18 Mayıs 2014 Pazar

Güle güle

Yalnızsam, çok sevdiğimdendir,
Yüksünmeden yüklendiğimden,
Özümsediğimdendir...

Sorarım sana:
Sana sarılmamın suçlusu muyum?
Sevişmemin,
Dudaklarından öpmemin?
Tek suçlu ben miyim,
Seni çok sevmemin?

Acımasızsın sen!
Gönlüm altında bıraktın beni;
Tek,
Yalnız,
Çaresiz
Ve sensiz!...

Peki güle güle...
Sen iyisin,
Ben ise kötü.
Güle güle.
Tek suçlu ben,
İstismar edilen sen!
Aptalca seven...

Murat Dicle
18.05.2014

16 Mayıs 2014 Cuma

Aşığım

Dinledim bu şarkıyı. Ancak hayat devam ediyor. Acı çekmiş olmak demek, bir daha acı çekmemek adına, güzel günleri elinin tersiyle itmek olmamalı! Sen topraksan, ben tohumum... Ekin veremediysek, rüzgardandı, sudandı, havadandı; suçumuz, toprak ve tohum olmak değildi... Yaşıyoruz hâlâ ve bu hayatı sonuna kadar da yaşamalıyız... Toprak ana olmaktan vazgeçme, al, göm beni içine, yeşert. İhtiyacımız var bereketli hasat günlerine, ihtiyaçları var çocuklarımızın, öylesine güzel ürünlere...



(SOMA affet, aşığım...)

13 Mayıs 2014 Salı

Yağmur

Gök gürlemiyor bence, küfrediyor;
Sanki, çıkarlarına yaraşmayan ölümleri görmezden gelenlere...
Yağmur yağmıyor bence, tükürüyor;
Sanki, kendine tanrısal atıflarda bulunanların yüzlerine...
Toprak ıslanmıyor bence, temizleniyor;
Sanki, yeni tohumlar ekelim
Ki her şeye yeniden başlayalım diye...

- murat dicle

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Hep gel

Pazar günü, ömrümce unuttuğum, ve hatta hiç yaşamadığım şeyleri yaşattığın ve hatırlattığın için çok teşekkür ederim sana. Elini tutmak ödülümdür, derken, seni öpebilmek bir ütopyanın gerçekleşmesi gibiydi benim için. Pazartesi, yani bugün, yüreğim öyle çırpındı ki göğsümde, yerinden çıkacak sandım; çıkacak, sana koşacak ve kalpsiz, ve öylece olduğum yere yığılıp öleceğim sandım, bir kere daha elini tutamadan. Gelmem, deme daha, gel yine, özlerim ben seni; gelmezsen eğer, göğsüm dar gelir, seni seven bu kalbime. Hep gel, hep gel, ve hiç gitme...

- Murat Dicle

Koku


Mis kokulu sevgilim;
Sarıldığım,
Teninde cenneti kokladığım...
Gözlerinde kararsızlığı,
Sözlerinde anlamsızlığı okuduğum.
Sesinde kendimi bulduğum,
Geldiğinde sarhoş olduğum;
Sevgilim...
Ömürlüğüm dediğim,
Geleceğimi bahşettiğim,
Çocukluğumu hatırlatan,
Bana çocukluğunu veren,
Dostum, diyen,
Hâlâ, yârimsin, diyemeyen sevgilim;
Kadınım,
Geleceğim,
Söz seni mutlu edeceğim!

- Murat Dicle

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Pek menfi sözler!

Tuşların arasından kendim için, içinde bulunduğum durum için en iyi kelimeleri çıkartmaya çalışıyorum. Bilmem hatırlar mısınız, siz de yaşadınız mı? Babanın çocuğuna, altı kere sekiz? sorusunun cevabını geçiktirmek için, çocuğun, altı kere sekiz mi? demesi gibi, anı geçiştiren, boş boş kelimeler yazıyorum, farkındaysanız. Boş olan, illa dolar... Doldurmaya çalışacağım. Dolduramayacağım ise, kendi yerim olacak. Yerimi dolduracak bir ben daha bulabilir miyim bu hayatta bilemiyorum. Bittim sanki ben. Vaktiyle kendimi, ben ile öyle tıka basa doldurdum ki, kendime yer kalmadı kendimde. Daraldım...

