deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
deneme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Şubat 2018 Çarşamba

Bunlar hep saykolacıkıl


İnsan tanımlayamadığı, dahası ilk kez yaşadığı duygu/düşünceler karşısında sessizleşir, içine kapanır. Daha güçsüz –hadi biz buna daha duyarlı diyelim– kişiler derin bir psikoza girer. Kendini gerçekliğin içerisinde bulamaz, usu sürekli yanılsamalar üretir. Ruh değildir böyle durumlarda sapıtan, beyindir; usumuz, belleğimiz...

Kişinin entelektüel bakış açısına göre, böylesi durumlarda kişi, bir takım çözümlerin izini sürer. Bilgisizliğin, dahası bilgiye karşı direncin yeğinleştiği kişilerde, çözümden önce sonuç ortaya atılır: “Bana cin musallat oldu”, “Bu Tanrı’dan gelen bir ceza”... Oysa Tanrı, bize ne iyilik yapar ne de kötülük; iyiyi de kötüyü de biz yaratırız.

"Aklı Başında" bir arkadaşa mı danışılmalı?


Aklı başında bir arkadaşa danışma düşüncesinden önce, sizin, kendinizde, o danışmayı düşündüğünüz arkadaşınızın gerçek anlamda “aklı başındalığını” onaylayabilecek bir usa sahip olduğunuzdan kuşku duymamalısınız. Doğrusunu söylemek gerekirse bu bir çıkmazdır...

Gerçek anlamda usu başında, entelektüel kişiliği su götürmez arkadaşınız, sizin ivedilikle yetkin bir doktora gitmenizi önerecektir. Gelgelelim, bu gerçekliği toplumumuzda sık göremeyiz. Psikologdan daha çok, cinciler, hocalar, spiritüal kişiler, astrologlar, muskalar, ay, gökyüzü, dağlar, taşlar, hayvan öldürmeler vb. düşünceler daha uygun görülür.

Bir psikologa gitmenin doğru, ancak “ben deli değilim” düşüncesi içerisinde olanlarımız da var. Kuşkusuz, bu büyük bir yanılgıdır.

Ruhsal ya da kimyasal bir problem var ortada: Beynin, bir nedenle, beklenen biyolojik işleyişini engelleyen kimyasal eksiklikler ya da usun başa çıkamadığı kişisel sorunlardır. Bunlar hem usun kararsız duruma düşmesine hem de bedensel kimyasalların üretiminde aksaklıklara neden olur/olabilir.

Öncelikle sorunu iyi anlamak, iyi irdelemek gerek. Doktor, ister siz olun, ister bir profesyonel olsun, ilk önce sorunun ne olduğu tespit edilmeli; soyut durumdaki sorun somuta indirgenmelidir.

Bendeniz, bu konuların küçük adamı, böylesi durumlarda, sizlerin tıbba güvenmenizi salık veririm. İvedilikle bir psikologa gidin. Buna ek olarak, sorunu, somuta nasıl indirgersiniz ona odaklanın...

Sorunu somuta indirmekle, onu üç boyutuyla inceleyebileceğiniz duruma gelecektir. Böylece nerede yanlış var daha iyi anlayabileceksiniz. Anladığınızda ise sonuca ivedilikle ulaşacaksınız.

Benim koca-karı önerim şu olacak: Bol bol okuyun, sık sık yazın...


Sıkıla sıkıla da olsa kitap (özellikle roman) okuyun. Öyle günümüz yazarlarını değil, klasiklere girmiş yazarların kitaplarını okuyun. Yüz sene, iki yüz sene, dört yüz sene önceye gidin. Günümüz romanlarından uzak durun, çünkü kapitalizm edebiyat dünyasını da değiştirdi. Artık herkes, üç beş kuruşa kitabını bastırabiliyor. İşin ustası olmayanlarca yazılan öyküler sizi büyük bir yanılsama içinde bırakabilir.

