13 Nisan 2014 Pazar

Matem bitsin artık, düğün başlasın...

İnsan çoğu zaman etrafındakilerin farkına varmaz; kimin zalim, kimin iyi, kimin sevgili ve kimin bir hiç olduğunu göremez... Farkına vardığımız tek şey, etrafımızdakilerin sayısal değeridir. Sayısal olarak kalabalık varsa şayet, etrafımızda dostlar, arkadaşlar, insanlar var deriz, kendi kendimize. Ve kendi kendimize yine deriz ki: ne mutlu bana, yalnız değilim... Oysa hep yalnızızdır!.. Fakat öyle bir gün gelir ki, bir kişi, sende farkındalık uyandırır. Hiç ama hiç farkında olmadığın bir duyguya kapılmana sebebiyet verir. Asla! dediğin bir duygunun onda yeşerdiğini görürsün. İncitmeden büyütürsün içinde, sakınırsın hep, herkesten ve her şeyden; kimsecikler bilmez senden başka!..

Cinsini, cibiliyetini bilmediğim bir ağacın altında oturuyordum, ve ay, yarımdan hallice bizden epey uzaktı. Tek değildim ve tek dileğim de değildi, böylesi güzelliklerin altında yalnız oturmak. Yanımda, sadece benim kendi kendime sevdiğim, kendisinin bunu bildiği ancak beni sevemediğini sürekli söyleyen bir kadın vardı. Seviyordu beni ama öyle değil işte; benim onu sevdiğim gibi değildi sevgisi... Kimbilir belki de düşündüğümün aksine, benim onu sevdiğim gibi seviyordu beni. Oysa ondan duyduğum tek şey, biz dostuz, istemiyorum! oldu hep... Ne denebilir ki başka!.. Yalan söylüyorsun, ağzın yalan söylüyor, gözlerin aksini söylüyor, yüreğin sözlerine gülüyor mu demeliydim? Belki çok şey söylemeliydim, seni seviyorum, demekten başka. Biliyorum... En korkuncuydu, seni seviyorum, demek! Çünkü, karanlıktı, ay vardı, çimenlerin üstünde bir sen bir de ben vardım, yaprakların hışırtısı ve uzaktan gelen insanların gülüşmeleri vardı sadece. Seviyorum seni, demeden bile ürküyordun oysa benden; ama seviyordun beni, biliyorum; uzaklaşamıyor, kaybetmek de istemiyordun. Sen mezarcıydın oysa, kalbine gömdüğünle yaşamayı bilen, bir mezar taşı kadar dik yürüyen, korkulması gerekendin sen; ürkmesi gereken de ben... Ayın altında ağaç, ağacın altında ben ve yaprakların hışırtısıyla karışan uzaktan gelen insan gülüşmeleri ve sen; yüreğinde bir tabut taşıyan öte dünyanın meleği, onun sevgilisi, benden çok ötesi; işte sen: mistikler kraliçesi, mezalık bekçisi, dünyanın en korkulası kişisi; İstemiyorum, dese de, hep sevdiriyor kendini... Ahhh, ben nasıl kapıldım bu rüzgara! Rüzgar mıydı ki oysa? En fırtınalı havalarda alabora olmayan ben, üfürüksüz bir bakışın, cıvıltılı sözlerin ve yaydığı sıcaklığın karşısında devrildim, yittim suyun derinliklerine; tıpkı zıpkının ucundaki balinanın, balıkçıyı dibe çekmesi gibi... Avım, avladı beni! Ta derinlere çekerken nefessiz kaldığımda anladım sana aşık olduğumu, seni çok sevdiğimi ve sen ne dersen de, senden vazgeçemeyeceğimi...

Bıçak Arası nasıl bir şey, demiştin Konyalı Etli Ekmek restoranın önünden geçerken. Ben, bilmiş bilmiş, tandır et, falan demiştim. Oysa dün Bıçak Arası'nın kıymadan değil, ince kıyılmış kuşbaşından Etli Ekmek olduğunu öğrendim, restoranın mönüsüne bakarken. Hafif bir tebessüm yayıldı yüzüme ve yine aklıma düştün sen...  Hep düşüyorsun ya zaten, bahane aramaya gerek yok, aklımda hep sen, hep sen, hep sen... Fikrimi geçtim, Ay'a zikrim oldun, dileğim sen oldun hep Ay Dede'den... Bıkmış mıdır acaba benden?! Çık aklımdan git, n'olursun, allasen... Hayır, hayır... Gitme, n'olursun kal! ben giderim, denerim gitmeyi senden öteye. Düşünmemeye çalışırım seni, başımı kuma gömer, gezdiğimiz, geçtiğimiz yerlere gitmemeye çalışırım. Aklıma düşmemen için ölü taklidi yaparım; ölmüş balık gözüyle bakarım güneşe, aya ve her şeye. Gitme sen, kalman gerek buralarda -ki senin varlığına ihtiyacı olanlar var etrafında. Kal sen, kal!..

