dicle
25.05.2014












21 Nisan 2014 Pazartesi

Edebi olmuşuz biz...

Büyük derbi öncesi günlerce atışmalar yapıldı: O mu kazanacak bu mu kazanacak denildi, duruldu. Ve sonra maç başladı, büyük bir sessizlik ortalığı kapladı. Maç esnasında kimse sesini çıkartmadı, çıkartması da yasaktı. Maç skoru belirlenmek üzereydi ki, gözler hakeme dikildi. Bir harketlenme bir mırıldanmadır gitti. Nihayetinde maç bitti. Maçın skorundan memnun olanlar, zaten kazanacaklarına emin olanlardı; skora itiraz edenler de, ulan bunlar yine hileyle, hurdayla sakın kazanmasınlar, diyenlerdi. Hilesiyle, hurdasıyla, hakkıyla, ve tüm haksızlıklarıyla maç bitti. Skorlar resmileşti. Şikayetler alındı, alınmış gibi yapıldı. Hak, yolunu bulacaktır, diye bekleşmeler de başladı. Bekleye dursunlar...

İstanbul'a indim bugün. Olanca gürültüsü patırtısıyla aynı gibi görünüyordu. Bunaltıcıydı, otobüsler, metrobüsler, metrolar... Ter bastı yine her zamanki gibi beni. Basık basıktı her yer, her şey... Bildiğiniz İstanbul'du işte! Hiç mi fark göremedim? Elbette fark vardı. Maçtan sonra evlerine dağılan futbolseverler gibiydi insanlar. Yürürken ağızlarından skorla ilgili, maçla ilgili bir müddet söylemler olsa da, kafalarda hep, ev kirası, elektrip, su, doğal gaz, çocuklar, eşler ve ödenmesi gereken yığınla şey vardı... Zaten ben de bir borç meselesi için dönmüştüm İstanbul'a, hiç hesapta yokken. İstanbul'da doğdum, büyüm ve neredeyse hiç çıkmadım... Yeni yerleştiğim şehirden, İstanbul'a bu gelişimde, çok sıkıldım, çok bunaldım, her zamankinden de fazla. Neyse ki bir yoldaşım vardı, can dostum eşlik etti bana, ta ki tekrar İstanbul'dan ayrılana kadar. Sağolasın dostum...

Milyon tane insanın, milyon tane derdiyle dönen bu İstanbul'un, patırtısı da gürültüsü de, hep bu düşüncelerin yoğunluğundandı. Önceden planlanmış gibi bir oraya, bir buraya giden insanların, düzenli birer yaşantısı olduğu düşünülebilir. İmrenilebilir hatta, TV'deki dizilere öykünerek. Yok ama öyle değil işte! İstanbul, seni, beni, bizleri içine alan bir anafordan başka bir şey değil. Asla senin planına göre hareket etmez. O, seni dilediği gibi döndürür durur. Sen, döndüm geldim evime, desen de, inanma. Seni evine getiren de, işine götüren de İstanbul'un hengamesinden başka bir şey değildi. 

Yabancılar dolmuş İstanbul'a. Minicik, şeker mi şeker çocuklar dolaşır olmuş. Dilenir olmuşlar... Can dostum (aramızda kalsın sevdiğim) yolda gördüğü bu şeker çocuklardan birini ne güzel sevip, okşamıştı. Yine bir çocuk sevindirmişti işte... Bu yeni gelen yabancılardan, fuhuş yapanı da varmış. Yollarda saat satan, sabah işlerine giden zenciler (aşağılamadım, biz böyle bildik ya hep, ve hep böyle tabir ettik) de varmış. "Mış" değil! Var, var...

Onlara, onlardan başka fayda da yokmuş meğer. Gördüm çünkü bu sabah. Bir TV dizisinde, iki FBI ajanının elindeki çantayı sezdirmeden değiştirmesi gibi bir sahneye şahit oldum. Güzel, sağlıklı zenci bir kız, hızlı adımlarla yürüyerek geliyordu benim olduğum yöne doğru. Önümde dilenen, karı, koca ve bir minik şeker çocuk vardı. Kız, hızla elindeki poşeti, çaktırmadan, dilenen adama verdi. Ve ne sağa, ne sola bile bakmadan, doğruca yoluna devam etti, yarım saniye bile duraksamadan... Poşeti alan, sanki bu durumla sürekli karşılaşırcasına, poşetin içine bile bakmadan, yavaş adımlarla yürmesine devam etti. Bir şeyler mırıldandı karısına ancak anlamadım. O bakmadı poşete ama ben baktım. Belliydi zaten içeriği: Yiyecek!..

