22 Temmuz 2014 Salı

Yorgunum aslında

Kendimi ışınlıyorum gözlerimi kapadığımda; yarına.
Yok oluyorum varlığımla odamda; bir anda.
Susuyorum ki duyulmasın; bir çok kulakta.
Gülüyorsam da her an; yorgunum aslında.

Murat Dicle
14.02.2012

Olması gerekenler

Karşımıza erken çıkmış insanları, yolun dışına sürerken; bir gün geri dönüp onu deliler gibi arayacağımızı hiç hesaba katıyor muyuz?

Hayat her zaman cömert davranmaz bize. Tersine çoğu zaman zalimdir. Her zaman aynı fırsatları sunmaz. Toyluk zamanlarını ödetir, hoyratça kullandığımız arkadaşlıkların, eskitmeden yıprattığımız dostlukların, savurganca harcadığımız aşkların hazin hatırasıyla yapayalnız kalırız bir gün.

Bir akşam üstü yanımızda kimsecikler olmaz, ya da olması gerekenler yanımızdakiler değildir...

Murat Dicle
15.05.2011

Özledin mi?

Nasılsın? Yalnızlığına bir ortak istersen eğer, bir merhaba ile başla lütfen. Belki de bugün; ne sen, ne de ben ıskalayacağız günü. Ben kapıları bir bir çalıyorum, her gün. Kapı aralığından söylenen merhabaları özledim. Susadım dediğimde en iyi bardaklarda ikram edilen suları özledim. Ahhh dediğimde, koşan onlarca komşularımı özledim. İnsanı özledim. Çocukluğumu, kafama atılan terlikleri özledim. Şimdinin koca binaların; inşaat çukurlarında, kurbağalarla birlikte yüzmeyi özledim. Issız otoyollarda güneşlenmeyi, saatlerce yürmeyi özledim. Hiçbir şey ama hiç birşey düşünmeden, sevdiğimin elini tutmayı özledim. Sen de özledin mi?

Murat Dicle

14.06.2011

Hayata özlemle bakmak

Bileklerinden dışarı vuran damarların kadar,
..... yakın olmayı isterdim.
Beklerdim seni geceleri,
..... gelmeyince özlerdim.

Düşlerimden bahsederdim sana.

Aldırmaz,
..... tebessüm ederdin.
Dik dururdun sözlerime ve
..... arada sinir ederdin.
Umursamaz olsan da,
..... bilirdim,
.......... beni çok severdin.

Hislerim oluşmadan önce,
..... ilk sen hissettin beni.
Bana söylediğin ilk "merhaba" ile,
..... amansız düşlere sürükledin beni.

Çok küfrettim, geceleri.
Uyku tutmadı gözlerim,
..... sigara içtim sürekli.
Şaşırdım düşlerime,
..... kimdi ki bu peri.

Hiç bu kadar ağrımadı yüreğim,
..... seni bilene kadar.
Tıkanmış kalbiminin,
..... sıkıştırdığı göğsüm,
........... yanmadı seni düşlediğim kadar.
Gel, hep gel ve yine gel;
..... ben ölünceye kadar.
Sana yakın olmayı isterdim,
..... dışa vuran damarların kadar.

Murat Dicle
02.09.2011

Bir gün nasip olacak

Ben bir gün, bir kadına
..... ve o kadın da bana nasip olacak.
Onun yaptığı yemek,
..... benim getirdiğim ekmek;
.......... boğazımızdan geçecek.
Çocuklarımız da yiyecek
..... ve büyüyecek.
Büyüyecek sevgimiz
..... ve birlikte güçlenecek.

Bir çatımız olacak.

Bir penceremiz
..... ve önünde çiçeklerimiz.
Bahçemiz de olsun,
..... içinde bitkilerimiz.
Ağaçlarda meyvelerimiz de olsun,
..... tırmanacak çocuklarımız.

Neşeyle dolsun,
..... güneş erkenden doğsun,
.......... yuvamız kutlu olsun!

Murat Dicle
14.09.2011

Onursuzca yaftalanmak

Onursuz insanlar, onurlu insanları taklit ederek avlarına yaklaşırlar. Taklit, çoğu zaman gerçeğinden daha iyi derler. Dolayısıyle akılsız insanlar, onurlu insanları anlama zahmetine bulunmadan; aşağılarlar. Hiçbir gerçek yaşam, rol kesenlerin oynadığı kadar parlak değildir. Pırıltıya gelen balıkları düşünün... Onurluca yaşamanın bedeli, onursuzca yaftalanmaktır.

Murat Dicle

Olmaz mı?

Gece ve yağmur olurda, hüzün olmaz mı?
Bağdaki ballı üzümden, şarap olmaz mı?
Rakının yanına balık konmaz mı?
Yalnızlığıma ortak olunmaz mı?

Masalara meze, rakıya buz konmaz mı?
İçip de yanaklara, buse konmaz mı?
Dosta kadeh kaldırılmaz mı?
Yalnızım, hala bir ortak bulunmaz mı?

Sessizliği bozan bu lıkırtı mı?
Gırtlaktan çıkan yoksa bir hırıltı mı?
Peynir yesem üstüne, olmaz mı?
Yalnızsak n'olmuş? Yasak mı?

Sıkıldım masada, çıkıp dolaşsam mı?
Gezsem, eve geç dönsem olmaz mı?
Islansam sokaklarda, şifa olmaz mı?
Yalnızlık aslında bir rüya mı?
Uyansam..

Murat Dicle
09.12.2011

Sanma ki bilesin...

Bazen bakıyor sansan da
Sanma ki önemsenmiyorsun.
Bazen işitiyor sansan da
Sanma ki dinlenmiyorsun.
Bazen dalgın görüyor sansan da
Sanma ki yok sayılıyorsun.
Bazen konuşmuyor sansan da
Sanma ki sevilmiyorsun.

Bilmelisin ki önemseniyorsun;
Sanma ki önemsemiyorum.
Bilmelisin ki dinleniyorsun;
Sanma ki dinlemiyorum.
Bilmelisin ki sayılıyorsun;
Sanma ki saymıyorum.
Bilmelisin ki seviliyorsun;
Sanma ki sevmiyorum.

Sanma ki bilesin, önemseniyorsun.
Sanma ki bilesin, dinleniyorsun.
Sanma ki bilesin, sayılıyorsun.
Sanma ki bilesin, seviliyorsun.
Sanma ki delirdim,
Bile bile tekrarlıyorum;
Üstüne basa basa
Kanıksatıyorum...

Bil ki ben böyleyim;
Bazen dalgın,
Bazen ilgisiz,
Bazen sessiz
Ve bazen de kör...
Elimde değil,
Farkımda değil;
Kasıtlı, hiç değil!..

Sen saçını süpürge yaptın,
Ben yan gelip yattım;
Sen elinin lezzetini kattın,
Ben bir çırpıda yuttum,
Hiç mi umrumda değil sandın?
Sen kollarını boynuma sardın,
Ben bir keresinde daldım,
Oysa hiç mi sevmiyorum sandın?

Emin ol ki seni seviyorum...

