21 Temmuz 2017 Cuma

Veli

On metre karelik bir odada yaşıyorum bir süredir. Küçük bir çalışma masası ve benim gibi birisi için gerçekten küçük bir yatağın olduğu bir odada. Kedim ve ben… Masamda kimi zaman kitap okur kimi zaman da bilgisayarda takılırım. Eskiden olsa, popüler bilgisayar oyunlarından birini bilgisayarına yükler, gece gündüz oynardım, ama artık böylesi uğraşlar bile beni mutlu etmiyor. Bir ara Facebook’taki bilardo oyununa merak salmıştım. Öyle ki parayla isteka dahi almıştım; sanal bir isteka… Daha önce oynadığım MMORPG[1] tarzı oyunlara da az para vermedim hani. Bir nevi hastalık diyebilirim. Ancak yıllar sonra belli bir doygunluğa erişince aniden oynamaktan vazgeçiyorsunuz. Tabii bu, kişisine göre değişiyor; kimleri beş, kimileri de iki sene sonra bıkıyorlar. Benim bir beş yılımı devirmişliğim vardır bu tarz oyunlarda. Çalışma masam, pencerenin önünde ve neredeyse pencere genişliğinde; ya da pencere, çalışma masamdan az biraz büyük mü demeliyim? Sandalyeme oturduğumda yatağım sağımda kalıyor. Yatağımı daha çok Sütlaç kullanıyor. Daha çok geceleri pencereden çıkıp dişi olsun erkek olsun gelen geçen tüm kedilere sataşmak için yatağımdan ayrılıyor. Yatak da yatak olmaktan çıktı; perdenin neredeyse pencerenin tamamını örten kısmından arta kalan açıklıktan bakarsanız, bir yol çalışması olduğunu görürsünüz ve haliyle Sütlaç bey geceleri sokaktaki tüm çamuru ve kumu yatağıma taşıyor. Evlenip anamın evinden ayrıldığım günden bu yana pislik içerisinde olmaya alışmıştım nasılsa ki bu yatağın, üç beş yerinde çamur olmasından mı tiksinecektim?

Odamın penceresindeki küçük açıklıktan bakıp anladığım kadarıyla birbirini tanıyanların oturduğu bir sokak burası. Hani rahatlıkla dedikodu malzemesi olabileceğiniz bir yer. Dolayısıyla penceremi tamamıyla açamıyorum. Meraklı gözlerle göz göze gelmek istemem. Bir gün sabah on bir sularında dışarıdan, “lan oğlum lan, yapmayın lan…” diye birinin söylendiğini duydum. Her gün ilginç sesler duysam da pek bakmam aslında kim bu falan diye. Fakat bu, kimse, aynı rahmetli büyük dayımın (emin olamadım, acaba rahmetli dedem mi demişti?) küçükken bizlere dediği gibi söylenmişti: Lan oğlum lan, yapmayın lan… Çok ilginçtir bu söylemi lisedeyken fizik öğretmenimiz de söylerdi. Benim için sokaktan gelen, nadir bir ses idi. Şöyle kafamı sağa hafif eğip kim söyleniyor diye baktım pencerenin açık kısmından…

“…li ne yaptınız evi?” diye bir kadın sesi karşımdaki apartmanın en üstünden “…li” denilen çocuğa seslendi –çocuk dedimse en az on sekiz on dokuz yaşında vardır. Daha sonraki diyaloglarda öğrenecektim, çocuğun adının Veli olduğunu. İlkin “Veli” adını algılayamamıştım. Bu Veli, görünüş olarak da ilginç biriydi. Tamamen dik yürüyen, temiz giyinen, siyah, sık dalgalı saçlı, illa kulaklarında kulaklıkla bir şeyler dinleyen, ellerini resmigeçitlerde yürüyen askerlerininki gibi sallayan biriydi. Eli yüzü temiz, yakışıklı da denilmez, çirkin de. O, yüzü ile değil, anladığım kadarıyla, konuşkanlığı, sosyalliği ile dikkat çekiyordu, sokakta, mahallede ve eminim benim bilmediğim bir başka yerde. Yoksa toplum içerisinde pek fark edilebilecek bir yüze sahip değildi. Görseniz onu, akabinde unuturdunuz, falanca yerde kimi gördüğünüzü.