Ben bu yazıyı yazarken niye konu İstanbul'a geldi, bilemedim şimdi. Yoksa, özledim mi ne?

Ölenleri, öldürenleri, kıs kıs gülenleri, hak yiyenleri, vatan hainlerini, halk düşmanlarını anlatacaktım, bir bir... Bağıranları, çağıranları, olmaz böyle şey, diyenleri anlatacaktım, hep. Adalet yerini bulacak, diyenleri anlatacaktım. Sosyal medya kahramanlarını anlatacaktım. Ama gelin görün ki, konu İstanbul'a geldi. Edebi bir hal aldı birden bire, bu yazı. Aslında, sadece bu yazı değil, son 12-13 senede olmadık acılarla yüz yüze gelmiş tüm ülke halkında da bir edebilik var gibi. Sosyal medyalarda olabildiğince şiirler, şarkılar paylaşılır oldu. Sanki her şey güllük, gülistanlıkmış gibi, kendimizi şiire, gazele vermişiz. Boşlamışız be...

Bitmişiz biz!..
Müstahak mı ne bize?!

12 Mart 2014 Çarşamba

Ekmek taş olur bazen...

Bir çocuk taş da atar, tükürür de, bu öldürenin mazereti olamaz; dedik ya çocuktur diye... Kafası yarıla yarıla büyütülen bir kısım neslin, bugün, dün veya gelecekte, hakkını aradığı için öldürülenlere, oh olsun, demelerini de yadırgamamak gerek. Onlar kin, nefret ve vicdansızlıkla büyütülmüşler. Şimdi sizler ne deseniz deyin, onlar için boş laftan öteye geçmeyecektir. Yarın seçim olsun yine aynı partiye oy verecekler, yarın aynı yanlışı yine yapacaklar, yine sadece bu dünyada kendilerinin yaşadığını ve insanların sadece kendileri için var olduğunu düşünecekler. Allah'a yakaracaklar, yetimin hakkını bir yandan yalayıp yutacaklar, öldürecekler, ölenlere, oh olsun, diyecekler. Değişmeyecek yani bunlar. Zor...

Peki ne yapmalı?
Biz tüm bunlara katlanmayı başarmalı, onların bir yandan doğal yollardan ölmesini beklerken, bir yandan da yeni, yepyeni bir nesil yetiştirmeliyiz. Bu yeni neslin yetiştilmesinin önüne geçenlerin önüne geçerek, dur, demesini bilmeliyiz. Savaş, bu bahsettiğimiz kişilere karşı değil, sisteme, bu tip düşüncelere sahip kişilerin üretimini sağlayanlara karşı olmalıdır; algı gücü yükek, hümanist ve akıllı bireylerin yetişmesinin önüne geçenlere karşı olmalıdır bu savaş.

Yitirilenler için ağıt yakmaktan başka yapılacak hiçbir şey yok belki şuanda; ancak hiçbir ağıt da yitirilenleri geri getirmeyecektir, biliyoruz değil mi bunu da?!

Hadi şimdi çocuklarımızı karşımıza alalım -kin, nefret gibi duyguları aşılamadan- aklın yoluyla geleceklerini, yaşayacakları bu ülkeyi nasıl tasarlayabilecekleri doğrultusunda nasihatlar verelim. Ancak öncesinde, bu nasihatlara sıkı sıkıya bizler sarılalım -ki çocuklarımız da inansınlar tüm anlatılanlara.

Tümün hayrına olması adına yapılan eylemlerde yaşamını yitirenlere Allah'tan rahmet diliyorum.

Murat Dicle

10 Ocak 2014 Cuma

Nazik, pek nazikçe...