Dostoyevski okuyun, inat edin, sıkılsanız da okuyun. Örneğin, ilk başta “Kumarbaz” adlı eserini okuyun. Okuması daha yeğnidir. Böylece Dostoyevski’yle tanışın. Sonra, kesinlikle “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”, “Yeraltından Notlar”, kitaplarını da okuyun. “Öteki” adlı eserini okuyun. Bunları birer ilaç olarak düşünün.
Daha kolay okunabilen, ancak size verdiği çok olan, Maksim Gorki'nin “Çocukluğum”, “Ekmeğimi Kazanırken”, “Benim Üniversitelerim” üçlemesini okuyun.

Ta Kafka'ya kadar gidin; boğulun orada, kaybolun. Neden anlayamıyorum dedikçe başa dönüp tekrar tekrar okuyun.

“Anna Karerina”, “Nana”, “Madam Bovary” okuyun; “Germinal”, “Sefiller”, “Savaş ve Barış”

Okuduğunuz denli de yazın: İyi, güzel, kötü, çirkin...


Yazın; şiir, aforizma, makale, deneme, dahası oturun bir öykü yazın. Bunları paylaşın. Kimse beğenmese de “çok kötü" dese de yazın. Utanmadan yazın…

Bir süre sonra ayrımsayacaksınız; psikolojik sorununuzu somut duruma getirmiş, dahası onu kolayca irdeleyebiliyorsunuz…

Bunlar benim koca-karı düşüncelerimdir. Yaşadıklarımdan yola çıkıp sizin de gereksinim duyacağınızı umarak yazdım.

Sevgiler...
Murat Dicle
28.05.2016

3 Ağustos 2017 Perşembe

Aklına Gelir

Aklına gelir, vaktiyle siktir ettiğin; hani o ittiğin: Tercih ettiğin, seni attığında karanlık bir kuyuya...

M.D.

Sana Kaktüs Yakışır

Sevgi bir çiçek değil midir, sulaman gereken? Öyleyse ne beklersin meyvesini; verdin mi gübresini? Çiçek bile değildi oysa, minicik bir tohumdu. Kalbine eksen, kanınla beslesen, ruhunla gübrelesen açmaz mıydı çiçek tüm ihtişamıyla taç yapraklarını?

Sana kaktüs yakışır; sulamadan, gübrelemeden, öylece güneşin altında günlerce susuz bekleyebilen...

Murat Dicle
02.08.2016

21 Temmuz 2017 Cuma

Piştiğinde insan

"Piştiğinde insan, sesi kesilir, soluğu daha düzenlidir, hareketleri ahenkli, bakışları derindir, hele ki sözleri tam zamanında ve yerindedir; boş değildir pişmiş insanın içi, lezzetlidir."
Murat ;)

Salaklık sevicileri

(Yetersizliklerinden olsa gerek) Kabul edilmek adına, her türlü "toplumsal salaklığı" destekleyen mantık firarileri, dışlanmak pahasına "toplumsal salaklıkları" kabul etmeyenleri, ne güzel küçümserler, değil mi?

Murat Dicle

Hakkaniyet

Çeşmenin başını zapt edip kovasını dolduran küçük adamların, sözlerinin geçer akçe olduğu bu dünyada mı hakkaniyetle sana hakkını teslim edeceklerini sanıyorsun? Ben hiç sanmıyorum! Öylece sigaramı yakmış, pencereden gelip geçenlere bakıyorum sadece...

Murat

Mükemmel(!)

İnsan, insanlık için, yaşam için, dünya için mükemmel olarak doğmamıştır. Belki yaradan için mükemmeldik, ama insan bunu doğar doğmaz bilemezdi ki öğrenmesi gerekirdi. İlk adım attığınız günleri hatırlamazsınız. Sorun ama bir büyüğünüze, sizin ilk adımlarınıza şahit olan birine, hatta dili olsaydı poponuza da sorabilirdiniz; nasılmış? Düşe kalka öğrenmişsiniz değil mi? İşte bu bir örnekti... Mükemmel olmadığınız için utanmayın; mükemmel olmak için çabalamamaktan utanın; ancak bu, mükemmel sandığınız insanların arasında sizin bir hiç olduğunuzu göstermez; ezilmeyiniz altlarında ve asla çabalamaktan vazgeçmeyin...

Öğrenmek adına, soru sormaktan çekinmemize sebep olanlar hakkında

Daha çok Ramazan aylarında görmeye alışık olduğumuz “hocalar,” bü-yük sabırla halkın sorularına cevap vermeleriyle dikkatimizi çekmiştir. Bu hocalar, soru soranı azarlamadan –belki içlerinden gülüyorlardır- mümkün mertebe konuyla alakalı ve dâhil oldukları müessesenin çıkarlarını koruyarak cevap verirler. Birkaç tane de ben uydurayım, bu sorulara örnek:

1.) Tam geldi gelecek derken gelinmezse, yine de abdest bozulur mu?
2.) Gagarin’e küfrettim, ama o esnada uzay boşluğundaydı. Günaha girmiş miyimdir?

Hal böyle olunca, insanlar, azarlanmadıkları hocalara gönlünü bağlıyor. Hocalar da onları alıp artık cehenneme mi yoksa cennete mi götürür, bilemiyoruz. Dinci hocaların etrafı dolu insan…

Bir de âlim dediğimiz, beşeri bilimlerle uğraşan hocalar var. Ortalarda pek göremiyoruz onları; soru sormak istiyoruz onlara. Soru soranlardan işittik sonra; pek bir sinkaflıymış dilleri: böyle aptalca soru mu olur, cahil cahil konuşma, derlermiş, ama ne feci… Cahil olmasa, ne diye sorsun gariban?.. :)

Okumuşetmişinsan Liyakatı Üzerine

Hem "okumuş" hem de "etmiş" bir insan olmak, iyi bir şey olabilirdi; "etmiş" kelimesini, "içine" kelimesi ile ilişkilendirip bir tümceye dönüştürmeden...

2015'te, Erdemsiz Liyakat Sahipleri Üzerine adlı -dilimin döndüğünce- bir yazı yazmıştım; bana yapılan bir kaç davranıştan etkilenmiştim o vakitler. O yazı da burada yazacaklarıma katkı verebilir; okumak serbest. ( https://goo.gl/nZMrwG )

Çıkış noktam, Yalçın Küçük'ün bir kitabının (Sırlar, olabilir) ön deyişindeki bir izahattan geliyor: "(...) Eskiden mankenler, profesörlerle, doktorlarla, öğretim görevlileriyle çıkarlardı. Şimdi ise, bar ve pavyon sahipleriyle çıkıyorlar (...)" diye yazılmıştı.

Ne değişmişti de mankenler, profesörlerden yüz çevirmişlerdi. Ahlaksızlaşmışlar mıydı, koflaşmışlar mıydı yoksa okumuş-etmiş ama iki kelimeyi bir araya getirememişler miydi de bunlara yüz çevrilmişti? Nedenini mankenler daha iyi bilirler, ama sormak gerek, bar ve pavyon sahiplerine sarılacak kadar onları ne ürkütmüştü? Tek gerekçe “para” değildir herhalde, değil mi? Mankenler belki de samimiyetin peşindeydi: Görgüsüz olduğunu kabul eden ve görgüsüz olduğunu kabul etmeyenler arasında bir seçim mi yapmak zorunda kalmışlardır? Samimiyetti mankenlerin peşine düştükleri; tek sebep para olamaz…

Mesela bugün bana, “doktor” ve “öğretmen” kelimesini içeren bir cümle kursanız. Doktor ve Öğretmen kelimeleri, bilinçaltımda hemen, bir hanımefendiyi veya bir beyefendiyi çağrıştırır (mı hâlâ?). Bu doğru mu gerçekten? Sizde de böyle bir çağrışım oluyor mu? “O, eskidenmiş” mi?..

