Devamiş Hanımın ağzından her zaman olduğu gibi Peşref Nargileyi yine fiskeleyen nükteli bir öğüt çıktı: “Her gün nereden başlıyorsan, yine oradan başla...”
Peşref Nargile, “Yok,” dedi, “her gün bilirsin önce senin silsilenden başlarım. Bu sefer hiçbir kokuşmuş konuyla uğraşmadan, kuşlar gibi, bulutlar gibi, çiçek tozları gibi...”
Devamiş Hanım, “Sen,” dedi, “çiçek tozları gibi, kuşlar gibi, ha ha ha güleyim bari... Bulut olmasına ise zaten her akşam oluyorsun. Bu kez avarelik mavarelik diye sabahtan mı başlamak istiyorsun yani mübarek günde?..”
Peşref Nargilenin birden bir kuruluk çöktü içine; henüz olmamış ayı boğan ayvası yemişçesine bir şeyler tıkandı boğazına. Oysa ne kadar hafif, şen şatır, doğayla özdeş bir zindelik içinde kalkmıştı.
Devamiş Hanımın ise ağzı iyice açılmıştı: “Çiçek tozu ve sen... Devedikeni, ısırgan, ayrıkotu de, bari... Kuşlar gibi olacakmış, karga mı, yarasa mı, ağaçkakan mı hangisi?..”
Peşref Nargile öyle bakıyordu Devamiş Hanıma: “Kırk yılda bir, çocuksu bir tazelikte laf söyleyelim dedik sana da, halt ettik,” dedi. “Ola ki sen de ‘Haydi beraber edelim avarelik, bir şey giyeyim sırtıma, hemen çıkıverelim evden’ dersin diye bir bekleyiş vardı gönlümde... Kırk yıldan beri bir türlü yitiremediğim bir bekleyiş. Ama nerdeeee sende o anlayış, o dostluk, o arkadaşlık; hayatı ortak paylaşma?.. Hemen akrep gibi kuyruğunu batırıverdin...”
“Beraber edecekmişiz avarelik... Sırtıma bir şey giyecekmişim, çıkıverecekmişiz evden... Bir kere bugün çamaşır günü. Ben de senin gibi ta sabahtan başlarsam serseriliğe; kim yıkayacak pis çoraplarını, kirli gömleklerini, kel kafanın yağladığı yastık kılıflarını, yatak çarşaflarını? Hem kaç gün var yine azdı romatizmalarım; ahlayıp oflayıp duruyorum yanında. Alıp şunu bir doktora götüreyim dediğin mi var?”
“Peki peki tamam haklısın... Uzatma işte artık. Ben öyle içimden geçeni söyleyiverdim. Özendim şöyle azıcık sadece yaşamaktan ibaret başıboş bir mutluluğa...”
“Ben de çok özeniyorum ona ama Anzavur kesiliyorsun başıma. Daha dün akşam sen değil miydin tutturan, bu bardak balık kokuyor diye... Bir mendilin ütülü olmasa, açar ağzını yumarsın gözünü; ‘Sen de kadın mısın, bu ne biçim ev, bir ütülü mendil bile yok’ diye... Yalan mı? Düşünmezsin ki bu kadının da acaba azıcık canı sıkılmaz mı, iki komşuya çıkıp iki laf etmek istemez mi?.. Bir gün olsun yırtığı, söküğü, bulaşığı, ütüyü bırakıp sırt üstü dinlenmek geçmez mi içinden?.. Direk direk bağırmasını bilirsin sadece. ‘Devamiş nerede benim fanilam’, ‘Devamiş arkadaşlar gelecek akşama köfte kızart’, ‘Devamiş neden benim çizmeler boyatılmamış’... Allahın kulu, hiç değilse o batasıca çizmelerini kendin boyat değil mi? Hayır. Varsa yoksa Devamiş... Sen kadın değil, köle almışsın kendine. Sonra da beraber avarelik edecek mişiz, dostluk, arkadaşlık edecek mişiz, paylaşacak mışız hayatı... Bir gün de kalkıp sen yıkasan elin mi kopar şu bulaşıkları... Bak Avrupada hep erkekler yıkarmış bulaşığı.”
“Yahu tamam dedik be, tamam dedik... Anladık haklısın, anladık dertlisin, anladık ben kabayım, hissizim... Var mı daha bir diyeceğin.”
“Öyleyse hiç üstüme gelme, numara da yapma öyle. ‘Bir şey giyeyim sırtıma da, hemen çıkıverelim evden’ deyişimi beklemişsin diye... Aklının köşesinden bile geçmemiştir bu... İçli adam, anlaşılmamış adam, rolünün gereği diye o anda uydurursun bu tür sözleri... Ah ah bir de bana sormalı erkek milletini... Her seferinde de zeytinyağı gibi hep üste çıkarlar... Anlaşılmamış olan onlardır; içli olan onlardır; kültürlü olan onlardır... Bir de kadınlara sorsunlar ne mal olduklarını o erkeklerin...”
“Devamiş anam babam, yırtma gırtlağını. Kırk yıldır dinlediğim gıcırtı hepsi. Bu sabah canım çekti avarelik etmeyi. Ağzımı açmadan vurup kapıyı çıkmalıydım... Bölüşmek istedim seninle içimin hafifliğini... Geçti artık. Ne avarelik etmek istiyorum, ne kuş olmak, ne bulut... Hangi avarelik, hangi çiçek tozu... Çeki taşı gibi yapışmış hayat ayaklarımıza... Ben uçmak istesem, sen bırakmazsın; sen uçmak istesen, ben bırakmam. Birbirimizin zindancısı olmuşuz. Ve zindanın da anahtarları kaybolmuş. Getir bir tanem, getir canikom, getir başımın belası şu gazeteleri... Ver bakayım çayı da...”
“Çay daha demlenmedi...”
“Ulan bir çay isterim ‘demlenmedi’, dersin. Peki kahve pişir.”
Devamiş Hanım mutfağa geçti, sesi duyuldu az sonra, “Öfkelenme ama kahve de kalmamış. Beklersen şimdi gidip alayım.”
Peşref Nargile, “Boş ver, kahve de istemem,” dedi ve gazeteleri okuyormuş gibi gözlerini satırlara dikti. Öyle, hiçbir şey, ama hiçbir şey düşünmeden dalıp gitti. Peşref Nargile o sabah yataktan kalkınca karısına, “Devamiş,” dedi, “bugün avarelik etmek istiyorum. Nereden başlayayım?”