27 Şubat 2013 Çarşamba

PİNHAN, Elif Şafak

PİNHAN, Elif Şafak
PİNHAN
Elif Şafak
Osmanlı döneminde bir dervişin kendi hikayesini bulmasını ve sittinsene Akrep Arif olarak bilinen ancak ahalisinin, yaptırılan bir hamama istinaden, adının Nakş-ı Nigar olarak değiştirdiği mahallenin kötüye giden kaderini anlatan bir öyküdür bu.

Pinhan -ki gizli saklı anmanına gelmektedir- doğuştan çift cinsiyetlidir; gündüzleri bir erkek gibi cesur, geceleri bir kadın kadar ürkektir; görünüm itibariyle bir erkektir, ama ruhunda bir kadın ağırlığı vardır, ancak henüz kendi bile bunu keşfedebilmiş değildir. Çocukken bir dergahın bahçesinde bulunan bir elma ağacı üstünde yakalanır ve iyi niyet yoluyla -ailesinin izniyle- dergahta bir derviş gibi yaşamaya başlar. Oldukça yakışıkl ve doğuştan gözleri sürmeli bir delikanlı olan Pinhan, dergahta Dürrü Baba'nın önderliğinde yapılan ayinlere kabul edilmemektedir; bu ayinlere katılabilmek için, kişinin bir hikayesinin olması gerektiğini öğrenir ve vakti zamanı geldiğinde kendi hikayesini bulmak için İstanbul'a gitmeye karar verir. Kader belki onu İstanbul'a göndermişti...

Biseksüel hayatın da ele alındığı (gay ve lezbiyenlik) romanda, Pinhan, İstanbul'daki Akrep Arif  mahallesine gelir ve olaylar başlar. Bolca karakterin olduğu ve hemen her karekterin ayrı ayrı hikayesinin anlatıldığı, mistik olayların kol gezdiği bir roman bu.

Kitap içinde yer yer şiirler okuyucuyu kendine çekiyor. Kullanılan dil kulağa hoş geliyor. 1998 senesinde Mevlana Büyük Ödülü almış bir eser olmasına rağmen, insan yine de sorguluyor: İlginç! Kitap bir garip bitiyor, aslında güzel başlıyor ancak final eksiklerle dolu gibi. Romanda bana göre boşluklar var. Ancak 24 yaşındaki Elif Şafak açısından bakılacak olursak, yaşından büyük bir eser çıkartmış ortaya. Bir Baba ve Piç ile veya bir İskender ile kıyaslanmaz bence. Ancak kitabın sonundaki söyleşide, ne hikmetse yazar sürekli olarak en çok Pinhan'ı beğenenlerle karşılaşmış.

Pinhan kötü ve kötülenecek bir kitap değil. Yazarın ilk kitabı olması açısından eksiklikler (ya da hikayedeki boşluklar diyelim) de hoş karşılanabilir. Kullanılan dili beğendim. Şiir gibi akıp gidebiliyor cümleler.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 
 





26 Şubat 2013 Salı

NOTRE-DAME'ın KAMBURU, Victor Hugo

NOTRE-DAME'ın KAMBURU, Victor Hugo
NOTRE-DAME'ın KAMBURU
Victor Hugo
Kitabın orjinal adı Notre Dame de Paris olmasına rağmen, romanın en etkileyici kahramanın talihsiz kamburu, ülkemizde bu kitabın adının Notre-Dame'ın Kamburu olarak tanınmasında etkili olmuştur.

Herşey Quasimodo (Notre-Dame'ın Kamburu) etrafında değil, romanın en değerli ve en güzel karakteri olan Esmeralda etrafında dönmektedir. Quasimodo kimi zaman tiksinilen, kimi zaman acınılan, kimi zaman talihsiz bir kurtarıcı görünümüyle, sadece bizlerin değil Esmeralda'nın da ilgisini çekmiştir. Hep aşk var bu acıklı romanın her bir sayfasında...

Baş Diyakoz Claude Frollo vakti zamanında, kilesinin tahtasına bırakılan ancak herkesin tiksintiyle bakındığı talihsiz Quasimodo'yu evlatlık edinir. "Kötü" kelimesinin, kendisi için yakıştırılamayacağı bir hayatı olmuştur, Claude Frollo'nun. Ancak Esmeralda'nın ortaya çıkmasıyle, kösnü, aşk ve elde edemenin verdiği acı ile karanlığa gömülen Frollo'nun yüreği artık "kötü"'yi içinde barındırmakta; bunu bilen ve bundan kurtulmak için "kötü"'ye daha da sıkı sarılan C. Frollo kendi "iyisi" için "kötüyü" kullamaktan hiç çekinmemektedir.

Romanda bir çok kahraman ve her birinin ayrı karakteri var. Acımasızlığın tavan yaptığı, insanlığın henüz keşfedilmediği 1600'lü yılların Fransa'sında, bu kahramanlar belalardan yakayı bir şekilde sıyırsalar da, Esmeralda ve Fare Çukurundaki kadın maalesef en acı şekilde insan olmanın mükafatını almışlar, birbirlerine doyamadan öte dünyaya göç etmişlerdir.

Yazar Victor Hugo'nun dünya klasikleri arasına girmiş bu müthiş eserini bir çok defa TV'de veya sinemada izlemiş olsanız da, mutlaka kitabını okumanızı salık veririm. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


18 Şubat 2013 Pazartesi

DON KİŞOT, Cervantes

DON KİŞOT, Cervantes
DON KİŞOT
Cervantes
Çocukken yarım yamalak kısaltılmış öykü kitaplardan okuduğum ve nedense sadece yeldeğirmenleri macerasının aklımda kaldığı, bir dünya klasiği olan Don Kişot'un maceralarını bu yaşımda tekrar okumanın mutluluğu içerisindeyim. Oldukça keyifli bir okuma ile karşı karşıya kaldım. İnce espriler ve ince göndermelerle dolu bu harika hikayeyi sindire sindire okudum.

Akıllı doğan, deli yaşayan ve nihayetinde akıllanarak ölen kahramanımızın asıl adı Alonso Quijada'dır. Okuduğu sayısız Şövalye öykülerinin etkisinde kalarak, dünyaya bir kurtarıcı gerektiğini düşünür ve kendi kendine verdiği Don Kişot ismiyle, maceradan maceraya atılmayı planlar. Ancak, şanlı bir Şövalyeye layık, kendi gibi şanlı bir at gerekmektedir: Rossinante, cılız bir attır ama Don Kişot için tam bir küheylandır. Her Şövalyenin mutlaka bir Silahşöre ihtiyacı olduğunu bilen Don Kişot, komşusu Sanşo Panza'yı kendine Silahşör seçer. Eşeği ile Sanşo ve atı ile Don Kişot, maceraya başlarlar. Don Kişot'un hedefi, Dülsine'e (Dulcinea) kavuşmak ve elbette kötülerin kabusu olmaktır. Sanşo Panza ise Don Kişot'un vaat ettiği adanın valiliği peşinde olup ayrıca savaşlardan ganimet almayı da hedefler.

İlk maceraya çıktıkları dönem uzun sürmez ve yaşadıkları yere geri dönerler. İkici yolculukları daha uzun sürer ama ilginçtir, yaşadıkları yere geri dönmek zorunda kalmadan önce ünü kasabaya kendilerinden gelmiştir. İkinci maceralı yolculukları sırasında birileri Don Kişot ve Sanşo Panza'nın öyküsünü yazıp kitap halinde basmıştır. Üçüncü yolculukları hem Don Kişot hem de Sanşo Panza için hedeflere en yaklaşılan bir yolculuk olmuştur -ki Sanşo Panza bir anlamda Ada Valiliği hedefine erişmiş görünmektedir. Üçüncü yolculuk hem yükselişlerini hem de çöküşlerini içeren bir yolcukluktur. Don Kişot'un başka bir şövalyeye yenilmesiyle, söz verdiği üzere; bir yıl boyunca Şövalyelik yapmayacak ve bu dönemi evinde geçirecektir. Bu onun son yolculuğu olacak ve evinde gözlerini hayata yumacaktır. 

Okunması gereken bir hikaye ve zevkle okuyacaınıza da eminim. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

 




16 Şubat 2013 Cumartesi

PARMA MANASTIRI, Stendhal

PARMA MANASTIRI, Stendhal
PARMA MANASTIRI
Stendhal
İtalyan aristokrat bir ailenin oğlu olan ve halası Düşes tarafından sevilip kollanan; Napolyon hayranı, Fabricio Del Dongo adlı gencin etrafında dönen olaylar anlatılmaktadır.

Aşkı tam olarak çözemeyen, sevgileri birbirine karıştıran, bu genç delikanlı sürekli olarak bir maraz çıkartmaktadır. Onu seven ve hatta aşık olan (kitapdaki gidişat böyle) halası Düşes sürekli onu kollamakta ve onu zor durumlardan kurtarmaktadır. Düşes'in yaşadığı şehirde etkisi büyüktür, öyle ki Prens'e bile trip atabilmektedir. Ancak bazen bu tür davranışları, genç Fabricio'nun eziyet çekmesine de sebep olmaktadır.

Kadının fendi, adamı yendi dedirtiren bir öykü anlatılmaktadır bu kitapta.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

12 Şubat 2013 Salı

BENİM ÜNİVERSİTELERİM, Maksim Gorki

BENİM ÜNİVERSİTELERİM, Maksim Gorki
BENİM ÜNİVERSİTELERİM
Maksim Gorki
Maksim Gorki'nin otobiyografik olararak yazdığı bu üçüncü roman, serinin son kitabıdır. İlki Çocukluğum, ikincisi de Ekmeğimi Kazanırken olan serinin bu son kitabında, Aleksey Peşkov üniversiyete girme umuduyla Kazan'a gelmiştir.

Hayatın, tüm üniversitlerin de üstünde olduğunu görüyoruz bu son kitapta. Peşkov, Kazan'a gelir gelmez hızlı bir sosyal çevre içerisinde girer. Hala kadınlar konusunda ne yapamayacağını bilmeyen Aleksey, mümkün mertebe, kadınlardan uzak durmaya çalışmaktadır. Farklı bir halk hareketinin koşuşturmacasına ister istemez katılır.

Halkçılık diye adlandırılan bu haret içerisinde, bir çok kişiyle tanışır. Yine, ekmeğini kazanmak zorunda olduğundan, farklı ilerde çalışmaktadır. Öğretmenlik için bir okula devam eder ama şartlar onu, okuldan uzaklaştırmaktadır. Keman çalmayı öğrenir sıkıntıdan. Bir ara intihar eder, ölmez. Kazan'ı terk edip, kırsal bir alanda, kültürlü birinin yanında çalışmaya başlar. Bu noktada, Y. K. Karaosmanoğlu'nun Yaban adlı eserini bire bir yaşamış gibi hissettim. Demek köylü her yerde köylüymüş; ürekek ve yabancılara yabancı...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


11 Şubat 2013 Pazartesi

EKMEĞİMİ KAZANIRKEN, Maksim Gorki

EKMEĞİMİ KAZANIRKEN, Maksim Gorki
EKMEĞİMİ KAZANIRKEN
Maksim Gorki
Maksim Gorki'nin otobiyografik üçlemesinin ikincisidir. İlk kitap olan Çocukluğum'da Aleksey Maksimoviç Peşkov, okumaktan yana şansı olmadığını anlıyor ve dedesinin eliyle bir ayakkabı mağazasına çırak olarak giriyor...

Gorki, kendi ağızıyla anlattığı hikaye, tıpkı kitabın önsözünde de belirtildiği gibi, sanki bir kameranın gözüyle anlatılan bir öyküdür. Gorki, bu kitapta kendi hayatını anlatıyor gibi görünse de aslında o dönemlerin Rusya'sına bakış atmamızı sağlamaktadır. İlk iki kitabı okuyunca, insanın aklında, Rusya halkının zavallılığı göze çarpıyor. Annenin çocuğa bile acımadığı, orman kanunlarının da ötesinde, vahşi bir yaşam sürmektedir, Rusya'da.