“Ne yapalım Ayşe abla, ben bir yandan, annem bir yandan ev bakıyoruz?” dedi Veli, kafasını bir an yukarı kaldırıp sonra öylece sokağın ilerisine bakarak. Konuşurken hep böyleydi, muhatap ile göz göz gelmiyor, gözlerini başka tarafa dikiyordu.

“Falanca sokakta bir tane boş ev var, alt komşu söylemişti,” dedi, apartmandaki kadın; henüz nasıl biriydi o kadını göremedim.

“Yok, Ayşe abla, dünyanın parasını istiyorlar. Veremeyiz biz o kadar,” diyen Veli’nin yine gözleri ileriye bakıyor ama el hareketleriyle cevabına anlam katıyordu muhatabı için. “Lan ne yaptınız çocuğa? Bulaşmayın ona, deli o deli,” dedi sokaktan geçen çocuklara. Apartmanın en üstündeki kadın muhtemelen mal gibi ortada kalmıştı, çünkü Veli diyaloguna çocuklarla devam edecekti.

“Veli abi, bize taş attı, atma dedik, dinlemedi,” dedi sokaktaki sekiz on yaş grubundaki üç çocuktan biri ki hiçbiri de net görüş alanımda değillerdi, sadece tül perdenin ardından üç kişi olduklarını ve yaşlarını tahmin ettim.

Sesini, gizlemeye çalışır gibi yaparak ve biraz alçaltarak, “Deli o, deli,” dedi Veli, sokağın diğer ucuna bakarak ve sağ elini ileri uzatarak.

“Kimmiş o Veli?” dedi yüzünü görmediğim, apartmanın en üstünde oturan kadın.

“Ayşa abla, deli o, deli. Ta o fırının oradaki falancanın oğlu var ya, işte o,” diyen Veli ne kafasını yukarı kaldırmaya tenezzül etmemişti ne de çocuklara dönüp onların yüzüne bakmaya. O, sokağın öteki ucuna dikmişti bakışlarını; “deli o, deli,” dediği çocuğun olduğu tarafa. Sonra çocuklar sokağın öteki ucuna doğru yürümeye başladılar ve benim net görüş alanıma bir an girip çıktılar. Bir buçuk adımlık mesafe kadarını görebiliyordum; bir bucuk adım atan kişi benim görüş alanımdan çıkıyordu. Veli, öyle sokağın ortasında kaldı ve yönünü çocukların gittiği yönün ters istikametine, ilk gitmek istediği yöne çevirdi. Yönünü çevirdi ama çok kısa bir süre sonra yönünü yine çocuklara çevirdi ve artlarından, “bulaşman oğlum ona,” dedi ama sanırım çocuklar duymadılar; karşıdan bir cevap geldiğini işitmedim. Sonra, Veli, kafasını yukarı kaldırdı bir iki saniye en üst kata baktı: Belli ki kadın içeri girmişti…

“Şşşt! Veli! Apartman ne zaman yıkılacakmış?” dedi bir kadın, sağ taraftan, görüş alanımın dışından; yan apartmandan sanırım.

“Bilmiyorum abla, önümüzdeki hafta Salı günü yıkılacakmış,” diyen Veli bir an baktığı kadından yine yüzünü çevirip ilerilere, ta ilerilere odaklandı.

“Ev buldunuz mu peki?” dedi kadın.

“Yok, bulamadık abla,” dedi Veli, ümitsiz bir ses tonuyla.

Veli’ye, “Bulursunuz inşallah,” diyen kadın, birden, arkasını görebildiğim arabadan inenlere seslendi: “A, hoş geldiniz. Akşama bekliyordum sizi.”

“Furkan’ın işi erken bitti, biz de erkenden sana gelip sürpriz yapalım dedik,” dedi arabadan inen kadın. Sonra, arkasındaki Veli’yi fark edince, “Veli, n’aber?” dedi.

