6 Eylül 2013 Cuma

TACİZ


TACİZ
Murat DİCLE
Eylül 2013, İstanbul

Gelişli gidişli bir yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan iki genç, bir dakika olmasına rağmen, hala karşıya geçmek için bir fırsat yakalayamamış, sürekli olarak bir dürtüyle ileri atılıyor gibi yapıyor ancak ölüm tehlikesiyle tırsarak geri kaçıyorlardı. Bu ölüm dansı bir kaç dakika daha sürmüş ve sonunda pes ederek paşa paşa, elli metre bile uzakta olmayan üst geçite kadar yürümüşler; nihayetinde -üst geçit marifetiyle- güven içerisinde karşıdan karşıya geçebilmişlerdi. Sebep olan sanki kendileri değilmişçesine, aniden karşılaştıkları bu badireyle, bir süre geçtikleri yola derin düşüncelerle bakmışlar ve ne kadar ahmakça davrandıklarını anlamalarına yetecek bir sürenin ardından da yollarına devam etmişlerdi.
Artık güven içerisinde olduklarını bildiklerinden, yaylana yaylana yürümeye başlamışlar, sürekli olarak yanlarından geçen kızlara bakar olmuşlardı. Dünyadaki tüm kızların onlara baktıklarını sanarak yürüyen bu iki dangalak bilmiyorlardı ki; bir erkeğin, bir kadına nasıl görünülmesi ve davranılması gerektiğini. Hayat onlara güzeldi... Aniden ortaya çıkan mini etekli kızların pürüzsüz bacaklarına veya dar kot giyinmişlerin kalçalarına ya da göğüs dekoltesi aşmış olanlara bakmak ve bu büyük hazzı ölümsüzleştirmek ve dahası mahalledekilere malzeme depolamak adına duraksıyorlar; “vay be” ya da “hımm güzelmiş” gibi olağanüstü çaba gerektiren cümleleri, muhatabın duyması için sesli kuruyor ve yeterli hazza kavuştuklarında ise akmış salyalarını silerek, kaldırımda tekrar yürümeye başlıyorlardı. Onlar kaldırımda yürüdükçe, yoldan geçen genç ve yaşlı kadınların hafif tebessümle onlara bakmaları, onların götlerini daha da kaldırıyor ve olağanüstü çekiciliğe sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ancak bilmiyorlardı ki, ne saçları saç gibiydi ne de kıyafetleri kıyafet gibiydi. Üstüne üstelik gençlerden birinin fermuarı üç parmak aşağıya düşmüş, içinde beyazlığını yitirmiş don müsveddesi de göz kırpmakta; cemi cümlesi: genç, yaşlı ve çocuk, tebessüm etmekteydiler...
Kaldırım gittikçe daralmaya, daraldıkça da kalabalık bir hal almaya başlamıştı. Sağlarından sollarından insanlar, akın akın gelişli gidişli yanlarından geçiyor, birbirlerine dokunmamak için bin türlü cambazlık yapılıyor; iki genç, cambazlığı erkeklere uyguluyor ancak kadınlar söz konusu olduğunda -sakarlık bu ya-, sürtünüyorlardı. Her dokunuşta ayrı bir haz almaya çalışıyorlar ancak gerçek bir kalçaya hala dokunamamanın arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Tam o vakit, ileride, dar, dizlerine kadar uzanan siyah bir etek; üstünde ipeksi, alacalı bir kumaştan -ki fuşya (çingene pembesi) ve siyah ağırlıklı ama arada beyazlarında göründüğü bir gömlek; gömlek ile eteğin ayrımına nişan olan, ince ve parlak siyah bir kemer; pürüzsüz ve olabildiğince düzgün bacaklarını tamamlayan, uygun büyüklükteki ayağında, kıyafetiyle uyumlu, orta yükseklikte topuklu bir ayakkabı; kalçaları dillere destan -ki siyah etek içerisinde büyük tehlike saça saça bir o yana bir bu yana sallana sallana gelen- giyinmiş kuşanmış bir kadın dikkatlerini çekmişti, bu iki gencin. İşaretse işaret, vazifeyse vazife... Baş dik ve gözler ileri ama etrafı algılamada en üstün; eller, ayaları arkaya dönük ve rahat; adımlar, karşıdan gelen afete senkronize; cesaret, madalya almaya namzet; ağız, sırıtış kıvamına denk ama gerekirse, her an ciddiyet kıvamına geçebilme potansiyeli de yüksek; aralarındaki mesafe dar, ancak kurbanın geçebileceği ölçüde, yürümeye başladılar hedeflerine... Hedef, kalçalarını sarıp sarmalamış erotik aurasıyla sallana sallana tuzağa yaklaşıyor; kurbanı izleyen gözler mesafenin kısalmasıyla orantılı aralarını açıyor; kurban, araya doğru yol alıyor; biri sağa yarım açı, diğeri sola yarım açı yapıyor; birinin sağ eli diğerinin ise sol elinin ayası pozisyon alıyor ve hedef aralarından geçiyor... İki el aynı anda komut almış, sallanan kalçaya dokunmuş; büyük haz akışına başlanmış; kalçalardan akıp, eller marifetiyle, iki bacak arasına depolanmış; avcıların göz kapakları yarı yarıya kapanmış; kalçalalardaki tüm sıcaklık, iki genci afallatmış ve zaman o an durmuştu... Dar eteğin içerisindeki, dar kalçaları sallandırmakta bir sakınca görmeyen; her türlü tehlikeyi göze alıp da kalabalığın içine giren; insan demeye bin şahit; afet-i devran, olanın