Aleksey, tüm bu olumsuzlukların tam ortasında, kendisine yön çizmeye başlamıştır. Belki bilerek belki de tamamen kaderin yön vermesiyle, Aleksey, kitaplarla oldukça haşır neşir olmaya başlıyor. Kitaplar ona, insanları ve olayları daha iyi analiz etmesinde kolaylık sağlıyor. Bir mimarın yanında çalışmak; bir gemide yamaklık yapmak; bir heykel (ikona) atölyesinde çalışmak; kuş avlayıp satmak; küçük çaplı hırsızlıklar yapmak; serseri gibi yaşamak ve tüm bunlarla birlikte ne olursa olsun kitaplara vakit ayırmak, çocukluk hayatının evrelerini oluşturmaktadır. Ah tabii, sık sık dayak yemek de onun olağan işleri arasındadır.

Bir çok kişi tarafından, Aleksey'in mutlaka okula devam etmesi gerektiği dile getirlir. Ve sonunda, Aleksey bir arkadaşının da desteğiyle Kazan Üniversitesine gitmek üzere yol çıkar -ki bu kitabın sonu, Benim Üniversitelerim'in de başlangıcı olmaktadır.

Şimdiki hayatımızla, o dönemin Rus halkının yaşantısı mukayese edebileceğimiz, harika bir yaşam öyküsü. Mutlaka okumanız gereken bir klasiktir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.



9 Şubat 2013 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUM, Maksim Gorki

ÇOCUKLUĞUM, Maksim Gorki
ÇOCUKLUĞUM
Maksim Gorki
Asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov olan, Maksim Gorki'nin öz yaşamsal romanıdır bu. On yaşlarına kadar olan bir bölümü anlatılmaktadır bu kitapta. 

Babası ölen Aleksey, annesi ile birlikte büyükbabasının evine yerleşir. Katı bir yapısı olan büyükbaba Aleksey'i sık sık dövmektedir. Zaman zaman, Aleksey yediği dayakları haklı bile bulmaktadır. Büyükannesi ise, aksine çok daha sıcak bir kadındır. Aleksey'in koruyucusu ve hikaye anlatıcısıdır. Büyükanne ve büyükbaba, Aleksey'i çok severler ama sadece gerektiğini düşündüğü anlarda büyükbaba dayak atmaktan sakınmaz.

Aleksey'in annesi, kocası öldükten sonra bir müddet baba evinden yaşamış ancak sonraları kendi hayatının yoluna gitmiştir. Dolayısıyle, Aleksey'i büyükbabasının evinde bırakmıştır. Anne Peşkov'un iyi bir hayatı olmadığı gibi, genç yaşta da tüberkilozdan vefat edecektir.

Aleksey (Gorki) yaramaz ancak okulda çok başarılı bir çocuktur. Yaşıtlarının aksine farklı bir bakış açısına sahiptir. Yazılanlara bakılacak olursak, Gorki'nin intikam duygusu gelişmiştir. Bu duygudan, büyükbabası, annesi, üvey babası ve etraflarındaki bir çok kişi nasibini almıştır. 

Severek okuyacağınız, samimi bir hikaye ve gerçek olması da başka bir güzellik.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.



5 Şubat 2013 Salı

Ölmeden bari

Tabi olmanı istemem çok tabii.
Hepimiz değil miyiz birer fani.
Aşk şarabından içelim bir sürahi.
Mutlu olalım ölmeden bari.

- Murat

Vuslat eyle ey Sevgili!

Elbet toslayacak yine bir duvara;
Ben geleceğim aklına.
Yine gelebilir bu adama;
Bekliyor olacak tosladığı duvarda.

Dilemem elbet: "Unutsun beni."
Hapsolmuşum müebbet, unutulmuyor sevgili.
And olsun vuslat, gelsin geri.
Yardım et; ya sevsin ya da öldür beni...

- Murat Dicle

HAYVAN ÇİFTLİĞİ, George Orwell

HAYVAN ÇİFTLİĞİ, George Orwell
HAYVAN ÇİFTLİĞİ
George Orwell
Şu dünyada aptal gibi görünmek kadar akıllıca birşey yok derdim ancak şimdi, aptal (cahil) olmak ne mutluluk vericiymiş, diyorum. Öğrenmek acı veriyor insana...

