30 Haziran 2015 Salı

DEMİR ÖKÇE, Jack London

DEMİR ÖKÇE, Jack London
DEMİR ÖKÇE
Jack London
Jack London'ın 1907'de yayımlanan Demir Ökçe adlı eseri, modern karşı-ütopyacı romanların ilki sayılır. Totaliter ve baskıcı sistemdeki toplumu tanımlamak için kullanılan karşı-ütopya kavramı, bu kitapta, ABD'de oligarşik bir tiranlığın yükselişinde yansıyor. George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanına da esin kaynağı olan Demir Ökçe, toplumda ve siyasette gelecekte yer alacak değişiklikleri irdeler. Jack London'ın ileride ABD'de bir çöküş yaşanacağı yolundaki öngörüsü tam anlamıyla gerçekleşmemişse de, yazarın uluslararası gerginliklerle ilgili görüşleri birkaç yıl farkla da olsa gerçek tarihle örtüşür. Demir Ökçe'de 1913'te başlayan bu çatışma, gerçekte 1914'te patlak vermiştir. Dahası, London sadece 1914'te olanları değil, İkinci Dünya Savaşı'na giden olayları da kehanette bulunurcasına öngörmüş; faşist yapılanmanın dünyayı nasıl dehşete sürükleyeceğini ve bunun karşısındaki devrimci duruşun nasıl olması gerektiğini dile getirmiştir.

Ne yazık ki geçen zaman London'ın kehanetlerini doğrular niteliktedir.

(alıntı, idefix.com)

CİMRİ, Moliere

CİMRİ, Moliere
CİMRİ
Moliere
Moliere kahramanları, hemen hemen istisnasız 17. yüzyıl Fransız burjuvazisinin belli bir öbeğini temsil ederler. Bir kısmı saray aristokrasisi arasındayken, geniş bir bölümü ise ticaret ve manifaktürle uğraşır. İşte bu sınıfın parasını tefecilikle, faizlerle çoğaltan, ama henüz ilerici burjuvaziye özgü bir "ticari kafadan" yoksun bir temsilcisi olan Harpagon, bir bakıma, feodalizm artığı bir para kazanma yolunu izler. Eserlerinde sadece, aristokrasiyi, aristokrat katına yükselme heveslilerini, hatta monarşinin merkeziyetçi devlet yönetimini ve hamisi Kral XIV. Louis’yi bile eleştirisinin hedef tahtası yapan Molière, ilkel bir para biriktirme takıntısına tutsak olmuş Harpagon’u da öteki kişileri gibi, "toplumdışı bir acayiplik" olarak sunar.

(alıntı, kitapyurdu.com)

DEĞİRMEN, Stoyan Daskalov

DEĞİRMEN, Stoyan Daskalov
DEĞİRMEN
Stoyan Daskalov
İyisi ve kötüsüyle ötekiler gibi bir Bulgar köyüdür Katina. Aniden bastıran ilk karın şaşkınlığı içinde başlar her şey. Akşamın bir vakti herkesin evlerine çekildiği bir anda Boyan ve Vasilin ilçeden çağrılmasıyla... Bu iki arkadaşın soluk soluğa kente gitmelerini gerektiren nedir? Haberci de bilmiyordur bunu. Yalnızca Boyan ile Vasilin değil de tüm köyün yaşamını bir anda değiştiren bir sorun mu vardır yoksa ortada?..
Çağdaş Bulgar edebiyatının büyük ustalarından Stoyan Tz. Daskalov'un bir polisiye roman akışı içerisinde sürüp giden "Değirmen" adlı romanında köy gerçeğini en ufak bozulmaya uğratmadan tüm çıplaklığıyla sergilediğine tanık oluyoruz. Allayıp pullamadan olanca katılığıyla... İnsan unsurunu göz ardı etmeden... Birçok yazarda olduğu gibi kırsal kesimi bir kartpostal manzarası olarak görme hatasına düşmeden...

Kavis Yayınları Değirmen'de, Daskalov'un Bulgaristan'ın yakın tarihine tanıklıklarının sergilendiği romanı dilimize çeviren Mustafa Balelin, Devrimde ve ilk millileştirme hareketlerinde etkin bir biçimde rol alan usta yazar ile ölümünden önce Vitoşa Dağındaki evinde yaptığı ilginç bir söyleşiyi de sunuyor sizlere.

(alıntı, D&R sitesinden)
Not: şu tembelliğimden, kendim yorum yapmıuorum kitaplara :)

13 Mayıs 2015 Çarşamba

BİR SES BÖLER GECEYİ, Ahmet Ümit

BİR SES BÖLER GECEYİ, Ahmet Ümit
BİR SES BÖLER GECEYİ
Ahmet Ümit
Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam. Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı...

"Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, 'Bu mezar neden mezarlığın dışında?' diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hâlâ mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu."

(alıntı)