roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ağustos 2014 Cumartesi

SEVDALİNKA, Ayşe Kulin

SEVDALİNKA, Ayşe Kulin
SEVDALİNKA
Ayşe Kulin
Roman olsun diye mi yoksa yaşanan gerçekler daha çok insan tarafından bilinsin diye mi, aşk teması eklenmiş bu kitaba bilmiyorum. Çünkü, olsa da bir olmasa da birdi bence... Edebi olarak değerlendirmek istemiyorum ve sanıyorum ki kitabın amacı da edebi olmak yerine, yaşanan -acı- gerçekleri kitlelere roman tadında ifşa etmekti.

Kitap okunmayı hakediyor. Özellikle Boşnakları tanımak, Bosna-Hersek savaşının içyüzünü görebilmek adına, okunmayı hakediyor. Din bezirganlığının bir kez daha ne büyük acılar yaşattığını okuyoruz. Bir değil iki değil, on yüz yıllar boyunca çekilen en büyük acıların sebebi hep din olmuş maalesef. Oysa böyle olmamalıydı değil mi? Hele hele indirilen kitaplardaki gibi din, din olabilseydi eğer... Yazık!..

İster Bosna-Hersek savaşı adı altında yapılmış olsun, ister Hocalı'da yapılanlar olsun. Aynı tarihlere denk düşen bu iki soykırım, tarihe kazınmış ve dinini cilalayanların utancı olmuştur. Haçınız mübarek(!) olsun emi! İyi halt ettiniz... Ve soykırımdan müzdarip oldukları halde, kulakarkası edenlerin de içine dert olsun... Bilen bilir ki, tüm bu acılar hiçbir zaman bir karış toprak için yaşanmadı. Bunların hepsi bir tiyatro idi, ölenler ise figüran idi. Tüm bunlar kim için idi?! Eli kanlı Küresel Kraliyetçiler için idi... Peki ne için idi? Bölüp parçalayıp, kolayca yutabilmek için idi...

Bu arada ilginç bir şey yaşadım. Kitabı okurken sevgilim bana, vay Ayşe Kulin ha, ergen misin olm sen? dedi. Üstüne bir de kızım bir kaç gün sonra, baba Ayşe Kulin okuyanlara ergen diye dalga geçiyorlar, dedi. Ben bunu çözebilmiş değilim. Bilen beri gelsin!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


18 Ağustos 2014 Pazartesi

VIOLETTE'nin AŞK DESTANI, Oscar Wilde

VIOLETTE'nin AŞK DESTANI, Oscar Wilde
VIOLETTE'nin AŞK DESTANI
Oscar Wilde
Bayram öncesi İstanbul'da ikinci el kitap satan bir satıcıdan klasik romanlar aldım. Yazar adlarını esas alarak kitapları seçiyordum. Oscar Wilde ismini görünce tereddütsüz aldım -ki daha önce hiçbir kitabını okumamıştım. Ve fakat eve gidip de arka kapak yazısını okuyunca şaşırdım. Kitap, erotik bir hikayeyi anlatıyordu; Erotik edebiyatın seçkin örneklerinden biriydi kitap...

Neyse ki daha önceleri okuduğum bir kaç -gülmekten yerlere yatıracak kadar komik- erotik roman serilerinin aksine, daha aklı başında, daha edebi ancak yazarın edebi ustalığının altında bir eser ortaya çıkmış. kitabın başında otuz sayfalık Viktorya dönemini ve kitap ile ilgili bir açıklama var. Sırf bu açıklama için bile bu kitap alınabilir. Yazarın böylesi bir romanı; kaldı ki yazar ile aynı dönemi yaşamış diğer bir kaç yazarın da benzer eserler çıkartmış olmasının sebepleri vurgulanıyor bu açıklamada.

Hikayedeki erotizm bana göre çok basit ve kimi zaman pornografiye kaçıyor. İş pornoya kaçtığında, erotizmden asla söz edilemez. Oscar Wilde, doğrusu, Tinto Brass OscarWilde'ın döneminde yaşıyor olsaydı, o vakit Oscar Wilde'ın erozmi kaleme alımı daha da mükemel olabilirdi. Kitabı okurken, bir ergenin kendi kendini azdırarak için yazdığı satırlar gibi geldi. Ben bu kitabı bugünün şartlarıyla değerlendirdiğimde pek de bir erotiklik görmedim, olsa olsa pornografi, ya da günümüz derecelendirmesiyle soft porno denilebilir. 

Bu kitabı yazıldığı dönemde ele alırsak, oldukça cesur bir iş çıkartıldığını söyleyebiliriz. Zaten kitabın başındaki otuz sayfalık açıklamada bu gayet güzel anlatılmaktadır. Bu nedenle kitabı okurken -ki ben her ne kadar fazladan günümüz bakış açısıyla yorum katmış olsam da- kitabın yazıldığı dönem gözüyle bakmanızı salık veriyorum.

Erotik edebiyat klasiklerinden gösterildiği için ve Oscar Wilde adı hatrına okunabilir. 

Not: Yazar bu kitabı Oscar Wilde adıyla değil  Alexandre Dumas adıyla yayımlattırmıştır. :) Yazarın cesareti tartışılır tabii...

16 Ağustos 2014 Cumartesi

VİŞNE BAHÇESİ, Anton Çehov

VİŞNE BAHÇESİ, Anton Çehov
VİŞNE BAHÇESİ
Anton Çehov
Dört perdelik bir piyes olan Vişne Bahçesi'nde, ne bir dram ne de trajikomik bir durum var. Sizi güldüren ama pek de düşünmeye sevk etmeyen sahneler var. (Böylesi güldürmeceli şeylere tiyatro diliyle FARS türü denilmekteymiş.) Öylesine bir iki günlük bir dönemi dört perdeye sıkıştırmış üstad. İlk kurduğum cümledeki bayağılıktan ötürü eseri yermediğimi söylemek isterim. Üstad Anton Çehov belki bu eseri daha derin ve daha eleştirel yazabilirdi, ancak o dönemin şartları gereği ortaya böyle -belki de mecburi sebeplerden- bir eser çıkartmıştır.

Şunu söylemek isterim ki, eseri okurken bizzat oradaymışım gibi bir hisse kapıldım. Tasavvur edebiliyor musunuz?(!)

Bu eseri okuyun ve hatta en az on kişilik bir aileyseniz, aile içinde bu piyesi bizzat siz de oynayın. Keyif alacaksınız, eminim. :)

15 Ağustos 2014 Cuma

EV SAHİBESİ, Dostoyevski

EV SAHİBESİ, Dostoyevski
EV SAHİBESİ
Dostoyevski
İlimle uğraşan aklı başında biri olsanız da aşka bulaştığınız vakit "error" vermeye de başlarsınız...

Ordınov aklı başında ilimle uğraşan bir gençtir. Bir gün kilisede bir kadına rastlar ve yaşamı alt-üst olur. Kilisede rastladığı kadının adı Katerina'dır. Katerina, Murin adlı yaşlı biriyle yaşar. Ordınov Katerina'nın yaşadığı yerde bir oda tutar ancak Murin buna pek sıcak bakmaz. Murin kurnaz bir ihtiyardır...

Dostoyevski yine ruhun derinliklerine inerek karekterlerin psikolojik analizini yapabilecek kadar detaylı bir öykü kaleme almış. Saf iyi ile saf kötünün yanı sıra, aşk ile ilimi de karşı karşıya getiriyor bu öyküsü ile Dostoyevski.

Kısa bir öyküdür, okumanızı salık veririm.


* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


10 Ağustos 2014 Pazar

YABANCI, Albert Camus

YABANCI, Albert Camus
YABANCI
Albert Camus
Albert Camus'nün okuduğum ilk kitabıdır. Kitapta, yaşadığı topluma yabancı görünen bir adam anlatılmaktadır. Adama göre yabancı olanlar toplumdur, ancak adamdır toplumun gözünde yabancı olan. Öyke ki, adamın annesi vefat etmiştir ama o bir tek göz yaşı bile dökmemiştir; demek ki suçludur ve ölmeyi haketmiştir(!)

Konu:
Konusu çok basittir. Öyküdeki her şey çok kısa bir zaman aralığında olup biter. Cezayir’de, bir rastlantı sonucu, bir Arap’ı öldüren orta sınıftan bir Fransız, Mersault, kendisini adım adım ölüme götüren süreci kayıtsız biçimde izler. Diğer kişilerin adı anılsa da, roman kahramanının adını bile öğrenemeyiz (burada Kafka etkisinden söz edilebilir). Camus’nün yabancısının yabancılaşmasını kendi ağzından şöyle aktarabiliriz; ‘yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu (...) İyi düşününce söylenecek bir şeyim olmadığını anlamaktaydım. Kendi kendimi seyrediyormuş gibi bir hisse kapıldım.’ Kitapta, Meursault'un topluma, kendine, ölümü bile kabul edebilecek kadar hayata , kısacası tüm varoluşa yabancılaşması yalın bir dille anlatılır. (Vikipedi'den alıntıdır)

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

KEHANET GECESİ, Paul Auster

KEHANET GECESİ, Paul Auster
KEHANET GECESİ
Paul Auster
Paul Auster'in okuduğum ikinci kitabı Kehanet Gecesi, ilk okuduğum Kış Günlüğü'nden farklı elbette. Bu bir roman öncelikle, Kış Günlüğü ise bir anı kitabıydı. Dolayısıyle Paul Auster'i edebi olarak değerlendirmekten kaçınmıştım ilk okuduğum kitabında. İlk okuduğum kitabını, onu tanımış olmak olarak değerlendirmiştim.

Şu sıralar okuma güçlüğü çekiyorum. Hem gözlerimde sorun oluştu -ki yakını görmekte zorlanıyorum, hem de işlerim dolayısıyle -ki şehir değiştirmeme neden olması da bir sebep- kitap okumaya yeterli zaman ayıramıyorum. Bu kitap benim son zamanlardaki okuma özrümün yok olmasına -ya da bu özrü hiçe saymama- vesile oldu. Akıcı hikayesiyle heyecanla okudum kitabı. Heyecan deyince, öyle vurdulu kırdılı şeyler aklınıza gelmesin. İç içe ustalıkla tasarlanmış birden fazla öyküyü, tek bir öykü içerisinde birleştirmiş yazar. Bir değil, üç ayrı öykü var içerisinde ve yazar bunu gayet güzel işlemiş. 