Meramımı sorularımla anlatabildim mi acaba? :)

2 Şubat 2017 Perşembe

Sami

Pazar günü insanlık namına erkenden uyanmıştı Sami. Sabah! gözlerini açtığında saat 13.30'u gösteriyordu. Sağ olsun, uyanmış ve saygı göstermişti pazar gününe. Belki komşulardan biri kapıyı çalar ya da çocuklardan biri gelir onu kahvaltıya çağırır diye, bekledi bekledi durdu. Durup dururken hüzünlendi yine. Oysa ne kapısı vardı yaşadığı mekanın ne de bir komşusu. Bir parkın bankından hallice, bir duvarın üstünde pinekliyordu, her günkü gibi. Havalar henüz çok soğumuş olmasa da, Sami, gelecek kışın düşünceleriyle titreyip duruyordu. O, zaten hep duruyordu; hayat acımasızdı, tıpkı pazar olmayan günlerdeki gibi. Ne arayanı vardı, ne de soranı; sıkıntıdan patlayacaktı önünden gelip geçenler de olmasa...

Bir çocuk güzelce giyinmiş, bir prenses; annesi ile babası da pespaye kılıklarıyla, gelip geçtiler Sami'nin önünden. Ardlarından baktı Sami; ne hoş diyebildi ne de boş... Bir köpek; parlak tüylü, ipinin ucunda ondan da süslü bir huri; güzel mi güzel. Etek giyinmiş, bayramlıkları olsa gerek; eteği de pek mini. El öpmeye geldi köpek, Sami'nin duvarına işeyerek; havlayarak teşekkür etti, minik etekli hanım da tiksinerek. Ve baktı Sami ardlarından, onlar yürüyüp giderken: Ne hoş diyebildi ne de boş...

Atladı duvardan, sidikli olmayan kuru bir yere. Kırışmış pantolonunu düzeltti ve sanki en âlâsındanmış gibi, gömleğini de. Ağır adımlarla parkın çeşmesine yürüdü, sinekler de peşi sıra üşüştü. Saçları zift gibi siyah, telleri yapış yapış; teni Afrikalı gibi kara ama mis gibi leş kokmakta. Ellerini yıkadı ilk, ağardı sanki teni, renk geldi. Yüzünü yıkadı. Saçlarını bolca ıslattı. Suyu boşa, saçlarından da bir ton kara akıttı; göz yaşları suya, hüznü karaya karıştı. Pak oldu ama temiz olamadı, biliyordu, ve yine sustu. Islak gözlerle ve ıslak saçlarla göğe baktı. Güneş ona selam çaktı. Gözlerini kırptı Sami, güneş utancından buluta saklandı. Eğdi başını Sami yere; düşünceli yürüdü yine. Geldi duvarın dibine. Ve en atiğinden zıpladı; sidikten uzak, en kurusundan bir yerden, köşküne. Ellerini dizine koydu, dizini dizine bitiştirdi. Ayaklarını sallamaya ve bir yandan da düşünmeye başladı...

Çok olmamıştı aslında bu park köşelerinde sürünmeye başlayalı. Henüz bir ay bile olmamış, parkın değişken ruh haline alışmıştı. Bir köşede, aşk; bir köşede, hüzün; bir köşede, çocuklar; bir köşede, kuşlar; ve bir köşede de kendi vardı... Utansınlardı, onu buraya sürükleyen olayların kahramanları. Utanmalılardı, utanmasını biliyorlarsa şayet. Onca yıl düzenli bir yaşantının ardından, böylesi park köşelerinde sürünmesinin mimarları, utanmalılardı. Çok utanmalılardı hem... Sami utandı! Utanmakta haklıydı, onların utanmaları gerektiğini düşündüğünden. O değil miydi, evet, diyen, her gelene, he, diyen. Utanmalıydı öyleyse Sami. Suçluydu...

Güneş, saklandığı bulutun ardından çıkmış, düşüncelere dalan Sami'nin düşüncelerine dikkatini vermiş, ona bir sinirlenmiş, bir sinirlenmiş, tüm sıcaklığıyla, tüm ışınlarını Sami'nin üstüne boca etmişti. Olur muymuş böyle, olur muymuş böyle aptallık. Niye utansınlarmış, o utanmalıymış. Suçlu olan Sami'ymiş, Güneş bundan adı kadar eminmiş. Emin, çünkü milyonlarca yıllık deneyimliymiş. Boca etmiş ışınlarını intikam alırcasına Sami'nin üstüne. Yanmış Sami sıcaktan, duramamış duvarın üstünde. Bu ne sıcak, diye iç geçiren Sami, henüz oturduğu duvarın üstünden atıverdi kendini, tam da sidikli yer parçasının orta yerine. Şıp, diye ses geldi, ayakları yere değdi. Lanet okudu Sami, durmadı, yürüdü, parkın çeşmesine doğru...

