23 Nisan 2014 Çarşamba

Bugün aklıma gelenler (23 Nisan 2014)

Düşünebiliyor musun?
Okuma, yazmayı bile bana bir öğretmen öğretti;
O kadar cahildim...
Ve düşünebiliyor musun?
Çocuktum ben, Çocuk!
Ve hâlâ çocuk...

(Murat Dicle)

---

23 Nisan, ce eeeeeeeeeeee 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun. Kitap okuyan, hayatı sorgulayan çocuklarımızın şerefine: Oleyyyyyyy!..

---

"Popülist dostum olacağına, realist düşmanım olsun. En azından düşmanım, "mış" gibi yapmaz..."

22 Nisan 2014 Salı

Felsefe denemeleri (1)

1. HEMFİKİR GÖRÜNME YOKSUNLUĞU

Kişi, doğrudan ve bilinçsiz olarak, karşısındakinin anlatımıyla ortaya konan veya kendinin anlatımıyla ortaya konan fikrin, doğruluğunu kabullenen karşı tarafın sözlerindeki doğrulayıcılığa, kolayca ve karşı çıkmaksızın hemfikir olamaz; bu, kişide, sanki bir çıplaklık hissi uyandırır ve -otomatik örtünme refleksine benzer- aleni olarak hemfikirliliği onaylayamadığı bu konuda, karşısındaki ile hemfikir değimişçesine bilinçsizce bambaşka yollara saparak, yine aynı temelde hemfikir olduğunu apaçık belli eden davranışlar sergiler. Taraflar aynı konuda gerçekte doktrinsel olarak hemfikirdirler, ancak kişi, hâlâ hemfikir görünme yoksunluğu eğilimindedir. Bir çocukla bile hem fikir olunulabilir, bunu kabul etmeli.

2. FARKLI OLMA ADINA SÜRÜ DIŞINDAYMIŞ GİBİ GÖRÜNMENİN TOPLUMA ve/veya BİREYE ZARARLARINI GÖREMEME

Kişi gerçekte, yani rasyonel olarak, toplumun gidişatının iyi yönde olmadığını bilir. Kendisiyle birlikte binlerce kişi de bu gidilinen yönün doğru olmadığını bilir, ve kişi de bu binlerce kişişin varlığından emindir. Ancak kişi, binlerce kişinin düşünce şekliyle düşünmek yerine, daha farklı -ama daha yanlış anlaşılmaya müsait- düşünceler öne sürer -ki binlerce kişinin de aynı yönde hareket ettiğini bildiği halde. Böylece, kişi, daha kolayca ele alınabilecek bir fikri, daha karmaşık ve herkesten farklı olarak dile getirdiğinde, gerçekte, bu fikirler olması gerektiğinden daha yanlış yorumlanabilecektir. Bu yanlış yorumlama içerisinde ise, binler ve binlere bağlı milyonlar, farklı olarak ele alınan bu fikirleri, olması gerektiği gibi değerlendiremeyip, bambaşka şekilde ele alarak, binlerin ve hatta milyonların arzu ettiği fikir yerine, tamamen hatalarla dolu fikirlere sevk edilmesini sağlayacaklardır. Hatalı fikirlerin sağladığı bu yol, popülaritenin de etkisiyle, toplumu bambaşka yollara sevk edecektir. Toplum artık arzu ettiği konumda değil, popülüreritenin yönlendirdiği bir hatalar olgusuna yenik düşecektir. Bu hatalar seramonisi ise, toplumu yok edecektir, ki sadece sarf edilen popülist sözlerin anlamsızlığı içerisinde. Farklı olamak değil, doğru olmak esastır.

( Denemeler / Murat Dicle )

21 Nisan 2014 Pazartesi

Edebi olmuşuz biz...

Büyük derbi öncesi günlerce atışmalar yapıldı: O mu kazanacak bu mu kazanacak denildi, duruldu. Ve sonra maç başladı, büyük bir sessizlik ortalığı kapladı. Maç esnasında kimse sesini çıkartmadı, çıkartması da yasaktı. Maç skoru belirlenmek üzereydi ki, gözler hakeme dikildi. Bir harketlenme bir mırıldanmadır gitti. Nihayetinde maç bitti. Maçın skorundan memnun olanlar, zaten kazanacaklarına emin olanlardı; skora itiraz edenler de, ulan bunlar yine hileyle, hurdayla sakın kazanmasınlar, diyenlerdi. Hilesiyle, hurdasıyla, hakkıyla, ve tüm haksızlıklarıyla maç bitti. Skorlar resmileşti. Şikayetler alındı, alınmış gibi yapıldı. Hak, yolunu bulacaktır, diye bekleşmeler de başladı. Bekleye dursunlar...