Sid, geçirdiği bir kaza sonucu hastahanede ölümün eşiğine gelmiş ancak mucize eseri -ki ölmesi beklenirken- hayata geri dönmüştür. Sid bir yazardır. Hastanede kaldığı süre boyunca epey borç birikmiş ve karışı Gracie'nin desteğiyle ayakta durabilmişlerdir. Sid'in bir an önce yazmaya başlaması gerekmektedir. Henüz tam iyileşememiş; sendeleyerek yürüyor ve zaman zaman burnu kanamaktadır... Sid bir gün ilginç bir kırtasiyeciye girer; Kağıt Sarayı adlı bu yerde çok hşuna giden mavi bir defter alır. Oldukça hoşuna giden bu defter Portekiz malıdır ve artık üreticisi bu defterden üretmemektedir. Her şey olmasa bile, Sid'in tekrar yazmaya başlaması bu defter ile başlar...

Kanaatimce severek okuyacağınız bir eser. Eh içinde yine Yahudi soykırımına dem vurma da var. Ve ayrıca yazar Paul Auster, Türkiye'de Orhan Pamuk'u biliyormuş ve gerçek hayatta da arkadaşıymış. Kitabın sonundaki -Kahanet Gecesi'nin çevirmeni- İlknur Özdemir'in Paul Auster ile yaptığı söyleşiden öğrendiğime göre, Paul Auster'i Türkiye'ye kazandıran (tanıtan) ise yine Orhan Pamuk imiş. Şimdi bu konuya girmek istemiyorum. Şöyle bir formül ve ipuçları vereyim: Orhan Pamuk, Yahudi soykırımı, Hitler, Paul Auster, Nobel ödülü, AJC... Yalçın Küçük hoca iyi bilir Orhan Pamuk'u. ;)

28 Temmuz 2014 Pazartesi

CEZMİ, Namık Kemal

CEZMİ
Namık Kemal
Namık Kemal tarihi ve tarih anlatıcılığını seven bir şair ve yaardır. Bu eserinde gerçek bir olayı kendi üslubuyla canlandırarak kaleme almıştır. Konu 1570 yılların Osmanlısında ve İranında geçmektedir.

Cezmi, iyi at biner, cengaver ve şair bir gençtir. Olaylay Cezmi'nin Osmanlı büyüklerinin dikkatini çekmesiyle başlar. O sıralar Osmanlı-İran savaş vardır. Cezmi, bu savaşta esir düşen Adil Giray'a yardım için İran'a gönderilir...

Adil Giray, Şehriyar ve Perihan aşk üçgenine, Cezmi'nin başarılarının kendisini nasıl kahraman ettiğine şahit olacaksınız bu romanda.

Hem Osmanlı tarihini hem de akıcı bir roman okumak istiyorsanız, bu roman tam size göre.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

8 Temmuz 2014 Salı

TEHLİKELİ OYUNLAR, Oğuz Atay

TEHLİKELİ OYUNLAR
Oğuz Atay
Oyunlar yazmazsak eğer bu hayat çekilir mi? Belki hayat, bedenimizin çürümesiyle değil, düşüncelerimizin çürümesi yüzünden son buluyor, biz insanlar için...

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanından sonra kaleme aldığı ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar, yine Tutunamayanlar tadında ve bir o kadar karışık -ki eğer yeterli düşsel donanıma sahip değilseniz. Roman başkişisi Hikmet Benol'ün asıl mesleği mühendisliktir, tıpkı Tutunamayanlar'daki Selim gibi. Aileden kalan mütevazı bir miras ile kendi kabuğuna, bir gecekondu mahallesine çekilen Hikmet, karmaşık düşüncelerini oyunlara aktarır. Her hal ve durum için oyunlar yazar. Bazen, ve hatta bazenden de fazla oyun ile gerçek karışır. Baş danışmanı, baş komşusu, kutsal üçlemenin tepesindeki kişi Emekli Albay Hüsamettin Tambay, Hikmet'in en iyi anlaştığı ve oyunlarını birlikte yazdığı kişidir. Nurhayat Hanım yine, kutsal üçlemenin diğer anaç rolünü üstlenmiştir. Her daim çay demlemeye, bulaşıkları yıkamaya, ortalığı çekip-çevirmeye amadedir. Hikmet, Albay Hüsamettin ve Nurhayat Hanım... Bu kutsal üçleme içerisinde, Hikmet, Sevgi ile sevgisizliğini, Bilge ile bilgisizliğini dışa vuruyor, oyun mu yoksa gerçek mi belli olmayan anlatımıyla.

Okurken anlaşılmayan ancak okuduktan sonra parçaların yerine oturmasıyle konu daha da iyi anlaşılmaktadır. Kitabı hızlı okumak yerine, belki de benim gibi bir buçuk ay içinde okumak daha iyi olacaktır. 

Oğuz Atay bana hep Kafka'yı çağırıştırıyor. Kafka'nın muhteşem karmaşıklığı, anlaşılması imkansıza yakın anlatımı, Oğuz Atay'da daha bir düzene girmiş görünüyor olsa da, her iki yazarı anlamak zaman içinde kazadığımız tecrübeyle anlaşılır hale gelecektir. Okudukça, tecrübelerimiz de artacak elbette.

Bu kitabı okumakta nvazgeçtiyseniz bir şans daha verin. Hiç okumadıysanız okuyun, ancak öncesinde Tutunamayan'ları okumanızı salık veririm.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


1 Mayıs 2014 Perşembe

BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ, Victor Hugo

BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ, Victor Hugo
BİR İDAM MAHKÛMUNUN
SON GÜNÜ

Victor Hugo
Ne denilebilir ki idamına bir kaç saat kalmış biri için, ne denilebilir?! Hangi söz, mahkûm için teselli olabilir? Üç yaşındaki -ki bir yıldır göremediği- çocuğunun onu tanıyamaması, son vedasında, ne acı, ne talihsizdir, bilir misiniz? Bilemez misiniz? Öyleyse bu çok az sayfalı, çok kahredici romanı okuyun derim. Okuyun ki idamın dehşetini yaşayın.

Hak etmiş ya da etmemiş, biz karışmamalıyız kişinin ölüm hükmü üstünde. Eğer yaradana inanıyorsak, onun verdiği canı, ancak o alır diyorsak, idam, bizim hükmümüzün dışında olmalı. İnsan hükmüne bağlı olmamalı. Ceza haktır, ancak ölüm bir ceza mıdır?!

Yazar, ölüm cezalarının pespayeliği üstüne eğiliyor. Cezanın ölüm ile neticelendirilmesinin değil, daha insancıl cezaların yürürlüğe girmesini diliyor, bu romanıyla. Zaten, romanın yayımlandığı dönemde, eleştri oklarını üstüne çekmiştir Victor Hugo.

Okumayanların okumasını diliyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


27 Nisan 2014 Pazar

KUKLA, Ahmet Ümit

KUKLA, Ahmet Ümit
KUKLA
Ahmet Ümit
Oldukça heyecanlı bir roman olmasına karşın, bu romana gerekli özeni gösteremedim, işlerim dolayısıyle. Ahmet Ümit'in diğer romanlarındaki heyecan ve polisiye analizler, yine bu romanda da devam ettirilmiş. Uygun şartlar altında bir çırpıda okunacak güzellikte bir roman.

Hikaye, Susurluk olaylarına da değiniyor, ve bu çerçevede devam ediyor. Adnan, gezetecidir. Doğan ise üvey kardeşidir. Adnan, sol camia taraftarı, Doğan ise, sağ-ülkücü tarafta yer almaktadır. Ülke çapında aranan Doğan, bir şekilde, Adnan ile iletişme geçer. Her şeyden elini eteğini çekmiş gazeteci Adnan, bu buluşmadan memnun kalmaz, ve bir takım olayların içerisine girmek istemez...

İstemez ancak, kader mi yoksa başka planlar mı bilinmez, tam da olayların merkezi haline gelir Adnan.

Severek okuyacağınıza inandığım bir roman bu.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


12 Nisan 2014 Cumartesi

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin
ÖLMÜŞ EŞEK
Aziz Nesin
Sakarya'ya gelmeden önce -ya da geldim de tekrar İstanbul'a uğrayıp tekrar Sakarya'ya geri dönmeden önce, Bakırköy tren istaysonunun üstündeki köprüde bulunan bir kitapçıda rastladım bu kitaba. Aha, dedim, antika bir kitap buldum.  :) Düşün Yayınevi Mizah Serisi, Yeni Matbaa, İstanbul - 1957. Fiyatı mı? Fiyatını duyunca antika olmadığını anladım. Bildiğiniz iki lira... 2 TL'ye aldım. :)

Gelelim kitaba. Aziz ustamız -ki şahsen benim çok hoşuma giden- yine harika bir öykü/roman çıkartmış ortaya. Hiciv sanatının inceliklerini gayet güzel kullanmış. Bu defa toplumsal vurdumduymazlıkları eleştirmiş. Kitabın sonunda ayrıca iki kısa öykü de var ve bu öyküler de yine eleştiri içermektedir. Hem halkı hem de kamu hizmetlerini mizahi bir dille eleştiriyor üstad.

Ölmüş eşek, arkadaşı Eşek Arısına, tahtalıköyden mektuplar yazıyor. Ölmenin mi yoksa yaşamanın mı zorluğunu dile getiriyor. Ölmüş Eşek, aman, diyor, ölmek, yaşamaktan da zor...

Kitaptaki Ölmüş Eşek'i ben Aziz Nesin'in kendi olarak algıladım. Ölen kişinin, camia tarafından sevilmeyen  bir gazeteci/yazar olduğu anlaşılıyor. Aziz Nesin, ölsem de çile çekmekten kurtulamam, demiş sanki, ta 1957'den. Yine isabetli bir tahmin atmış ortaya bu öyküsü ile. Vaktiyle bu ülkedekilerinin yüzde bilmem kaçının "aptal" olduğu tahmininde yanılmadığı gibi; Ölmüş Eşek ile, kendisinin öldükten sonra da çile çekeceği tahmini yanlış değil gibi...
"Yaşarken, insanların bana verdiği gözyaşlarını, imbikten üzüm suyu çeker gibi kahkahaya çevirmeye çalıştım; insanlarin hep, hep gülmeleri için."
 Ya işte böyle... Yazar bizleri güldürürken -ki oysa ağlayacak halimize güleriz hep, düşünmemizi, gerçekleri düşünmemizi diledi hep. Ölmüş Eşek'ten bir alıntı yaparak bitireyim yazımı:
İşte sevgili öğrencilerim, dedi, uzun zamandan beri açtığımız kafataslarında görmediğimiz beyin budur. İnsan bedeninde, bademciklerden, kör barsaktan daha faydasız, zararlı bir uzuvdur. İnsan kafatasında teşekkül eden beyin isimli bu ur'un, insan başını belaya sokmaktan başka bir işe yaradığı görülmemiştir. Şimdi merhumun daima başının neden belaya girdiğini, daha iyi anlıyoruz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