Eflatun'un (Platon) Devlet'i, George Orwell'in 1984'ü ve  yine aynı yazarın Hayvan Çiftliği... Sadece bu üç esere baktığımızda, o dönemlerden bu yana hiç birşeyin değişmediği gibi, yeni bir şeylerin de eklenmediğini öğrendikçe insan üzülüyor. Hala aynı teranelerle kandırlıyor ve yönetiliyoruz. Dalga geçiyor bizi yönetenler ve biz hala uyuyoruz. Bir şey söyleyecek olsak, yönetenlerin koyunlarının sözleriyle bölünüyor, cümlelerimiz...

George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü -ki 1949'da yazılmış-, Thomas More'un -1516'lı yılında geçtiği varsayılan- Ütopya'sına karşı bir hikayedir. More iyimser ve gerçekte olması gereken bir devlet profili çiziyor, Orwell ise "başımıza bunlar da gelecek" kehanetinde bulunuyor. Ancak, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ten önce yazılmış olan Hayvan Çiftliği yine de daha ılımlı. O dönemin -Stalin gibi- büyük liderlerine ve yönetim şekillerine gönderme yapılmaktadır. Bir Peri Masalı alt başlığıyla okuyucuya sunulmuş olan bu eser, kesinlikle bir çocuk masalı değil. Velhasıl, yazar geleceği tahmin etmiş olmalı ki Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü yazmış. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te, Hayvan Çiftliği'nde olabilecek hemen herşeyin sistemleştirilip, doğal bir şekilde kabullenildiğini ve dolayısıyle insanın evrimleştiği anlatılmaktadır.

Anlatmak istediğim, George Orwell'in Hayvan Çiftliği'ni yazdığı yıllarda, Hitler ve Staline dahası Faşizme gönderme yapıyor olması değil, günümüz Türkiye'sinde bizi yönetenlerin kullandıkları yöntemlerle olan benzerliğine dikkatinizi çekmek istediğimdir. Genel itibariyle Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te Küresel Kraliyetçilerinin kullandıkları yöntemleri görebilmekteyiz. Hayvan Çiftliği'nde ise daha yerel faşist ideolojilere şahit oluyoruz. Emin olun bu kitabı hiç okumamış biri, okuduktan sonra, Türkiye'nin son yirmi yılını gözden geçirsin, öyle çok benzerlikle karşılaşacak ki...

Yasaların, yönetilenler tarafından pervasızca değiştirilmesi; aksini iddaa edenlerin ustaca kandırılması; ekonominin mükemmel gibi gösterilmesi; fikre karşı çıkanın düşman ilan edilmesi; vuku bulan her türlü olumsuzluğun mesuliyetini düşmanlara yıkılması ve bir çok buna benzer girişimi, hem Türkiye'de hem de Hayvan Çiftliği'nde görmek mümkün. Kitabı okurken, insanın aklı ara ara, Cumhuriyetin kurulduğu yıllara da gitmiyor değil...

Güzel bir roman, kesinlikle okunmalı. Ölmeden okunacaklar listesine eklenecek bir kitap. Ama keşke okumasaydım. Öyle ya da böyle, sonumuz Boxer'dan farklı olmayacak. Belki de bir Benjamin olmak gerek bu dünyada...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


4 Şubat 2013 Pazartesi

URUK ASLANI GILGAMEŞ, Harald Braem

URUK ASLANI GILGAMEŞ, Harald Braem
URUK ASLANI GILGAMEŞ
Harald Braem
Üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan Gılgameş'in efsanesi, dönüp dolaşıp, bize, ağaçların bir ülkenin zenginliği olduğunu vurguluyor.

Bilge Ana Ninsun tarafından evlatlık edilen onlarca çocuktan biri olan Gılgameş, bir gün herkesin korktuğu ve yanına dahi yaklaşamadığı bir ağaca düşürdüğü taşı almak için gider. Ağacın içindeki yılanı tuttuğu gibi fırlatır ve sonra kurumuş ağacı gövdesinden tutarak yere devirir. Bu, Uruk halkı için bir işarettir. Gılgameş, ağacın iyi tarafından kendisine bir trampet yapar ve deli gibi gece gündüz çalmaya başlar. Ta ki Uruk kralı Dumuzi ölüp onun yerine geçene kadar.