Murat Dicle
22.07.2014

18 Temmuz 2014 Cuma

OL de geceye

Aydın bir gün yine gece ile yer değiştirdi. Güne başlarken bereket diledik: OL dedim, OL dedin, OL dedik... OL sana belki oldu; bana, ona olmasa da senin adına mutlu OL'duk -ki emin ol kardeşimizsin. Nazar değmesin... Yarının bereketine yatalım, sıramızı kapalım ki sen de mutlu OL diye. Elbette O, OL'sun! derse, neden OL'masın?!

Yatalım ölelim; öte dünyanın provasında dilenelim. Yarın, kuş sesleriyle -nasipse eğer- tekrar dirilelim. Böylece, hepinize iyi geceler dilerim...

Murat Dicle
(26.11.2013)

SEN BEN

Sen eğer hiç yorulmadıysan, dinlenmenin kıymetini;
Sen eğer hiç ağlamadıysan, gülmenin ne olduğunu;
Sen eğer hep toksan, açlığın ne olduğunu;
Sen eğer hep yatakta uyuduysan, sokakta uyumanın ne olduğunu;
Sen eğer hep "ben" diyorsan, "sen" olmanın ne olduğunu
BİLEMEZSİN...

Ben hep yorgunsam;
Ben hep ağlıyorsam;
Ben hep açsam;
Ben hep sokaklardaysam;
Ben hep "sen" diyorsam;
Buna rağmen hiç farkedilmiyorsam
UTANMALISIN...

Murat Dicle
(20.12.2013)

8 Temmuz 2014 Salı

SEÇ

Seni seven en az bir kişi olacaktır, yaşayan...
Üzülmen yersiz, günahtır gözyaşlarına, akan.

Hercai olmalı ömrün; kon ki, ol yaşatan.
Sıran mı geldi? oyna rolünü, at replikleri kafadan.
Dert etme kınarlar diye, geniş ol, çık kendi çapından.
Yaşa, yaşat; ama bulaşmasın eline kan...

Hak çizmiş yolunu, birini sağdan, birini soldan;
Seçecek olan sensin, değil misin yaratılan?
Yaradan bilmez, sorma; kul gitmeli hangi yoldan.
Temiz düşünürsen ancak, uzak olursun Şeytan'dan.

Murat Dicle
08.07.2014

TEHLİKELİ OYUNLAR, Oğuz Atay

TEHLİKELİ OYUNLAR
Oğuz Atay
Oyunlar yazmazsak eğer bu hayat çekilir mi? Belki hayat, bedenimizin çürümesiyle değil, düşüncelerimizin çürümesi yüzünden son buluyor, biz insanlar için...

Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanından sonra kaleme aldığı ikinci romanı Tehlikeli Oyunlar, yine Tutunamayanlar tadında ve bir o kadar karışık -ki eğer yeterli düşsel donanıma sahip değilseniz. Roman başkişisi Hikmet Benol'ün asıl mesleği mühendisliktir, tıpkı Tutunamayanlar'daki Selim gibi. Aileden kalan mütevazı bir miras ile kendi kabuğuna, bir gecekondu mahallesine çekilen Hikmet, karmaşık düşüncelerini oyunlara aktarır. Her hal ve durum için oyunlar yazar. Bazen, ve hatta bazenden de fazla oyun ile gerçek karışır. Baş danışmanı, baş komşusu, kutsal üçlemenin tepesindeki kişi Emekli Albay Hüsamettin Tambay, Hikmet'in en iyi anlaştığı ve oyunlarını birlikte yazdığı kişidir. Nurhayat Hanım yine, kutsal üçlemenin diğer anaç rolünü üstlenmiştir. Her daim çay demlemeye, bulaşıkları yıkamaya, ortalığı çekip-çevirmeye amadedir. Hikmet, Albay Hüsamettin ve Nurhayat Hanım... Bu kutsal üçleme içerisinde, Hikmet, Sevgi ile sevgisizliğini, Bilge ile bilgisizliğini dışa vuruyor, oyun mu yoksa gerçek mi belli olmayan anlatımıyla.

Okurken anlaşılmayan ancak okuduktan sonra parçaların yerine oturmasıyle konu daha da iyi anlaşılmaktadır. Kitabı hızlı okumak yerine, belki de benim gibi bir buçuk ay içinde okumak daha iyi olacaktır. 

Oğuz Atay bana hep Kafka'yı çağırıştırıyor. Kafka'nın muhteşem karmaşıklığı, anlaşılması imkansıza yakın anlatımı, Oğuz Atay'da daha bir düzene girmiş görünüyor olsa da, her iki yazarı anlamak zaman içinde kazadığımız tecrübeyle anlaşılır hale gelecektir. Okudukça, tecrübelerimiz de artacak elbette.

Bu kitabı okumakta nvazgeçtiyseniz bir şans daha verin. Hiç okumadıysanız okuyun, ancak öncesinde Tutunamayan'ları okumanızı salık veririm.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


7 Temmuz 2014 Pazartesi

İksir

Kadim zamanların bilinmeyen topraklarında yaşayan bir cadı, elinde tuttuğu şeyin, insanları birbirine aşık edeceğini söylemişti. O zamanlardan bugüne anlatılan hikayeye göre, o şey insanları birbirine aşık edebiliyormuş. Sadece kadın ile erkeği değil, kadını kadına veya erkeği erkeğe... Fakat bu sadece insanlar için geçerliymiş. Anlatınlara göre, o şeyin içeriği her ne ise, gerçekten işe yarıyormuş.

Savaşların ve hatta adi vakaların dahi olmadığı zamanlarda, aşk için bilahare iksir, tılsım veya bahsi geçen cadının elindeki şeye ihtiyaç yokmuş aslında. İnsan, insana aşıkmış hep o zamanlarda. Gerçek, dedikoduya; dedikodu, hikayeye;  hikaye, masala; masal da rivayete dönüşmüş. Yüzyıllarca aramış insanoğlu o şeyi.

Ve bulmuşlar o şeyi; bir şişeyi ya da ona benzer bir şeyi... Üzerinde yazılanları da okumuşlar:
"Her kim bunu bulduysa, bilsin ki bu bir aşktır; insanın insana olan özlemidir; kardeşliktir; vefadır; kadim zamanların insanlığına armağandır; sizin zamanınıza uzaktır -ki eğer ışımıyorsa, bu... Bu, ışımıyor mu?! Vah! öyleyse size. Vah! ki, insanlık bitmiş meşrebinizde. Aşk bundan böyle sizin neyinize?! Seviyor sansanız da, sevişseniz de, bunların hepsi düzmece: gözünüzü kör etmiş bir nesne... Hal şu ki, dönmezseniz kadim günlerimize, gök çökecek tepenize; o nesne her ne ise, kurtulun bir an önce..."

Murat Dicle
01.12.2013

3 Temmuz 2014 Perşembe

Susmak

Nediri bulunca erer mi sanırsın beni hüdaya?
Niçin dedimse hesap mı sordum sanırsın?
Anlamaz mısın? sözlerim kimine göre havaya;
Kimine göre cana, cânana...

Susmak bahşedilmiş bin vasfıma ilave;
Susdumsa, sinmedim ya, be pespaye!..
Şükürler olsun dilim var,
Konuşurum dinleyen her ademe;
Dilim var, dilersem sustururum,
Her pezevenge dert olsun diye...

