13 Mart 2015 Cuma

Erdemsiz Liyakat sahipleri üzerine

Nicelikli meşhurlarımız, patronlarımız, yöneticlerimiz var; nitelikli fakirlerimiz, sanatçılarımız, zanaatkarlarımız, sürünenlerimiz var...

Niçe (Friedrich Nietzsche) Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde nitelikli ve nicelikli insanlara sık sık dem vurarak, üst-insan olma yolunu derin bir felsefe içerisinde açıklıyor. Her türlü yoruma açık...

Niçe'nin bu bahsettiğim kitabını hala okumaya (anlamaya) çalışıyorum. İki sene oldu, ve dönem dönem kitaptan 20-30 sayfa okurum. Tam anlayarak, sindirerek okumak istiyorum bu eseri. Bendeki kitapbın tercümesi ile ilk defa Türkiye'ye tercüme edilen kitap arasında özellikle bir kelime üstünde çok gelip gittim: Değim ve Erdem. Değim, bendeki kitapta geçiyor, ilk tercüme edilen kitapta ise Erdem olarak geçiyor. Değim'in TDK sözlük açıklaması şöyle: Liyakat...

Liyakat:
  1. isim Bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu, değim
    "Liyakat ve namusa dayanan zenginliğe düşman değilim." - M. Kaplan
  2. Kifayet
    "Her birimiz kendi liyakatimize göre, üzerimize bir vazife almalıyız." - Y. K. Karaosmanoğlu
Erdem:
  1. isim Ahlakın övdüğü iyi olma, alçak gönüllülük, yiğitlik, doğruluk vb. niteliklerin genel adı, fazilet
    "Spor, alçak gönüllülük gibi bir erdem aşılar sporcuya." - N. Cumalı
  2. felsefe İnsanın ruhsal olgunluğu
Niçe'nin orijinal kitabında ise Tugend olarak geçer bu bahsettiğim kelimeler. Genel olarak Almanca-Türkçe sözlüklerde Tugend: Erdem ve Fazilet karşılığı ile yer almaktadır. Burada konu Niçe'nin kitabı değil, bu kitabın tercümesinde ortaya çıkan iki farkılı kelimenin (Erdem ve Liyakat) bana düşündürdükleri...

Şimdi, bana göre -ki Erdem ve Liyakat kelimelerini baz alırsak, ülkemizde Nitelikli kişi, bir baltaya sap olamamış Erdemliler sınıfına giriyor (istisnaları göz önüne bulundurmuyorum); Niteliksiz kişi, Erdem sahibi olamamış, bir şekilde(!) Liyakat sahibi olmuşlar sınıfına giriyor.

Cumhuriyetin kurulduğu günlerde nitelikli ve erdem sahibi kişilerin verdiği liyakatlar, erdemli inanların üzerinde oldukça nitelikli duruyordu. Dolu doluydular bu kişiler. Aldıkları vazifeleri erdemleri gereği en iyi şekilde yapmaktaydılar. 1950'lere kadar baktığımızda bunun böyle sürüp gittiğini görebiliriz.

Sonraları halkın niteliksizleştirilmesiyle kabul edilebilir hale gelen belagat sahiplerinin liyakat sahibi olmasıyla, ülkenin içi tamamen boşaltılma yoluna gidildi. Boşaltılıyor hâlâ...

Çünkü, erdemsiz liyakat sahipleri, işin aslını gerçekte yapabilecek kabliyette değiller. Erdemsizliklerinden olsa gerek -belki arada saf dilli nitelikli kişiler de vardır, işi, kendilerine öğüt edildikleri şekliyle yapmakta ve sadece işin altına imzalarını atmaktadırlar. Ülkenin olduğu kadar, içinde yaşayan insanların da içi boşaltıldığından, tüm bu gidişatta bir anormallik görememeleri oldukça normaldir.

Tersten gidelim, ve medyayı ele alalım: Günümüzde Ayarlı Basın adıyla ayan beyan erdemsiz liyakat sahibi muhabirleri, yazarları vb. görmek artık bizim için hiç şaşırtı değil. Yanılıyor muyum? Erdem sahibi olan nitelikli vatandaşlar tüm bu Ayarlı Medayı gayet güzel tanıyor ve yorumluyor. Peki ya, eğitim ve dinin etkisiyle, niteliksiz vatandaşlar tüm bu Ayarlı'ları nasıl tanımlıyor acaba? Cevap, 2002'den 2015'e kadar hala başımızda duran AKP'de yatıyor...

Popstarlarını(!), sinema sanatçılarını(!), görsel medyada boy gösterenleri vs. de işin içine katabiliriz. Gerçekte bir baltaya sap olamamış ama baltanın sapını teşkil eden odunluğun etrafında tavaf edenlere kurmaca liyakatlar verilmesiyle, ben oldum anne, sevinç nidalarını duyar oldu bu ülke. Çok güzel giyinen, çok para harcayan, gecede iki asgari ücreti iç edenleri magazin programlarında gören halk, onların erdemlerine(!) ve liyakatlarına(!) gıpta ile baktılar. Onlar da onlar gibi olmak istediler. Öykündüler hep onlara... Ve bir gün...

Bir gün, işte bu gıpta ile bakan, niteliksiz, belki henüz erdemlerini kaybetmemiş kişilere liyakatlar verilmeye başlandı, yönetimlerce. Şimdiye kadar hiç bir liyakat sahibi olamamış, embesillikten bir tık üstte bu kişiler, magazinlerde boy ölçüşenleri kendilerine gıpta ettirmişlerdir. Düne kadar bir hiç gibi yaşayan bu insanları görenler, bizim neyimiz eksik, diye düşünerek, kendilerine verilecek her türlü liyakatı sahiplenmek için can atmışlardır. Bu yolda ne gerekirse de yapmışlardır:

Oy mu, al sana oy!..
Kapanmam mı gerekiyor, al işte kapandım!.. 
Namaz mı, Elhamdülillah, beş vakit kılarım!..
İftira mı, yazarım, al sana en alasından köşe yazısı!..
...

Meseleyi, örneklerle uzatırım da uzatırım aslında. Zaten "leb" demeden "leblebiyi" anlayabilen nitelikli insanlar, beni şimdiden gayet iyi anladılar.

Şimdi, elimizde kullamamız gereken, çok ciddi bir silah var, tüm olanlara karşı çıkabilmek adına. Ancak, bu silah maalesef niteliksiz kişilerin elinde ve bizim ona şimdilik yaklaşmamız zor gibi görünüyor. Bu silah, eğitim sistemidir... Öyle sadece çocuklar için değil, yaşını başını almışları da kapsayan bir eğitimden söz ediyorum. İçi -ki ruhuyla birlikte- boşalan insanları nitelikli hale getirmemiz gerekiyor. Liyakat sahibi olmanın yanlış bir şey değil, Niteliksiz ve/veya erdemsiz kişilerin çıkarları uğruna niteliksiz kişilere liyakatlar dağıtmalarının yanlış olduğunu öğretmeliyiz.  Kişinin kendini bilmesini, neyi bilmediğini bilmesi gerektiğini öğretmeliyiz.

Elde edilen gelirlerin, varlıkların tek başına doğru bir şey olamayacağını, komşusunun aç yatarken kendisinin tok yatmasının yanlış olacağını öğretmeliyiz. Aç yatan komşunun, kendisinin bir gün, ah, diye düşüp bayıldığında, aman, deyip yardımına koşacağını, dolayısıyle tok yattığı günlerinin ızdırabını çekebileceğini söylemeliyiz. Asıl olanın, hep birlikte insanca yaşamamz gerektiğini, üstüne basa basa öğretmeliyiz...

Ben yazarken yoruldum, tüm bu naçizane önerilerimi uygularken ne hal alacağımızı da tahmin edemiyorum.

Hepimize kolay gelsin öyleyse...

7 Mart 2015 Cumartesi

Sırıklara yakışır başın...

Bakın ben size tarihten, bilimden değil, gönlümden, hislerimden bahsediyorum... Gönlümden geçenleri, hissettiklerimi anlatıyorum. Tarih değişir, değiştirirler; gönlümden geçenler değişmez benim. Sen, ben değişiriz, değiştirirler bizi; üstümüz değişir, başımız, yolumuz, yediğimiz, içtiğimiz, sevdiklerimiz, gezdiğimiz yerler, cebimizdeki para, varlıklarımız... Değiştiremez ama gönlümüzden geçen en kutsal doğruyu, var oluşumuzdaki gerçekliği, tüm bu değişiklikler... Değiştirmemeli!.. Acı çekerken, anne, dediğimizdeki muhtaçlık, çocuk tarafımız; baba, dediklerinde aklımıza gelen otoriteye saygıyla karışık korku dolu titreyişimiz; evlat sesini işittiğimizde, olmaz, derken bile, nasıl ederim de yaparım, diye düşünüşümüz, değişmez...


Sen, siyahlar, kuru ağaç kabuğu dokusu rengindeki kişi; ben, beyazlar, buğdaya çalan, kimi zaman kardelenin başı kadar açık renklere bürünen kişi... Biz, esasen biz doğa'nın, doğuranlarımızla doğurtanlarımızın bile bilmediği renklerle donatılmış kişiler değil miyiz? Biz, tepemizdeki güneşi, ayı ve yıldızları, hem gören, hem de hissedebilenler değil miyiz? Biz, üstüne bastığımız, öldüğümüzde gömdükleri topraklarda yetiştirdiklerimizle doyanlar değil miyiz? Bir tohum, güneş ve bir avuç su ile ömür sürdürebilenlerden değil miydik? Değil miydik -ki biz hep birlikte- sabana yüklenip çeken, hasatı kaldırmak için ekinleri biçen? Değil miydik biz, ateşin etrafında dans eden, ağaçlara vurup ses eden, dumanı ötelere gönderip, hadi siz de gelin, diyen?..

Aynı renkteki, hep aynı yerdeki kalplerinden vurulup öldürülen; kötüye tamah eden, ötekilerden aşırıp tüketen, aşırırken öldürebilen; kimi zaman aşını değil, başını isteyen, o güzel, kesik başını sırıklara diken, kıskanç, fenaların fenası da biz değil miydik, ey insanoğlu?

İnsan; Adem'den olan, Havva'dan doğan, bir hayvan!.. Yaradanı keşfetmişsin, ne güzel. Kitap indirmiş, demişsin, ne güzel. Oku, demiş, okumamışsın; sev, demiş, sevmemişsin; ver, demiş, vermemişsin; gör, demiş, görememişsin; gel, demiş, gelmemişsin... Sen tok yatmış, el aç, kime ne?! Kızdık, sövdük, kınadık, sana ne?! Yaradan bilir, o hep iyisini bilir, dedik, eh! emin miyiz ki bize ne?! Akıl vermemiş mi yaradan bize? Ne işe yarar demedin mi hiç? Dedin elbet. Öğrendin aklın işleyişini. Meylettin ama kötülüğe; yaşamı yüklenirken biz, kan ter içerisinde, sen yan gelip yatmayı bildin, sırıklara o güzel başları dizdin. Fenaların fenası, insanın en hayvan olanı sendin. Ne istedin, aklını yaşamı sürdürebilmekten başka kullanmak istemeyenlerden? Ne istedin, seni tanrı misafiri edenlerden? Hak, o sabanı senin başına çalanın başını ezmek miydi, gücünle -ki aklını kötülükle çalıştırıp tüfeği icat ederek, sabrı taştığında Ademoğlunun? Başını ezmeliydiler, hıncıyla Ademoğlu...  Ezilecek! Kesilecek belki milyon baş bu uğurda, kötülüğe meyletmişleri silip süpürmeyi iş edinecekler. Hadi şimdi başını sev, son kez okşa, iyi bak ona... Sırıklara yakışır başın!..

4 Mart 2015 Çarşamba

HİKAYELERDEN BİR DEMET, Anton Çehov

HİKAYELERDEN BİR DEMET, Anton Çehov
HİKAYELERDEN BİR DEMET
Anton Çehov
Anton Çehov'un yirmi bir kısa öyküsü var bu kitapta. Çehov'un öykücülüğü hakkında bilgi sahibi olmak için güzel bir başlangıç. Ben pek -ki kendim de yazsam da- kısa öykülere yüz vermiyordum. Anton Çehov'un oldukça kısa öyküleriyle bu tür eserlere bakışım bir nebze değişti. O kadar kısa öyküler ki sizi düşündürdüğünde veya kahkahalara boğduğunda şaşkınlık geçiriyorsunuz. Fıkra demek yanlış olur ama bu kitaptaki bazı öyküler fıkra tadındadır. 

Keyifle okuyacağınıza inandığım bir katap bu.
 

28 Şubat 2015 Cumartesi

MEKSİKALI, Jack London

MEKSİKALI, Jack London
MEKSİKALI
Jack London
İçeirsinde beş kısa öykünün bulunduğu bir kitap. Jack London'ın daha çok ezilmiş halktan karakterlerle bezeli öyküleri var. Kitapta yer alan öyküler sırasıyla şöyle: Meksikalı, Alın Teri, Bir Kalem Pirzola, Arabacı ile Doğramacı ve Enseleniş'tir.

Kısaca öykülerden bahsetmek istiyorum.

Meksikalı: Kitaptaki en uzun öykülerden biri. Henüz on sekiz yaşında olan Rivera, direniş örgütüne katılmak ister. Kuşkulu gözler altında, şüphe içerisinde örgüte temizlikçi olarak dahil olur. Ancak Felipe Rivera, örgünün para sıkıntısı çektiği anlarda, onlara destek olur. Bu da elbet şüphe çeker. Oldukça büyük meblağları dahi temin etmektedir. Felipe Rivera kim idi, bu paraları nasıl elde ediyordu...

Alın Teri: Küçük bir çocuğun, hatta mini minnacık bir çocuğun tabir yerindeyse doğduğudan beri çalışıyor olmasından ötürü çektiği sıkıntı ve isyanı anlatan kısa bir öykü bu.

Bir Kalem Pirzola: Yaşlı ve tecrübeli, çaptan düşmüş bir boksorun ailesi için verdiği mücadele anlatılıyor. Meksikalı adlı öyküdeki Rivera ile benzer tarafları var yaşlı boksörün. Bir tek pirzola olsaydı belki, her şey daha başka olabilirdi boksörümüz için...


Arabacı ile Doğramacı: Genç bir evsiz, yolda iki yaşlı evsiz ile karşılaşır. 1900'lerin başı Londra'da. Bu öyküde bu üç kişinin aralarında geçen konuşma ve sürpriz son ile iki yaşlı adamın sabun köpüğü kadar geçici mutluluğu anlatlıyor.

Enseleniş: Jack London'un gerçek bir öyküsü, öyküde bunu bizzat belirtiyor. Başı boş Niagara Şelalesinde gezerken enselendiğini ve hapse nasıl atıldığını anlatıyor. Adalet sistemini sotguluyor öykü boyunca ve ilk hapse düşüşünün tecrübelerini paylaşıyor bizlerle.

Diğer kitap yorumlarım için tıklayınız

26 Şubat 2015 Perşembe

Ah sizler, ah!

Bahar esiyor şu günler, kışın ayları sürüyorken.
Güneş tepeliyor beni, balkondan ara sıra bakarken.
Kediler ayaklarıma sürtüyor, tepem ısıl ısıl yanarken.
Sigara içirtiyor hava, ben balkonda çoşarken.
Kediler ayağıma dolanıyor, açız biz, derler.
Umurumda değil kediler,
hava günlük güneşlikken.
Vermedim mi onlara yemek,
ben henüz balkona çıkmamışken;
tavuk ciğeriydi verdiğim,
on beş dakikada pişen
ve onlar değil miydi
bir dakikada mideye indiren?
Kediler,
işte hep böyle isterler.
Tıpkı kadınlar gibi,
senin ciğerini de isterler.
Ah sizler, ah!..
Ne kedisiz çekilir artık bu ev,
ne de sevgilimsiz...

Murat Dicle

Kardelen

Kardelen gibi açılırım,
senede bir kere,
bilemedin iki.
Beyaz açar bazen,
bazen gri.
Bazen der, ey insan,
bazen, nerede insan.
Solarım gönlüme,
senede bir,
bilemedin iki kere.
Üzülür insan,
varsa,
yoksa
der ki öldü çiçek.

Murat Dicle

Hamal

Ben çılgın dünyaların durağanı,
durağan dünyaların en çılgını.
Ben maddi hayatın en tembeli,
göremediğin dünyamın hamalı.
Ben atalet içinde yazanım,
Yazarken ataletimi de atarım.
Dedim ya,
göremediğin dünyamın en çılgını,
en çok yüklenen hamalı...

Murat Dicle

24 Şubat 2015 Salı

YERALTINDAN NOTLAR, Dostoyevski

YERALTINDAN NOTLAR, Dostoyevski
YERALTINDAN NOTLAR
Dostoyevski
Bay X, belki de bir hiç... Gizemli bir adamın, yeraltından, şaşılacak kadar açıkça kendini anlattığı bir roman bu. Kendi kendisiyle savaşımını, kendi içindekilerle çatışmasını, kendini var etmesini, kendini yok edenleri, derinliğini anlatır Bay X...

Eziktir, aşikardır bu. Ama ben ezik değilim, der sanki itiraflarında. Kaçtıysam eğer, bu kesinlikle asaletimden, der sanki yazdıklarıyla.

Belki yazılacak ve benim hâlâ idrak edemediğim çok mevzu var bu esere. Üstad Dostoyevski, Suç ve Ceza'nın ön hazırlıklarını yapmış bu eseriyle. Öyle ki bir yorumda, Suç ve Ceza ile Yeraltından Notlar arasında bir bağ kurulmak istendiği, yazılıyordu. Mümkün, neden olmasın ki.

Daha fazla şey yazamayacağım. Bu eserin oyununu izlemek isterdim. Ya da varsa filmini...



19 Şubat 2015 Perşembe

İtinayla

Oysa ben itinayla insanların kalbini kırmaktan sakınırdım. Oysa bir takım onlar benim kalbimi itinasız kırdılar. Kalp kırmanın da bir asaleti olsa; kırdım ama bence kırılmalıydı dostum, denebilecek kadar... Şuursuzca kalbimi kırdılar. Farkında bile değiller. Ne zaman, nerede ve nasıl, hatta kim? diyecek kadar uzaklar yaşadıkları bu dünyadan ve kırdıklarından...



Murat Dicle

10 Şubat 2015 Salı

Kırık kalp

Bir insan, önce senin kalbini dört parçaya bölüp, sonra sana bir çiçek ve bir tutam tutkal verdi diye, onun kötülüğünden önce iyiliğinden söz etmek, ahmaklıktan başka nedir?!

Murat Dicle

Gelip geçen

Her şey geçti üstümden. Zaman da geçti. Sonra hepsi geçti gitti. Şimdi gülüyorum, gelip geçene.

Murat Dicle

7 Şubat 2015 Cumartesi

Uğursuz bok

Bir bok gibi düşer tepenize. Uğurdur, kerameti vardır dersiniz, üstünüzü temizlerken. Kaderden daha bir medet umar olursunuz; bokun uğuru var diye biliriz ya. İşler ters gider sonra; kaderi boka bağlamanın cezası mıdır acaba? Basit bir hareketle, bir mendil ile silip atmak varken; uğursuz bir bokun peşine takılmak niye?!

Üç kuruş parayla vardığınız, bir nefes almak için gittiğiniz Eminönü'ndeki Yeni Cami'nin duvarının dibinde otururken, tepenize sıçan kuşun bokunu uğur sayıp, geri dönüş parasını piyangoya yatırıp, beş parasız yürüyerek evine dönen boktanmedetumangillerden biri gibiyim. Eve yürüyorum şimdi, varmak epey vakit alacak. Yorulacağım, kalbim daralacak, atışları zaman zaman kah hızlanacak, kah yavaşlayacak. Kararlarımdan pişmanlığım yok, ne boka ne de boklayana bir kinim yok. Aldığım ders, yaşamıma gübre olsun. Yürüyüşüme istikrar katsın, düşünüşüme bilgelik, bileğime de güç... Boku damıttım ben şimdi!

- Murat Dicle

2 Şubat 2015 Pazartesi

Çiftçi

Olmamışsan henüz bir çiftçi:
Toprak volkanla harmanlanmamış,
Rüzgar fırtınaya çalmamış,
Güneş belki tam doğmamış,
Sen yanmamış,
Seni yakacaklar doğmamış,
Kuşlar kanat çırpmamış,
Tohumlar sana sunulmamış,
Su, yatağından sana akmamış,
Tarla fareleri henüz uyanmamış,
Bir dönüm toprağın dahi olmamış, demektir.

Olmuşsan bir çifti:
Tabanların yarık yarık,
Tarlanda çit sürersin.
Avcundaki tohumları serper,
Onları yücelterek,
Asıl sahipleri için didinirsin.
Tepen cayır cayır yanar,
Suyu kana kana içer toprak,
Tarla fareleri cirit atar ekinlerde,
Çaresiz kalmaz,
Eker, biçer ve döversin inadına.
Çiftçisin ya sen;
Yılmaz, acısıyla, güneşiyle,
yarık tabanlarınla
Sürersin hayatını...


Murat Dicle

02.02.2015

9 Ocak 2015 Cuma

Özgür ruhuma istinaden

Varlığım senin yanında olacak ama ruhum, benliğim terk edecek zaman zaman seni. Ebediyen değil! Zaman zaman... Bedenim bağımlı bu dünyaya, ruhum, ruhum özgürdür; pranga vurulamaz, vurmak istesem de vuramam, tam bağımsız, özür bir ruhun var. Yaradılışım bu, ruhum bu; Ben buyum işte ve bu kadarım... Bilmen gereken tek şey de bu hakkımda. Aslında, zor olan sen değildin, bendim. İlk terk eden sen değil bendim. Ne olursa olsun geri dönen de bendim. Senden başka kimsenin koynuna girmeyen, senden, senin ruhundan başkasını sevmeyen de bendim. Ben aslında hep kendim idim, sen beni tam olarak keşfedemedin, okumadın, anlayamadın cümlelerimi; ruhumu ifşa etmiştim oysa, şiirler yazmıştım sana, eskimiş kalemimin ucuyla. Kimler geldi, kimler gitti evime, kafanda kurduğun düşlerde. Sahi gelenler kimdi evime?..

Murat Dicle

Ateş suyu

İnsanların sevinçle pencereden seyrettiği kar yağışında mahsur kalmış bir köpek gibi hissediyorum kendimi; suyum var, yiyeceğim var, hepsi bir tasta; okşayanım yok, ihtimallerin hepsi bir göz odada... Ben sokağın, onlar içerinin mahsur kalmış köpeği. Tekiz, tekliyoruz, titriyoruz, yalnızlığın estirdiği rüzgarda. Ateş suyu içelim öyleyse, ateş suyu... Köpeğe de verelim, köpeğe de...

Murat Dicle