11 Ocak 2011 Salı

Bir kapitalist dünya hikayesi (1)

- Çocukluk, çocuklar ve içe salınan korkular -

Seneler sonra geldiğim bu yerde, artık yeşili göremiyorum. Önceleri bağlık bahçelik denilecek kadar yeşile doyardı gözlerimiz. Her evin önünde çiçek bahçeleri vardı. Kimi evlerin bahçeleri oldukça cıvıltılıydı. Neden olmasın ki hem bahçeleri geniş hem de onlarca çeşit ağaç vardı bu evlerin bahçelerinde. Cıvıltılar ise o güzelim ağaçlara yuva yapan kuşlardan gelirdi.

"Bahçeye dalan vaaaar" diye sesleri sıkça duyardık mahalle aralarında. Evlerin önündeki bahçelerde incir, şeftali, elma gibi meyveler biz çocuklara evdeki meyvelerden daha lezzetli gelirdi.
"Oğlum evinizde hiç mi meyve yok, bu kadar mı açsınız" deselerde -ki gerçeği yansıtmayan bir serzenişti teyzenin söyledikleri- evimizdeki meyveler yerine dalından kopartıp yemek büyük zevkti biz çocuklar için.  Ağaçlara çıkar saatlerce otururduk. Bazen de yolumuzu uzatır sayamadığımız kadar çok mahallenin ötesinde daha kırsal olan yerlerde eğlenirdik.

Eğlence bizim için herşeydi. Yemek içmek kadar doğaldı. Kimse bize karışmaz yolumuzu bile kesmezlerdi. Şimdiki çocuklar gibi evde kös kös oturup mecburen TV de seyretmezdik. Şimdiki çocuklar da aslında çok isterler gezmeyi dolaşmayı ancak, ortam maalesef kötüleşti. Kimbilir belkide herkesin içerde kalmasını sağlamaktı amaç. Yoksa onlarca TV kanalını kim seyredecek.

Hele reklamlar. Onlar olmadan para nasıl akıp gidecek, bir cepten bir cebe. Reklamları izleyen çocuk: "baba bana bundan al" derken sıkıntısına çare arar. İçine gömdüğü ama artık kanıksadığı için duyamadığı bu sözcükleri ıskalayan baba, annenin hüzünle dürtlemesiyle: "paramız olunca alırım" demekle yetinir. Küçük bir istektir elbet bu. Ancak kum taneleri gibi insanın yüreğinde birikerek duygularınızı köreltir.

Bizim için eğlencenin saati ve mekanı yoktu. Yolda bulduğumuz sıkılmış yarım bir limondan bile oyunlar çıkartırdık. Boş kibrit kutularını toplar yanlarındaki ecza sürülü tarafları yırtar atar,. kalan kısmıyla oyun oynardık. Gün olur iskambil benzeri bu kağıtlar elimize sığmazdı. Gün olur fellik fellik kibrit kutusu arardık. Çakmak mı? Öyle herkesin çakmağı yoktu ki. Olanlarında çakmakları 100 yıl gidecek türdendi. Şimdiki gibi gazı bitince at türünden değillerdi.

Gazoz kapakları da bizler için güzel bir oyun aracıydı. Artık şimdiki çocuklar için böyle şeyler yok. Bilmezler ki bunları. Duyduklarında gülümsüyorlar. Onlar oyun oynamak için satın alınan bir nesneye ihtiyaç duyarlar. "Çık dışarı oyna" sözü şimdiki çocuklar için çok basit bir cümledir. Oysa "Hadi sukuturunu(!) al çık dışarı. Ama gözümün önünden ayrılma" sözü daha mantıklı gelir onlar için. Sukutur olmazsa çocuk nasıl eğlenebilir ki. Çıkar çocuk dışarı, ancak bir saat geçmeden eve yine gelir. Oysa biz öylemiydik. Ah bi dışarı çıkma izni alsak, hava kararmadan uğramazdık. Akşam eve geldiğimizde annemiz bize "neredeydin, niye geç kaldın" gibi sözler söylemezlerdi. Çünkü kaygıları yoktu o günün ortamından. Henüz Kasımpaşa canavarı bile gazetelere düşmemişti. İnsanlarda henüz dışarı çıkma korkusu salıverilmemişti. Ama sistem buna hazırlığını da yapıyordu.

Bizler şimdi çocuklarımızı okula götürüp getiriyoruz. "Aman gözümüzün önünden ayrılma" diyoruz. Hep duyuyor ürküyoruz "Daha demin gözümün önündeydi. Lütfen gördüyseniz söyleyin." Ya sonra ne acıdır ki ah ne acıdır ki, "paramız olunca alırız" diyen bir babanın vicdansızlığa yenik düşüp minik bedenlerden kopartılan can parçalarını satmak maksadıyle öldürdüğü o çocukların...!!

Balici bir çocuk yaklaşıyor bize doğru. Yolumuzu değiştiriyoruz kızımla. Ürküyorum akşamın bu saatinde böyle biriyle karşılaşmaktan. Onlarca sokak köpeği geçse yanımdan bu kadar ürkmem. Vaktiyle eşim ile gece bir sokakta ilerlerken sayıları beş kadar köpek bize doğru olanca sesleriyle ve hırslarıyla havlayarak geliyorlardı. Eşim zaten köpeklerden korkar ve bu durum karşısında oldukça korktu. Ben ona korkmaması gerektiğini, sokak köpeklerinin sıkça yapacağı bir davranış olduğunu söyledim. Kaldı ki beş köpek birleşince daha da cesaretleniyorlar. Köpekler olanca hızlarıyla yanımıza kadar geldi ve bizde hiç birşey olmamış gibi süzüldük gecenin o saatinde sokağın ortasından. Bunu biliyordum. Çocukken öğrenmiştim bunu. Sokak köpeklerinin ezikliğini bir an için aşma çabalarından biridir bu. Başaramayınca istediklerini alamayınca arkamızdan bakmakla yetinirler. Peki balici veya tinerciler? Onların ne istedikleri belli değil ki. Amaçları yok. İstediklerini verdiğiniz anda bile büyük bir acıyla yere yığılmanız içten bile değil. Öyle zayıf çelimsiz deyip geçmeyin. Ürküyorum işte.

Yarasalar gece avlanır, mağaralardan günün kararmasıyla şehre akın ederler. Göremeyiz onları. Duymayız bile. Ama onlar vardır. Burnumuzun dibindeki Çocuk Esirgeme Kurumu ve onun tam karşısında -arada koca bir oto yol- Sokak Çocukları barınma evi. Her akşam yarsalar gibi sessizce süzülüyorlar şehre. Görüyoruz onları, onlar görünmez olduklarını sansalarda. Yaşayan zombiler gibi dolanıyorlar ortalarda. Sistemin gönülsüz figuranları bunlar. Görevlerini yapıyorlar: Ürkütüyorlar ve eve tıkıyorlar bizi.

Hiç yorum yok: