21 Nisan 2014 Pazartesi

Edebi olmuşuz biz...

Büyük derbi öncesi günlerce atışmalar yapıldı: O mu kazanacak bu mu kazanacak denildi, duruldu. Ve sonra maç başladı, büyük bir sessizlik ortalığı kapladı. Maç esnasında kimse sesini çıkartmadı, çıkartması da yasaktı. Maç skoru belirlenmek üzereydi ki, gözler hakeme dikildi. Bir harketlenme bir mırıldanmadır gitti. Nihayetinde maç bitti. Maçın skorundan memnun olanlar, zaten kazanacaklarına emin olanlardı; skora itiraz edenler de, ulan bunlar yine hileyle, hurdayla sakın kazanmasınlar, diyenlerdi. Hilesiyle, hurdasıyla, hakkıyla, ve tüm haksızlıklarıyla maç bitti. Skorlar resmileşti. Şikayetler alındı, alınmış gibi yapıldı. Hak, yolunu bulacaktır, diye bekleşmeler de başladı. Bekleye dursunlar...

İstanbul'a indim bugün. Olanca gürültüsü patırtısıyla aynı gibi görünüyordu. Bunaltıcıydı, otobüsler, metrobüsler, metrolar... Ter bastı yine her zamanki gibi beni. Basık basıktı her yer, her şey... Bildiğiniz İstanbul'du işte! Hiç mi fark göremedim? Elbette fark vardı. Maçtan sonra evlerine dağılan futbolseverler gibiydi insanlar. Yürürken ağızlarından skorla ilgili, maçla ilgili bir müddet söylemler olsa da, kafalarda hep, ev kirası, elektrip, su, doğal gaz, çocuklar, eşler ve ödenmesi gereken yığınla şey vardı... Zaten ben de bir borç meselesi için dönmüştüm İstanbul'a, hiç hesapta yokken. İstanbul'da doğdum, büyüm ve neredeyse hiç çıkmadım... Yeni yerleştiğim şehirden, İstanbul'a bu gelişimde, çok sıkıldım, çok bunaldım, her zamankinden de fazla. Neyse ki bir yoldaşım vardı, can dostum eşlik etti bana, ta ki tekrar İstanbul'dan ayrılana kadar. Sağolasın dostum...

Milyon tane insanın, milyon tane derdiyle dönen bu İstanbul'un, patırtısı da gürültüsü de, hep bu düşüncelerin yoğunluğundandı. Önceden planlanmış gibi bir oraya, bir buraya giden insanların, düzenli birer yaşantısı olduğu düşünülebilir. İmrenilebilir hatta, TV'deki dizilere öykünerek. Yok ama öyle değil işte! İstanbul, seni, beni, bizleri içine alan bir anafordan başka bir şey değil. Asla senin planına göre hareket etmez. O, seni dilediği gibi döndürür durur. Sen, döndüm geldim evime, desen de, inanma. Seni evine getiren de, işine götüren de İstanbul'un hengamesinden başka bir şey değildi. 

Yabancılar dolmuş İstanbul'a. Minicik, şeker mi şeker çocuklar dolaşır olmuş. Dilenir olmuşlar... Can dostum (aramızda kalsın sevdiğim) yolda gördüğü bu şeker çocuklardan birini ne güzel sevip, okşamıştı. Yine bir çocuk sevindirmişti işte... Bu yeni gelen yabancılardan, fuhuş yapanı da varmış. Yollarda saat satan, sabah işlerine giden zenciler (aşağılamadım, biz böyle bildik ya hep, ve hep böyle tabir ettik) de varmış. "Mış" değil! Var, var...

Onlara, onlardan başka fayda da yokmuş meğer. Gördüm çünkü bu sabah. Bir TV dizisinde, iki FBI ajanının elindeki çantayı sezdirmeden değiştirmesi gibi bir sahneye şahit oldum. Güzel, sağlıklı zenci bir kız, hızlı adımlarla yürüyerek geliyordu benim olduğum yöne doğru. Önümde dilenen, karı, koca ve bir minik şeker çocuk vardı. Kız, hızla elindeki poşeti, çaktırmadan, dilenen adama verdi. Ve ne sağa, ne sola bile bakmadan, doğruca yoluna devam etti, yarım saniye bile duraksamadan... Poşeti alan, sanki bu durumla sürekli karşılaşırcasına, poşetin içine bile bakmadan, yavaş adımlarla yürmesine devam etti. Bir şeyler mırıldandı karısına ancak anlamadım. O bakmadı poşete ama ben baktım. Belliydi zaten içeriği: Yiyecek!..

Ben bu yazıyı yazarken niye konu İstanbul'a geldi, bilemedim şimdi. Yoksa, özledim mi ne?

Ölenleri, öldürenleri, kıs kıs gülenleri, hak yiyenleri, vatan hainlerini, halk düşmanlarını anlatacaktım, bir bir... Bağıranları, çağıranları, olmaz böyle şey, diyenleri anlatacaktım, hep. Adalet yerini bulacak, diyenleri anlatacaktım. Sosyal medya kahramanlarını anlatacaktım. Ama gelin görün ki, konu İstanbul'a geldi. Edebi bir hal aldı birden bire, bu yazı. Aslında, sadece bu yazı değil, son 12-13 senede olmadık acılarla yüz yüze gelmiş tüm ülke halkında da bir edebilik var gibi. Sosyal medyalarda olabildiğince şiirler, şarkılar paylaşılır oldu. Sanki her şey güllük, gülistanlıkmış gibi, kendimizi şiire, gazele vermişiz. Boşlamışız be...

Bitmişiz biz!..
Müstahak mı ne bize?!

Hiç yorum yok: