25 Nisan 2014 Cuma

Yollarda hülyalara dalarken

Sen hâlâ sevemezken,
Ben seni hiç unutmadım.
Buralarda sen vardın.
Şimdi seni arar oldum,
Sokakaklarda gezer,
Yürüdüğümüz kaldırıma denk gelir;
Ah, işte buradaydık
Der, der, hülyalara dalarım.
Arabalar korna çalar;
Ezileceğim bir gün,
Seni düşünürken;
Yollarda hülyalara dalarken...
Ah, ah, ah...

Biz yollarda şakalaşırken,
Bomboştu sokaklar,
Şimdi yolar dolu,
Korna çalan araçlar var.
Küfredenlerini de gördüm;
Selam ettiler camdan bana hep,
Seni düşünürken,
Yürüdüğüm caddelerde.
Ah, ah, ah...

- Murat Dicle

23 Nisan 2014 Çarşamba

Bugün aklıma gelenler (23 Nisan 2014)

Düşünebiliyor musun?
Okuma, yazmayı bile bana bir öğretmen öğretti;
O kadar cahildim...
Ve düşünebiliyor musun?
Çocuktum ben, Çocuk!
Ve hâlâ çocuk...

(Murat Dicle)

---

23 Nisan, ce eeeeeeeeeeee 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun. Kitap okuyan, hayatı sorgulayan çocuklarımızın şerefine: Oleyyyyyyy!..

---

"Popülist dostum olacağına, realist düşmanım olsun. En azından düşmanım, "mış" gibi yapmaz..."

22 Nisan 2014 Salı

Felsefe denemeleri (1)

1. HEMFİKİR GÖRÜNME YOKSUNLUĞU

Kişi, doğrudan ve bilinçsiz olarak, karşısındakinin anlatımıyla ortaya konan veya kendinin anlatımıyla ortaya konan fikrin, doğruluğunu kabullenen karşı tarafın sözlerindeki doğrulayıcılığa, kolayca ve karşı çıkmaksızın hemfikir olamaz; bu, kişide, sanki bir çıplaklık hissi uyandırır ve -otomatik örtünme refleksine benzer- aleni olarak hemfikirliliği onaylayamadığı bu konuda, karşısındaki ile hemfikir değimişçesine bilinçsizce bambaşka yollara saparak, yine aynı temelde hemfikir olduğunu apaçık belli eden davranışlar sergiler. Taraflar aynı konuda gerçekte doktrinsel olarak hemfikirdirler, ancak kişi, hâlâ hemfikir görünme yoksunluğu eğilimindedir. Bir çocukla bile hem fikir olunulabilir, bunu kabul etmeli.

2. FARKLI OLMA ADINA SÜRÜ DIŞINDAYMIŞ GİBİ GÖRÜNMENİN TOPLUMA ve/veya BİREYE ZARARLARINI GÖREMEME

Kişi gerçekte, yani rasyonel olarak, toplumun gidişatının iyi yönde olmadığını bilir. Kendisiyle birlikte binlerce kişi de bu gidilinen yönün doğru olmadığını bilir, ve kişi de bu binlerce kişişin varlığından emindir. Ancak kişi, binlerce kişinin düşünce şekliyle düşünmek yerine, daha farklı -ama daha yanlış anlaşılmaya müsait- düşünceler öne sürer -ki binlerce kişinin de aynı yönde hareket ettiğini bildiği halde. Böylece, kişi, daha kolayca ele alınabilecek bir fikri, daha karmaşık ve herkesten farklı olarak dile getirdiğinde, gerçekte, bu fikirler olması gerektiğinden daha yanlış yorumlanabilecektir. Bu yanlış yorumlama içerisinde ise, binler ve binlere bağlı milyonlar, farklı olarak ele alınan bu fikirleri, olması gerektiği gibi değerlendiremeyip, bambaşka şekilde ele alarak, binlerin ve hatta milyonların arzu ettiği fikir yerine, tamamen hatalarla dolu fikirlere sevk edilmesini sağlayacaklardır. Hatalı fikirlerin sağladığı bu yol, popülaritenin de etkisiyle, toplumu bambaşka yollara sevk edecektir. Toplum artık arzu ettiği konumda değil, popülüreritenin yönlendirdiği bir hatalar olgusuna yenik düşecektir. Bu hatalar seramonisi ise, toplumu yok edecektir, ki sadece sarf edilen popülist sözlerin anlamsızlığı içerisinde. Farklı olamak değil, doğru olmak esastır.

( Denemeler / Murat Dicle )

21 Nisan 2014 Pazartesi

Edebi olmuşuz biz...

Büyük derbi öncesi günlerce atışmalar yapıldı: O mu kazanacak bu mu kazanacak denildi, duruldu. Ve sonra maç başladı, büyük bir sessizlik ortalığı kapladı. Maç esnasında kimse sesini çıkartmadı, çıkartması da yasaktı. Maç skoru belirlenmek üzereydi ki, gözler hakeme dikildi. Bir harketlenme bir mırıldanmadır gitti. Nihayetinde maç bitti. Maçın skorundan memnun olanlar, zaten kazanacaklarına emin olanlardı; skora itiraz edenler de, ulan bunlar yine hileyle, hurdayla sakın kazanmasınlar, diyenlerdi. Hilesiyle, hurdasıyla, hakkıyla, ve tüm haksızlıklarıyla maç bitti. Skorlar resmileşti. Şikayetler alındı, alınmış gibi yapıldı. Hak, yolunu bulacaktır, diye bekleşmeler de başladı. Bekleye dursunlar...

İstanbul'a indim bugün. Olanca gürültüsü patırtısıyla aynı gibi görünüyordu. Bunaltıcıydı, otobüsler, metrobüsler, metrolar... Ter bastı yine her zamanki gibi beni. Basık basıktı her yer, her şey... Bildiğiniz İstanbul'du işte! Hiç mi fark göremedim? Elbette fark vardı. Maçtan sonra evlerine dağılan futbolseverler gibiydi insanlar. Yürürken ağızlarından skorla ilgili, maçla ilgili bir müddet söylemler olsa da, kafalarda hep, ev kirası, elektrip, su, doğal gaz, çocuklar, eşler ve ödenmesi gereken yığınla şey vardı... Zaten ben de bir borç meselesi için dönmüştüm İstanbul'a, hiç hesapta yokken. İstanbul'da doğdum, büyüm ve neredeyse hiç çıkmadım... Yeni yerleştiğim şehirden, İstanbul'a bu gelişimde, çok sıkıldım, çok bunaldım, her zamankinden de fazla. Neyse ki bir yoldaşım vardı, can dostum eşlik etti bana, ta ki tekrar İstanbul'dan ayrılana kadar. Sağolasın dostum...

Milyon tane insanın, milyon tane derdiyle dönen bu İstanbul'un, patırtısı da gürültüsü de, hep bu düşüncelerin yoğunluğundandı. Önceden planlanmış gibi bir oraya, bir buraya giden insanların, düzenli birer yaşantısı olduğu düşünülebilir. İmrenilebilir hatta, TV'deki dizilere öykünerek. Yok ama öyle değil işte! İstanbul, seni, beni, bizleri içine alan bir anafordan başka bir şey değil. Asla senin planına göre hareket etmez. O, seni dilediği gibi döndürür durur. Sen, döndüm geldim evime, desen de, inanma. Seni evine getiren de, işine götüren de İstanbul'un hengamesinden başka bir şey değildi. 

Yabancılar dolmuş İstanbul'a. Minicik, şeker mi şeker çocuklar dolaşır olmuş. Dilenir olmuşlar... Can dostum (aramızda kalsın sevdiğim) yolda gördüğü bu şeker çocuklardan birini ne güzel sevip, okşamıştı. Yine bir çocuk sevindirmişti işte... Bu yeni gelen yabancılardan, fuhuş yapanı da varmış. Yollarda saat satan, sabah işlerine giden zenciler (aşağılamadım, biz böyle bildik ya hep, ve hep böyle tabir ettik) de varmış. "Mış" değil! Var, var...

Onlara, onlardan başka fayda da yokmuş meğer. Gördüm çünkü bu sabah. Bir TV dizisinde, iki FBI ajanının elindeki çantayı sezdirmeden değiştirmesi gibi bir sahneye şahit oldum. Güzel, sağlıklı zenci bir kız, hızlı adımlarla yürüyerek geliyordu benim olduğum yöne doğru. Önümde dilenen, karı, koca ve bir minik şeker çocuk vardı. Kız, hızla elindeki poşeti, çaktırmadan, dilenen adama verdi. Ve ne sağa, ne sola bile bakmadan, doğruca yoluna devam etti, yarım saniye bile duraksamadan... Poşeti alan, sanki bu durumla sürekli karşılaşırcasına, poşetin içine bile bakmadan, yavaş adımlarla yürmesine devam etti. Bir şeyler mırıldandı karısına ancak anlamadım. O bakmadı poşete ama ben baktım. Belliydi zaten içeriği: Yiyecek!..

Ben bu yazıyı yazarken niye konu İstanbul'a geldi, bilemedim şimdi. Yoksa, özledim mi ne?

Ölenleri, öldürenleri, kıs kıs gülenleri, hak yiyenleri, vatan hainlerini, halk düşmanlarını anlatacaktım, bir bir... Bağıranları, çağıranları, olmaz böyle şey, diyenleri anlatacaktım, hep. Adalet yerini bulacak, diyenleri anlatacaktım. Sosyal medya kahramanlarını anlatacaktım. Ama gelin görün ki, konu İstanbul'a geldi. Edebi bir hal aldı birden bire, bu yazı. Aslında, sadece bu yazı değil, son 12-13 senede olmadık acılarla yüz yüze gelmiş tüm ülke halkında da bir edebilik var gibi. Sosyal medyalarda olabildiğince şiirler, şarkılar paylaşılır oldu. Sanki her şey güllük, gülistanlıkmış gibi, kendimizi şiire, gazele vermişiz. Boşlamışız be...

Bitmişiz biz!..
Müstahak mı ne bize?!

HE, DE, GEÇ...

Şehir değiştirdim de
Bir seni değiştiremedim yüreğimde.
Şehirler arasında gidip geldim de
Unuturum diye,
Unutacağım ki zaten, diye diye.
Olmadı işte!
Şehirler değişti de gözlerimde,
Sen değişmedin yüreğimde.

Yoldaşımsın, can dostumsun;
Sözüm söz!
Ama kızma n'olursun?
Bırak, ben kendi kendime eyleşeyim,
Kendi kendime hep seni seveyim.
Kızma n'olursun,
he, de, geç...

Murat Dicle
21.4.2014