“İyi abla, n’olsun?” dedi Veli.

“Ev buldunuz mu?” dedi arabadan inen kadın.

“Yok, bulamamışlar daha,” dedi öteki, yan apartmandaki kadın.

“Yok, nerde ev bulacağız? Hepsi pahalı. Artık buralarda da ev bulunmaz…” dedi Veli, yine muhataplarının gözü yerine sokağın ilerisine bakarak.

Veli’yi de Veli’lerin derdini de işte böyle öğrenmiştim. Hala zaman zaman görüş alanıma girer gündüzleri. Ancak, bilmiyorum, ev bulabildiler mi? Hani merak da etmiyor değilim…

29.05.2017, İstanbul
Murat Dicle

[1] MMORPG, çok sayıda oyuncunun bilgisayarlarından veya oyun konsollarından internete bağlanarak birlikte oynadığı, oyun esnasında çeşitli karakterlere büründüğü devasa video oyunu türü.

Getir

O güzel gözlerini gösterip kaçmak olmaz
Bu yoklukta eksik olanlardan olmasın o gözlerin
Çenesinden öptüğüm
Getir o gözlerini
Getir onu taşıyan güzel başını da
Getir
Getir o güzel vücudunla
Bu yoklukta eksik olanlardan olmasın sen

Murat Dicle

Mükemmel(!)

İnsan, insanlık için, yaşam için, dünya için mükemmel olarak doğmamıştır. Belki yaradan için mükemmeldik, ama insan bunu doğar doğmaz bilemezdi ki öğrenmesi gerekirdi. İlk adım attığınız günleri hatırlamazsınız. Sorun ama bir büyüğünüze, sizin ilk adımlarınıza şahit olan birine, hatta dili olsaydı poponuza da sorabilirdiniz; nasılmış? Düşe kalka öğrenmişsiniz değil mi? İşte bu bir örnekti... Mükemmel olmadığınız için utanmayın; mükemmel olmak için çabalamamaktan utanın; ancak bu, mükemmel sandığınız insanların arasında sizin bir hiç olduğunuzu göstermez; ezilmeyiniz altlarında ve asla çabalamaktan vazgeçmeyin...

İncelik İster

Hayatın var senin
Biriktirdiğin çöpleriyle
Hayallerini kıranların
Canını sıkanların
Kalbinle oynayanların
Sırf seni gösterdi diye aynaların
Çöpleridir kırıkları, işte bu hayatın

İncelik ister ama
Basmadan kırıklara yürüyebilmek

Murat Dicle

Sevebileceğim biri mesela

Saçları hep açık olsa mesela
Gözleri yeşil mi ela mı güneşe kalsa
Kahveye çalsa bazen
Bazen de sarıya saçları
Bunlara güneş karar verse
Bir baksa bir bakmasa mesela
Gözlerime
Sözleri gibi olsun bakışları
Değişmez
Hep aynı olduğu gibi
Hep hayal ettiğim
Hep olmasını istediği gibi
Sevebileceğim biri mesela

Murat Dicle

Öğrenmek adına, soru sormaktan çekinmemize sebep olanlar hakkında

Daha çok Ramazan aylarında görmeye alışık olduğumuz “hocalar,” bü-yük sabırla halkın sorularına cevap vermeleriyle dikkatimizi çekmiştir. Bu hocalar, soru soranı azarlamadan –belki içlerinden gülüyorlardır- mümkün mertebe konuyla alakalı ve dâhil oldukları müessesenin çıkarlarını koruyarak cevap verirler. Birkaç tane de ben uydurayım, bu sorulara örnek:

1.) Tam geldi gelecek derken gelinmezse, yine de abdest bozulur mu?
2.) Gagarin’e küfrettim, ama o esnada uzay boşluğundaydı. Günaha girmiş miyimdir?

