4 Ağustos 2013 Pazar

Halk ve Millet

"Hep o üçünü anıyor ve alkışlıyorsunuz, bizlerden de asılan oldu, niye anmıyorsunuz?" diyenlerin olduğunu gördüm son zamanlarda. Millet ile Halk'ın tam manasiyle ne anlama geldiğini ki, sözlük anlamından da çok öte olduğunu öğrendim... Neden anıldığını ve alkışlandıklarını şöyle anlatabilirim size: Birileri Halk için ölür, anılır; birileri de Millet için ölür, unutulur! Velhasıl, Millet bir kurumdur, sınırları vardır; Halk özgürdür, sınırları aşar bu dünyanın.

- murat

31 Temmuz 2013 Çarşamba

İnsan, kıskançlık, bilgi ve sevgi üzerine

İ. Melih Gökçek tadında insanlar tanıdım: Söylediklerinizi, tamamiyle yanlış, diye kesip; söyledikleriyle tamamiyle sizi doğrulayan insanlar... Lütfen EGO'nuzu kenara bırakın, gerçeklere ve daha da ötesi insana odaklanın!

Böylesine bilgi kirliğinin (dezenformasyon) olduğu bir ortamda, kişi veya kişileri ya da kurumları anlamak için tek sözlerine göre değil, tüm söylediklerine göre değerlendirin. Ben olayı çözdüm, diye kendinizi kenara atmayın; daha da irdeleyin, göreceksiniz -ki çoğu doğru dediğiniz şeyler, çarçabuk koca bir yalana dönüşecektir.

Eğer biri, sizi sevememişse ya da kıskanıyorsa -ki sizin kadar başarılı olamadıysa (para bir kıstas değildir); sizin doğrularınız ona iri iri yalan ve yanlışlar olarak görünecektir. İşte bu tiplerden de nemalanan, ona yalanan ve omzunuzun ardından iri gözleriyle bakanlar da tıpkı onun gibi anlamak istemeyeceklerdir, sizi. Oysa sevgi olsaydı bunlarda, tebessümle sizi dinleyebilselerdi, anlayacaklardı sizi, tıpkı onlar gibi düşündüğünüzü. Dolayısıyle sevgi eksikliğinin yoğun olduğu bir toplum, kolayca kaosa sürüklenip, olabildiğince minik parçalara ayrılarak, leş kargalarına yem olacaktır.

Sorulması gereken bir soru: Bizler birer hayvan mıyız yoksa insan mı?
Eğer hayvan isek, tamamen bireyci davranıp, iyi olan kazansın, mantığıyla hareket etmemiz doğal karşılanacaktır. Belgesel kanalları fazlasıyle, bizleri bireysel davranmamız konusunda yönlendirmektedirler. Yok eğer bir insan isek ve hangi din olursa olsun, bize öğütlenen komin yaşamın bir parçası olmamız gerektiğine inanmalıyız.

Zeka Tanrı tarafından herkese adil şekilde dağıtılmamıştır. Ancak bilgi eşit şekilde dünyada dolaşmaktadır. İyi bir bilgi ile zeka eşitsizliğini ortadan kaldırmak mümkündür. Bilgi para gibi çalınamayan ve tüketilemeyen birşeydir: Bilgi, paranın aksine, paylaşıldıkça çoğalır!

- murat

SAVAŞ ve BARIŞ, Tolstoy

SAVAŞ ve BARIŞ, Lev Nikolayeviç Tolstoy
SAVAŞ ve BARIŞLev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy'un muazzam bir eseri daha; Savaş ve Barış...

Özenerek ve yıllar süren bir çalışmanın ardından ortaya çıkmış bir eser; dünya klasiklerinin ilk sıralarında yer alan bir roman. Tolstoy, hem bir hikayeyi hem de Savaş ve Barış üstüne felsefi düşüncelerini bu kitapta toplamış. Tek başına bir roman olarak bakmak yanlış olacaktır. Tam olarak tarih kitabı da sayılmaz ancak bize Fransa-Rusya savaşı hakkında tarihi bilgiler de sunmaktadır.