Nezaketimizden ödün vermek istemesek de,
Şahit olduğumuz bu aymazlıklara,
Nazik sözler söylemekte zorlanır olduk,
Yediden yetmişe…
Nezaketimizin sınırlarını,
Her türlü ahlaklızlığa karşı koruma içgüdüsüyle;
Yeni yepyeni lügatlardan
Ve jargonlardan,
Derin küfürler türetir olduk;
Hâlâ nazik ve kibar kalalım diye.
Dokunsun istedik sözlerimiz onlara,
Nazikçe dürtsün istedik bu ahlaksızlara.
Oysa,
Ne konuştuğumuz bu dilden,
Ne de dilimizden türeyen
Bambaşka lügatlardan da anlamadı,
Ahlaksızların, aymazların imamları.
Bir tükürüğümüz kaldı geriye,
Hani şu terbiyesizlere,
Sırf belki anlarlar diye;
Oysa hediye kabul ederler,
Yüzsüzlüklerinden aşağı kayarken,
Çok eğlenirler…
Varsın bize artık küfürbaz desinler!
Ahlaksız desinler…
Ahlaksızlığımız yüceltsin bizi;
Aymazların ahlaksızlığına,
Sürünün imamlarına,
Her küfredişimiz.
Lanet olsun onlara her sövgümüz;
Bakın,
Övgümüz olacak her küfrümüz,
Büyüyorken çocuklarımız.
Dönmesin bu laflar geri;
İncineni incitmesin,
Tâ ki yüreklerine işletsin,
Kendini imam sanan bu terbiyesizlerin!
İşte budur Tanrı’dan,
Ahlaksız imamlar için tek isteğim…
Murat Dicle

5 Ocak 2014 Pazar

Victor Hugo'nun gözüyle: Direniş

Victor Hugo'nun ünlü eseri Sefiller'in ikinci cildindeki (İletişim Yayınlarından toplam iki ciltlik bir eserdir. Sefiller Cilt II. syf.265) 5 Haziran 1832 başlıklı kısmını bir yandan okurken, bir yandan da ülkemizin bugünkü durumunu sık sık düşünmeye başladım. Yazılanların ülkemizle benzerliğini, yakın zamanda ve şu sıra yaşanan olayların bir izahını okur gibi oldum. Ülkemizde halkın hükümete karşı başlatığı (pasif) ayaklanmanın -ki bu ihtilale kadar gidebilir; gerekçeleri, gidişatı, medyanın ve diğer aydınların düşüncelerini gayet güzel anlatmakta olduğunu gördüm. Dolayısıyla bu bölümü (önemli kısımlarını) sizinle paylaşmak istedim. Araya kendi yorumlarımı da -farklı bir renkte- ekleyeceğim. Okuyup, paylaşmanız dileğimle...
Murat Dicle
Yeryüzünde yasalar, gelenekler aracılığıyla uygarlık içinde yapay cehennemler yaratan, ilahi yazgıyı uğursuz insanlar aracılığıyla karıştıran bir toplum lanetlemesi oldukça; çağımızın üç temel sorunu, erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşkünleşmesi, çocuğun cehalet yüzünden yeteneklerini geliştirememesi sorunları çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir açıdan yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır. (Upton Sinclair; Sefiller romanına istinaden yazdığı önsözden alınmıştır.)

23 Aralık 2013 Pazartesi

Kardeşimsin!