Murat Dicle

27 Haziran 2014 Cuma

Karıncalarla Dans

Karıncaların neredeyse beş adımda bir yol yaptığı, yiyecek aradığı  -ki kısa da olsa bana göre uzun bir yola ev sahipliği eden, yolun sağındaki kaldırımdan yürümek işkence gibi geliyordu bana. Karıncaları ezmemek için adeta dans edercesine, beş adımda bir ritmik adımlar atmak için yola bile bakmaya ihtiyaç duymuyordum artık; bacaklarım nerede nasıl adım atacağını öğrenmişti. Gerek sabah işe giderken, gerekse de akşam eve dönerken, bu kısa yolda yaptığım atraksionlardan bunaldığımda, kendimi kaldırımdan aşağı, arabaların geçtiği yolda yürürken buluyordum. Hiç değilse karıncaları ezmek gibi bir korkumda olmuyordu. Ancak, arabalardan biri gelip de bana arkadan çarpacak hissi ile yine kendimi kaldırımda buluyordum. Velhasıl, en az katliamla evime ya da işime varmanın mutluluğu ile kaldırımın son taşından aşağıya indiğimde, kendimi çok mutlu hissediyordum. Geldim, diyordum, artık gitmek istediğim yere geldim, yol bitti, diye düşünüyordum...

Fi tarihinde izlediğim bir belgeselden kalma bir takıntı bu: Karıncaları dahi ezmeden yürümek, yolda ve yürünebilen herhangi bir yerde. Belgeselde, bir keşiş, aldığı eğitim ve düsturu gereği, attığı her adımı, ama her adımı dikkatlice atıyordu. On metreyi belki on dakikada alıyordu. Belli ki bizim değişimizle, yaradılanı, yaratandan ötürü saydığından olacak, hiç bir ölüme sebebiyet vermeden yürümeyi bir tavır edinmişti. Ne güzel...

Çocukken çok can aldım: Solucanlar, kurbağalar, kertenkeleler, kuşlar, balıklar... Şimdi al birinin canını deseler, vallahi yapamam; hadi mecbur kaldım, elzem bir durum olsa, çok zorlanırım. Bile bile, göz göre göre bir canlının hayatına son veremiyorum artık. Karıncalarla dansı işte bu yüzden yapıyorum... Çok tiksindiğim karafatmaları öldürmesi için bile eski eşimden az yardım dilenmemiştim. Tiksinçliği ayrı, bir de öldürülmesi ayrı sıkıntı yaratıyordu bende, karafatmaların.

Bunları şunun için anlatıyorum; insanlığı, doğrusu tüm canlılara mutlak saygıyı, katliamlar yaparak, hatalarımdan ders alarak ulaştım. Artık elimin kızıllığı geçti; uslandım, akıllandım; Allah affetsin beni...

Televizyon pek seyretmediğimi daha önceki yazılarımdan okuyanlar bilir. Eğer televizyon izlersem, hele ki haberleri, yaşanan insan katliamlarına aşina olacağım, ve insanlığımdan uzaklaşacağım. Bu, sosyal medyalarda da oluyor maalesef. Kelleler ile top oynayan vahşi insanların görüntüsü mesela... Tam uslanmışken, hidayete varmışken, yine insanlığa uzak, duyarsız biri olmak istemiyorum. Ama oysa, ayarlı medya, bizleri insanlıktan uzaklaştırmak, sadece BEN var diyebilmemiz için adeta hipnoz ediyor bizleri. BEN varım, SEN yoksun. Dünya BEN'im, SEN'in değil... SEN kötüsün, SEN zarar verebilirsin. SEN arkamdan tavayla BEN'i öldürebilirsin. Komşumsan BANA ne?! Açsan kime ne?!

Dünya tarihi yazının icadıyla başlıyor denilse de, yazının icadından çok daha milyonlarca yıl önce başladığını da biliyoruz artık. Bilinen tarihte, yapılan katliamları, kesilen kelleleri, ölenleri, öldürenleri okuduk, izledik veya dinledik. Biliyoruz... Uslanan var mı peki?! Dünya canlılarından, özellikle kastım, insan türünden, insan kavminden uslanan var mı?.. Hâlâ devam ediyoruz değil mi? Asıyor, kesiyor, eziyoruz...

Hiç olmadığı kadar vahşi bir hükümet ile karşı karşıyayız. Öyle ki, katliamlara, ölümlere isimler takıyorlar: Fıtratlarında var, kader bu, vb... Ölüm ile dans ediyorlar; kravatları boyunlarında, türbanları başlarında... Allah, diyorlar bir de, Allah, Allah diye diye bilerek isteyerek, göz göre göre kan akıtıyorlar, akıtılan kanlara göz yumuyorlar. Uslanmamış, azmış kavmin torunlarıyız diyorlar adeta, yaptıklarını duydukça, okudukça... Onlar uslanmadı, devam ediyorlar; bizler de uslanmadık, devam ediyoruz seçmeye veya sessizce beklemeye hâlâ. Allah rızası için diyorum, ya onlar uslansın ilk, ya da sessizce katliamlara göz yuman bizler uslanalım ilk. Uslanmaya zorlayalım, olmadı katliam yapalım uslanmayan eli kızıllara, son kez olsun dünya için, insanlardan insanlara ders olsun. Biliriz değil mi, uslanmayanın hakkı kötektir; ya onlara ya bize...

Murat Dicle
27.06.2014

26 Haziran 2014 Perşembe

Mini şortlu, askılı sarı tişörtlü kadın

Karanlık güçlerinin peşi sıra giden bir yaratık gibi yola çıktı sabahın en erken saatlerinde. Gün, güneşin tepesinin görünmesiyle kızılımsı bir renge bürünmüş, hava sisini dağıtmaya yüz tutmuştu. Kapıyı ilk açtığında yüzüne hafif bir serinlik esmişse de, buna aldanmayıp, üstüne hiç bir şey almadan, bir tişört ile yola koyulmuştu. Mini şortu ve üstündeki limon sarısı, askılı tişörtü ile oldukça dikkat çekiyor olsa da, sabahın köründe onun bu denli çekiciliğine şahit olacak hiç bir kimse yoktu ortalıklarda. Köpekler vardı sadece, kuşlar birer ikişer ağaçlardan inip inip yollarda buldukları kırıntıları gagalıyorlardı bir de...

Güneş açısını yükseltiyor, o yolunda ağır adımlarla yürüyordu. Arada bir bacaklarını yalayıp geçen serin havanın hoşluğu içerisinde yolundan gitmekten memnuniyet duyuyor, yolun sonunda biteceğini, varacağı yere en nihayetinde varacağını düşünüyordu. Yol illa biter... Hep böyle olmamış mıydı?!