İstanbul'a indim bugün. Olanca gürültüsü patırtısıyla aynı gibi görünüyordu. Bunaltıcıydı, otobüsler, metrobüsler, metrolar... Ter bastı yine her zamanki gibi beni. Basık basıktı her yer, her şey... Bildiğiniz İstanbul'du işte! Hiç mi fark göremedim? Elbette fark vardı. Maçtan sonra evlerine dağılan futbolseverler gibiydi insanlar. Yürürken ağızlarından skorla ilgili, maçla ilgili bir müddet söylemler olsa da, kafalarda hep, ev kirası, elektrip, su, doğal gaz, çocuklar, eşler ve ödenmesi gereken yığınla şey vardı... Zaten ben de bir borç meselesi için dönmüştüm İstanbul'a, hiç hesapta yokken. İstanbul'da doğdum, büyüm ve neredeyse hiç çıkmadım... Yeni yerleştiğim şehirden, İstanbul'a bu gelişimde, çok sıkıldım, çok bunaldım, her zamankinden de fazla. Neyse ki bir yoldaşım vardı, can dostum eşlik etti bana, ta ki tekrar İstanbul'dan ayrılana kadar. Sağolasın dostum...

Milyon tane insanın, milyon tane derdiyle dönen bu İstanbul'un, patırtısı da gürültüsü de, hep bu düşüncelerin yoğunluğundandı. Önceden planlanmış gibi bir oraya, bir buraya giden insanların, düzenli birer yaşantısı olduğu düşünülebilir. İmrenilebilir hatta, TV'deki dizilere öykünerek. Yok ama öyle değil işte! İstanbul, seni, beni, bizleri içine alan bir anafordan başka bir şey değil. Asla senin planına göre hareket etmez. O, seni dilediği gibi döndürür durur. Sen, döndüm geldim evime, desen de, inanma. Seni evine getiren de, işine götüren de İstanbul'un hengamesinden başka bir şey değildi. 

Yabancılar dolmuş İstanbul'a. Minicik, şeker mi şeker çocuklar dolaşır olmuş. Dilenir olmuşlar... Can dostum (aramızda kalsın sevdiğim) yolda gördüğü bu şeker çocuklardan birini ne güzel sevip, okşamıştı. Yine bir çocuk sevindirmişti işte... Bu yeni gelen yabancılardan, fuhuş yapanı da varmış. Yollarda saat satan, sabah işlerine giden zenciler (aşağılamadım, biz böyle bildik ya hep, ve hep böyle tabir ettik) de varmış. "Mış" değil! Var, var...

Onlara, onlardan başka fayda da yokmuş meğer. Gördüm çünkü bu sabah. Bir TV dizisinde, iki FBI ajanının elindeki çantayı sezdirmeden değiştirmesi gibi bir sahneye şahit oldum. Güzel, sağlıklı zenci bir kız, hızlı adımlarla yürüyerek geliyordu benim olduğum yöne doğru. Önümde dilenen, karı, koca ve bir minik şeker çocuk vardı. Kız, hızla elindeki poşeti, çaktırmadan, dilenen adama verdi. Ve ne sağa, ne sola bile bakmadan, doğruca yoluna devam etti, yarım saniye bile duraksamadan... Poşeti alan, sanki bu durumla sürekli karşılaşırcasına, poşetin içine bile bakmadan, yavaş adımlarla yürmesine devam etti. Bir şeyler mırıldandı karısına ancak anlamadım. O bakmadı poşete ama ben baktım. Belliydi zaten içeriği: Yiyecek!..

Ben bu yazıyı yazarken niye konu İstanbul'a geldi, bilemedim şimdi. Yoksa, özledim mi ne?

Ölenleri, öldürenleri, kıs kıs gülenleri, hak yiyenleri, vatan hainlerini, halk düşmanlarını anlatacaktım, bir bir... Bağıranları, çağıranları, olmaz böyle şey, diyenleri anlatacaktım, hep. Adalet yerini bulacak, diyenleri anlatacaktım. Sosyal medya kahramanlarını anlatacaktım. Ama gelin görün ki, konu İstanbul'a geldi. Edebi bir hal aldı birden bire, bu yazı. Aslında, sadece bu yazı değil, son 12-13 senede olmadık acılarla yüz yüze gelmiş tüm ülke halkında da bir edebilik var gibi. Sosyal medyalarda olabildiğince şiirler, şarkılar paylaşılır oldu. Sanki her şey güllük, gülistanlıkmış gibi, kendimizi şiire, gazele vermişiz. Boşlamışız be...

Bitmişiz biz!..
Müstahak mı ne bize?!

HE, DE, GEÇ...

Şehir değiştirdim de
Bir seni değiştiremedim yüreğimde.
Şehirler arasında gidip geldim de
Unuturum diye,
Unutacağım ki zaten, diye diye.
Olmadı işte!
Şehirler değişti de gözlerimde,
Sen değişmedin yüreğimde.

Yoldaşımsın, can dostumsun;
Sözüm söz!
Ama kızma n'olursun?
Bırak, ben kendi kendime eyleşeyim,
Kendi kendime hep seni seveyim.
Kızma n'olursun,
he, de, geç...

Murat Dicle
21.4.2014

13 Nisan 2014 Pazar

Matem bitsin artık, düğün başlasın...

İnsan çoğu zaman etrafındakilerin farkına varmaz; kimin zalim, kimin iyi, kimin sevgili ve kimin bir hiç olduğunu göremez... Farkına vardığımız tek şey, etrafımızdakilerin sayısal değeridir. Sayısal olarak kalabalık varsa şayet, etrafımızda dostlar, arkadaşlar, insanlar var deriz, kendi kendimize. Ve kendi kendimize yine deriz ki: ne mutlu bana, yalnız değilim... Oysa hep yalnızızdır!.. Fakat öyle bir gün gelir ki, bir kişi, sende farkındalık uyandırır. Hiç ama hiç farkında olmadığın bir duyguya kapılmana sebebiyet verir. Asla! dediğin bir duygunun onda yeşerdiğini görürsün. İncitmeden büyütürsün içinde, sakınırsın hep, herkesten ve her şeyden; kimsecikler bilmez senden başka!..

Cinsini, cibiliyetini bilmediğim bir ağacın altında oturuyordum, ve ay, yarımdan hallice bizden epey uzaktı. Tek değildim ve tek dileğim de değildi, böylesi güzelliklerin altında yalnız oturmak. Yanımda, sadece benim kendi kendime sevdiğim, kendisinin bunu bildiği ancak beni sevemediğini sürekli söyleyen bir kadın vardı. Seviyordu beni ama öyle değil işte; benim onu sevdiğim gibi değildi sevgisi... Kimbilir belki de düşündüğümün aksine, benim onu sevdiğim gibi seviyordu beni. Oysa ondan duyduğum tek şey, biz dostuz, istemiyorum! oldu hep... Ne denebilir ki başka!.. Yalan söylüyorsun, ağzın yalan söylüyor, gözlerin aksini söylüyor, yüreğin sözlerine gülüyor mu demeliydim? Belki çok şey söylemeliydim, seni seviyorum, demekten başka. Biliyorum... En korkuncuydu, seni seviyorum, demek! Çünkü, karanlıktı, ay vardı, çimenlerin üstünde bir sen bir de ben vardım, yaprakların hışırtısı ve uzaktan gelen insanların gülüşmeleri vardı sadece. Seviyorum seni, demeden bile ürküyordun oysa benden; ama seviyordun beni, biliyorum; uzaklaşamıyor, kaybetmek de istemiyordun. Sen mezarcıydın oysa, kalbine gömdüğünle yaşamayı bilen, bir mezar taşı kadar dik yürüyen, korkulması gerekendin sen; ürkmesi gereken de ben... Ayın altında ağaç, ağacın altında ben ve yaprakların hışırtısıyla karışan uzaktan gelen insan gülüşmeleri ve sen; yüreğinde bir tabut taşıyan öte dünyanın meleği, onun sevgilisi, benden çok ötesi; işte sen: mistikler kraliçesi, mezalık bekçisi, dünyanın en korkulası kişisi; İstemiyorum, dese de, hep sevdiriyor kendini... Ahhh, ben nasıl kapıldım bu rüzgara! Rüzgar mıydı ki oysa? En fırtınalı havalarda alabora olmayan ben, üfürüksüz bir bakışın, cıvıltılı sözlerin ve yaydığı sıcaklığın karşısında devrildim, yittim suyun derinliklerine; tıpkı zıpkının ucundaki balinanın, balıkçıyı dibe çekmesi gibi... Avım, avladı beni! Ta derinlere çekerken nefessiz kaldığımda anladım sana aşık olduğumu, seni çok sevdiğimi ve sen ne dersen de, senden vazgeçemeyeceğimi...