Ana dilin ne olursa olsun, nereden geliyor olursan ol, yaşa bu ülkede. Sana Türk diyecekler, desinler. Yadırgama bu ismi. Gücünü hisset ve bir şemsiye gibi tepende dursun, yağmurlardan, nağmertlerden, kan emicilerden korusun seni. Gücün olsun bu isim; utanma, bu adın, adın ile anılmasından. Yok etmeyecek bu isim senin geldiğin yeri, doğduğun yeri, ananı, babanı hiçe saydırmayacak, seni geleceğe taşıyacak bir isim bu. Bir marka, bir ulus simgesinin sesidir bu: Türk…
Türk olmaktan korkma, Ne mutlu Türk’üm, diyenden de… İşte bunlar halk! Senin halkın, bizim birlikte oluşturduğumuz, yüce Türk halkı bu. Senin, benim, yani hepimizin adıdır bu: Türk halkı…
Ama kork! Cahilden kork, seni yöneten çıkarcılardan kork, seninleymiş gibi olan vatan hainlerinden kork, seni, benden ayırandan kork. Kardeşimsin, kardeşiz seninle bu aynı isim altında, aynı şemsiyenin altında yaşıyoruz bu topraklarda…
Bu ismin sana, bana ve o hainlere verdiği özgürlük ile seni benden ayırmaya çalışanların, seni ve beni sonsuza dek ayırmaya çalışmalarının farkında değil misin, kardeşim? Seninle biz, kolkola aynı parkta direnmedik mi, akıtmadılar mı kanımızı aynı çimenlerin üstüne? Kırmızı, kıpkırmızı, bayrağımız gibi, o sıvının her yere sıçrayışını nasıl unutabilirsin? Unutturmalarına nasıl müsade edebiliriz?
Kardeşim! Sen beni, senden ayrı gör, tamam. Peki düşersem yere, aman dilersem, ah bir yardım desem, koşmayacak mısın sen yine? Israrla, sen benden ayrısın, diyebilecek misin? Kabul etmeyecek misin bu topraklarada yaşadığımızı, hep birlikte? Bak, duvarlar örüyorlar etrafımıza, salıyorlar, atıyorlar ateşin ortasına sizi; sen onlardan değilsin, diyorlar, oysa senin ve benim verdiğim paralarla doymuyor mu bu domuzlar? Niye nifak sokuyorlar? Birlikte bir halk olarak yaşamamızdan niye korkuyorlar?
Kardeşiz biz, uyma onlara, daha nice halaylar çekeceğiz hep birlikte bu topraklarda! Ağıtlar yakacağız daha, geçmişte bu topraklarda ölen insanlara. Lanet okuyacağız hep birlikte, kan emici emperyalist güçlere. Üstlerine yürüyeceğiz, hesap soracağız, korkutacağız onları: Halkız biz, Türk halkıyız, diyeceğiz inadına, bizleri birbirimizden ayıran, hümanist olmayanlara…

Murat Dicle
21.12.2013
normatif.com

20 Aralık 2013 Cuma

Rıza üretimi

Somali, Afrikada bir ülke. Örnek olsun diye Somali’yi veriyorum. 10 milyon hektarlık ekilebilir alanı var, hayvancılık için oldukça zengin ve Afrika kıtasında, okayanusa en uzun sahili olan bir ülke Somali. Ve tüm bunlara rağmen Somali açlıkla savaşıyor. Sadece Türkiye’den değil, dünyanın bir çok ülkesinden yardımlarla karınlarını doyuruyorlar. Somali’de balık alamak günah, halkın kıyı şeridine geçmesi (yerleşim bölgesi olarak) yasak… Akıl almıyor değil mi? Nasıl olur da açlık çekebilirler? Yeni Dünya Düzeni işte böyle birşey. Mantalite şu: Gerektiğinde din, gerektiğinde de politika ile bir ülkeyi batırmak, yok etmektir. Peki ne için yapılabilir böyle bir şey? Elbette dünya nüfusunu azaltmak ve ilgili toprakları daha elit ülkeler/tabakalar için sömürmek adına. Yeri gelmişken söyleyeyim, Türkiye olarak, Somali’ye 500 milyon TL’lik bir yardım yapılmıştır. Bu para halkın katkısıyla toplanmış ve bu parayla Türkiye’deki firmalardan satın alınan ürünler, Somali’ye gönderilmiştir. Hiç sormadık, hangi firmalardan alındı bu ürünler? Allah bilir ya, Somali’ye yardım adı altında yapılan bu girişimler, yardım eden ülke halklarını sömürmenin bir başka yöntemi de olabilir. Bir halk, bir başka halkı yaşatmak için maddi olarak sömürülmeyi göze alıyor…