28 Mart 2014 Cuma

MEYHANE, Emile Zola

MEYHANE, Emile Zola
MEYHANE
Emile Zola
İçki her türlü kötülüğün başıdır, diyor yazar bu romanıyla adeta... Mutlu bir başlangıcın, içki ile nasıl acı bir şekilde son bulduğuna şahit oluyoruz.

Gervaise, Lantier ile çocuk denilecek bir yaşta birlikte olur ve köylerinden kaçıp, Paris'e yerleşirler. Paris'te kısa bir süre güzel bir yaşam süren -ki henüz resmi evli değillerdir- bu çift, bir müddet sonra paralarını tüketirler. Lantier yarım yamalak eve para getirecek işlerde çalışır. Asıl işi şapkacılıktır. Bu arada iki de çocukları vardır. Bir gün, Lantier evi terk eder. İki çocukla baş başa kalan Gervaise, yeni ve yabancı olduğu bir mücadeleye girer. Çamaşırcılık yapmaya başlar. Bu sırada Coupau ile tanışır. Coupau, Gervaise'i sever ve onunla evlenmek ister. Gervaise sürekli kaçar, çünkü artık evlilik defterini kapatmıştır. Erkeklere güvenmemektedir. Fakat Coupau peşini bırakmaz. Oldukça efendi tavırlar sergileyen bu aşık, sonunda Gervaise ile evlenmeyi başarır. Gerçekten her şey güzel başlar. Ta ki o olay oluncaya kadar...

Emile Zola'nın doğal bir dille anlattığı bu hikaye sizi içine çekecektir. Yazar oldukça etkili yazmış. Okumanızı dilerim.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

16 Mart 2014 Pazar

KiMYA HATUN, Saide Kuds

KiMYA HATUN, Saide Kuds
KiMYA HATUN
Saide Kuds
Yazarın kadın olmasından mı yoksa gerçekten bunlar yaşandığından mı bilinmez, bu kitaptaki erkeklerin neredeyse tümü "kötü"; özellikle Mevlana ve Şems... Soğuttu bu kitap beni, Mevlana'dan da Şems'den de!..

Kerra Hatun oldukça güzel bir kadındır. Kocası öldükten bir sonra kendisiyle evlenmek isteyen Mevlana'ya varır. Kitaba göre bu yaptığı en büyük hata olacaktır. Belki de Kerra Hatun'un kibrinin cezasını -ki kitapta kibriyle ilgili bir belirti yok, bu benim tahminim- bu şekilde vermiştir. Kerra Hatun'un kızı Kimya, genç kızlığına Mevlana'nın haremindeyken adım atar. Oldukça dikkat çekici güzelliği olan Kimya Hatun'a "küfürbaz, lanet ve afaki" bir adam talip olur: Tebrizli Şems...

Anlatımı güzel ve akıcı. Kimya Hatun'un evliliğinden ziyade, çocukluğundan evliliğine kadar olan kısıma daha çok yer verilmiş kitapta. Beğeneceğinizi umuyorum.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

4 Mart 2014 Salı

BİNBOĞALAR EFSANESİ, Yaşar Kemal

BİNBOĞALAR EFSANESİ, Yaşar Kemal
BİNBOĞALAR EFSANESİ
Yaşar Kemal
1876’da Türkmenle Osmanlı arasında Çukurova’da bir savaş oldu. Osmanlı Türkmeni yerleştirmek, toprağa çekmek, ondan vergi almak, onu asker etmek istiyordu. Türkmense buna karşı koyuyordu. Dövüş beter oldu, bu dövüşte Türkmen yenildi ve iskan edildi. O gün bugündür bu yenilginin acısı, iskanın kepazeliği hiçbir Türkmenin yüreğinden çıkmaz.

Savaşta yenilmelerine, zorla iskan edilmelerine, sürülmelerine karşın Türkmenin hepsi buna boyun eğmedi iskandan sürgünden kaçanlar gene eski yaşamlarını, konup göçmeyi sürdürdüler. Ama gittikçe Yörüklük zorlaşaral bugünlere geldi, hele bugünlerde çekilmez bir hal aldı.

Toroslar’da Aladağ’ın kayağında Yörük Karaçullu Obası, uzun yıllardır Çukurova’da temelli yerleşecek bir toprak parçası bulamamıştır ve Çukurova Türkmenin, yörüğün, Aydınlın yörüğün yaylağıdır. Yörükleri ne bu kışlaktan,ne bu yaylaktan kolay kolay ayıramazsın, ölürler.

Beşi altı Mayısa bağlayan gece bir Ayin-i Cem düzenlenir. Bu gece Hidrallez gecesidir. Denizlerin ermişi İlyas’la karaların ermişi Hızır buluşacaklardır. Dünya kurulduğundan bu yana bu iki ermiş her yıl, yılın bu gecesinde buluşurlar. Eğer bir yıl buluşmayacak olsalar, denizler deniz, topraklar toprak olmaktan çıkar. Eğer onlar buluşmazlarsa; kıyametin habercileri Hızır’la İlyas olacaktır. Hızır’la İlyas’ın buluştuğu an bir mağrıptan, biri maşrıktan iki yıldız doğar, yıldızlar Hızır’la İlyas’ın buluştuğu yerin üstüne kayarak gelirler, tam Hızır’la İlyas birbirlerinin elini tutarken onlar da birleşirler, tek bir yıldız olurlar.Hızır’la İlyas’ın üstüne ışık olup sağılırlar. Hızır’la İlyas’ın el ele tutuştuğu, yıldızların gökte birleştiği an dünyada her şey durur. Dünya bir
 an için ölür. Sonra her şey birden uyanır. Dehşet bir yaşam patlar. İşte bu gece sabaha kadar insanlar birleşen yıldızları görmek için tepelere, dağ başlarına çıkarlar. Kim ki gökyüzünde yıldızların birleştiğini görür o anda ne isterse olur, işte yine bir Hidrallez gecesinde bütün oba, Aladağ’da yaylak, Çukurova’da kışlak dileğinde bulunacaktır ama o gece obalılar verdikleri sözün hilafına, gizlice kişisel dilekte bulunurlar.

Ermiş olarak gördükleri Demirci Haydar Usta’da on iki yaşındaki torunu Keremle birlikte kayağın yamacında iki yıldızın birleşmesini izlemeye koyulur. Bu arada Haydar Usta torununa sen daha tertemiz melek gibisin diyerek, mutlaka sana görünür. Aladağ’da yaylak, Çukurova’da kışlak isteyeceksin der. O gece Haydar Usta’nın artık uykusu gelip gözleri kapandığı sırada gökten iki yıldız kopup hızla birbirlerine doğru gelirler. Kerem de bütün oba gibi Çukurova’da kışlağı ben napayım diyerek, bir şahin dileğinde bulurunur.

Obanın Çukurova’da kışlak bulması imkansızdır. Her yer zamanında paylaşılmış. Kimse Yörükleri Çukurova’da istememekte düşman gözüyle bakmaktadır. Obanın atık iki umudu kalmıştır. Biri Yörüklerin en güzel kızı Ceren’dir. Hasan Ağa’nın oğlu yangındır Ceren’e ve Hasan Ağa’nın da yüz bin dönümden fazla toprağı vardır. Hasan Ağa’nın oğlu Yörüklere, eğer Ceren’i bana verirseniz bende size çiftliğin bir köşesinde yer veririm; köy kurarsınız demektedir fakat Ceren, Oktay Bey’le evlenmek istemez. Onun gönlü Halil’dedir. Bütün oba Ceren’i Oktay Bey’le evlendirebilmek için yediden yetmişe çalışırla ama nafile.

Diğer şansları da Demirciler Ocağı Piri Haydar Ustanın 3 yılda gece gündüz demeden yaptığı altın işlemeli kılıçtır. Zamanında Rüstem Usta bir kılıç yapıyor on beş yıl çalışıp kılıcını padişaha götürüyor. Rüstem usta kökten sürme, ocaktan yeşerme değil, daldan eğme, çıraklıktan gelme. Padişah bakıyor kılıca, hayran kalıyor dile benden ne dilersen Rüstem Usta diyor. Rüstem Ustadır dize gelip senin canının sağlığını dilerim padişahım diyor. Padişah, benim canımın sağlığından sana ne fayda dile benden ne dilersen. Rüstem Ustadır, padişahım
diyor, bize kışlak gerek, yerliler bizi perişan ediyor. Padişahtır, bir ferman haykırıyor yürü git Aydın ilini senin obana verdim diyor.

Haydar Usta, büyük bir umutla Adana’ya gider önce ramazanoğullarına sonra bütün büyük ağaların kapısını çalar, kimi Haydar Usta’yla görüşmek istemez, kimi de Haydar Usta’nın cebine iki kuruş koyup onu yollamaya kalkar. Haydar Usta’nın artık umutları iyice körelmektedir en son çare İsmet Paşa’nın kapısını çalar, dışarı çıktığı sırada İsmet Paşa’nın yanına giderek Türkmen yörüğünün yaşadıklarını hararetli hararetli anlatır ve kılıcını gösterir. İsmet Paşa kılıca bakar ve güzel bir kılıç deyip yoluna devam eder. Son olayda birlikte Haydar Usta’nın Çukurova’ya vardığında da bütün obanın umutları tükenir. Yörükler zaman içinde Çukurova’nın zorlu şartlarında azalır azalır ve tükenirler. Binboğalar Efsanesi bir kültürün bitişinin hikayesidir.

(Alıntıdır. Bu sefer üşengeçlik yaptım ve yorum yapmadım. Harika bir eser. Herkesin okumaını diliyorum. Murat)

20 Şubat 2014 Perşembe

SİYAH SÜT, Elif Şafak

SİYAH SÜT, Elif Şafak
SİYAH SÜT
Elif Şafak
Elif Şafak'ın otobiyografik romanıdır. Zaman zaman tebessüm ettiren, naif bir roman diyebilirim. Belki tam anlamıyle kendini ifşa etmiş olmasa da, İç Sesler Korusu ile kendi hakkında epeyce bilgiler iletmektedir okuyucuya. Kitap Latif Demirci'nin çizgileriyle de bir bütünlük sağlıyor. Elif Şafak'ın hallerini gayet güzel çizmiş üstad.

Komedi veya tebessüm ettirici bir kitap değil bu aslında. Elif Şafak'ın hamile klamadan hatta evlenmeden bir kaç sene öncesinden başlıyor hikaye. Öncelikle yazar, kadın bir yazarın hem kariyer yapmasını hem de bir ane olmasını irdeliyor. Ancak ne kadar da irdelese de kader denilen şeyin önüne geçemiyor. Eyup adlı biriyle tanışıyor ve evleniyorlar. İsteyerek ya da istemeyerek, bilinmez, Elif Şafak hamile kalıyor. Ve süreç başlıyor. Bu süreç sadece Elif Şafak için değil, hamilelikle tanışan her kadının okuması gereken bir süreç. Çünkü bu süreç içerisinde -ki çocuk soğduktan sonra daha da kuvvetli etkileri var- bir takım hezeyanlar ve yılgınlıklar baş gösteriyor. Kitabın başında da belirtildiği gibi, bu kitap bir "Yeni Başlaynlar İçin Postpartum Depresyon" kitabıdır. Elif Şafak ile aynı süreci yaşayanların, bana bir haller oluyor, demelerinin bir açıklaması, çözümü gibi konuları ele alınıyor.

Kadınlar kadar erkeklerin de mutlaka okuması gereken bir eser. Özellikle erkeklerin empati kurabimesi adına önemli konular ele alınıyor, roman tadında bir anlatımla.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Şubat 2014 Salı

AÇLIK, Knut Hamsun

AÇLIK
Knut Hamsun
Yazarın okuduğum ilk kitabıdır. Knut Hamsun'un bu kitabı yazarken, bir gemide, bizzat açlık çekerek yazdığını öğendim. Ayrıca gerçek adı Knut Pedersen'dir. İlk olarak Knut Hamsund olarak adını değiştirdiyse de, bir baskı hatası yüzünden adı, KNUT HAMSON olarak kalmış ve yazar da buna ses etmemiştir.

Anlatılan öykü yer yer absürdlükler içermektedir. Belli bir konuyu, daha iyi bellettirmek adına böyle uygun görmüş yazar, absürd anlatımlar kullnarak. Yazar, açlık temasını oldukça iyi yansıtmış romana. Yer yer roman kahramanın yerine koymadan edemiyor insan kendini; böylece, kahramanın çektiği açlık, evimizdeki her türlü konfora rağmen rahatsız edecek seviyeye geliyor. Kimi zaman mutfağa gidip bir şeyler yemek; kimi zaman ise, mutfaktan kolayca bir yiyecek almanın ayıplığı akla geliyor -ki romandaki kahramanın onca zorluk içerisinde olduğunu okuduğumuzda.

Ancak bana göre, romanda anlatılan açlık değil, bizzat kazanılmayan para ile insanların karnını doyurmaması gerektiğidir. Hak edilmeyen kazançlara bir göndermedir bu roman aslında. Romanda, kahramanımızın diliencilik seviyesine düştüğü görünse bile, çoğu zaman veren el durumunda karşımıza çıkmaktadır. Kahramanın oldukça belirgin bir gururu vardır -ki bu gururdur aslında onun açlık çekmesine sebep. Gurur, romandaki en absürd tasvirdir. Belki bu derece gurur taşıyan insanları görmek zor olacaktır etrafımızda. Ancak yazar bunu -bilerek olsa gerek- okuyucunun kafasında daha iyi yer etmesi adına, açlığın ve haksız kazancın vereceği düşüklüğün ne menem bir şey olduğunu vurgulamak istemiştir.


 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


28 Ocak 2014 Salı

DELİFİŞEK, Josè Mauro de Vasconcelos

DELİFİŞEK, Josè Mauro de Vasconcelos
DELİFİŞEK
Josè Mauro de Vasconcelos
Serinin son kitabı Delifişek ile Zezè, Natal'den artık ayrılma kararı alıyor. Böylece dünyaya -belki de kendi dünyasına- açılacak...

Şeker Portakalı, Güneşi Uyandırlarım kitaplarından sonra, üçlemenin son kitabı Delifişek'te, Zezè yirmili yaşlarını sürmektedir. Olaylardan çok, Zezè'nin kafasının içindekilerinin anlatıldığı bir roman bu. Gençlik ateşiyle yanmanın, öpüşmenin, öpüşmelerin, çok daha fazla öpüşmenin, baba sevgisinin alevlenmesi, verilen sözler üzerine isteksizce vazgeçişlerin hikayesi anlatılıyor, bu kısacık öyküde.