Kitabın son bölümünü, itiraf ediyorum pas geçtim diyebilirim. Ya günümde değildim, ya da epey ağır geldi bu bölüm. Son kırk sayfayı pek okuduğum söylenemez. Son bölümde, Tolstoy Savaş hakkında düşüncelerini yazdığını gördüm.

Tahmin edeceğiniz gibi yine bu kitap için de, mutlaka okuyun, diyeceğim. Savaşta ve barışta insan halleri üstüne güzel bir roman. Turgut Özakman'ın üçlemesi de bir Savaş ve Barış sayılabilir ancak Özakman roman olarak azla açılmamış, daha çok tarihsel anlamda savaşın ve savaş sonrasının üstünde durmuştur.

Kitap beni çok yordu, bu yüzden kısa kesiyorum. Farkındayım, böyle bir eser için oldukça az yazdım ;)

Herkese iyi okumalar!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Temmuz 2013 Salı

ÜÇ ÖLÜM


Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi. Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor; kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu. Havlu atkısıyla örttüğü göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu. Hanımefendinin file içinde arabanın tavanına asılmış şapkası burnuna değecekmiş gibi, bir ileri, bir geri gidip gidip geliyordu. Kızın dizlerinin üstünde bir köpek yavrusu vardı. Ayaklarını döşemede duran bir kutunun üstüne koymuştu; araba sarsıldıkça yayların çıkartığı gıcırtıyla camların şıngırtısına uygun olarak, zor işitilir bir sesle bu kutuyu tıkırdatıyordu.

ANAYASA'DA 'TÜRK' KELİMESİNİN TARİHİ

Aşağıdaki makale, İhsan Eliaçık'ın sitesinden bire bir alınmıştır. Konunun önemli olduğu ve verilen bilgilerin günümüz kimlik karmaşasına ışık tutacağı kanısındayım. Yazıyı orijinal sayfasında okumak için tıklayınız.

İhsan ELİAÇIK
İhsan ELİAÇIK

Son iki yüzyıldır devletin kendine ne dediğine, kendini hangi isimle andığına baktığımızda, “devlet aklına” dair oldukça önemli ipuçları görürüz. Bu bize devlet aklının nereden nereye geldiğini gösterecek, günümüz de yaşanan sorunlara da ışık tutacaktır.

Öyle ki ideolojinin giderek ontolojiyi yıprattığını, hatta giderek kimyasını bozmaya başladığını göreceğiz.

Bunu gösterebilmek için son ikiyüz yıldır temel devlet metinlerinde kullanılan isim ve tanımlamalar üzerine bir araştırma yaptım. Araştırmada herhangi bir kişinin özel makalesini veya görüşlerini değil “anayasa” metinlerini esas aldım.

Bakın ortaya neler çıktı.

Beş sayfalık 1808 tarihli “Sened-i İttifak” metninde sekiz kez “Devlet-i Aliye” (Yüce Devlet) tabiri kullanılıyor:
“Şart-ı sani: Devlet-i Ali’ye’nin bekası ve kuvvet ve şevketinin tezahüdü içün…” (İkinci şart: Yüce Devlet’in devamı ve gücünün artırılması için…)
Üç sayfalık 1839 tarihli Gülhane Hatt-ı Humayunu’nda beş kez “Devlet-i Aliyemiz” (Yüce Devletimiz) tabiri geçiyor:
“Cümleye malum olduğu üzere Devlet-i Aliyemiz bidayeti zuhurunda beru ahkam-ı celile-i Kuran’aniye ve kavanin-i şer’iyyeye kemaliyle riayet olunduğundan…” (Herkesin bildiği gibi Yüce Devletimiz ilk ortaya çıktığından bu yana yüce Kuran hükümlerine ve şeriat kanunlarına tam anlamıyla uyulduğundan…)
Beş sahifelik 1856 tarihli Islahat Farmanı’ında dokuz kez “Devlet-i Aliyem” (Yüce Devletim) tabiri kullanılıyor:
“Teba-i Devlet-i Aliyemin cümlesi herhangi milletten olursa olsun devletin hizmet ve memuriyetlerine kabul olunacaklarından, bunlar ehliyet ve kabiliyetlerine göre umum hakkında meriyyül icra olacak nizamata imtisalen memuriyetlerde istihdam olunmaları…” (Yüce Devletime tabi olan herkes hangi milleten olursa olsun devlet hizmet ve memurluklarına kabul edilecekler ve herkes için geçerli liyakat ve yetenek esaslarına göre göreve atanacaklardır….)
1876 yılında ilan edilen “Kanuni Esasi’ye kadar bu geleneğin bozulmadığını görüyoruz. 1861 tarihli “Abdülaziz’in culusuna müteakip saderete gönderilen hat” ve 1875 tarihli “Ferman-ı Adalet” metinlerinde de aynı şekilde ve sürekli olarak “Devlet-i Aliye” tabiri kullanılıyor.

Kanun-u Esasi (1876) metnine gelince tabirin değiştiğini görüyoruz. Sonraki anayasa metinlerine de kaynaklık eden 119 maddelik anayasanın ilk maddelerinde bugünkü devlet düzeninin de temelleri atılıyor. Devlet bu metinle artık kendisine resmen “Devlet-i Osmaniye” (Osmanlı Devleti) diyor:
  • Madde-1 “Devlet-i Osmaniye memalik ve kıtaat-ı hazıraya ve eyalât-ı mümtazeye muhtevi ve yek vucut olmağla hiçbir zaman ve hiç sebeple tefrik kabul etmez.” (Osmanlı Devleti hali hazırda ülkesi ve eyaletlere ayrılmış halkları ile tek bir vücut olup, hiçbir zaman ve hiçbir nedenle bölünme kabul etmez.)
  • Madde-8 “Devlet-i Osmaniye tabiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur…” (Osmanlı Devletine tabi olan kişilerin hepsine hangi din ve mezhepten olursa olsun istisnasız Osmanlı denir…)
  • Madde-9 “Osmanluların kaffesi hürriyet-i şahsiyelerine malik ve aherin hukuk-u hürriyetlerine tecavüz etmemekle mükelleftir.” (Osmanlıların hepsi kişisel özgürlüğe sahip olup ötekinin özgürlük haklarına tecavüz etmemekle sorumludur.)
1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na kadar geçen surede, gerek açılış nutuklarında gerekse fermanlarda sık sık Memalik-i Osmaniye (Osmanlı ülkesi), Tebea-i Osmanlı (Osmanlı uyruğu), Millet-i Osmaniye (Osmanlı milleti) tabirlerinin kullanıldığını görüyoruz.
İlk kez 1921 tarihli 23 maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile birlikte “Türkiye Devleti” tabirinin kullanıldığını görüyoruz:
Madde-3 “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti ünvanını taşır.”
1921 anayasasına göre devlet kendisine “Türkiye Devleti” dediği gibi ülkesine de “Türkiye” demektedir :
Madde-10 “Türkiye coğrafi vaziyet ve iktisadi münasebet nokta-i- nazarından vilayetlere, vilayetler kazalara münkasem olup kazalar da nahiyelere terekküp eder.”
1921 anayasasına (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) baktığımızda, 1923’deki değişiklikler de dahil “Türkiye Devleti, Türkiye Reisicumhuru” vb. başında “Türkiye (Türkiya) olan tabirlerin kullanıldığını görüyoruz. Henüz “Türk devleti” veya “Türk milleti” tabirleri anayasa metnine girmemiştir.

1921-1924 yılları arasında yürürlükte olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, bu yönüyle, Türkiye’nin kurucu ruhunu tam anlamıyla yansıttığını söyleyebiliriz. 20.1.1337 (1921) tarih ve 85 nolu bu kanunun hiçbir yerinde “Türk Devleti” veya “Türk milleti” tabiri geçmiyor. Israrla devlet kendisine “Türkiye Devleti”, halkına da ön eksiz olarak “Millet” tabirini kullanıyor.

1921 anayasası (Teşkilat-ı Esasi’ye Kanunu) ilk haliyle böyleyken, sonraki yıllarda anayasaya beş kez önemli müdahalelerde bulunularak içeriğinin epeyce değiştirildiğini görüyoruz; 1924, 1928, 1931, 1934, 1937 yıllarında yapılan müdahalelerle “Türk”, “milliyetçi”, “halkçı”, “devletçi”, “inkılapçı”, “laik” tabirlerinin anayasa girdiğini görüyoruz.

1960 tarihli Milli Birlik Komitesi’nce hazırlanan anayasa metninde, özellikle giriş kısmında “Türk” vurgusunun iyice artırıldığını görüyoruz. Defalarca “Türk yurdu, Türk vatanı, Türk ordusu, Türk cumhuriyeti, Türk milleti” tabirleri kullanılıyor.

1982 anayasasında ise, 1961’dekinin genel çerçevesi korunuyor fakat giriş kısmında vurgu daha da artırılarak “mistik” ve “romantik” bir boyut da katılıyor:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda… demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur…”

 

SONUÇ


Görüldüğü gibi
  • Devlet-i Aliye
  • Osmanlı Devleti
  • Türkiye Devleti
  • Türk Devleti,
  • Atatürk Cumhuriyeti
 şeklinde seyreden çizgi son ikiyüz yılın da panoramasıdır. 
 
Nereden nereye gelindiği apaçık ortadadır.
Bu seyri yorumlarsak, devlet aklı giderek küçülen bir seyir izlemiştir. İmparatorluk aklı giderek etnik bir site devleti aklına, hatta son tahlilde İbn Haldun’un tabiri ile “tek bir kişinin asabiyetine dayalı” (infirad) yönetimine (ideolojisine) dönüşmüş ve o bütün her şeye egemen kılınmıştır.

Devlet aklı açısından bakarsak bunu ilerleme olarak görmek mümkün değildir. Bir halkın örgütlenmiş basireti olarak ortaya çıkması gereken “devlet aklı” giderek küçülmüş, büzülmüş, içine kapanmış, sonunda bütün her şey “tek bir kişinin asabiyetine” ve onun korunması ve kollanması noktasına gelip dayanmıştır.

Eski çağlarda buna ne dendiği ise herkesin malumudur…

Bu noktada devletin 1921 ruhunda ifade edildiği şekliyle kendini yeniden tanımlamaya şiddetli ihtiyacı vardır.
Anadolu’da ilki 1299’larda, ikincisi de 1921’de sağlanan, bu toprakların görüp göreceği yegane iki “kurucu ontoloji”, günümüz şartlarında “üçüncü kez” yeniden sağlanmak zorundadır. İlkinden Osmanlı, ikincisinden Türkiye doğmuştu…

Gerçek anlamda devlet aklı kurar, korur, yaşatır, birleştirir, yeniden inşa eder, büyütür. “Kabile aklı” veya “kişi kültü” ise tek tipleştirir, dağıtır, kaçırır, küçültür.

İktidar mantığı “güç” üzerinden işler. Ona göre güçsüz olmak günahtır. Dinin mantığı da “hak” üzerinden işler. Ona göre de haksız olmak günahtır. Devlet aklı ise gücü ve hakkı bir araya getirir ve mantığını “adalet” üzerine kurar. Adaleti güç ile ayağa diker; gücü adaletin emrine verir. Bu denge bozulduğu an meşruiyet sorunu yaşanır.

Devlet adaletten saptığı an meşruiyetini kaybeder, zeval bulur. “Allah devlete zeval (gölge) vermesin” demek, “Allah devletin üzerinden adalet güneşini eksik etmesin de gölgede kalmayalım” demektir. Keza “Adalet mülkün temelidir” demek, “Devlet dediğin adalet için vardır” demektir.

Bu nedenle devlet aklı dışarıdan ithal edilerek oluşamaz. Bilakis kendi toprağından, tarihi ve manevi ikliminden, halkın hür ve bağımsız yaşama iradesinden, yükselme ve ilerleme arzusundan, hak ve adalet özleminden ve de bunların menbaı olan ma’şeri (halk) vicdanından doğar…

Bundan kopulduğu an devlet ile halk arasında derin bir çelişki ve onulmaz bir çatlak oluşmuş demektir. Bu durumda yapılması gereken ise halkın bütün alanlarda devletini temellük etmesi yani duruma el koymasıdır. Aksi halde yeryüzünde yaşamaya ve bir bayrak dalgalandırmaya hakkı yoktur…

3 Nisan 2013
İhsan Eliaçık