25 Ocak 2014 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın okuduğum ilk kitabıdır.Gerçekten çok beğendim ve gerçekten sesli sesli güldüm. Yazarın çok ince bir mizah anlayışı var. Bu mizahi tavrı ile size toplumsal gerçekleri öyle güzel aktarıyor ki yazara hayran kalmamak elde değil.

Konusu Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı bir kurum etrafında dönüyor. Bu çakma-kurum'un inşaasından evellki ve sonraki olaylar ele alınıyor. Romanın baş karakteri Hayri İrdal'ın ağzından dinliyoruz öyküyü.

Günümüz toplumsal yaşantısına da rahatlıkla giydirebileceğimiz bu öykü, efkârıumumiye, yani kamuoyunun nasıl etki edilerek, gereksiz bir kurumdan istifade edilebileceğini gayet güzel anlatıyor.

Özetle, kesinlikle okunulması gereken bir eser. Hiç sıkılmayacaksınız...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


24 Ocak 2014 Cuma

Çaldığımız kapı açılsaydı şayet

Sokak çocuğuyum ben!..
Kedilerle, köpeklerle
Ve benim gibilerle
Gezerim genelde:
Öğle yemeği nedir bilmeyenlerle...

Ötekilerden farklıyız biz;
Çağırmaz annemiz,
Hadi gelin yemek hazır,
Diye...

Düşünüyorum da
Hiç mi su içmezdik biz?..
İsterdik elbet,
İçerdik de,
Çaldığımız kapı açılsaysı şayet.

Olsun, mühim olan gezmek;
Günü tam olarak bitirebilmek.
Bir çocuk başka ne ister;
Susamışsın, acıkmışsın
Ne farkeder?!

Murat Dicle
24.01.2014

23 Ocak 2014 Perşembe

Niçin bu kadar mahzundular?

Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü
İhtiyar bir kadın evde çocuklarımla meşgul oluyordu. Ben sabahleyin kalkabildiğim saatte işime gidiyor, işten kahveye geliyor, oradan Doktor Ramiz'le veya başkasıyla civar meyhanelerden birisinde akşamcılık ediyor, gece geç vakit eve dönüyordum. Bazen çocukları yatmış buluyor, sevine sevine kendimde yatıyordum. Bir gün daha geçmişti ve ben hesap vermekten kurtulmuştum. Fakat çok defa onları kedi yavruları gibi birbirine sokulmuş, birbirine yaslanmış, evin bir köşesinde beni bekler buluyordum. O zaman işte günün en korkunç tarafı başlıyordu.
İçimden geçenleri kendilerine sezdirmeden çocuklarımı kucağıma almak, gönüllerini yapmağa çalışmak, şaklabanlık etmek, gözyaşlarını kurutmak, güldürmek lazımdı. Niçin bu kadar mahzundular? Niçin bu kadar çok ağlıyorlardı ve neden böyle musallattılar? Mevcut olmalarıyle hayatıma getirdikleri güçlükler kâfi değil miydi? Hürriyetimi sıfıra indirmeleri ve beni küçücük bir daire içinde bir dolap beygiri gibi durmadan dolaşmağa mecbur etmeleri yetmiyor muydu?
Onları görür görmez içim merhametten parça parça oluyor, kendi iradesizliğime, talihsizliğime kızıyor, başımı saatlerce duvarlara çarpmak istiyordum. O zaman işte Emine, evin bir tarafından çıkıyor, yavaşça yanıma yaklaşıyor, her vakit yaptığı gibi elleriyle omzuma okunuyor, "kendine gel!" diyordu.
Ve ben kendime geliyordum.  Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıkta dökülen gözyaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidecek kudreti kendimde buluyordum. Her şeyden düpedüz kopmuştum. Çocuklarıma karşı beslediğim acıma hissinden başka etrafımla hiç bir bağım yoktu.
Her şeye, herkese sadece katlanıyordum. Sokağa adımımı atar atmaz, kendimi bir yığın muvazaanın, gafletin esiri görüyordum ve bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, bana erişilmez şekilde güzel ve harikulâde görünüyordu.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Dergâh Yayınları / Sayfa:150-151

22 Ocak 2014 Çarşamba

LEZİZ ŞEYLER...

Şiir, Leziz Şeyler | Murat Dicle

İçim ağır bugün, dünküden pek farklı değil.
İçim dar, yine her zamanki gibi.
Beynim sıkışıyor,
Etrafından bastırıyor sanrılar.
Huzursuzum, etrafımdan geliyor bunlar.
Açım, doymuyorum,
Sebepiz yere yiyorum.

Kötüyüm,
Çok kötüyüm.
Dert ediniyorum her şeyi kendime.
Üşütüyorum kendimi,
Estirdiğim bu düşüncelerle;
Yalıyor ruhumu,
İşliyor bedenime.

Tütün de vermediler
Ki tüttüreyim de
Az keyifleneyim diye.
Kahvem de bitecek,
Bilmem sonra ne kalacak geriye.

Üşüyorum!
Üşütüyor
Beni ben yapan düşüncelerim.

Kalk mı dedin?
Titre mi dedin?
Sen ne bilirsin ki beni?!
Söylemek ne kolay değil mi?
Kalk sen,
Titre önce sen!
Önce sen;
Gelmelisin,
Bilmelisin,
Dinlemelisin,
Sevmelisin be!..
Sonra diyebilirsin,
Yaptım,
Ettim,
Sevdim
Ve şimdi kendine gel.

Sıcak olsaydı keşke heryer:
Çift çorap giymeseydim,
Kapşonumu başıma çekmeseydim;
Atlet ile balkonda kitabımı okuyup,
Kahvemi içseydim.
Dinlenseydim, ama huzurla.

Oysa hergün dinlencedeyim!
Sorun bakalım var mı huzur bu adamda!
Valla yok,
Billa yok!
Ne huzur var,
Ne ben var...
Yok gibiyim bir odada;
Bir ben görüyorum kendimi,
Bir de beni gören kendim.

İyi şeyler yazmak isterim;
Güzel,
Leziz şeyler:
Belki tarifler,
Ziyaretler,
İlginç şeyler.
Ama yok,
İçimden akanlardan uzak tüm bunlar.

Ruhumu akıtıyorum işte size;
Katranlaşmış,
Zift gibi,
Pis kokulu.
Böyle yazabiliyorum ancak size.
Şimdilik bunları yazabiliyorum.
Belki de...
Belki de beni bu hale mahsus sokuyor;
Yazayım,
Ayna olayım kendimle size,
Sıkayım sizi de rahat etmeyin diye.
Sevinç gözyaşları yerine,
Benim ruhuma ağlayın diye.

Öyleyse dert olsun size,
Sizin gibi düşünenlere.
Ağlamak haram olsun,
Sevinç gözyaşlarıyle.
Ağlayınca sebebi olsun,
Akıttığım acılar içinize...

Haram olsun benden aldıklarınız
Ve hala yaptıklarımı kullandıklarınız.
Haram olsun öğrettiklerim,
Ve hala öğrettiklerimle yedikleriniz.
Haram olsun size gösterdiğim şevkat,
Ve hala şevkatimle bulduğunuz huzur.

Kulaklarıma çiviler batsın,
ta içine, içine
Kanlar aksın;
Dinlemeyeyim sizi bir daha diye.
Gözlerimin bebeklerinden kör olayım,
Öyle kör olayım ki
Hissedemeyim bile;
Geleni, gideni de...
Dilimi keseyim,
ite, köpeğe vereyim.
Başımı da kesip,
Ödül diye elaleme vereyim,
Koysunlar vitrinlerine;
Bakıp bakıp övünsünler,
Eserimiz bu bizim desinler...

Murat Dicle
22.01.2014

20 Ocak 2014 Pazartesi

TOPRAK ANA, Cengiz Aytmatov

TOPRAK ANA, Cengiz Aytmatov
TOPRAK ANA
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov'un okuduğum ilk eseridir. Özetle, süper, deyip yorumumu bitirmek daha mı yerinde olur acaba? Üstad ne güzel yazmış. Yüz kırk sayfalık bu romana koca bir ömrü, ömürleri sıkıştırmış: Tolgoya, Suvankul, Kasım, Aliman, Maysalbek, Caynak...

II. Dünya Savaşı'na katılan Rusya, köylerden asker alımına başlar. Bir Kırgız köyünde yaşayan Suvankul ile Tolgoya'nın oğulları da bir bir askere giderler. Suvankul baba ve Tolgaya ana, toprağı işleyen ve onu çok iyi anlayan bir karı-kocadırlar. Yetiştirdikleri oğulları ile mutlu bir hayat sürmetedirler. Bir de gelinleri Aliman vardır ki en büyük oğulları Kasım'ın karısıdır.

Roman, insanlarla toprağın, insanlarla insanın, insanlarla hayvanların, özetle insanlarla doğanın antlaşmasını çok güzel anlatmaktadır. Doğa, insan için gerekli olan her şeyi vermektedir, yeterki insanoğlu doğaya vermemezlik etmesin: Toprak Ana'ya bir veren, yüz alacaktır! Doğanın kontrolü altındaki felaketlerden, insanlar yine doğanın desteğiyle düze çımayı başarmışlardır. Ancak bir de insanların yarattığı bir felaket vardır: Savaş... Savaşlarda yitirilenleri, ne doğa ne de Toprak Ana teselli edebilmektedir; edememiştir de... Can dostu Toprak Ana, Tolgoya'yı hep dinlemiştir. Ancak elden ne gelir; birlikte üzülmek, birlikte ağıt yakmaktan başka!