Ağaçlıklarla devam eden yol, yavaş yavaş binaların yol kenarında görünmesiyle betonla örülmeye başlamıştı. Ağaçların arasından neşeyle gülümseyen güneş bile, artık binaların ardından yüzünü gösteremeyecek kadar yüksek bir açıya sahip olamadığından, üzüntüyle sadece ışığını yansıtıyordu; gölgeli, gölgesiz, her an herhangi bir cama yansıyarak, varlığını hissettiriyordu sadece. Henüz sıcaklığıyla varlığınını gösterememişti, güneş. Umrunda da değildi zaten yolcunun. O, kararlı adımlarla, ağır ağır yoluna devam etmekteydi. Sanki gündüz de olsa, gece de olsa ne farkeder, ben yoluma giderim, der gibiydi, attığı adımların isabetle yola basışından anlaşıldığı kadar. Zarif ayaklarıyla bastığı yolda gül bitsin istenirdi, bir er kişi görseydi şayet onu, yolda naif adımlarla yürüyüşünü. Oysa, zariflik içerisinde yürüyen yolcunun, çatık kaşları, gündüzün ışığına, kuşların sortisine, köpeklerin meraklı bakışlarına, ağaçların yol kenarlarında olmasına, binaların ağaçları yutmasına, güneşin binalardan sıyrılma çabasına oldukça tezat görünüyordu. Çatmış kaşlarını, düşünceli ve ağır ağır gidiyordu yolunda. Memeleri, ince askılı tişörtün içerisinde ancak güneşin gölge oyununlarıyla varlığını gösterebilityordu. Fakat, aldanmamak gerek; o bir çocuk değil: Bir anne o!..

En ufak binalarla başlayan ağaçlı yolun bitimi, en yüksek binalarla örülü bir yola dönüştü, güneşin tepeden, binalara nispet intikam ışınlarıyle.

Şehrin en yüksek binasının kapısına varan yolcuyu gören kapı, büyük bir saygı ile açıldı; kanatlarından ayrıldı, biri sağa, biri sola. Ortasından geçti kadın, yüzüne bile bakmadan kapının, içeri girdi. Çekindi kapı, hemen kapanmadı, çatık kaşlı kadının ardı sıra bir müddet açık kaldı, hem de hiç olmadığı kadar.

Kaşlar yay gibi oldu nihayetinde. Yolcu belli ki varmıştı varcağı yere. Koca binanın minnacık kapısının açılmasıyla göze çarpan kocaman bir masanın ardında çıtı-pıtı bir kız karşıladı onu, yolcu tam da kaşlarını yaydığı zaman. Saygı, hürmet vardı; çıtı-pıtı kızın ayağa kalkması ve yolcuya en samimisinden verdiği tebessümünde. Hoş geldiniz efendim, dedi çıtı-pıtı kız, en güzel sesiyle; hafifçe okşadı yolcunun kulaklarını, pek nazikçe titretti sesin dalgaları, kulağın ta içindeki zarı. Hoş buldum, günaydın, dedi yolcu cevap olarak. Kapı kadar olmasa da, bir kaç saniye, nezaket-i iade olması baabında, önünde tebessümle dikildi çıtı-pıtı kızın karşısında, yay gibi kaşlı, güzel bacaklı, mini şortlu, askılı sarı tişörtlü yolcu.

Sanmayın ağzımın suları akarak bahsediyorum, bacaklarından, mini şortundan, hele o güneşin açısına göre kendini belli eden memelerinden... Bir güzelliği tasvir etmek, huzuru, hafifliği anlatabilmek, daha pozitif, daha az saldırgan, daha az ısırgan bir bakış atabilmekti niyetim. 

Şehrin en büyük binasına varan yolcu, en büyük binanın en büyük odasına girdi; şehrin en hızlı asansörüyle vardığı, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki koridorunda salına salına... Belki ellemekten keyif alacağımız o minicik poposunu kaplayan mini şortuna aksesuar olmadığı aşikar arka cebinden çıkarttığı bir kart ile açmıştı odanın kapısını. Oda kendi kadar güzel kadınlarla doluydu. Saygı ve sevgi emareleri kendini belli ediyordu, neşeyle söylenen, hoş geldiniz Beril hanım, sözleriyle... O, bir patroniçeymiş meğer; ortama nazaran pespaye kılıklı bir kadına, olanca düzgün giyimiyle selam veren bu kadınlardan anlaşıldığı kadar.

Vay be!.. Buraya kadar bu kadına hiç kimse tecavüz etmedi, saldırmadı, sarkıntılık yapmadı, laf atmadı, küçümsemedi, arkasından laf etmedi... Ha! Bir tek ben, kendi yarattığım karakterin poposunu elleme gibi bir iç güdüye kapıldım o kadar. Bir bardak bu içtim, geçti zaten... Güzel bitsin hikaye, böyle istiyorum.

Beril, en büyük binanın en güzel tasarlanmış katındaki en güzel odası (bürosu diyelim) içindeki kendi odasına girdi mini şortundan dışarıda kalan bacaklarınıyla yaylana yaylana, yay gibi kaşlarını yaya yaya, ağzıyla tebessümler saça saça, ah! bir de o saçlar, (ilk defa bahsediyorum) bir sağa, bir sola saçıla saçlıla... Odasına giren Beril, şehrin en büyük binasının en büyük bürosunun, en güzel odasının kocaman, boydan boya penceresinden, şehrin en kaymaklı tarafını tepeden süzdü bir kaç saniye. Ve ardından, odasının içindeki bir başka odaya girdi. Orta halli bir banyo-tuvalet birleşimi bir yere. Duşunu aldı, makyajını yaptı, hali hazırda bekleyen kıyafetlerini giyindi. Hanım hanımcık bir edayla, masasının başına oturdu. İş saati başlamıştı artık. Telefonu eline aldı ve günün ilk kahvesiyle birlikte, asistanını da yanına istedi.

Beril, güzel diledi ömrünü; ezmedi otu-böceği, hele ki hiç kimseyi. Okudunuz, ne kadar zengin bir kadın, Beril. Ancak işine her gün yürüyerek gidiyor. Kararlı adımlarla. Zarif kadın vesselam, niye? Yürüyor, temiz düşünüyor, sağlıklı besleniyor. Ona buna caka satmıyor, her fırsatta karşılıksız tebessüm dağıtıyor. Ben de diledim, hikaye güzel bitisin, Beril gibi her kadın dilesin: Her şey güzel gitsin. Tebessüm yüzlerde eksilmesin. Bu hikaye de tam burada bitisin! Varsa, çıkartılabiliyorsa, dersler alınsın, eşe dosta anlatılsın.

Murat Dicle

25 Haziran 2014 Çarşamba

Babalar Gününe Dair Kızımdan

Bana bir masal anlat baba...

İçinde bana zarar verecekler olursa, sen koş yanıma ve döv hepsini tek elinle; sonra tak tacını başına, ben de tekrar gururlanayım, tekrar senin süper-kahraman olduğunu düşüneyim; tekrar diyeyim ki, iyi ki benim babamsın, iyi ki varsın, ve son olarak, iyi ki benim süperkahramanımsın...

Bilmediğim, fakat öğrenmek istediğim çok şey var hikayede; bunları da anlat bana baba. Sonra tut elimden farklı diyarları göster bana. Gezerken de hep öğütler ver bana. Sonra ben sıkılayım, off baba yaa, diyeyim. Sen bunun ardından -sırf beni gıcık etmek için- daha fazla öğüt ver. Ben ne kadar sıkılsam da, içimde bir mutluluk olsun; diyeyim ki, babam benim iyiliğimi istiyor...

Sonra soğuk espiriler yap bana. Ben yine kendimi tutamayıp, çooooook uzun bir kahkaha atayım; sen de, espiriye değil, benim gülmeme gül. Yolda yürürken beni utandıracak şeyler söyle; ben de kızlar geçerken seni utandırayım. Sonra tüm paralarımızı denize atalım, parasız gezelim; çünkü mutluluk parada gizli değil ki!.. Yapmayı sevdiğimiz şeyleri yapalım; parasız gezip, bol bol bedavadan hayal kuralım. Hatta manavın önünden geçerken gizli gizli kayısı yürütelim...