Varamadan çeşmeye, açlığı vardı beynine. Karnının acıktığına kâni olan Sami, yönünü değiştirdi, parkın girişine. Ee, dilenecekti, bir, iki simit için yine... Utanmalıydı Sami, utanmalıydı!

2015

28 Haziran 2016 Salı

Çek kanka...


Başımıza gelen kötülüklerden, gelebileceklerden, doğrudan, yalandan, ölümden, ölüden, diriden... Çek be kanka, çek; hiçbir şeyden haberimiz yokmuşcasına çek. Yandan çek, tepeden çek. İcab ederse alttan çek... Yarının kötülüklerinden, doğrularından, yalanlarından, öleceklerden, dün ölenlerden, yarın dirileceklerden haberim yok ki kanka. Sen çek!

Murat Dicle
24.06.2016

Çocukken

Çocukken apartmanın girişinde oturup, güneşi batırana dek sohbet edişlerimiz bugünün forumları gibiydi. Sosyal medyamız yoktu, meydanlarımız vardı...

Kasımpaşa canavarını, ufoları, Bruce Lee'yi, Kara Murat'ı konuşurduk, elimde kuyruk yağı ile meşin topumu yağlarken mesela... Düşünceli, düşünceli baş sallardık her yeni bilgiyle; sindirme belirtisiydi bu. Bazan büyük bir palavrayla bir şey anlatacak olduğumuzda, konuşmalarımız hızlanır, el kol hareketleri takip edilemeyecek kadar havada dans ederdi. Buydu bizim sosyallikten anladığımız ki, sosyal, kelimesinin anlamını dâhi bilmeden...

Biz o zamanlar bilmeden çok mutluyduk. Ağlıyorsak, dizlerimiz yaralandığındandı, annemizin kulaklarımızı çekişindendi... Gülüyorduk o zamanlar, yaşlı teyzenin, mahallede biz bisiklet sürüyorken, camları kıracaksınız sürmeyin burada, derken... Bahçeye dalan var, derken, arkadaşımızın korku içerisinde kucağına toplamaya çalıştığı meyvelerin bir bir yere düşüşünde ve arkadaşın, amınıza koycam olum sizin, deyişine kahkahalarla gülüyorduk. Oysa meyveleri yerken, yemin billah ediyorduk, bir daha arkadaşımıza böyle yapmayacağımıza...

Çocukken duygularımızın ömrü uzundu, en az bir gün sürerdi, hüzünler veya sevinçler. Bugün... Bugünkü gibi dakikalar içerisinde değişmezdi duygularımız.

Biz iyi çocuklardık; yaramaz, pasaklı, ceplerimiz ıvır zıvırla dolu saf çocuklardık...

Murat Dicle
28.06.2016

19 Şubat 2015 Perşembe

İtinayla

Oysa ben itinayla insanların kalbini kırmaktan sakınırdım. Oysa bir takım onlar benim kalbimi itinasız kırdılar. Kalp kırmanın da bir asaleti olsa; kırdım ama bence kırılmalıydı dostum, denebilecek kadar... Şuursuzca kalbimi kırdılar. Farkında bile değiller. Ne zaman, nerede ve nasıl, hatta kim? diyecek kadar uzaklar yaşadıkları bu dünyadan ve kırdıklarından...



Murat Dicle

10 Şubat 2015 Salı

Kırık kalp

Bir insan, önce senin kalbini dört parçaya bölüp, sonra sana bir çiçek ve bir tutam tutkal verdi diye, onun kötülüğünden önce iyiliğinden söz etmek, ahmaklıktan başka nedir?!

Murat Dicle

Gelip geçen

Her şey geçti üstümden. Zaman da geçti. Sonra hepsi geçti gitti. Şimdi gülüyorum, gelip geçene.