Elbette, tüm seriyi baştan sona okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


GÜNEŞİ UYANDIRALIM, Jose Mauro de Vasconcelos

GÜNEŞİ UYANDIRALIM, Jose Mauro de Vasconcelos
GÜNEŞİ UYANDIRALIM
Jose Mauro de Vasconcelos
Şeker Portakalı yazarından, bir devam kitabı; Güneşi Uyandırlalım.

İlk kitapta Zezè'nin on yaşlarına kadar geçen hayatı ele alınmıştı. Bu kitapta ise, on beş yaşına kadar geçen süre anlatılmaktadır. Zezè bu romanda da haylazlıklarına devam etmektedir. Aslıda bu, Zezè'yi pek anlamayanların kullandıkları bir tabir: Haylaz Zezè...

Oysa Zezè'nin hayattan beklentileri ve yapmak istedikleri çok farklı. O belki her erkek çocuğundan daha farklı olarak, zekası erkenden gelişmiş ve dolayısıyle, merakı onu daha da haylaz gibi algılanmasına sebep olmuştur. Masumdur Zezè...

İlk kitapta yaşanan trajik olayların ardından Zezè'nin hayatından çıkan şeker portakalı fidanının yerini bu defa, ilk başta bir cururu kurbağası almaktadır. Daha sonra Zezè kendi hayal dünyasına başka aktörler de ekleyecektir. Cururu kurbağası ile tanışan Zezè, kurbağanın isteğiyle, onu kalbine alır. O artık Zezè'nin içinde yaşamakta ve Zezè'nin güneşi uyandırması için, içten içe akıl vermektedir.

Bir devam kitabı olarak, Şeker Portakalı'ından sonra okunması gereken bir kitap. Bu kitaptan sonra ise bir diğer devam kitabı ise Delifişek romanıdır. Hâlâ okumayanlarınız varsa, okumanızı tavsiye ederim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

25 Ocak 2014 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın okuduğum ilk kitabıdır.Gerçekten çok beğendim ve gerçekten sesli sesli güldüm. Yazarın çok ince bir mizah anlayışı var. Bu mizahi tavrı ile size toplumsal gerçekleri öyle güzel aktarıyor ki yazara hayran kalmamak elde değil.

Konusu Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı bir kurum etrafında dönüyor. Bu çakma-kurum'un inşaasından evellki ve sonraki olaylar ele alınıyor. Romanın baş karakteri Hayri İrdal'ın ağzından dinliyoruz öyküyü.

Günümüz toplumsal yaşantısına da rahatlıkla giydirebileceğimiz bu öykü, efkârıumumiye, yani kamuoyunun nasıl etki edilerek, gereksiz bir kurumdan istifade edilebileceğini gayet güzel anlatıyor.

Özetle, kesinlikle okunulması gereken bir eser. Hiç sıkılmayacaksınız...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


23 Ocak 2014 Perşembe

Niçin bu kadar mahzundular?

Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü
İhtiyar bir kadın evde çocuklarımla meşgul oluyordu. Ben sabahleyin kalkabildiğim saatte işime gidiyor, işten kahveye geliyor, oradan Doktor Ramiz'le veya başkasıyla civar meyhanelerden birisinde akşamcılık ediyor, gece geç vakit eve dönüyordum. Bazen çocukları yatmış buluyor, sevine sevine kendimde yatıyordum. Bir gün daha geçmişti ve ben hesap vermekten kurtulmuştum. Fakat çok defa onları kedi yavruları gibi birbirine sokulmuş, birbirine yaslanmış, evin bir köşesinde beni bekler buluyordum. O zaman işte günün en korkunç tarafı başlıyordu.
İçimden geçenleri kendilerine sezdirmeden çocuklarımı kucağıma almak, gönüllerini yapmağa çalışmak, şaklabanlık etmek, gözyaşlarını kurutmak, güldürmek lazımdı. Niçin bu kadar mahzundular? Niçin bu kadar çok ağlıyorlardı ve neden böyle musallattılar? Mevcut olmalarıyle hayatıma getirdikleri güçlükler kâfi değil miydi? Hürriyetimi sıfıra indirmeleri ve beni küçücük bir daire içinde bir dolap beygiri gibi durmadan dolaşmağa mecbur etmeleri yetmiyor muydu?
Onları görür görmez içim merhametten parça parça oluyor, kendi iradesizliğime, talihsizliğime kızıyor, başımı saatlerce duvarlara çarpmak istiyordum. O zaman işte Emine, evin bir tarafından çıkıyor, yavaşça yanıma yaklaşıyor, her vakit yaptığı gibi elleriyle omzuma okunuyor, "kendine gel!" diyordu.
Ve ben kendime geliyordum.  Kararlar, yeminler, ahitler, karanlıkta dökülen gözyaşları birbirini kovalıyordu. Fakat ne faydası vardı? Ne yaşadığım hayatı beğeniyor, ne yenisine gidecek kudreti kendimde buluyordum. Her şeyden düpedüz kopmuştum. Çocuklarıma karşı beslediğim acıma hissinden başka etrafımla hiç bir bağım yoktu.
Her şeye, herkese sadece katlanıyordum. Sokağa adımımı atar atmaz, kendimi bir yığın muvazaanın, gafletin esiri görüyordum ve bulunduğum yerden, yaptığım işten gayri her yer, bana erişilmez şekilde güzel ve harikulâde görünüyordu.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Dergâh Yayınları / Sayfa:150-151