Günümüzde genel olarak sistem, kanca atılan bir ülkeyi borçlandırmak ve yönetimi kukla haline getirmekle başlıyor. Daha sonra milliyetçilik fikrini ülkeden silmek adına, ülke içinde gerek mezhep gerekse de ırkçılık gibi fitneler sokuluyor. Tam bu noktada ülkemizde yaşananları göz önüne getiriniz. Banu Avar‘ın Böl ve Yut adlı kitabını mutlaka okuyunuz, hâlâ okumayanlarnız varsa tabii. Ha bu arada, Yeni Dünya Düzeni, bir komplo teorisi olarak anılıyor olsa da, dünya elit ülkeleri politikacılarından bu söylemi işitmişliğimiz vardır.
Seneler önce Hotel Rwanda adlı bir film izledim. 2004 yapımı bir film. Belçika Ruanda‘yı sömürgeleştirmek için, saç, boy, burun veya kulak gibi aptalca farklılıklar savını öne sürerek bir ırk kavgası başlatmıştır. Neticede Hutu ve Tutsi‘ler olarak iki kesim birbirlerini kırmışlardır. Bir milyon (1.000.000) kişi soykırıma uğramıştır. Temiz iş! Bunu Ruanda‘daki halk kendi kendine yapmıştır. 100 gün sürmüş bir soykırımdır bu. Birleşmiş Milletler (BM) falan hikaye… Sömürü örnekleri çoğaltılabilir.
Yeni Dünya Düzeni‘ndeki amaç sadece ülkelerin kaynaklarını sömürmeyi değil, dünya nüfusunu aşağı çekmeyi de hedeflemiştir. Yakın zamanda çıkan Dan Brown‘un Cehennem adlı kitabında bu konu işlenmiştir. Kitap, küresel elitlerin dünya nüfusunu kontrol etmek için bir virüsü yayma girişimini anlatmaktadır. Kitap oldukça önemli bir şeye parmak basıyor. Ve bu gerçekten doğru. Dünya nüfusu, yıllara göre katlanarak artmakta. Malumunuz, insanlar şu haliyle açlık çekmekteler, bir de dünya nüfusu 10-15 milyar olursa neler olacak kim bilir. Roman, bu olguyu size kanıksatıyor. Dünya nüfusunun aşağı çekilme fikrini gizlice size empoze ediyor. Yakın zamanda gösterime giren, Elysium adlı filmi de izlemenizi tavsiye ederim. Bu filmde de kafanızda soru işaretleri olacaktır, Yeni Dünya Düzeni hakkında.
Velhasıl, plan düşündüğümüzden de çok akıllıca devam ediyor; Yeni Dünya Düzeni adı verilen sisteme bile isteye razı olacak gibiyiz. Tüm dünyada yaşananları göz önünde tuttuğumuzda, ırkçılığın, dinciliğin de artık sınırları aştığını ve artık insanların bunlardan irite olduğunu görüyoruz. Dolayısıyle, tek din ve tek millet kavramı insanlarda yer etmeye başladı. Sonraki sorulacak soru şu: Tek din olacaksa, papazı kim olacak ve tek millet olacaksa, başkanı kim olacak?
Murat Dicle
20.12.2013

normatif.com

18 Aralık 2013 Çarşamba

Yetmez ama eyvallah!

Dünden beri bir opereyşındır gidiyor; eminim çekirdek satışları da tavan yapmış durumdadır. Çok heyecanlı günler yaşıyoruz, değil mi? Niye yaşamıyor olalım ki, baksanıza yıkılmayacaklarına güvenenlerin bir bir avlandığını seyrediyoruz. Aslında, av da avcı da aynı ipin ucundan yönetiliyor. Bu, bizler için yeni bir bilgi değil, çocuklar bile biliyor bunu artık. Bugünlerde değil belki, ama ileride, aynı ipin ucunda onları sallanıyorken görmek de mümkün olabilecek. Onlar da bunun farkındalar; çalmaktan vazgeçip güçsüzleşmek yerine, çalıp, daha da güçlü hale gelmeyi hedeflemişler. Ama yetmiyor, yetmiyor…