Bıçak Arası nasıl bir şey, demiştin Konyalı Etli Ekmek restoranın önünden geçerken. Ben, bilmiş bilmiş, tandır et, falan demiştim. Oysa dün Bıçak Arası'nın kıymadan değil, ince kıyılmış kuşbaşından Etli Ekmek olduğunu öğrendim, restoranın mönüsüne bakarken. Hafif bir tebessüm yayıldı yüzüme ve yine aklıma düştün sen...  Hep düşüyorsun ya zaten, bahane aramaya gerek yok, aklımda hep sen, hep sen, hep sen... Fikrimi geçtim, Ay'a zikrim oldun, dileğim sen oldun hep Ay Dede'den... Bıkmış mıdır acaba benden?! Çık aklımdan git, n'olursun, allasen... Hayır, hayır... Gitme, n'olursun kal! ben giderim, denerim gitmeyi senden öteye. Düşünmemeye çalışırım seni, başımı kuma gömer, gezdiğimiz, geçtiğimiz yerlere gitmemeye çalışırım. Aklıma düşmemen için ölü taklidi yaparım; ölmüş balık gözüyle bakarım güneşe, aya ve her şeye. Gitme sen, kalman gerek buralarda -ki senin varlığına ihtiyacı olanlar var etrafında. Kal sen, kal!..

Dün sohbetimizde sana çok güldüm, yaptığın espriyle. Ben restoranda Mevlana yedim, dedim, sen, Mevlana ne olursan ol, yine gel, dedi ama beni ye demedi, dedin. Biraz gülüştük, şakalaştık, esprilerin bokunu çıkarttık, ve tükettik "benim seni sevdiğimi, senin de, benim seni sevdiğimi bilmiyormuş, oralı değilmişiz" anlarını. Ve başladı yine, senin itmelerin, benim hüzünlü sözlerim; senin üzülmelerin -ki bana, benim, boş ver üzülme, deyişlerim... Yine ayrıldık, tıpkı daha öncesindekiler gibi. Yine uzaklaşmak istedin, bir kaç kez daha yaptığın gibi. Telefonunu ya da mesajlarını bekliyorum, biliyorum gelecek, daha önceleri olduğu gibi. Yanlış anlamayacağım, çünkü zaten biliyorum beni sevdiğini; kabul etmiyorsun ya işte bunu, üzülüyorum, çok üzülüyorum be sevgili...

Aklımdan çıkmıyor, o gece seni yolcu etmek için servisi beklediğimiz anlar; hele, servis kapısında bana sımsıkı sarılışın, ilk defa bedenlerimizin birbirine değişi... Ne büyük mutluluktu o an benim için. Neler vermezdim bir ömür boyu böylesi sarılışlar için. Hep, hep sarılman, hiç, hiç gitmemen için, neler vermezdim, neler!.. Zor mu ha, böylesi mutlulukları yaşamak, zor mu?! Bu kadar gerilmen, kendini kendi içine, onunla kendini aynı tabuta gömmen, doğru mu ha?! Nereye kadar gidecek bu böyle, ne kazanacaksın, ödülün ne olacak?! Onun tabutunu cilalerken kazandığın takdir, söndürdüğün bu canlı kalbimin vebalinden alacağın günahı bertaraf edebilecek mi?! Öte tarafa geçtiğinde bir gün, iyi etmişsin kızım, iyi etmişsin mi diyecekler sence?! Ödülün şu olacak belki: En iyi bekleyen, en iyi ıskalayan, burnunun dibindekini göremeyen, kalpleri karartan, en, ama en kadın kişi, çok şey yapıp, hiç yaşamayamamış hatun kişi ödülü... Yüzünü tabuttan çevir, dön bana, sımsıkı sarıl şimdi. Hadi!..

Özür dilerim, tüm bunları yazdığım için özür dilerim. Tabut dediğim için, ölü dediğim için özür dilerim. Mezarcı dediğim için... Ama gerçekler var şimdi, yaşayanlar için. Sen için, ben için. Ölmedik daha, hayat bize göz kırpıyor; Ay gibi, yıldızlar gibi... Seni sevdiğim için özür dilerim, sana aşık olduğum için. Seni zor duruma soktuğum, bana üzülmeni sağladığım için... Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim...

Yazacak çok şey var, yüzüne söylenecekler var. Seninle yapılacak, seninle yaşlanacak kadar yaşanacak çok şeyler var. Koca bir dünya var, yaşayanlara yetecek kadar. Matem bitsin artık, düğün başlasın...

13.04.2014
Murat Dicle