Hal böyle olunca, insanlar, azarlanmadıkları hocalara gönlünü bağlıyor. Hocalar da onları alıp artık cehenneme mi yoksa cennete mi götürür, bilemiyoruz. Dinci hocaların etrafı dolu insan…

Bir de âlim dediğimiz, beşeri bilimlerle uğraşan hocalar var. Ortalarda pek göremiyoruz onları; soru sormak istiyoruz onlara. Soru soranlardan işittik sonra; pek bir sinkaflıymış dilleri: böyle aptalca soru mu olur, cahil cahil konuşma, derlermiş, ama ne feci… Cahil olmasa, ne diye sorsun gariban?.. :)

Okumuşetmişinsan Liyakatı Üzerine

Hem "okumuş" hem de "etmiş" bir insan olmak, iyi bir şey olabilirdi; "etmiş" kelimesini, "içine" kelimesi ile ilişkilendirip bir tümceye dönüştürmeden...

2015'te, Erdemsiz Liyakat Sahipleri Üzerine adlı -dilimin döndüğünce- bir yazı yazmıştım; bana yapılan bir kaç davranıştan etkilenmiştim o vakitler. O yazı da burada yazacaklarıma katkı verebilir; okumak serbest. ( https://goo.gl/nZMrwG )

Çıkış noktam, Yalçın Küçük'ün bir kitabının (Sırlar, olabilir) ön deyişindeki bir izahattan geliyor: "(...) Eskiden mankenler, profesörlerle, doktorlarla, öğretim görevlileriyle çıkarlardı. Şimdi ise, bar ve pavyon sahipleriyle çıkıyorlar (...)" diye yazılmıştı.

Ne değişmişti de mankenler, profesörlerden yüz çevirmişlerdi. Ahlaksızlaşmışlar mıydı, koflaşmışlar mıydı yoksa okumuş-etmiş ama iki kelimeyi bir araya getirememişler miydi de bunlara yüz çevrilmişti? Nedenini mankenler daha iyi bilirler, ama sormak gerek, bar ve pavyon sahiplerine sarılacak kadar onları ne ürkütmüştü? Tek gerekçe “para” değildir herhalde, değil mi? Mankenler belki de samimiyetin peşindeydi: Görgüsüz olduğunu kabul eden ve görgüsüz olduğunu kabul etmeyenler arasında bir seçim mi yapmak zorunda kalmışlardır? Samimiyetti mankenlerin peşine düştükleri; tek sebep para olamaz…

Mesela bugün bana, “doktor” ve “öğretmen” kelimesini içeren bir cümle kursanız. Doktor ve Öğretmen kelimeleri, bilinçaltımda hemen, bir hanımefendiyi veya bir beyefendiyi çağrıştırır (mı hâlâ?). Bu doğru mu gerçekten? Sizde de böyle bir çağrışım oluyor mu? “O, eskidenmiş” mi?..

Meramımı sorularımla anlatabildim mi acaba? :)

2 Şubat 2017 Perşembe

Sami

Pazar günü insanlık namına erkenden uyanmıştı Sami. Sabah! gözlerini açtığında saat 13.30'u gösteriyordu. Sağ olsun, uyanmış ve saygı göstermişti pazar gününe. Belki komşulardan biri kapıyı çalar ya da çocuklardan biri gelir onu kahvaltıya çağırır diye, bekledi bekledi durdu. Durup dururken hüzünlendi yine. Oysa ne kapısı vardı yaşadığı mekanın ne de bir komşusu. Bir parkın bankından hallice, bir duvarın üstünde pinekliyordu, her günkü gibi. Havalar henüz çok soğumuş olmasa da, Sami, gelecek kışın düşünceleriyle titreyip duruyordu. O, zaten hep duruyordu; hayat acımasızdı, tıpkı pazar olmayan günlerdeki gibi. Ne arayanı vardı, ne de soranı; sıkıntıdan patlayacaktı önünden gelip geçenler de olmasa...