Cem Uzan vakti zamanında, evinin önündeki havuzun altına büyük bir kasa yaptırmıştı. Çok yaratıcıydı. Eh hali vakti yerindeydi -ki çok cıks bir şeydi o kasa. Fakat AKP’nin evlatları acınacak(!) durumda olacaklar ki onlar da ayakkabı kutularına paralarını saklamışlar… Bankalar dururken, bir insan niye paralarını evinde saklama ihtiyacı duyar ki? Oysa bankalar devlet güvencesindedir. Tamam, tamam, biliyorum; tüm bunları niye böyle yaptıklarını sizler de gayet iyi biliyorsunuz. Belli ki paralar yasal yoldan elde edilmemiş. Hesabı verilemeyecek meblağlar bunlar.
Sadece bir tek evden; Muammer Güler‘in oğlu Barış Güler‘in evinden çıkan paralar şunlar: 320.000 TL, 90.000 USD ve 320.000 EUR; vallahi iyi para!.. Hükümet’in evlatlarını bir bir göz önüne getirirseniz, Barış Güler‘in küçük adam! sınıfından olduğunu anlarsınız. Bu küçük adamlara yapılan opereyşın, bana ufaktan, aklınızı başınıza devşirin, iması gibi geldi. Kime peki? Elbette daha büyük götürenlere. Kimden peki? Daha büyük götürenler kadar götüremediklerini düşünenlerden… Peki ama kim, kim bu ima edenler? Operasyonun başladığı andan itibaren, yanlı olsun, yansız olsun, tüm medyanın işaret ettiği tek isim: The Cemaat
Cemaat!.. Yahu Cemaat kim ki koskoca Türkiye Cumhuriyetine karışabiliyor? Düne kadar hükümetin yanında olan polis ve savcılar bugün birden bire nasıl hükümetin evlatlarına karşı tavır koyabiliyorlar? Cemaat diye adlandırdığımız şeyin, Fethullah Gülen tarafından kurulan bir örgüt! olduğunu da biliyoruz, değil mi? Fazla uzatmayayım, dün başlayan operasyonlarda, bildiğimiz gibi bir adalet yok; AKP ile Cemaat‘in kendi adaletleri gereği bu böyle oldu. Anlayacağınız, birbirlerini yiyorlar; bir nevi filler tepişiyor!.. (Ha bu arada, Fethullah Gülen‘in avukatı Orhan Erdemli, vallahi muhteremin hiç bir alakası yoktur bu işlerle, tadında, Fethullah Gülen adına bir açıklama yapmıştır.) Onlar birbirlerini yiyedursunlar, biz yedik mi peki?! Yemedik! Yiyemedik! Onların camiasından gayri halk aç biilaç… Aklıma bir fotoğraf geldi. Bir şehit babasının fotoğrafı! Baba, bir ayakkabısını öteki ayakkabısıyle kapatıyordu; bırakın kutusunu, ayakkabısı yoktu! Ayakkabısı!..
Oldu ya, Mustafa Kemal Atatürk bugün, şuan dirilse, ilk kimi, kimleri ıslak odunla dövmek isterdi? Ama öyle böyle değil; Allah yarattı demeden… Emin olun, ilk ve tek olarak CHP’nin başındakileri döverdi!.. Beyfendi çıkmış, iktidar ile işbirliği yapabileceklerini, söylüyor. Yoksa, ekonominin daha da kötüye gideceğini de ilave ediyor. Beyfendi! ekonomi kimin ekonomisi ki? Cebimizde kaç kuruş var da bunun ekonomik değerini takip edeceğiz? Zaten çok aç iken, daha fazla nasıl aç olunabilir? Ölmüş biri, daha fazla ne kadar ölebilir ki? Durun bakalım, orda neler oluyor, demek varken, niye ekonomiden bahsediyorsunuz? Çıkarınız nedir beyfendi? Bir kaç ay önce büyük bir markete girdim ve bir kaç parça yiyecek aldım. Kasada ödeme yapmak için sıraya girdim. İyi giyinmiş biri elinde bir adet hazır çorba ile bekliyordu. Sıra kendisine geldi ve ödemeyi kredi kartı ile yapmak istediğini söyledi. Bir buçuk Türk Lirası idi çorba! Aksilik bu ya, kredi kartı işlemi uzadı. Banka ile iletişim olmuyordu bir türlü. Adam sıkıldığından mıdır, utandığından mıdır bilinmez, parmaklarını kasa tezgahında tıkırdatıyordu… Utanmıştı aslında! Kendimden de biliyorum…
Buraya kadar okudunuz, zahmet ettiniz. Evet biliyorum, size bilmediğiniz hiçbir şey yazamadım. Onlar hep yedi, yedi, yedi, yedi… Ancak biz hiç yemedik! Yemeyeceğiz de!.. Sallanırlarken ipin ucunda, çekirdeğimizi çitleteceğiz!..
Murat Dicle
18.12.2013
Normatif.com

13 Aralık 2013 Cuma

O NE?!