farkına varmasıyla, elindeki çantayı, çantanın bulunduğu taraftaki gencin kafasına olanca gücüyle indiriyor... “N'oluyor ya!” diye kadından mı erkekten mi çıkartığı belli olmayan bir ses ile irkiliyor kaldırım ahalisi. Atik olan kadın, çantayı doğrultup, öteki gence de bir darbe indirerek, “salak mısın be kadın?” cümlesinin kurulmasına itinayla yardımcı oluyor. İhmal ettiğini düşündüğü diğer gencin, n'oluyor ya, cümlesini beğenmemiş olacak ki, çantasını ikinci bir defa daha vuruyordu. Hazırlıksız yakalanan, kalçaları sıcaklığını yitiren ve seksapalliğini yırtıcılığa dönüştüren kadın, bir saniye içerisinde yaptığı bu iki darbeyle, kaldırım ahalisinin takdirini almış; güya şaşkın ve masum olduklarını ima edercesine elleriyle başlarını ovuşturan iki genç ise, suçlu suçlu kadına bakmışlardı. Kadının “şerefsizler!” sözüyle komut alan kaldırım ahalisi, bir anda gençlerin etrafını sarmış, kim önce vursun diye aralarında bir an bakışmışlardı. Yumruklarla, çantalarla, ara ara tekmelerle ancak en kötüsü ağır sözlerle vurulan bu iki genç, yere kapaklanmış, aman dilercesine titremeye başlamışlardı. Arada bir kendilerini savunmak için sözler sarfetseler de, ağızdan çıkan her söz bir darbe ile karşılık almış ve böylece susmanın, böylesi durumlarda erdem olduğunu da anlamışlardı.
Uzaktan belli belirsiz gelen telsiz sesiyle -ki ses yaklaklaştıkça daha da hızlı- dağılmaya başlayan kalabalık; yerde yatan iki genc ve başlarına dikilen madureden, adım adım uzaklaşarak, polislerin olay yerini daha net görmelerini sağlamışlardı. Az önce kalabalık olmaktan korkmayan kaldırım ahalisinin bir çoğu, muhtemelen şahit yazılma korkusuyla çoktan yollarına devam etmişler; sadece bir kaç meraklı ile birlikte, yaşanan bu olayın çirkinliğine tahammül edemeyen orta yaşın üstünde iki kadın eşilik etmişti, yerde yatan gençlere ve madureye. Olay yerine gelen üç polis, önce yerde yatan iki gence ve sonra başlarında dikilen -ki polislerin de göz tacizine maruz kalarak baştan aşağı süzülen- kadına soru sorar gözlerle bakmışlardı. Polisler, madurenin ve şahitlik eden iki kadının bilgilendirmeleriyle olayı dinlemişler; iki genci tüm dikkatleriyle bir kaç saniye süzerek, ön yargıdan arındırılmış bir tecrübeyle, -tacizci potansiyeli taşıdıkları her hallerinden belli olsa gerek- gençleri derhal kelepçelemişlerdi. Madure ve gençler polis aracına yol alırken, ne olmuş ki, bakışlarıyla meraklı yeni bir kalabalık, şahitlik eden iki kadının etrafında peyda olmuşlardı. Polis aracı olay yerinden uzaklaştıkça, artlarından bakan son kalabalıktaki, kimi meraklı kimi de atılan yumrukların sahibi de yavaş yavaş olay yerini terk ediyorlardı...
Bu serserilerle birlikte, bu arabaya binmek zorunda mıydım?” diye söylenmeye başladı kadın, henüz yol almış polis aracının içerisinde. Aracın önünde oturan iki polisten biri olan ve arabayı kullanan, “Hanımefendi sabredin, üç dakikaya kalmaz karakolda oluruz”, diye sakince cevap verdi. “Ama olmaz ki böyle. Hem tacize uğruyorum hem de tacizcilerimle aynı araçta yan yana oturuyorum... Terbiyesiz! Sıkıştırmasana beni... Memur bey ben inmek istiyorum, bu şerefsizlerle birlikte gidemem ben!” diye, neredeyse çığlık atarcasına konuşuyordu. “Amirim, valla bizim suçumuz yok. Abla bizi yanlış anladı. Yol kalabalıktı, istemeden çarptık ablaya...” dedi en pasaklısı. “Hanımefendi lütfen, konuşmalara dikkat edelim... Kesin siz de sesinizi şerefsizler!” dedi, şöförün yanında oturan polis. “Bakın siz de şerefsiz olduklarını kabul ediyorsunuz. Bu ADİLERLE ben niye gelmek zorunda kalıyorum ki?” dedi kadın. “Amirim, annem evde... İlaç almak için çıktım, arkadaşla birlikte eczaneye gidiyorduk. Kadın evde hasta, yürüyemiyor. Bizi bıraksanız...” dedi pasaklıdan hallice olanı, kendini acındırarak. “Evet amirim, Perihan teyze çok hasta ilaç bekliyor...” diye destek verdi öteki. Polislerden hiç biri cevap vermedi. Bir süre daha arka koltukta konuşmalar olduysa da, polisler oralı bile olmadılar. Denildiği gibi yaklaşık üç dakika sonra karakola gelmişlerdi. Pratik hareketlerle iki genci ve kadını, sorgulanmak üzere baş komiserin karşısına çıkarttılar.
Oda sanki hınca hınç doluydu; bir çok ağızdan da konuşmalar vardı. Masanın başında zavallı bir halde oturan ve içlerinde en sessiz olanıydı, baş komiser. Kapı çalındıysa da; ne çalındığını duymuş, ne açıldığını ne de ardından kapandığını. Günlerden Salıydı; oda ise sanki Salı pazarıydı...