Sizleri bambaşka bir dünyaya, onbinlerce yıllar öncesine götürecek bu efsanede, birbirinden heyecanlı maceralara; Humbaba ve Gök Boğasının öldürülüşüne, Enkidu'nun Gılgameş'e olan arkadaşlığına, tanrıların gazabına, İştar tapınağının sizi çeken şehvetine, yedi bilgenin bilgeliğine, İluna ve Tehiptilla'nın güzelliğine, entrikalara, şehirler arasında savaşın diplomasi ve sevgiyle çözüldüğüne, Gılgameş'in yaşamın sırrını arayışına ve herşeyin aslında onun içinde saklı olduğuna ve dha bir çok maceraya tanıklık edeceksiniz.

Gılgameş efsanesini, Harald Braem'in kaleminden ustaca romanlaştırılmış bu kitaptan okumaya doyamayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


3 Şubat 2013 Pazar

Olmaz mı?

Gece ve yağmur olurda, hüzün olmaz mı?
Bağdaki ballı üzümden, şarap olmaz mı?
Rakının yanına balık konmaz mı?
Yalnızlığıma ortak olunmaz mı?

Masalara meze, rakıya buz konmaz mı?
İçip de yanaklara, buse konmaz mı?
Dosta kadeh kaldırılmaz mı?
Yalnızım, hala bir ortak bulunmaz mı?

Sessizliği bozan bu lıkırtı mı?
Gırtlaktan çıkan yoksa bir hırıltı mı?
Peynir yesem üstüne, olmaz mı?
Yalnızsak n'olmuş? Yasak mı?

Sıkıldım masada, çıkıp dolaşsam mı?
Gezsem, eve geç dönsem olmaz mı?
Islansam sokaklarda, şifa olmaz mı?
Yalnızlık aslında bir rüya mı?
Uyansam..

- Murat Dicle

Sevginin Üç Türü

Masumi Toyotome adında bir Japon yazmış. “Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir” diye başlıyor.

- “Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyormuyuz?” diye soruyor…
Sonra anlatmaya başlıyor:
- “Sevgi üç türlüdür!..”

Birincinin adı “Eğer” türü sevgi!..
Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar..

Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. “Sevenin, istediği birşeyin sağlanması karşılığı olarak vaad edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar..

- “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı,sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.”

Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde de, düşkırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor.

İkinci türe geçiyoruz: “Çünkü” türü sevgi…
Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: “Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır”.

Örnek mi?..
“Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)”
“Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..”
“Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..”
“Seni seviyorum.Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere gotürüyorsun ki..

Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş birşeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.

Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana.. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

“O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome..
“Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor.

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..”Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

“Üçüncü tür sevgi benim ‘RAĞMEN’ diye adlandırdığım türdür” diyor yazar.
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklı bu..
Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Birşey olduğu için” değil, “Birşey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız?.. Rağmen sevgi..

Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya çingene olmasına “rağmen” tapar!..”Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur” diyor. “Farkında olsanızda,olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.”

Bunun böyle olduğundan nasıl emin?.. Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. Şu soruma cevap verin” diyor.

“Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmezmiydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.”

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome..
“Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor..

Anlatıyor..
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?..

Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Hepsi o.. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda.. “Dünyadaki en büyük kıtlık, ‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!..”

Doktrin notu: Bu yazı neredeyse 100 e yakın sitede (bir iki yazım farkıyla)  var. Bir siteden alınıp okunur hale getirilmiştir. Ayrıca Masumi Toyotome 'nin yapmış olduğu bu araştırmayı Türkçe olarak kaleme alıp bu makaleyi yazan kişinin kim olduğunu tespit edemedik. Doktrin aracılığıyla da kendisine bu güzel araştırmayı paylaştığı için gıyabında teşekkür ederiz.  Son olarak bu makale benim vaktiyle yazmış olduğum "Arı biziz, bal bizdedir" yazısını anımsatıyor. Benim yazmış olduğum yazı, erkek tarafından kadını sevmeye yönelik bakışı anlatmaktadır. İlgili yazı için bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
http://doktrin.blogspot.com/2011/06/ar-biziz-bal-bizdedir.html