Zoraki özür dilemekten, korkudan özür dilemekten, incinmesin diye özür dilemekten de bıktım. Bıktım artık sebepsiz yere, haketmediğim özürlerden. Benden de özür dilensin, menfaat dilenmesin artık... Menfaatları için verebilceğim menfi de olsa hiç bir şeyim kalmadı. Dilenmesinler, dilesinler. Kendimdeki ben'i boşaltığım bu anlarda, kendimi yine, ben ile doldurmaya mecbur etmesinler. Boşalıyorum... kendime yer açıyorum; susuyorsam, ezik, yapamazmış gibi görünüyorsam, işte bundan. Bilen, susmayacağımı, bilen, yapamamazlık etmeyeceğimi bilir. Sen de bilenlerden ol, beni değil, kendimi bil önce...

Zerdüşt geldi şimdi aklıma: İnsan, hayvan ile üstinsan arasında köprüdür, demişti,  yılanı ve kartalı ile on yıl boyunca inzivaya çekildiği mağarasından çıktıktan sonra. Bahsi geçen üstinsan olabilmek ne mutlu şey öyle; olabilene... Oysa Niçe, hep olamadığı, olmaya imrendiği şeyler için öğütler verdi, Zerdüşt'ü ile. Bir nevî, imamın dediğini yap, yaptığını yapma, demeye gelmez mi bu? Hayatına baksak Niçe'nin, ne acılarla dolu... Oysa, öğütlerine uygun yaşasaydı, acı ondan uzak durmaz mıydı hiç? Niçe hayvan-insan-üstinsan üçgeni arasına düşmüş bir varlık olarak öldü gitti bu dünyadan. İşte göremediği buydu: Şeytan Üçgeni...

İşte benim düştüğüm yer de tam burası; Şeytan Üçgeni... Ömrümün Araf'ında kaldım, kendimi, benden sıyırırken. Bu bir süreç... Sonu üstinsana ya varır, ya da olan tüm aklımı yitirerek, deliliğin dibine vurup, çıldırarak ölüp giderim, tamamlayamadığım bu dünyadan. Çıldırtmayın beni! Size, sevgi ve saygı sunuyorum; çıldırtmayın beni, n'olur?!

Büyük mutluluklar, büyük acıların yanı başındadır. Acı nedir, nereden gelir peki? Senden gelir kardeşim, senden!.. Senin iyin, benim acım olabilir, senin iyine alışamamış ben için. İyi ol, ancak kendin için değil, tümün hayrına ol, olacaksan iyi. Televizyon açık, bir şarkı var, yeni evime taşındığım günden beri takıldığım müzik kanalında hemen hergün dinlediğim:
Beni götür ama yaralarım geçsin,
Geri getir ama seninle iyileşsin!
Beni götür ama yaralarım geçsin,
Geri getir ama seninle...
Şarkı bu; şu anki düşüncelerime pek uygun. Ben, sen olmadıktan sonra, neyim? Bir hiç... sen, ben olmadıktan sonra olacağın gibi. Yani kardeşim, çıldırtma beni. Yokluğum yanına kâr kalmayacak, ararsın bir gün...

Murat Dicle
7.5.2014

4 Mayıs 2014 Pazar

Söylenecek söz

Her insana söylenecek bir söz mutlaka vardır. Ve bir gün, öyle bir laf edeceğim ki, dünya bile bir an durup şöyle diyecek: Bu, bende mi doğdu, ve bende yaşıyor hâlâ? Ne mutlu öylese... Diyecek ve mükemmel bir devinim ile dönecek yeniden. Dönerken savuracak bizleri; kimimizi göğe, kimimizi yere. Ayrışacağız, tıpkı milyarlarca yıl önce, ayrışıkken olduğumuz gibi. Patlama? Olmayacak. Öteki, berikine şöyle diyecek: Ah, ne sözmüş ama. Beriki, peki söz neymiş? Öteki, sev, sev, sev...

- Murat Dicle

Eller yukarı

Bunu yapmak istemezdim;
Silahı gönlüne tutmak,
Zorla beni sevmeni
Hiç istemezdim,
Düşünemezdim bile,
Şu ana kadar...

Zorladın beni!
Şimdi ellerini kaldır,
Usulca gönlünü aç:
Seveceksin beni,
Benim seni sevdiğim gibi.
Mecbursun,
Ölürüm yoksa hemen şimdi.
İstemezsin değil mi, ölmemi?

- Murat Dicle

Göç eden üstüne

Sen gittin, gitme demiştim, dediydik...
Gittin, bizi bıraktın, başka diyara göç ettin.
Terk ettin beni, istemeden...
İstememiştik, gitmeni dilememiştik.
Yapayalnız kaldım, kaldık, sensiziz şimdi.
Hatıran var bende,
Dokunamıyorum hiçbir tene.