O mu ne?
O, "one" diye yazılan,
Kimilerince "Van" diye okunan;
"Van" diye söylenince,
Kimilerince "One" diye anlaşılan...

"One" diye yazılıp,
"Van" diye okunup,
"Bir" diye tercüme edilen;
Sadece "bir" sayı;
Bazen azı, bazen de çok şeyi ifade eden...

O "bir", NE ifade ediyor?
Boş ver!..

Bakın, "bir" ülkede "bir" şehir varmış;
Unutulmuş,
Her yeri depremle yıkılmış!
İnsanlar sokakta kalmış,
Ve "bir" Allah'ın kulu umursamamış.

O şehrin adı NE?
Boş ver!..

O şehrin adı NE olursa olsun;
"One" diye yazılıp,
"Van" diye okunmayandır.
Doğrusu "Van" diye yazılıp,
"İnsanlık nerede?" diye sordurandır...

Şimdi anladın mı O NE?
Anladıysan,
Bari bu sefer boş verme!..

O şehir VAN'dalların elinde;
NE bir evi yıktılar ne de yaktılar;
İnsanlığı üç kuruşa satıp,
Ruhlarını dağladılar!

O NE şimdi, anladın mı?..

"VAN" bu şehrin adı,
Anlamam mı?!


Murat Dicle
http://normatif.com/o-ne.html

11 Aralık 2013 Çarşamba

Arı! bal alacak çiçeği bilir


Dört yıl... Bir de üstüne 277 gün daha ekleyin. Tüm bu geçen zamana; neredeyse babasını tanımadan büyüyen bir çocuk, ergenliğe göz kırpan bir kız çocuğu ve kocasının elini tutmayı özleyen eşini de ekleyin... Hepsini toplarsak ne eder? adaletin(!) çıkarttığı sonuç; PARDON! + 5000 TL... Peki biz halk olarak bu toplamayı nasıl yaparız?! Şimdilik meçhul!

Mustafa Balbay'a isnat edilen suça değil, bu suça dayanarak yürütülen hukuki olaylara ve tahliyesine baktığımızda -ki hukukçuların çoğunun ortak görüşüdür-Balbay'ın ta en başından "tutuksuz" yargılanması gerektiği görüşü ağır basmaktadır. Malumunuzdur, artık siyasi çıkarlar neyi gerektirdiyse, Balbay da bunun ceremesini çekmiştir. Dolayısıyla, ailesi ve sevdikleriyle birlikte, 4 yıl 277 gün haksız yere sıkıntı yaşanmıştır.

Hüküm verilinceye kadar, haksız yere 4 yıl 277 gün "tutuklu" yargılanan Balbay, hükmün çıkartılmasından sonra, 9 Aralık 2013 günü tahliye edilmiştir. AYM tarafından "hükümlü" kabul edilen bir kişi, yine AYM tarafın, Balbay'ın yaptığı kişisel başvuru neticesinde, "tahliye" edilmiştir. Ancak bilinmelidir ki; her beraat bir tahliye olurken, her tahliye bir beraat olamayabiliyor. 34 sene hüküm yemiş birinin, tutuksuz yargılama sürecinin devam etmesi için -ki Balbay'ın hala hukuken temyiz hakkı vardır- tahliye edilmesi de bir hukuksuzluk olarak görülmektedir. Değişik bir koku yayılıyor etrafa; ne pis diyebiliyorum ne de hoş...