Murat Dicle

7 Şubat 2015 Cumartesi

Uğursuz bok

Bir bok gibi düşer tepenize. Uğurdur, kerameti vardır dersiniz, üstünüzü temizlerken. Kaderden daha bir medet umar olursunuz; bokun uğuru var diye biliriz ya. İşler ters gider sonra; kaderi boka bağlamanın cezası mıdır acaba? Basit bir hareketle, bir mendil ile silip atmak varken; uğursuz bir bokun peşine takılmak niye?!

Üç kuruş parayla vardığınız, bir nefes almak için gittiğiniz Eminönü'ndeki Yeni Cami'nin duvarının dibinde otururken, tepenize sıçan kuşun bokunu uğur sayıp, geri dönüş parasını piyangoya yatırıp, beş parasız yürüyerek evine dönen boktanmedetumangillerden biri gibiyim. Eve yürüyorum şimdi, varmak epey vakit alacak. Yorulacağım, kalbim daralacak, atışları zaman zaman kah hızlanacak, kah yavaşlayacak. Kararlarımdan pişmanlığım yok, ne boka ne de boklayana bir kinim yok. Aldığım ders, yaşamıma gübre olsun. Yürüyüşüme istikrar katsın, düşünüşüme bilgelik, bileğime de güç... Boku damıttım ben şimdi!

- Murat Dicle

9 Ocak 2015 Cuma

Özgür ruhuma istinaden

Varlığım senin yanında olacak ama ruhum, benliğim terk edecek zaman zaman seni. Ebediyen değil! Zaman zaman... Bedenim bağımlı bu dünyaya, ruhum, ruhum özgürdür; pranga vurulamaz, vurmak istesem de vuramam, tam bağımsız, özür bir ruhun var. Yaradılışım bu, ruhum bu; Ben buyum işte ve bu kadarım... Bilmen gereken tek şey de bu hakkımda. Aslında, zor olan sen değildin, bendim. İlk terk eden sen değil bendim. Ne olursa olsun geri dönen de bendim. Senden başka kimsenin koynuna girmeyen, senden, senin ruhundan başkasını sevmeyen de bendim. Ben aslında hep kendim idim, sen beni tam olarak keşfedemedin, okumadın, anlayamadın cümlelerimi; ruhumu ifşa etmiştim oysa, şiirler yazmıştım sana, eskimiş kalemimin ucuyla. Kimler geldi, kimler gitti evime, kafanda kurduğun düşlerde. Sahi gelenler kimdi evime?..

Murat Dicle

Ateş suyu

İnsanların sevinçle pencereden seyrettiği kar yağışında mahsur kalmış bir köpek gibi hissediyorum kendimi; suyum var, yiyeceğim var, hepsi bir tasta; okşayanım yok, ihtimallerin hepsi bir göz odada... Ben sokağın, onlar içerinin mahsur kalmış köpeği. Tekiz, tekliyoruz, titriyoruz, yalnızlığın estirdiği rüzgarda. Ateş suyu içelim öyleyse, ateş suyu... Köpeğe de verelim, köpeğe de...

Murat Dicle

31 Aralık 2014 Çarşamba

Yeni yıl için, bir iki şey

Gençken, yakam bağrım açık karda koşuşturur, saat mevhumunu yitir, doyasıya akşamlara kadar eğlenirdim arkdaşlarımla, kar topu oynayarak. Kurşun işlemez diye düşünürdüm. Biri karşımda ateş etse, mümkün değil göğsümü delip geçemez, ölmem ben, derdim. Bedenim öyle miydi gerçekten bilmiyorum, ancak zihnim ve özgüvenim çelik gibiydi.

Yıllar geçti -ki 1970'den başlayıp 2015'e dayandı. 45'lik bir herif oldum dolayısıyle. Eh, şükür ki, baba da oldum. Babalık payesini almama katkıda bulunan eski eşime ve kızıma da şükranlarımı sunuyorum. Zihnim ve özgüvenim zaman içersinde defalarca sakata uğradı, çok uğraştılar onları yitirmem için, ve çok da uğraşan oldu benimle, onları tekrar edinmem için. Yitirilmesi için de, edinilmesi için de uğraşanlara şükranlarımı sunuyorum. Onlar olmasaydı dengemi sağlayamayacaktım, etrafımı göremeyecektim. Var olsunlar...