Bir çocuk güzelce giyinmiş, bir prenses; annesi ile babası da pespaye kılıklarıyla, gelip geçtiler Sami'nin önünden. Ardlarından baktı Sami; ne hoş diyebildi ne de boş... Bir köpek; parlak tüylü, ipinin ucunda ondan da süslü bir huri; güzel mi güzel. Etek giyinmiş, bayramlıkları olsa gerek; eteği de pek mini. El öpmeye geldi köpek, Sami'nin duvarına işeyerek; havlayarak teşekkür etti, minik etekli hanım da tiksinerek. Ve baktı Sami ardlarından, onlar yürüyüp giderken: Ne hoş diyebildi ne de boş...

Atladı duvardan, sidikli olmayan kuru bir yere. Kırışmış pantolonunu düzeltti ve sanki en âlâsındanmış gibi, gömleğini de. Ağır adımlarla parkın çeşmesine yürüdü, sinekler de peşi sıra üşüştü. Saçları zift gibi siyah, telleri yapış yapış; teni Afrikalı gibi kara ama mis gibi leş kokmakta. Ellerini yıkadı ilk, ağardı sanki teni, renk geldi. Yüzünü yıkadı. Saçlarını bolca ıslattı. Suyu boşa, saçlarından da bir ton kara akıttı; göz yaşları suya, hüznü karaya karıştı. Pak oldu ama temiz olamadı, biliyordu, ve yine sustu. Islak gözlerle ve ıslak saçlarla göğe baktı. Güneş ona selam çaktı. Gözlerini kırptı Sami, güneş utancından buluta saklandı. Eğdi başını Sami yere; düşünceli yürüdü yine. Geldi duvarın dibine. Ve en atiğinden zıpladı; sidikten uzak, en kurusundan bir yerden, köşküne. Ellerini dizine koydu, dizini dizine bitiştirdi. Ayaklarını sallamaya ve bir yandan da düşünmeye başladı...

Çok olmamıştı aslında bu park köşelerinde sürünmeye başlayalı. Henüz bir ay bile olmamış, parkın değişken ruh haline alışmıştı. Bir köşede, aşk; bir köşede, hüzün; bir köşede, çocuklar; bir köşede, kuşlar; ve bir köşede de kendi vardı... Utansınlardı, onu buraya sürükleyen olayların kahramanları. Utanmalılardı, utanmasını biliyorlarsa şayet. Onca yıl düzenli bir yaşantının ardından, böylesi park köşelerinde sürünmesinin mimarları, utanmalılardı. Çok utanmalılardı hem... Sami utandı! Utanmakta haklıydı, onların utanmaları gerektiğini düşündüğünden. O değil miydi, evet, diyen, her gelene, he, diyen. Utanmalıydı öyleyse Sami. Suçluydu...

Güneş, saklandığı bulutun ardından çıkmış, düşüncelere dalan Sami'nin düşüncelerine dikkatini vermiş, ona bir sinirlenmiş, bir sinirlenmiş, tüm sıcaklığıyla, tüm ışınlarını Sami'nin üstüne boca etmişti. Olur muymuş böyle, olur muymuş böyle aptallık. Niye utansınlarmış, o utanmalıymış. Suçlu olan Sami'ymiş, Güneş bundan adı kadar eminmiş. Emin, çünkü milyonlarca yıllık deneyimliymiş. Boca etmiş ışınlarını intikam alırcasına Sami'nin üstüne. Yanmış Sami sıcaktan, duramamış duvarın üstünde. Bu ne sıcak, diye iç geçiren Sami, henüz oturduğu duvarın üstünden atıverdi kendini, tam da sidikli yer parçasının orta yerine. Şıp, diye ses geldi, ayakları yere değdi. Lanet okudu Sami, durmadı, yürüdü, parkın çeşmesine doğru...

Varamadan çeşmeye, açlığı vardı beynine. Karnının acıktığına kâni olan Sami, yönünü değiştirdi, parkın girişine. Ee, dilenecekti, bir, iki simit için yine... Utanmalıydı Sami, utanmalıydı!