Masal bitsin sonra, ama sen benim yanımdan hiç ayrılma. Fakat sen bir süper-kahramansın; dünyanın sana ihtiyacı olabilir... Git kurtar insanları; geri geldiğin zaman öp başımdan ve git sonra, ben uyumuş taklidi yapıyor olayım. Ama senin neler yaptığını görmüşüm ve tekrar iyi ki, babamsın, demişim. Babalar günün kutlu olsuuuuuuuun!

Öykü Dicle

Günaydınlık şeysi

Güzel olsun günü aydınlatan güneş ile birlikte söylenen sözlerimiz. Kenarları süslü, parlak kelimelerle dizilsin tümcelerimiz. Ahengi olsun hep, güneş tırmanırken tepeye, kulağımızdan içeri giren tüm seslerin. Büzüşsün dudağımız ergenler gibi, günün aydın olsun kardeşim, diye söylerken, tatlı bir öpücük gibi konsun yanaklarına tüm sevdiklerimizin.

Günaydın...

24 Haziran 2014 Salı

İlk Özlem

Sen şimdi tam işin ortasında, burnumda tüt, emi İstanbul?!
Eminönü'ndeki balıkçıların kokusunu sok burbuna, burnuma.
Martıların sesleriyle çınlat kulaklarımı.
Tepeme tepeme vurdur güneşini
Nemli nemli havanla;
Yak içimi, terlet bedenimi,
Bıktır yine kendinden İstanbul...

Biliyor musun?
Senden bıkmayı da özledim ben...

Murat Dicle

Çarpışan İnsan

Çarp önce kendinle yüzleştiğin aynaya...
Ayna ki, seni sana yansıtan insandır;
İnsan, kendini görebileceğin bir metadır.
Görebilirsen şayet insandan ötesini;
Görebilirsin,
Kendini, geleceğini...

Sonra çarp kendi kendine!..
Çarp ki yüzleş gerçeğinle.
Çarp bir-iki tokat da geçmişe;
Ve çırp geçmişini bugünle.
Hadi çal geleceğini,
Çarpıp-çırptığın geçmişinle, bugününle...

Murat Dicle

5 Haziran 2014 Perşembe

Ağlamak

Şu doğmuş olduğunuz hayata ne derece iyi niyetle yaklaşıyor olsanız da, hayatın doğurduğu sizin, hayata, hak ettiği gibi davranmadığnız aşikar. Ben mi? Ben de sizinle beraberim. Hayat bize -ki çoğu zaman mutluyken anlıyor insan- sayısız güzellikler sunuyor, ve biz inatla tüm bu güzellikleri görmezden gelip, en görülmemesi gerekeni görüyor ve peşi sıra gidiyoruz; takılıyoruz acının, kederin, hüznün peşine... Afyon bir nevi, çirkinliklerden, kötülüklerden, olumsuzluklardan feyz almak. Uyuşturuyor bizi, onca güzelliği görmezden gelip, peşi sıra takıldığımız hüznün oturttuğu fikrin beynimizdeki salınımı.

Çocukken annemden dayak yedikten sonra kendimi çok iyi hissederdim: Olabilecek en kötü şey olmuş, göz yaşlarım yanaklarımda kurumuş, hüzünlenmiş, dışlanmış hissederdim. Bir müddet sonra rahatlar, kardeşimle kızarmış yerlerimizi gösterip, en çok dayak yiyen kim, diye adeta yarışırdık. Uyuşmuş, zevke gelmiştik aslında. Annem sanırım olayı çözmüştü...

Biz -kimbilir- belki de ağlayabilmek bahanesi adına hüznün peşine takıldık hep. Ağlamak için illa bir nedenimiz oldu; ancak, rahatlamak için ağladı, demesinler, hüzünlendi de ağladı, desinler diye. Ağlamak için cambazlık yapmasak mı acaba? Ağlasak gitsek işte... Uçan kuşun güzelliği karşısında, akan suyun kudreti karşısında, gök gürültüsünde, yağmurda ıslanırken, sevişirken, öpüşürken, ishal olmuşken hatta... Bahanesiyle değil, ben öyle istiyorum, özgürlüğüyle ağlasak hep. Çünkü ağlamak rahatlatıyor insanı. Alkolden de keyifli sanki.

En kısa zamanda, kollarında hüngür hüngür ağlıyacağım sebepsiz, erkek adam ağlar mı, demeyen sevgilimin kollarında... 

Murat Dicle

3 Haziran 2014 Salı

Güllü Mesajlar

Seni seviyorum, demesini beklerken;
Seni seviyorum demek ile birlikte,
Canım, bile dedi mesajlarında.
Sakladım onların hepsini;
Biriktirdim bir bir,
Her bir mesajını özenle.
Dara düştükçe,
Teker teker bakar,
Tebessümle yüzümde güller açar.

Murat Dicle

Deniz, güneş ve kızıl

Dalgalar gibi saçları var;
Kızıl kızıl gün batımı,
Tel tel damlar denize.
Güneşi kıskandırır
Ki hiç olmadığı kadar,
Kızılı yansıtır derinlere...

Deniz fışırdar,
Utanır kadının saçlarından;
Kadının her saç teli
Kızıllığa kafa tutar.

Murat Dicle

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Notaların

Şarkıları senin için çalıyorum.
Notaların her biri
-Ki keşke ah ben yazsaydım-
Sanki seni vuruyor;
Kimi onaltılık, aceleci,
Kimi dörtlük, tumturaklı,
Nadiren birlik,
Gel dibime der sanki,
Ürkütür...

Murat Dicle

30 Mayıs 2014 Cuma

Ağır gelir

Ağır gelir,
Senin, benim, hepimizin sevdası,
Kahpelerin tuttuğu balta da olsa,
Vurmak ağır gelir,
Bindiğimiz, bindirildiğimiz ağaca...

Murat Dicle

Sıyrıldı güneş

Islanmasın diye kaçan güneş,
Yağmurdan sonra fırsat bulamadı,
Gece bastırdı ay ile birlikte,
Doğamadı ta ki
Gece kaçana
Ay batana dek...

Sıyrıldı şimdi güneş
Yerkürenin çebrerinden.
Yüzüme, yüzümüze ışıldıyor.
Günü aydınlatıyor,
Bize sanki,
Hadi kalkın
Gün aydın oldu, diyor.

Murat Dicle


29 Mayıs 2014 Perşembe

Üşüdüm...

Olanca gücüyle damlalarını fırlatıyor,
Yüzüme, bedenime,
Ta içime içime.
Ve ben balkonda,
Sanki hiç yağmur görmemiş gibi...

Üşüdüm,
Yağmurun ıslattığı bedenimin altında.
Yalnız seyrettim,
Yalnız üşüdüm,
Yalnız ıslandım balkonda.

Üşüdüm, Islandım;
Ayaklarımı terlikten çıkarttım,
Bastım ıslak zemine.
Çıplak ayaklarımdan aktı,
Tüm yalnızlığım.