Bu "koku" meselesine sanırım, Ahmet Ümit'in, Beyoğlu'nun En Güzel Abisi adlı son kitabından takıldım. Kitapta geçen bir cümle, beni, hem yine! düşündürdü hem de iyi insanlar adına beni endişelendirdi:


"Azrail'e koz vermek istemiyorsan, sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada"


1993 senesinde; siyasi konularda oldukça cahil olduğum o gençlik çağımda, eski patronum bana bir kitap imzalayıp verdi: İngiliz Casusunun İtirafları... Kitap, Hempher adlı bir İngiliz casusunun anılarını içeriyordu. Hâlâ okumayanlarınız varsa, tavsiye ederim. Yüz yirmi sayfalık bu kitabı kısa sürece okudum ve oldukça etkilendim. Bende bir travma yarattı diyebilirim. Artık her şeye şüpheyle bakıyordum. Paranoyak gibi olmuştum. Bu hala devam eden bir durumdur bende: Şüphecilik...

Bu karışık tahliye meselesi, beni oldukça şüphelendirdi. Henüzbüyükaraştırmacıyazargiller familyasından biri olmadığıma göre, derin bir analiz yapamayacağım. Sadece şüphelerimi ve sorularımı dile getireceğim, sizlere.

Mustafa Balbay'ın AKP hükümetinin icraatlarına sıcak bakmadığını biliyoruz. Bir nevi tek başına muhalefet olmuştur kendisi. Sınıfta kalan MHP'den bile daha etkili muhalefet yaptığı söylenebilir. CHP mi? O, artık Yeni CHP... Hükümetin düdüğünüöttüren medyaya maşallah -ki Mustafa Balbay haberinin hiçbir ayrıntısını atlamadan yayımladılar. Hatırlıyoruz ama değil mi? Gezi olaylarında ortalık yıkıldığı halde, oralı bile olmamışlardı. Gezi olayları, hükümet karşıtı bir olaydır. Mustafa Balbay da hükümet karşıtıdır, kaldı ki AKP hükümetini yıkmak için asker ile darbe girişimi planlama suçu isnat edilerek tutuklanıp, hüküm yemiştir. Çelişki var! Medya neden böyle davrandı?!

AKP hükümeti genel olarak: Hayırlı olsun; hukukun verdiği bir karardır! şeklinde yorumlamıştır, Balbay'ın tahliyesini. AKP, kendi seçmenlerine gayet güzel bir"İleri Demokrasi!" örneği vermiş oldu böylece. Oysa daha önceki İleri Demokrasinin hukuku, bu tahliye kararındaki İleri Demokrasi hukukuna hiç benzemiyordu. Niye, n'oldu ki?!

Dershaneler konusuyla daha da ayyuka çıkan, Cemaat ve AKP çatışmasının bir sonucu olduğu söyleniyor, Balbay'ın tahliyesinin. AKPCemaate gol atmıştır. Ayrıca bana göre, hapishanedeki seçilmiş ancak henüz yemin etmemiş Millet Vekilleri için de bir umut olmuştur, bu tahliye. Böylece, AKP mavi boncuk mu dağıtıyor? düşüncesi yer etmeye başlanmıştır. Belki de, efendi olun canımı yiyin, demek istiyordur AKP: BDP'liler gelin bakim şöyle yanı başıma... 

Cemaat tarafındakilerin, peki öyle olsun sen çıkışta görürsün, tadında yorumlar yapması da AKP'nin sayesinde(!) tahliye edilen Balbay'a pek hazmetmediklerini gösteriyor.

- Siz şimdi demokrasiden bahsediyorsunuz ama suçsuz insanları içeri attınız.
- Olur mu öyle şey? Bak, Mustafa Balbay içeriden çıktı. Kararı hukuk verdi.
- Valla mı?
- Valla!.. Peki bize yine oy verecek misin?
- Vermem mi?!

Bu tahliye'den AKP'nin kazancını da irdelemek gerek. 

Son olarak -pek hoşnut olmadığım- aklımdaki bir soruyu soracağım: Mustafa Balbay, hâlâ davasının arkasında mı, yoksa o da mı tâbi oldu? Sanıyorum bu sorunun cevabını bizzat kendisi verecektir; yazacağı yazılar ve sarfedeceği sözleriyle...

"Azrail'e koz vermek istemiyorsan, sevdiklerinin sayısını az tutacaksın bu dünyada"

Murat Dicle
http://normatif.com/ari-bal-alacak-cicegi-bilir.html