SON
 

Diğer öykülerim
 

21 Ağustos 2013 Çarşamba

DÜRDANE HANIM, Ahmet Mithat Efendi

DÜRDANE HANIM, Ahmet Mithat Efendi
DÜRDANE HANIM
Ahmet Mithat Efendi
Bugünlerde beklediğimin aksine, beni şaşırtan kitaplar okuyorum. Dürdane Hanım bunlardan biri. 1882'de yazılmış bir roman, bu. Daha önce Türk edebiyatının ilk örnekleri olan romanları okumuş ancak pek de iyi bulmamıştım. Acemice gelmişti ya da tercümeden ötürü bir okuma zorluğu oluyordu. Dürdane Hanım, oldukça ilginç bir konusu ve harika bir okuma akıcılığı var. Bir çırpıda okuma garantili kitaplar arasına girer.

Ahmet Mithat Efendi -kitabın başında kendisi hakkındaki yazıya göre- tam bir Yazı Makinesidir: 150 ciltlik eseri mevcut; yazmış da yazmış.

Konusuna gelmeden önce, öyküde fantastiklik ve teknoloji var dersem bilmem inanır mısınız? Telefon var öyküde! Bir nevi dedektiflik var. Aşk ve intikam var.

Acem Ali bey bir iş için Galata mevkindeki bir meyhaneye gider. Ve bu meyhanede Sohbet adlı bir kayıkçı ile buluşur. Acem Ali bey, Sohbet'ten daha cılız olmasına karşın, Sohbet, Acem Ali Bey'den güç bakımından çekinir, keza yediği tokatın acısı hala ensesindedir. Ali bey, gizli bir görev için Sohbet'ten yardım ister. Yardımın karşılığı da oldukça yüklü olacaktır. Ve herşey böyle başlar...

Son sözüm, bu eseri mutlaka okuyunuz. Sıkılmayacağınızı garanti ediyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

 

18 Ağustos 2013 Pazar

JOSEPH ANDREWS, Henry Fielding

JOSEPH ANDREWS, Henry Fielding
JOSEPH ANDREWS
Henry Fielding
Sesli güldüm...