Ben bir denge ustasıyım artık; bir tarafım kor ateşler içerisinde, bir tarafım engin denizler... Ateşe düştüğümde, ah!, dememeyi; denize düştüğümde de, oh!, dememeyi öğrendim. Her iki durum için: Şükürler olsun, şükürler olsun, diyebilmeyi öğrendim...

Para! Bakın para, tamamiyle matematiksel bir unsurdur. Kaybedilebiliyor ve kazanılabiliyor. Bir civa misali, elde tutulması güç bir şey. Güvenemezsiniz ona. Yaşantınızı ona bağlamayın. Para gibi size dost gelenler de var bu dünyada, onlarsız yaşanmaz diye düşünüyor olabilirsiniz. Harcanabilir olup olmadıklarına bakın. Birikmiyorsa dostluk, bilgi gibi çoğalmıyorsa, çekip gitmeyi, terk etmeyi de bilmelisiniz. Paraya gelişine vurun, harcayın onu; o tüm bunları hakediyor!..

Nasihatı falan kısa kesip, bu yazıyı yazmamın nedenine dönecek olursam; hepinize sağlıklı, huzurlu ve bereketli bir yıl dilediğimi bilmenizi isterim.

2015 gerçekten ama gerçekten her birimiz için hayırlı, sağlıklı, huzurlu ve bereketli bir yıl olsun!

Murat Dicle

30 Aralık 2014 Salı

MELEK

"Siz melekleri anlatır mısınız bana? Bu karda kıyamette ne diye böylesine sevecen, gülümsemeniz eksiksiz ve hevesle oradan oraya uçuşarak iyilikler yapar durur, hiç yılmaz mısınız, insanların kanatlarınızı kopartacağını bile bile? Bir kelebeğin ömrü kadar bile sürmeyecek belki gününüz; bu soğuk, kasvetli, ışıltılı -ki kanatlarınızdan yansıyan güneşindir bu- yer yüzünde. Nedir sizin burcunuz, nedir adlarınız, doğuruldunuz mu, doğurtuldunuz mu, çiğ sütten de mi emdiniz, yoksa neşeden, huzurdan mı beslendiniz? Nedir, nasıldır bir melek olmak? Ve neden bir kadın olarak?.."

"On iki burcun, on iki yükseleni ve ayın ve marsın ve güneşin ve daha bilmediğiniz nice gezegenin etkisiyle, tabir yerindeyse, 1001 burcun bir karakteri olarak, bir hurcun içinden tesadüfi gibi görünen, fakat bilerek içinden çekilen, onun doğurmadan, bir nevi doğurtularak, ol demesiyle olan mahlukatlardan başka neyiz ki biz? Adımız, sen; burcumuz, sen; yediğimiz, içtiğimiz, etten, sütten. Kanatlarımız ipekten, tenimiz kadifeden, bakışlarımız derinden, sözlerimiz inceden, dokunuşumuz ürperten; işte budur aslında kadın olmamıza neden? Erkek vardı ilk, bilirsin; sonra gelişti, kadın olarak indi; ve kadın da gelişti, melek olarak indi; daha az, çok daha az sayıda, daha yoğun, çok daha yoğun bir yaradılışla. Melek, melekler dediniz siz, biz de neden olmasın, melekleriniziz sizin, dedik. Şimdi, ne sen bana karış, ne de ben sana! İçine ne doğarsa, onu yaşa. O, içine ilkin indirir neyi yapman gerektiğini. Yapmadığında gerilmen, huysuzlaşman bundandır işte. İlkin içine inenin peşine git. Ve biz, sadece bunu söylemek için geldik. Ömrümüz, kanadımızın kopmasıyla değil, senin umudunun, gönlünden kopup düşmesiyle yitiyor. Umudun varolduğu sürece varız..."

"Ve, bir kadından da güzel. Ve bir kadın kadar konuşkan. Bir söyleyene, on söyleyen. Umutların yitirilmemesini umut eden: Melek..."

Murat Dicle