10 Şubat 2018 Cumartesi

VELİ

Veli
        
       Yaklaşık on metre karelik bir odada yaşıyorum. Günümüzün çoğunu burada geçiriyoruz; iki kişiyiz: Kedimle ben.
Beni saymazsak küçümen odamın ilk göze batan varlıkları, masa, pencere, yatak dahası kedi de küçümen sayılır. Çalışma masasını pencere önüne yerleştirmeyi uygun buldum. Yatak, odanın sağındaki duvara dayalı; ayakucuysa masanın önündeki sandalyeme denk. Pencereyi kalın bir perde kaplıyor. Çok gerekli olmadıkça perdeyi açmam, ancak gündüzleri, pencerenin sağını örten bölümünü biraz aralarım.
Pencereden görünüş pek etkileyici değil; pencereye çıkıp sağa sola baktığımda gördüğüm yalnızca beton. Sokak sanki küle bulanmış, başından sonuna gri. Doğanın yeşili küsmüş buralara.
Gün içinde perdeyi bütünüyle açmamamın sebebi, sokak sakinlerinin çoğunun birbirini tanıyor olması. Dedikodu malzemesi olmak istemiyorum, dolayısıyla perdeleri açmıyorum; insanlarla göz göze gelmek istemem...
Günün birinde, sabah on sularında sokaktan gelen bir ses işittim: “Lan oğlum lan, yapmayın…” Rahmetli büyük dayım da özellikle çocuklara böyle çıkışırdı. İlginçtir, bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de kullanırdı. Bu benim için sokaktan gelen nadir seslenişlerden biriydi. Başımı sağa yeğni eğip pencerenin açık kısmından baktım: Kimdi söylenen?
Karşı binadan bir kadın, demin yapmayın etmeyin diyen çocuğa seslendi: “…li ne yaptınız evi?” Başımı eğsem kadını görebilirdim, yalnız benim ilgimi çeken binadan seslenen değildi, “…li” denilen çocuktu. Çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonra öğrenecektim adının Veli olduğunu. İlkin adını algılayamamıştım.
Sonraki günlerde, denk geldikçe ilgimi çeken bu genci inceledim; ilginç biriydi: Oldukça dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, sürekli kulaklarında kulaklık olan, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerler gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temizdi. Yakışıklı denilemez, çirkin de. Yüzüyle değil, konuşkanlığı, dahası sosyalliği ile ilgi çekiyordu.
Başını yukarı kaldırıp kadına yanıt verdi: “Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, anam öte yandan bakınıyoruz...” İlk üç-dört sözcüğün ardından bakışlarını kadından alıp sokağın ilerisine yöneltmişti. Kiminle olursa konuşurken böyle yapardı; karşısındakinin gözlerine uzun süre bakamaz, gözlerini başka yöne dikerdi.
Falanca sokağa baktınız mı? Boş evler varmış. Alt komşu söyledi.”
Genç, gözlerini daha sokağın ilerisinden almamıştı. Öylece boş gözlerle bakıyordu. Yanıt verdi sonra: “Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o denli.” Kadının gözlerine bakmasa da el-kol devinimleriyle sözlerini pekiştiriyordu.
Birkaç saniyelik sessizliğin ardından Veli, “lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o, deli,” dedi.  Bunları kime dediğini göremedim, yalnız ayak sesleriyle gülüşmeleri işitebiliyordum. Birkaç çocuk olsa gerek. Kısa bir süre içinde görüş alanıma gireceklerini duyumsadım. Bu arada Veli, karşı binadaki kadını unutmuştu. Belliydi, yeni gelenlerle söyleşini sürdürecekti.
“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi gelenlerden biri. Sesine bakılırsa sekiz-on yaşlarında biriydi. Penceremden Veli'yi doğru düzgün görebiliyordum, ancak gelen bu çocukları açık seçik göremedim; eller-kollar görüş alanıma giriyordu, olasılıkla üç kişiydiler.
Büyük bir sır verecek gibi yaptı genç; gövdesini biraz öne eğdi, sesini kıstı: “Deli o, deli!” Sözlerinin ardından gövdesini dikleştirip gene sokağın ilerisine bakmaya başladı...
“Kimmiş o Veli?” dedi, yüzünü görmediğim, karşı binada oturan kadın.
Veli yukarı, sesin geldiği yere bakmadı, çocukların yüzüne de. Gözleri hep ilerideydi. “Ayşe abla, deli o, deli. Ta fırının oradaki falancanın oğlu var ya...”
Çocuklar söyleşinin bittiğini düşünmüş olsalar gerek sokağın öte ucuna doğru yürümeye başladılar. Birden görüş alanıma girip çıktılar. Tek başına ortada kalan genç, yönünü çocuklara çevirdi. Artlarından baktı... Sonra onlara seslendi: “Bulaşman oğlum ona.” Bunu duyduklarını sanmıyorum, çünkü yanıt gelmemişti.
“Şşşt! Veli. Bina ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir başka kadın. Sağ yandan, görüş alanımın dışından.
“Önümüzdeki hafta...” Tutumu değişmemişti; çok kısa bir süre kadına bakmış, sonra bakışlarını ileriye çevirmişti.
“Peki, ev buldunuz mu?”
“Yok, bulamadık ,” dedi genç umarsızca.
“Bulursunuz inşallah,” diyen kadın birden, yalnızca arkasını görebildiğim araçtan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyorduk sizi.”
Aracın kapıları açılıp kapandı. İnenlerden biri yanıt verdi: “Furkan’ın işi erken bitti, gelip size sürpriz yapalım dedik.” Kimlerdi bunlar, göremiyordum. Bu arada dikilip duran genci ayrımsadı. “Veli, n’aber?” dedi.
“İyi abla, n’olsun?”
“Ev buldunuz mu?”
Öteki, yan binadaki atıldı: “Yok, bulamamışlar.”
“Nerde bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda ev bulunmaz,” dedi Veli...
Böyle işte, daha uzatmayayım.
Gelgelelim, Veli’yi de Velilerin derdini de ilkin böyle öğrenmiştim. Zaman zaman görüş alanıma girer, ancak bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani öğrenmek istemiyor da değilim…


29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle


Hiç yorum yok: