İnsan çoğu zaman etrafındakilerin farkına varmaz; kimin zalim, kimin iyi, kimin sevgili ve kimin bir hiç olduğunu göremez... Farkına vardığımız tek şey, etrafımızdakilerin sayısal değeridir. Sayısal olarak kalabalık varsa şayet, etrafımızda dostlar, arkadaşlar, insanlar var deriz, kendi kendimize. Ve kendi kendimize yine deriz ki: ne mutlu bana, yalnız değilim... Oysa hep yalnızızdır!.. Fakat öyle bir gün gelir ki, bir kişi, sende farkındalık uyandırır. Hiç ama hiç farkında olmadığın bir duyguya kapılmana sebebiyet verir. Asla! dediğin bir duygunun onda yeşerdiğini görürsün. İncitmeden büyütürsün içinde, sakınırsın hep, herkesten ve her şeyden; kimsecikler bilmez senden başka!..
Cinsini, cibiliyetini bilmediğim bir ağacın altında oturuyordum, ve ay, yarımdan hallice bizden epey uzaktı. Tek değildim ve tek dileğim de değildi, böylesi güzelliklerin altında yalnız oturmak. Yanımda, sadece benim kendi kendime sevdiğim, kendisinin bunu bildiği ancak beni sevemediğini sürekli söyleyen bir kadın vardı. Seviyordu beni ama öyle değil işte; benim onu sevdiğim gibi değildi sevgisi... Kimbilir belki de düşündüğümün aksine, benim onu sevdiğim gibi seviyordu beni. Oysa ondan duyduğum tek şey, biz dostuz, istemiyorum! oldu hep... Ne denebilir ki başka!.. Yalan söylüyorsun, ağzın yalan söylüyor, gözlerin aksini söylüyor, yüreğin sözlerine gülüyor mu demeliydim? Belki çok şey söylemeliydim, seni seviyorum, demekten başka. Biliyorum... En korkuncuydu, seni seviyorum, demek! Çünkü, karanlıktı, ay vardı, çimenlerin üstünde bir sen bir de ben vardım, yaprakların hışırtısı ve uzaktan gelen insanların gülüşmeleri vardı sadece. Seviyorum seni, demeden bile ürküyordun oysa benden; ama seviyordun beni, biliyorum; uzaklaşamıyor, kaybetmek de istemiyordun. Sen mezarcıydın oysa, kalbine gömdüğünle yaşamayı bilen, bir mezar taşı kadar dik yürüyen, korkulması gerekendin sen; ürkmesi gereken de ben... Ayın altında ağaç, ağacın altında ben ve yaprakların hışırtısıyla karışan uzaktan gelen insan gülüşmeleri ve sen; yüreğinde bir tabut taşıyan öte dünyanın meleği, onun sevgilisi, benden çok ötesi; işte sen: mistikler kraliçesi, mezalık bekçisi, dünyanın en korkulası kişisi; İstemiyorum, dese de, hep sevdiriyor kendini... Ahhh, ben nasıl kapıldım bu rüzgara! Rüzgar mıydı ki oysa? En fırtınalı havalarda alabora olmayan ben, üfürüksüz bir bakışın, cıvıltılı sözlerin ve yaydığı sıcaklığın karşısında devrildim, yittim suyun derinliklerine; tıpkı zıpkının ucundaki balinanın, balıkçıyı dibe çekmesi gibi... Avım, avladı beni! Ta derinlere çekerken nefessiz kaldığımda anladım sana aşık olduğumu, seni çok sevdiğimi ve sen ne dersen de, senden vazgeçemeyeceğimi...
Bıçak Arası nasıl bir şey, demiştin Konyalı Etli Ekmek restoranın önünden geçerken. Ben, bilmiş bilmiş, tandır et, falan demiştim. Oysa dün Bıçak Arası'nın kıymadan değil, ince kıyılmış kuşbaşından Etli Ekmek olduğunu öğrendim, restoranın mönüsüne bakarken. Hafif bir tebessüm yayıldı yüzüme ve yine aklıma düştün sen... Hep düşüyorsun ya zaten, bahane aramaya gerek yok, aklımda hep sen, hep sen, hep sen... Fikrimi geçtim, Ay'a zikrim oldun, dileğim sen oldun hep Ay Dede'den... Bıkmış mıdır acaba benden?! Çık aklımdan git, n'olursun, allasen... Hayır, hayır... Gitme, n'olursun kal! ben giderim, denerim gitmeyi senden öteye. Düşünmemeye çalışırım seni, başımı kuma gömer, gezdiğimiz, geçtiğimiz yerlere gitmemeye çalışırım. Aklıma düşmemen için ölü taklidi yaparım; ölmüş balık gözüyle bakarım güneşe, aya ve her şeye. Gitme sen, kalman gerek buralarda -ki senin varlığına ihtiyacı olanlar var etrafında. Kal sen, kal!..
Dün sohbetimizde sana çok güldüm, yaptığın espriyle. Ben restoranda Mevlana yedim, dedim, sen, Mevlana ne olursan ol, yine gel, dedi ama beni ye demedi, dedin. Biraz gülüştük, şakalaştık, esprilerin bokunu çıkarttık, ve tükettik "benim seni sevdiğimi, senin de, benim seni sevdiğimi bilmiyormuş, oralı değilmişiz" anlarını. Ve başladı yine, senin itmelerin, benim hüzünlü sözlerim; senin üzülmelerin -ki bana, benim, boş ver üzülme, deyişlerim... Yine ayrıldık, tıpkı daha öncesindekiler gibi. Yine uzaklaşmak istedin, bir kaç kez daha yaptığın gibi. Telefonunu ya da mesajlarını bekliyorum, biliyorum gelecek, daha önceleri olduğu gibi. Yanlış anlamayacağım, çünkü zaten biliyorum beni sevdiğini; kabul etmiyorsun ya işte bunu, üzülüyorum, çok üzülüyorum be sevgili...
Aklımdan çıkmıyor, o gece seni yolcu etmek için servisi beklediğimiz anlar; hele, servis kapısında bana sımsıkı sarılışın, ilk defa bedenlerimizin birbirine değişi... Ne büyük mutluluktu o an benim için. Neler vermezdim bir ömür boyu böylesi sarılışlar için. Hep, hep sarılman, hiç, hiç gitmemen için, neler vermezdim, neler!.. Zor mu ha, böylesi mutlulukları yaşamak, zor mu?! Bu kadar gerilmen, kendini kendi içine, onunla kendini aynı tabuta gömmen, doğru mu ha?! Nereye kadar gidecek bu böyle, ne kazanacaksın, ödülün ne olacak?! Onun tabutunu cilalerken kazandığın takdir, söndürdüğün bu canlı kalbimin vebalinden alacağın günahı bertaraf edebilecek mi?! Öte tarafa geçtiğinde bir gün, iyi etmişsin kızım, iyi etmişsin mi diyecekler sence?! Ödülün şu olacak belki: En iyi bekleyen, en iyi ıskalayan, burnunun dibindekini göremeyen, kalpleri karartan, en, ama en kadın kişi, çok şey yapıp, hiç yaşamayamamış hatun kişi ödülü... Yüzünü tabuttan çevir, dön bana, sımsıkı sarıl şimdi. Hadi!..
Özür dilerim, tüm bunları yazdığım için özür dilerim. Tabut dediğim için, ölü dediğim için özür dilerim. Mezarcı dediğim için... Ama gerçekler var şimdi, yaşayanlar için. Sen için, ben için. Ölmedik daha, hayat bize göz kırpıyor; Ay gibi, yıldızlar gibi... Seni sevdiğim için özür dilerim, sana aşık olduğum için. Seni zor duruma soktuğum, bana üzülmeni sağladığım için... Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim...
Yazacak çok şey var, yüzüne söylenecekler var. Seninle yapılacak, seninle yaşlanacak kadar yaşanacak çok şeyler var. Koca bir dünya var, yaşayanlara yetecek kadar. Matem bitsin artık, düğün başlasın...
13.04.2014
Murat Dicle
Murat Dicle