Hatırlattı bana yağmur;
Ve şimşek ve gürültüsü:
Sevgililerim var ya benim,
Nedir bu yalnızlık üzüntüsü.
Kızım var, o var...

Murat Dicle

Sanalda sabah yazdıkların

Son bir kaç gündür yazdığın o sabah yazıları, günaydınlar var ya; ah onlar ne güzel şeyler öyle... Ne mutlu edici kelimeler: Bir gülücük, geçerken uğradım, demeler, üstüne de günaydın, demek. Güne, senin kelimelerinin, senin gülücüğünle başlamak -ki sanal da olsa ne mutluluk verici. Diliyorum kadın; güne, sesinle, teninle başlamayı, aynı yataktan kalkmayı, birbirimizin gözlerinin içine bakarak, günaydın demeyi, diliyorum.

Günaydın, aşkıma ve bu aşka şahit olan her dosta!..

28 Mayıs 2014 Çarşamba

Adın var şiirde

Kadın beni seviyor,
Leke gelmesin diyor.
Kalbimdesin bir kere,
Seni aklarım bende;
Adın da var şiirde.

Murat Dicle

Gün aydın ola

Gecemiz geçmiş ola.
Uykumuz şifa ola.
Görülen rüyalara hayrola.
Son kıpırdanış,
Son göz titremesi,
Hayat ola.
Açtık mı gözümüzü?
Hadi öyleyse,
Günümüz aydın ola...
İşimizde bereket,
Yolumuzda ışık,
Başımızda sağlık,
Sevdiklerimiz hep
Yanımızda ola...

Murat Dicle

25 Mayıs 2014 Pazar

Palyaçoların Hayatı

Öyle hikayeler dinledim ki, kendi derdim dediğim şeyleri unuttum gittim... Konuşmak gerçekten insanları rahatlatıyor. Hele ki, hiç tanımadığınız birileriyle sohbet etmek daha etkili oluyor. Aslında başımıza gelen ani olaylar, hiç beklenmedik gelişmeler, bizlerin çocukken TV de veya sinemada izlediğimiz filmlerdeki "hadi canım, olmaz böyle bir şey" dediklerimizden daha başka bir şey değil.

Bizler büyüdüğümüz için daha çok şeyin farkına varır olduk. Büyüdükçe, gençlikte cesurca aldığımız kararların pişmanlığını yaşar olduk. Alınan toy kararların bu güne sızı vermesi bundan sanırım. Herkesin illa böyle anları olmuştur. Benim hayatımda neler olduğu değil, daha çok, "bize neler oluyor böyle?" diye başlamalıyız düşünmeye...

Evet bize neler oluyor?


Toplum yıkılma sürecinin ortasında sanki. Beklentiler yüksek, elde edilenler beklentileri karşılamıyor. Hani Palyaço'yu düşünün: Boya, onun yüzünü güleç gösteriyor, ancak altındaki hüznü kim bilebilir. Bizlerde hep böyle dolaşır olduk, değil mi?

Ve para, sadece sorunların üstünü örter oldu...


Yukarıdaki satırları 2011 senesinin ortalarında yazmıştım. Bugün biri, bu eski yazımı Facebook'ta beğenince, tekrardan okumama vesile oldu. 2011'lerde oldukça asosyal ve oldukça apolitik biriydim. Yeni boşanmıştım, bir sene öncesinde başlayan ve devam eden bir berekesizlikhepbenimleberaber inancı taşımaktaydım. Sağlığım pek iyi değildi, 125kg olmuştum; saçlarım upuzun ve hiç olmadığı kadar uzattığım sakalım vardı... Velhasıl pek de sağlıklı düşünecek durumda da değildim. Ancak tek bir sabit düşüncem vardı: Para her şeydir...

Evliliğin bitmesi, arkadaşlıkların bir bir yitirilmesi, yeni sevgililerin olamaması, anneyi memnun edememek... İnsanın boyu bile daha kısa görünüyor, parasız olduğunda!.. Hepsi paraya bağlı idi. Paraya bağımlı yaşamak, benim gibi, parayı sadece araç olarak kullanan biri için bile oldukça alçakça görünmekteydi. Maskesizdim, makyajsız bir palyaço gibiydim, paraya tamah edenlerin gözlerinde... Mutsuzdum, para ile mutluluğu yakalamışların, parasız olduğum için beni yerip eziyor olmalarından... Güçlüydüm aslında, parasız da mutlu olabiliyordum icabında: Bir şişe su ile saatlerce kızımla gezip keyif aldığım anları hatırlamak bile büyük mutluluk veriyordu bana. Ben, maskesiz, makyajsız bir palyaço...

Oysa, palyaço değil, bir seyirciydim... 1980'lerden itibaren, makyaj(!) için en iyi malzemeler ülkeye girer oldu. Suretimizi boyayarak, bir çok suretler ürettik kendimiz için, daha çok mutlu görünelim diye... Yeni farklı ayakkabılar, yeni farklı elbiseler, yeni farklı kilotlar, çoraplar, kokular, şapkalar, eldivenler, tişörtler, pantolonlar, yiyecekler, içecekler, arabalar, makyaj malzemeleri, saç modelleri, sakallar, bıyıklar, koca memeler, düz karınlar, kalkık popolar, gergin yüzler, şişkin dudaklar, renkli renkli gözler, bembeyaz dişler, ince kaşlar... Boyandıkça boyandık... Parası olan çok daha iyi boyandı, olmayan borç aldı boyandı, borç alamayan, çaldı da boyandı, icabında kendini sattı da boyandı. Öldürüp de boyananlar olmadı mı? Satanlar çoğaldı... Alıp satanlar, vererek satanlar, çalıp satanlar, doğdukları yeri satanlar, arkadaşlarını satanlar, ülkeyi satanlar, karısını satanlar, çocuğunu satanlar, bahçesini, evini, eski kürkünü, bileziklerini, ciğerlerini satanlar... Boyanma merakı ve arzusu, çoğalttıkça çoğalttı satıcıların sayısını. Satmamak anormal bir durum oldu. Boyanarak mutlu gibi görünen Palyaçolar öyle çoğaldı ki, öyle normalleşti ki, boyasız veya tam boyanamamışlara palyaço gibi güler oldular... Çok komiksiniz Palyaçolar!..

Ve böylece, paranın, sorunların üstünü örten, amaç edinilesi bir araç olduğu kanıksandı. Uğrunda, ülkemde onun için ulvi(!) bir mücadele başladı; halk kitleleri kandırıldı, onun için, ondan daha çok elde etmek için, nice insanlar göçük altında kaldı, öldü ve öldürüldü; kurşunla, taşla, sopayla; balkondan aşağıya, emniyetin, karakolun penceresinden aşağıya atılarak öldüler, öldürüldüler; hep daha fazlasını elde etmek için, yan çizdiler, döndüler, görmediler, demediler, duymamazlığa geldiler... Hep, ondan daha fazlasına sahip olmak içindi tüm bunlar... Hep, haftasonu bir duble rakı için, tüm bunlar yaşanmıyormuş gibi yapılarak geçirildi günler... Sosyal medyalarda günah çıkartıldı: en hümanisti, en mevlanacısı, en nazımcısı, en atatürkçüsü, en müslümanı, en güzel cuma günü kutlamacısı, en dindarı, en insancılı, en çok kedi-köpek severi türedi... Bir yandan günah çıkartırken sosyal medyalarda, bir yandan da aynanın karşısında gece için süsleniyor, dudağımızın kenarındaki kanı siliyorduk, kurbanımızdan kalan son delili... Daha fazla para demek, daha güzel boyanmak demekti. Boyandıkça, oldukça mutlu göründük. Hayatın erdemi, OM değil, PARA idi artık... Vahşi Palyaçolar sizi, çok komiksiniz!..