Dün sohbetimizde sana çok güldüm, yaptığın espriyle. Ben restoranda Mevlana yedim, dedim, sen, Mevlana ne olursan ol, yine gel, dedi ama beni ye demedi, dedin. Biraz gülüştük, şakalaştık, esprilerin bokunu çıkarttık, ve tükettik "benim seni sevdiğimi, senin de, benim seni sevdiğimi bilmiyormuş, oralı değilmişiz" anlarını. Ve başladı yine, senin itmelerin, benim hüzünlü sözlerim; senin üzülmelerin -ki bana, benim, boş ver üzülme, deyişlerim... Yine ayrıldık, tıpkı daha öncesindekiler gibi. Yine uzaklaşmak istedin, bir kaç kez daha yaptığın gibi. Telefonunu ya da mesajlarını bekliyorum, biliyorum gelecek, daha önceleri olduğu gibi. Yanlış anlamayacağım, çünkü zaten biliyorum beni sevdiğini; kabul etmiyorsun ya işte bunu, üzülüyorum, çok üzülüyorum be sevgili...

Aklımdan çıkmıyor, o gece seni yolcu etmek için servisi beklediğimiz anlar; hele, servis kapısında bana sımsıkı sarılışın, ilk defa bedenlerimizin birbirine değişi... Ne büyük mutluluktu o an benim için. Neler vermezdim bir ömür boyu böylesi sarılışlar için. Hep, hep sarılman, hiç, hiç gitmemen için, neler vermezdim, neler!.. Zor mu ha, böylesi mutlulukları yaşamak, zor mu?! Bu kadar gerilmen, kendini kendi içine, onunla kendini aynı tabuta gömmen, doğru mu ha?! Nereye kadar gidecek bu böyle, ne kazanacaksın, ödülün ne olacak?! Onun tabutunu cilalerken kazandığın takdir, söndürdüğün bu canlı kalbimin vebalinden alacağın günahı bertaraf edebilecek mi?! Öte tarafa geçtiğinde bir gün, iyi etmişsin kızım, iyi etmişsin mi diyecekler sence?! Ödülün şu olacak belki: En iyi bekleyen, en iyi ıskalayan, burnunun dibindekini göremeyen, kalpleri karartan, en, ama en kadın kişi, çok şey yapıp, hiç yaşamayamamış hatun kişi ödülü... Yüzünü tabuttan çevir, dön bana, sımsıkı sarıl şimdi. Hadi!..

Özür dilerim, tüm bunları yazdığım için özür dilerim. Tabut dediğim için, ölü dediğim için özür dilerim. Mezarcı dediğim için... Ama gerçekler var şimdi, yaşayanlar için. Sen için, ben için. Ölmedik daha, hayat bize göz kırpıyor; Ay gibi, yıldızlar gibi... Seni sevdiğim için özür dilerim, sana aşık olduğum için. Seni zor duruma soktuğum, bana üzülmeni sağladığım için... Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim...

Yazacak çok şey var, yüzüne söylenecekler var. Seninle yapılacak, seninle yaşlanacak kadar yaşanacak çok şeyler var. Koca bir dünya var, yaşayanlara yetecek kadar. Matem bitsin artık, düğün başlasın...

13.04.2014
Murat Dicle

12 Nisan 2014 Cumartesi

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin
ÖLMÜŞ EŞEK
Aziz Nesin
Sakarya'ya gelmeden önce -ya da geldim de tekrar İstanbul'a uğrayıp tekrar Sakarya'ya geri dönmeden önce, Bakırköy tren istaysonunun üstündeki köprüde bulunan bir kitapçıda rastladım bu kitaba. Aha, dedim, antika bir kitap buldum.  :) Düşün Yayınevi Mizah Serisi, Yeni Matbaa, İstanbul - 1957. Fiyatı mı? Fiyatını duyunca antika olmadığını anladım. Bildiğiniz iki lira... 2 TL'ye aldım. :)

Gelelim kitaba. Aziz ustamız -ki şahsen benim çok hoşuma giden- yine harika bir öykü/roman çıkartmış ortaya. Hiciv sanatının inceliklerini gayet güzel kullanmış. Bu defa toplumsal vurdumduymazlıkları eleştirmiş. Kitabın sonunda ayrıca iki kısa öykü de var ve bu öyküler de yine eleştiri içermektedir. Hem halkı hem de kamu hizmetlerini mizahi bir dille eleştiriyor üstad.