2015

İçe sor kendini

İçe sor kendini
Sen nesin
Bize sor kendini
Sen nesin
Neymişsin
Sendekiyle bizdeki eş miymiş
Eşmişse ne alâ
Değilmişse pişmemişsin

Murat Dicle

12 Ocak 2017 Perşembe

Deli Hayat

Sesimi duy ne olur deli hayat
Bak gözlerimin içine kaçırma
Seni delirten biz
Seni küstüren biz
Sana belâ okuyan da biz
Kaldır başını ey deli hayat
Kaldır
Sinkafların dökülsün başından aşağı
Ettiğimiz küfürlerden biriken
Arın beddualarımızdan
Hayatımız ol yine
Deli ol yine
Kınamayız
Çılgın ol hatta çoşalım
Yaşayacağımız hayatımız ol
Doğumdan ölüme dek şaşırmayacağız

Murat Dicle

28 Haziran 2016 Salı

An geldiğinde...

An geldiğinde seninle birlikte yapabileceğiz:
Sevmeyi,
Öpüşmeyi,
Sevişmeyi,
Çay demlemeyi
ve çocuklar gibi cilveleşmeyi.

Çayımıza bisküvi bandırıcağız mesela birlikte...
Ağzımıza atamadan bardağa düşen parçalarına güleceğiz.
Parmağımızla alıp,
Alıp birbirimize yedireceğiz;
Çayı, bisküviye bulanmış parmaklarımızla içeceğiz.

Duş yapacağız mesela birlikte...
Ben sabunu yere düşüreceğim hep muzipçe;
Sen kafama vuracaksın,
Güya sen, utanmış bir bakiye.
Arınacağız böylece,
Yeni bir güne, tertemiz...

An geldiğinde seninle birlikte yapabileceğiz...
Yaparız elbette!
Neden olmasın?

Murat Dicle
23.06.2016

Çek kanka...


Başımıza gelen kötülüklerden, gelebileceklerden, doğrudan, yalandan, ölümden, ölüden, diriden... Çek be kanka, çek; hiçbir şeyden haberimiz yokmuşcasına çek. Yandan çek, tepeden çek. İcab ederse alttan çek... Yarının kötülüklerinden, doğrularından, yalanlarından, öleceklerden, dün ölenlerden, yarın dirileceklerden haberim yok ki kanka. Sen çek!

Murat Dicle
24.06.2016

Çocukken

Çocukken apartmanın girişinde oturup, güneşi batırana dek sohbet edişlerimiz bugünün forumları gibiydi. Sosyal medyamız yoktu, meydanlarımız vardı...

Kasımpaşa canavarını, ufoları, Bruce Lee'yi, Kara Murat'ı konuşurduk, elimde kuyruk yağı ile meşin topumu yağlarken mesela... Düşünceli, düşünceli baş sallardık her yeni bilgiyle; sindirme belirtisiydi bu. Bazan büyük bir palavrayla bir şey anlatacak olduğumuzda, konuşmalarımız hızlanır, el kol hareketleri takip edilemeyecek kadar havada dans ederdi. Buydu bizim sosyallikten anladığımız ki, sosyal, kelimesinin anlamını dâhi bilmeden...

Biz o zamanlar bilmeden çok mutluyduk. Ağlıyorsak, dizlerimiz yaralandığındandı, annemizin kulaklarımızı çekişindendi... Gülüyorduk o zamanlar, yaşlı teyzenin, mahallede biz bisiklet sürüyorken, camları kıracaksınız sürmeyin burada, derken... Bahçeye dalan var, derken, arkadaşımızın korku içerisinde kucağına toplamaya çalıştığı meyvelerin bir bir yere düşüşünde ve arkadaşın, amınıza koycam olum sizin, deyişine kahkahalarla gülüyorduk. Oysa meyveleri yerken, yemin billah ediyorduk, bir daha arkadaşımıza böyle yapmayacağımıza...

Çocukken duygularımızın ömrü uzundu, en az bir gün sürerdi, hüzünler veya sevinçler. Bugün... Bugünkü gibi dakikalar içerisinde değişmezdi duygularımız.

Biz iyi çocuklardık; yaramaz, pasaklı, ceplerimiz ıvır zıvırla dolu saf çocuklardık...