OM...


1997-98 senelerinde piyasaya yeni çıkmış bir ürün vardı, bir muhasebe programı. Bu ürünün bayiliğini almam için, büromun bulunduğu handaki bir muhasebeci benimle irtibata geçti. Programın bayiliğini alırsam, şöyle iyi ederdimişim, böyle iyi ederdimişim... Evet, güzel tasarlanmış, akıllı bir üründü -ki bir yazılımcı olarak bunu görebiliyordum. Fakat, benim daha çok OM kelimesi dikkatimi çekmişti. Firmanın adı OM idi. Ürünün üreticisi sıfatını taşıyan bir kişi bana OM kelimesinin hikayesini anlattı, yalan yanlış aklımda kalanlar şöyle (kısa tutacağım):

Uzakdoğuda (ki hep böyle olur ya) bir bilge, hayatın anlamını anlatır dururmuş insanlara. Sayfalarca, binlerce sayfa tutan bilgiler verirmiş insanlara. Bu bilgiler, kulaktan kulağa, kalemden kaleme, anlatıla gelmiş durmuş. Öyle bir gün gelmiş ki, o binlerce sayfalık, hayatın anlamını anlatan yazı, sadece, OM, olarak yazılır ve söylenir olmuş. OM, denildiğinde, işte o binlerce sayfalık hayatın anlamı akla gelir olmuş hep. Bu iki harflik kelime, OM, hayatı içinde gizlemiş...

Bugün hayat, harfleri "OM"dan çok, ama yine de binlerce sayfadan kısa bir kelimenin içine gizlenmiş: PARA...

Yaşanmış bir kelime değil PARA, OM gibi; üretilmiş bir kelime bu!.. Yapay, insana, doğaya uyumlu olmayan bir şey bu. ŞEY ile ŞEYLER almaya yarayan, ŞEYLERLE mutlu olunan, mutlu gibi, güzelmiş gibi görünmeye yarayan bir ŞEY'in adıdır PARA... HİÇBİR ŞEY olmak ile HER ŞEY olmak arasında ince bir çizgisi olan bir şey, bu para...

Düşünün ki, BİLGİ'den bile değersiz icabında. Kol kaslarınızdan da...

Düşünün ki, 12 şiddetinde deprem olmuş; barajlar yıkılmış, yollar ayrılmış, binalar un ufak olmuş, milyonlarca insan ölmüş... Üretim durmuş, fabrikalar kapanmış... Elektrik yok, su yok, telefon çalışmıyor, ancak bol bol paranız var... Para, bir HİÇ olmak ile HER ŞEY olmak arasında tam da burada, bu anda ifade edilebilir: Kıçınızı silersiniz artık o kağıt parçasıyla!.. Düştü mü maskeleriniz, aktı mı boyalarınız?!

Çırılçıplaksınız... Bir hiçsiniz... Cahilsiniz... Paranız olamasaydı şayet!..

Ben ne anlattım şimdi bu satırlarda?! Belki her şeyi, belki de hiçbir şeyi... Sadece kendime not düştüm, çocuğuma ve sevdiğim kadına... Tesadüf olur ya, okuyor olursanız, not edin bu satırları, anlatın eşe dosta...

Para değil, bilgi erkiniz olsun; emekli olmak için değil, mutlu ölmek için çalışın, yeter, kâfi miktarda... Dandik bir evin sahibi olmak için 20 sene köpekler gibi çalışmayın; 20 sene en güzel evde kirada oturup, mutlu ölün ve ardınızda mutlu yüzler bırakın: Ne mutlu insandı ama, desinler, köpeğin tekiydi, diyemesinler...

Murat Dicle
25.05.2014












24 Mayıs 2014 Cumartesi

Sevindirik Hatıralar



Şimdi damağımda sen varsın...
En lezzetli yerinden öpmüştüm,
Lezzeti kaldı damağımda;
Aşerdim sanki seni:
Tıpkı bir kadın gibi...

Sevişmelerimiz kaldı hatırımda...
En umulmadık anda
Sarılmıştım sana,
Ve tenimde izin var hâlâ;
Kızmıştın ilk önce,
Döverim, demiştin, seni:
Tıpkı bir erkek gibi...

İçtiğimiz biralar soğuktu...
Yudum yudum akarken
Biralar gırtlağımızdan,
Damla damla dökülmüştü
Gözyaşlarımız yanaklarımızdan;
Anılar hatırlandıkça,
Ağlatmıştı ikimizi:
Tıpkı iki çocuk gibi...

Yolumuz uzundu ve geceydi...
Kalçam kalçana değmişti,
Dolmuşta en önde,
Evine giderken eşilik ettiğimde.
İçim kaynadı,
Yüreğim kabardı;
Omzuna kolumu atmak istedim,
Hiç bırakma, demekti niyetim;
Sindim, çünkü azarladın beni:
Tıpkı suçlu bir çocuk gibi...

Şimdi bu hatıralar
Tebessüm ettiriyor bana.
Velhasıl,
Sen gerçek,
Ben gerçek,
Aşkımız gerçek;
Korkmamak gerek,
Gelecek, gelecek,
En mutlu günler
Bizim için gelecek.
Ama önce sen gelecek,
Ben seni öpecek...

Murat Dicle

Ellerim Seni Çiziyor

Oysa ki sevgilim sen,
Aklımda fırtınalar kopartıyorsun...
Aramadığında,
Yazmadığında,
Tüm bunlar biriktiğinde;
Çalkantılı dalgalar halinde,
Aklımın bir ucundan,
Öteki ucuna kadar
Vuruyorlar bir bir
Acımasızca:
Fikrim oluyor,
Dilime vuruyor,
Zikrim oluyorsun aniden...

Ve dilim yetmiyor,
Ellerim seni çiziyor:
Her bir harften
"Sen" yapmak isterken,
Uzun uzun şiirler çıkıyor ellerimden...

Murat Dicle

23 Mayıs 2014 Cuma

Bir 1 Daha Eklenmesin

1 biz ölmedik.
300 öldük.
1 daha öldük.
Üstüne 1 kez daha öldük.
Yatacağız, kalkacağız;
1 kez daha öldük mü,
Bakacağız?!

Gece sarsın,
1'er kez daha ölenlerin ailelerini,
Sevenlerini.
Bu gece iyi olsun bari,
1 kez daha kötü haber gelmesin.

N'olur, bir 1 daha eklenmesin!..

Murat Dicle

22 Mayıs 2014 Perşembe

Sana seslenen

Düşün ki
Bir dağın eteklerinde,
Evinin bahçesindesin.

Düşün ki
Bahçede çiçeklerin,
Meyve veren ağaçların var.

Düşün ki
Ağaçlardan kopardığın meyvelerdir,
En güzel reçellerinin malzemesi.

Düşün ki
Sofranı süsler,
Bahçenin çiçekleri.