Uzak

Uzak, çok uzak;
Sen bana,
Ben sana.
Uzak, 

aşka da uzak;
Kalpler de bir tuzak.
Uzak,
Sımsıcak saracak;
Gelirsen,
Görürsen,
Evimiz olacak.
Ama uzak,
Hala çok sıcak;
Dinmiyor,
Bitmiyor.
Sevdalar boşa akacak;
Kapanacak,
Susacak,
Kalplerde olmayacak;
Bitecek,
Sessizce,
Çaresizce,
Bile bile gidecek.
Son bulacak
Titreyecek
Eller
Yürekler
Sesler
Bitmeyecek
Desek de
Sevsek de
Bitecek
Hem gidecek
Hem de üzecek

- Murat

Kırık bir yürek

Saplanıp kaldım, çaresizlikte.
Ölüm teselliydi, acizlikte.
Vefa eksikti, şerefsizlikte.
Ezik kaldım, kırık bir yürekte.


(Murat)

Kırık klavye

Avutamadım kendimi,
kendi kendimden başkası ile.
Akıtamadım gözlerimi,
hep içe akan gözyaşları ile.
Anlatamadım derdimi,
kırık bir klavye ile.

(Murat)

Vebal kafirleri

Sınırsız vebal kafirleri; şeytana dönüşmedi mi, dolunay geceleri?
Tutmadı mı kan seni?
Kusmak geldi içinden -ki böğürmekten kaçınmadın mı?
Sessizce kaçışlarında, ardında bırakmadın mı, geçmişlerini?
Silinemeyendir denilmedi mi sana, geçmişin izleri?
Meze olacaksın dolunay geceleri..
Dikkat etmelisin, emi?

- Murat Dicle

Anlaşılamadık

Sessiz gidişler,
Acımasız terkedişler,
Çalınan hayatlar,
Kullanılan bedenler
Ve tüketilen gelecekler..
Kalpler işte böyle böyle nasır tutuyor.
Olmadık insanlara sürte sürte.

Oysa tutsalardı elimizi.
Bakmadan görebilselerdi bizi.
Anlayabilselerdi sevgimizi.
Çekip giderler miydi?

Anlaşılamadık,
Başlayamadık,
Oturup da konuşamadık.

İtildik ötekilere;
Kalplerimizi sömürsünler diye.
Yalnızız yine..
Sen, ben ve ölüm ile!

- Murat

Aşk-be-ce

Bir harf koysam
Adına dokunsam
Sırrı olsam
Aşkı onda bulsam
Eğer onda yoksam
Bitmişim vesselam

- Murat

Ne çare!

Göz yaşıyla geldik misafirhaneye.
Sarhoş olduk ikramlarla ziyade.
Hak verdi, burun büktük acizane.
Aldı elimizden şimdi ne çare!


- Murat

Kedi ile ben, bir de sen

"Kedi" dedim, "sever mi beni", konuşmam bitip telefonu kapatırken. "Sever mi beni, kedi, ha söylesene, sever mi?" dedim bir kez daha. "Benim onu sevdiğim gibi onun da beni sevmesi mümkün mü, kedi?, Ha, söylesene, mümkün mü?" Kedi dile gelemedi... Dertliydi kedi, atılmıştı! Yuva diye verilen yerden, "velinimetim zeval görmesin" düşüncesiyle, tüm gece kurulan bir planın ardından atılmıştı. Gizlice eve sokulmuş ve gırıldarken kucağımda, kediye sorulacak soru muydu bu şimdi: "Sever mi beni?". Kedi dile gelseydi, "ya peki siz beni sevebildiniz mi?" deseydi... 

Kedi ile ben, bir de keşke olsaydın sen; masalların masalında yaşasaydık, sen, kedi ve ben...

Su başında durmuşuz,
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.

Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de günesin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...

Su basında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze....

Şiir: NAZIM HİKMET
Giriş: Murat

Sen gittin ya

Sen gittin,
Kedi senden de önce gitti.
Bir ben varım şimdi.

Sen gittin ya...
Susuyorsun şimdi, öyle mi?
Sessizlik mi oldu sanıyorsun?
Sensiz olan her sessizlik,
Sağır ediyor oysa beni.

- Murat