Murat Dicle
28.06.2016

3 Haziran 2016 Cuma

Empati!

Ağır yemek kokularının yayıldığı bir hanenin -ki kenarları yıpranmış bir halının- ortasında yarı çıplak vaziyette oturan çocuğun televizyona dikkatle bakması ilgisini çekmişti annesinin. Televizyonda sağdan sola sürekli kayan yazılar, ekranda kırmızı-mavi ışık saçan arabalar, kalabalık bir halk kitlesi ve her zamankinden daha bir şevkle, evet sayın izleyiciler, sesleri ile babasının daha önce götürdüğü maden işletmesinin girişi, ilgisini çekmişti çocuğun... Tüm bunlar çocuğun ilgisini çekmiş, annesi çocuğa dikkat kesilmiş -ki hep mızmızlanırdı, sesinin kesilmesine de işkillenmişti...

13 Mayıs, sabah...

"Ben madene gidiyorum," dedi Ali.
"Akşama görüşürüz," dedi Sevinç.
"Baba gelirken bana bir şey al, " dedi Hüseyin; çocukları Ali ile Sevinç'in.

Mayıs sonu...

Kaç akşam oldu hala babası gelmemişti Hüseyin'in; "bir şeyler" bulunamamış mıydı acaba? Bulursa gelirdi... Bulurlarsa, çıkartabilirlerse, Sevinç cenazesini gömecekti Ali'nin. Bulurlarsa, çıkartılabilirse... Gıyabında cenaze namazı kılınmıştı oysa Ali'nin ve arkadaşlarının, onlar karanlık kara dehlizlerde yatarken, boylu boyunca, üst üste ve belki de iki büklüm, ta derinlerde, madenin...

“İnsan bir kere birine geç kalır
ve bir daha hiç kimse için acele etmez.”
Yaşar Kemal

13 Mayıs 2014, Facebook...

Her zamanki gibi haberleri Facebook paylaşımlarından aldım. Okudum; onlarca birbirinin benzeri haberi, posterleri, yorumları vb... Ortak bir üzüntü içerisindeydik alem-i Facebook içerisinde, biz. Yazma ihtiyacı duydum, bir şeyler yazmam gerekti. Sanki öyle ki yazarsam ve anlatabilirsem tüm olanları sözcüklerle, benim sözcüklerimle, üzüntü çözüme dönüşecekti...

3 Haziran 2016, Hesaplaşma...

Dönüştüremedim düşüncelerimi sözcüklere, sadece bir paragraf yazdım, öylece kalmış taslak sayfalarım arasında, iki yıl boyunca... Karanlık kara bir dehlizdeymiş de ben bulup çıkartmışcasına sevindim, o ilk yazdığım paragrafı görünce. Üzüldüm sonra, geç kalmıştım. Bazen olduğu gibi...

Vaktinde empati kurmak istemiştim, kurun, demek istemiştim. Geç kalmışım, geç...

Yarınlara geç kalmamamız dileğimle.
Murat Dicle
03.06.2016

8 Nisan 2016 Cuma

Boş boşuna



Salına salına gidip,
Düşe kalka dönüyorsan,
Gündelik yaşantında;
Derinlerinde hep onu düşünüp,
Dalgalı sular misali boğuşuyorsan
Ve saçların günbegün ağarıyorsa:
Bil ki o gelmeyecek!
Bil ki boşuna salınıyor,
Bil ki boşuna düşüyor,
Ve bil ki boşuna boğuşuyorsun,
Dalgalı sularda...

Evet boşuna,
Boş boşuna...

Düşün ettiklerini,
Ona verdiklerini...
Düşün ki,
Ona yazdığın şiirleri...
Düşün,
Düşün ki;
Seni sildi attı,
Elalemi kandırdı:
Nasıl oldu anlamadım,
Derken hiç yaşanmamış gibi
Öylece donuk sözlerle palavra attı...

Kadın bunu bana yaptı;
Şiirlerimi alıp kaçtı!..


Murat Dicle
08.04.2016