Düşün ki
Biri sana seslenir kapıdan,
Ben geldim, diye...

Ve düşün ki,
O seslenen benim,
Sen mutlu ol diye,
Ekmek getiren...

Murat Dicle

BEN'SEN

Sen, diye başlıyor hep şiirlerim,
Farkında mısın?
Ben, diyemiyorum,
Sen, bende var olduğundan beri...

Sen, ilk günden mahallelim;
Sen, ilk günden çocukluğum;
Sen ilk günden dostum gibi:
Kaybedilmeyecek kadar değerli...

Ve yine sen,
Hep sen,
Ve hep sev'sen,
Eğer sen, ben'sen...

Murat Dicle

Düşünür kadın

Kara saçları kızıla çalmış,
Bu yaşında sevdaya bulanmış.
Ürküyor yeni gelin gibi,
Der durur:
Ah ben ne edeyim,
Nerelere gideyim?

Düşünür kadın, düşünür...
Evlat telaş eder mi
Ki geleceğini etkiler mi?
Ölen geri gelmez amma
Acep bir şey der mi?
Kadınım,
Arzularım var benim;
Velakin Hak reva görür mü,
Ki bir buse versem,
Sevdiğimi sevindirsem?

Düşünür kadın, düşünür...

Murat Dicle

Unutamıyorum, çünkü...

Kısık kısık gülen gözlerin,
Sinsi sinsi düşer düşüme.
Bu yüzden unutamıyorum;
Çünkü seni seviyorum...

Murat Dicle

Zengin Kadın!

Zenginliğindir beni sana çeken...
Zenginliğin;
O güzel yüzün,
Yumuşak yanağın,
Çınlatan kahkahan,
Sen bilirsin deyişlerin,
Of çekişlerin,
Dudaklarını büzüp,
Hayır deyişlerin,
Kafamı bozma
Döverim seni,
Deyişlerin,
Hayır ben istemiyorum,
Derken ki sinirlenişin,
Çocuklarını sevişin,
Beni sevdiğin halde
Söyleyemeyişin,
Kıvranışın,
Ben de sana boş değilim,
Derken ki mahçubiyetin,
İşte böyle dostum, dediğinde,
Yüzünün aldığı ifadendir,
Zenginliğin...

Sen gibi,
Zengin kadın severim ben!

Murat Dicle
22.05.2014

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Terk eden erkekler üstüne...

Erkek tavında dövülür, boş bırakmaya gelmez. Karakteridir erkeğin: ilgi olan yere göçer ve bırakır ilgisizi... Ancak sanmayın ki tahammülsüzdür; o, bekler, bekler değişmenizi. Söylemez ama niye değişmeniz gerektiğini. Bütün erkekler böyledir, demek, kurtuluş değildir, kadın için. Karakterini biliyorsun madem, niye ilgini eksik ettin, ihtiyacı varken sana niye ittin?! O beni nasılsa seviyor, derken, toplumda onu niye rencide ettin? Terk ettiyse şimdi seni, suçlusu, hep o mu sence? Erkek, gerçekten güzel kadının peşinden mi koşar, yoksa aradığı sadece eli yüzü düzgün bir huzur muydu? Bunları bir düşün, kendini de sorgula. Güzelliğin için harcadığın zamanın yarısı bile yeter, bu soruların cevabını bulman için. Erkek dışı güzel kadınla sevişmek, içi güzel kadınla da bir ömür sürmek ister. Sen güzel misin, güzel mi doğdun? Ne mutlu sana öylese, şayet için de güzel ise...

Murat Dicle

Geçmişi unut

Dürüst olabilir mi insan sonsuza değin?
Sonsuz yaklaşmışsa şayet bedenine,
Ruhun, yaşar mı daha öteye, bilinmezken,
Dürüst olabilir misin, az sonra ölecekken?

Allah'ım günahlarımı affet, derken,
Dürüst müsün gerçekten?
Allah bilir...

Peki ya...
Dürüst müsün, kula, kurda, kuşa?
Dönüp düşünür müsün,
Sık sık geçmişi irdeler,
Ben ne günahlar işlemişim,
Ne için af dileyeceğim,
Der misin?

Kırıldıkların sık aklına gelir de,
Kırdıkların gelir mi aklına?
Gelmez mi?
Vah, öyleyse sana,
Vah ki, ne vah...

Geçmişi unut!
Seni kıranları unut...
Kırdıklarını unutma ama!
Unutma ki,
Kırma kimseyi bir daha.

- Murat Dicle

18 Mart

Bu 18 Mart'ta da, Çanakkale Şehitlerini en içten dileklerimizle anıyoruz. "En içten dileklerimizle(!)" Buna inanıyor muyuz?

Biz rahatız şimdi ve iyiyiz. Keyfimize göre gülüyor, keyfimize göre üzülüyoruz. Ekmeğin az pişmiş tarafını kesip çöpe bile atabiliyoruz. Dünden kalmış yemekleri yememek için burun kıvırıyoruz. Rahatız, dedim ya...

Peki ya siz, şehitler? "Rahat uyuyun" desek de, bu yaşananları gördükçe, gerçekten de rahat mısınız yerinizde? Rahatımız batıyor değil mi? Ve hatta doğrusu, acıtıyor! Kalkıp gelmek, ağıza alınmayacak sözler söylemek istiyorsunuz. Ama olmuyor değil mi? Gelinemiyor "ha" diyince oradan. Aslında gelmeyin, size emredilen "ölüm" dahi bizi bu karanlıktan kurtaramazken; tekrar dirilişiniz, gözyaşlarınızla torunlarınıza sövmekten öte olmayacaktır.

Biz şimdi yaşıyorken aslında,
sizinle yatıyor onurumuz;
koyun koyuna.

Yürüyen bedenleriz biz artık,
kimlikli ama adsız.
Mezarınızı da sattık,
Sizler artık masalsınız.

Biliyor musunuz? Biz hiç ölmeyecek gibi yaşıyoruz, fütursuzca! Nasıl doğabilmiş olduğumuzda umrumuzda değil artık. Mutlu değiliz artık: Türk'üz demekten. Dedirtmiyorlar! Çaldılar anıları, tarihleri ve geçmişleri sayfalardan. Uğrunda öldüğünüz bu vatan topraklarında cirit atıyoruz artık, altında bilmem kim yattı bize ne! Böyle diyorlar ve dedirttiriyorlar bize, en doğrusu buymuşcasına. Ve siliyorlar tek tek sayfalardan silüetleri. Adam, hani eskiden derdik ya "Atam", unutturuluyor. Silikleşiyor silüetleri hafızalardan. Onu unutursak eğer, sizi mi unutmayacağız?

Unutuldunuz zaten!
Gerçekten!
Ülke satılıyorken,
Sırıttılar geçmişe, "evet" derken!
Henüz, iki kişiden biriyken,
Korkuyoruz değiştirilmekten.
Siz orada yatıyorken,
Ve biz, iki kişiden biriyken;
Utanıyoruz yaşarken...
Ki ölmekten!..
Siz biner biner ölürken,
Ve siz hala orada yatıyorken,
Ve biz hala sizi kutluyorken,
Ülke satılıyor dörder dörder; harbiden!

Murat Dicle
(18.3.2012'de yazılmıştır)