Ölmüş eşek, arkadaşı Eşek Arısına, tahtalıköyden mektuplar yazıyor. Ölmenin mi yoksa yaşamanın mı zorluğunu dile getiriyor. Ölmüş Eşek, aman, diyor, ölmek, yaşamaktan da zor...

Kitaptaki Ölmüş Eşek'i ben Aziz Nesin'in kendi olarak algıladım. Ölen kişinin, camia tarafından sevilmeyen  bir gazeteci/yazar olduğu anlaşılıyor. Aziz Nesin, ölsem de çile çekmekten kurtulamam, demiş sanki, ta 1957'den. Yine isabetli bir tahmin atmış ortaya bu öyküsü ile. Vaktiyle bu ülkedekilerinin yüzde bilmem kaçının "aptal" olduğu tahmininde yanılmadığı gibi; Ölmüş Eşek ile, kendisinin öldükten sonra da çile çekeceği tahmini yanlış değil gibi...
"Yaşarken, insanların bana verdiği gözyaşlarını, imbikten üzüm suyu çeker gibi kahkahaya çevirmeye çalıştım; insanlarin hep, hep gülmeleri için."
 Ya işte böyle... Yazar bizleri güldürürken -ki oysa ağlayacak halimize güleriz hep, düşünmemizi, gerçekleri düşünmemizi diledi hep. Ölmüş Eşek'ten bir alıntı yaparak bitireyim yazımı:
İşte sevgili öğrencilerim, dedi, uzun zamandan beri açtığımız kafataslarında görmediğimiz beyin budur. İnsan bedeninde, bademciklerden, kör barsaktan daha faydasız, zararlı bir uzuvdur. İnsan kafatasında teşekkül eden beyin isimli bu ur'un, insan başını belaya sokmaktan başka bir işe yaradığı görülmemiştir. Şimdi merhumun daima başının neden belaya girdiğini, daha iyi anlıyoruz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


10 Nisan 2014 Perşembe

KIŞ GÜNLÜĞÜ, Paul Auster

KIŞ GÜNLÜĞÜ, Paul Auster
KIŞ GÜNLÜĞÜ
Paul Auster
Bu yazarın okuduğum ilk kitabıdır. Yazarın anılarını anlattığı kitabı ile başlamak iyi oldu bence. Böylece ileride kitaplarını okuduğumda kendisini daha iyi analiz edebileceğim.

Paul Auster, 3 Şubat 1947 senesinde New Jersey kentinde doğmuştur. Yazar anılarını anlatırken kendi yaşamında bir ileri bir geri gidip gelmektedir. Kendinin, kendine yazdığı bir dil kullanılmış.

Kitap bir anı romanı diye edebi olmaktan uzak sanılmasın. En azından bana göre anlatım dili çok farklı geldi. İlginç bir anlatım şekli.

Okumamnızı diliyorum.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

1 Nisan 2014 Salı

KOCA KIZ SENİ

Delisin sen be kızım,
Zır deli...
Zillere basıp kaçan çocuklar gibi,
Bir gösterip,
Bir saklıyorsun kendini...
Delirtiyorsun beni,
Bunun bal gibi farkındasın,
Öyle değil mi?!

Koca kız seni!
İnat ediyorsun,
Kabul etmiyorun beni;
Kafan karışık tabii,
Koyver kendini,
Hadi!..

1.4.2014
Murat Dicle

31 Mart 2014 Pazartesi

KIRKI DEVİRMİŞ MİNİK KEDİ

Sor bak bi!
Göreceksin nasıl da kıvırdığını.
Hele bi git sor,
Çekinme,
Göreceksin dediğim gibi.

Aşka gelirim demişti;
O zaman ben de bekliyorum,
Demiştim...
Ama şimdi öyle demiyor;
İterim seni, diyor.
Gelirsen beni sevmeye,
Döverim seni, demeye getiriyor...

Sor bak bi!
Sen de göreceksin,
Benim neler çektiğimi...
Ah! bi ben bilirim,
Bi ben bilirim...

Küçük seni!..
Kırkı devirmiş minik kedi...
Küçücük aklınla,
Sallarsın anca memelerini,
Gelmez ama benim gibisi.
Kaparlar seni,
Limon gibi sıkarlar,
Memelerini.
İstemezdin oysa değil mi,
Seni böyle ellemelerini?!
Dedim ya,
Gelmez daha benim gibisi...

Hadi git sor şimdi bi!
Sen de sor,
Gör bak ben neler çekmişim,
Yaşa sen de...
Sen de göreceksin;
Kâr kalacak ancak
Ellediğin memeleri,
Seni def ederken
Kırkı devirmiş bu minik kedi,
Kahkahalarıyla üzerken seni...

31.3.2014
Murat Dicle