Son zamanlardaki en keyifli okumam diyebilirim. Ta 1742 yılında yazılmış bir romanın beni bu kadar güldüreceğini ve keyiflendireceğini tahmin etmezdim. Tür olarak Burlesk denilen bir tür. Tam olarak absürd denilemez ama abartılı dille anlatım da mevcut. Tam ciddi denilirken, gayri ciddi bir havaya geçiliyor. Yazarın okuduğum bu ilk kitabının adı, Joseph Andrews olarak ülkemizde yayımlanmış ancak orijinal adı, The History Of The Adventures Of Joseph Andrews And His Friend Mr. Abraham Adams'dır. Bana göre Bay Adams'ın Maceraları diye bir isim tam yerinde olurdu. Bay Adams oldukça komik bir rahip.

Olaylar İngiltere'de geçer. Joseph varlıklı bir aienin yanında uşak olarak hizmet etmektedir. Aile babası Thomas Booby vefat edince, Lady Booby üzüntüsünü, Joseph'e asılmakla gidermek ister. Ancak Joseph ise oldukça erdemli bir gençtir. Dolayısıyle kendisine gösterilen ilgiden, nazikçe kaçar. Lady Booby ise buna kızar ve özel hizmetçisi bayan Slipslop'un gazı ile, Joseph'i kovar. Joseph'de ne yapacağını bilmemeden bir müddet ortalarda dolandıktan sonra eski aşkı Fany'nin yanına gitmek için yol koyulur.  Rahip Adams ile bir müddet sonra yolları kesişir ve macera başlar. Kitabın son çeyreğine kadar, bir yol macerası olarak devam eder hikaye. Son çeyrekte ise olaylar epey karışır.

Gerçekten zevkle okuyacağınız bir hikaye. Pişman olmayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 

4 Ağustos 2013 Pazar

HAMLET, William Shakespeare

HAMLET, William Shakespeare
HAMLET
William Shakespeare
William Shakespeare'in okuduğum ilk eseridir. Piyes olarak okuduğum üçüncü eserdir. Hatta dört diyebiliriz, çocukken Ferhan Şensoy'un bir piyesini okumuştum. Dayım tiyatro çıkışında, piyesin kitabını alıp bize getirmişti. Evet, dört piyes okumuşluğum var. :)

İşbankası yayınlarından Hasan Âli Yücel serisinden bir kitap bu. Çevirmen Sabahattin Eyüpoğlu. Kitabın sonunda, Eyüpoğlu, çap-pat İngilizce bildiğini itiraf ediyor. Ama buna rağmen, Fransızca basımlardan ve diğer Türk çevirmenlerin (örn. Halide Edip Adıvar) kitaplarından yararlanarak yeniden kaleme almış. Çok ısrar etmişler, çeviri yapması için. Anlaşılacağı üzere, Hamlet'in diğer çevirilerini de okumakta fayda var. Çünkü eser sahibi, şiir formatında yazmış piyesi. Ve her çevirmen bunları farklı çevirebilir. Bir de Türkçe kafiyeye uydurma zorunluluğu da düşünülürse, zor bir tercüme diyebiliriz.

TV'de film olarak izleme şansım oldu bu oyunun. Ancak tiyatroda izleme fırsatım hiç olmadı. Hoş tiyatroya gitmeyi alışkanlık etmiş biri de değilim. Bunu aşmam gerek, daha sık tiyatroya gitmeliyim. Mesela, en azından sene de bir defa gitmekte fayda var. Şuan sekiz senede bir periyodunda :)

Piyesin içeriği hakkında yazmak ya da yazmamak; ve hatta yazamamak; herkes zaten şu ya da bu şekilde konuyu biliyor, bir de ben yazsam n'olacak, yazmasam n'olacak; işte tüm mesele bu!..

Okuması kolay, çeviride kusur yok. Bir çırpıda bitirilecek bir eser. Arada dalgınlıkla yüksek sesle okuyor insan, sanki piyeste bir oyuncuymuşcasına.

Not: Bu eser aile piyesidir, içinde erotik şeyler yok. Merdivenlerden tek tek çıkıyorlar ve kızlı-erkekli sahneler hemen hiç yok. Aslında şimdi düşündüm de, merdiven bile yok. :)

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

Halk ve Millet

"Hep o üçünü anıyor ve alkışlıyorsunuz, bizlerden de asılan oldu, niye anmıyorsunuz?" diyenlerin olduğunu gördüm son zamanlarda. Millet ile Halk'ın tam manasiyle ne anlama geldiğini ki, sözlük anlamından da çok öte olduğunu öğrendim... Neden anıldığını ve alkışlandıklarını şöyle anlatabilirim size: Birileri Halk için ölür, anılır; birileri de Millet için ölür, unutulur! Velhasıl, Millet bir kurumdur, sınırları vardır; Halk özgürdür, sınırları aşar bu dünyanın.

- murat