Biri var belki;
Seviyor muyum, afaki,
Seviyor mu, hakiki...
İnanıyorum;
Ben afaki,
O hakiki...
Olur mu peki?
Göç eden sana sormak gerek,
Bilirsin belki...

- Murat Dicle

1 Mayıs 2014 Perşembe

BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ, Victor Hugo

BİR İDAM MAHKÛMUNUN SON GÜNÜ, Victor Hugo
BİR İDAM MAHKÛMUNUN
SON GÜNÜ

Victor Hugo
Ne denilebilir ki idamına bir kaç saat kalmış biri için, ne denilebilir?! Hangi söz, mahkûm için teselli olabilir? Üç yaşındaki -ki bir yıldır göremediği- çocuğunun onu tanıyamaması, son vedasında, ne acı, ne talihsizdir, bilir misiniz? Bilemez misiniz? Öyleyse bu çok az sayfalı, çok kahredici romanı okuyun derim. Okuyun ki idamın dehşetini yaşayın.

Hak etmiş ya da etmemiş, biz karışmamalıyız kişinin ölüm hükmü üstünde. Eğer yaradana inanıyorsak, onun verdiği canı, ancak o alır diyorsak, idam, bizim hükmümüzün dışında olmalı. İnsan hükmüne bağlı olmamalı. Ceza haktır, ancak ölüm bir ceza mıdır?!

Yazar, ölüm cezalarının pespayeliği üstüne eğiliyor. Cezanın ölüm ile neticelendirilmesinin değil, daha insancıl cezaların yürürlüğe girmesini diliyor, bu romanıyla. Zaten, romanın yayımlandığı dönemde, eleştri oklarını üstüne çekmiştir Victor Hugo.

Okumayanların okumasını diliyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


30 Nisan 2014 Çarşamba

Kısık kısık gülen

Oysa ben hep seni düşünüyorum; sen beni düşünüyor musun? diye düşündüğüm anları düşündüğümde, senden başka ne düşündüm bilmiyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum, aklıma hiçbir şey gelmiyor; bir tek sen, yalnız sen geliyorsun düş'üme... İnsan çocuğunu da mı düşünmez?! Düşmüyor işte düşüme, seni düşünüyorken. Düşünemiyorum senden başka bir şey; fırsat olmuyor ki
senden gayrisi düşüme düşsün, be hey vicdansız: gözleri kısıla kısıla gülen...

- Murat Dicle

28 Nisan 2014 Pazartesi

Öğle tatilimiz

Çark etti öğle tatili,
Çıktık yola.
İçtik çorbamızı,
Afiyet ola;
Hamdolsun yaradana
Ki bünyemiz şifa bula...
Ve vakit geldi,
Düştük yine yola;
İş var,
Tümün hayrına ola...

Murat Dicle
28.4.2014

27 Nisan 2014 Pazar

KUKLA, Ahmet Ümit

KUKLA, Ahmet Ümit
KUKLA
Ahmet Ümit
Oldukça heyecanlı bir roman olmasına karşın, bu romana gerekli özeni gösteremedim, işlerim dolayısıyle. Ahmet Ümit'in diğer romanlarındaki heyecan ve polisiye analizler, yine bu romanda da devam ettirilmiş. Uygun şartlar altında bir çırpıda okunacak güzellikte bir roman.

Hikaye, Susurluk olaylarına da değiniyor, ve bu çerçevede devam ediyor. Adnan, gezetecidir. Doğan ise üvey kardeşidir. Adnan, sol camia taraftarı, Doğan ise, sağ-ülkücü tarafta yer almaktadır. Ülke çapında aranan Doğan, bir şekilde, Adnan ile iletişme geçer. Her şeyden elini eteğini çekmiş gazeteci Adnan, bu buluşmadan memnun kalmaz, ve bir takım olayların içerisine girmek istemez...

İstemez ancak, kader mi yoksa başka planlar mı bilinmez, tam da olayların merkezi haline gelir Adnan.

Severek okuyacağınıza inandığım bir roman bu.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


25 Nisan 2014 Cuma

Özlemişim seni...

Gel!..
Şimdi gel, özlemişken seni,
Hemen gel.
Haydi, gel...
Hemen şimdi gel.
Özlemişim seni;
Unut,
Unut her şeyi,
Geleceksen şimdi gel,
Tam seni özlemişken.
Gel...
Hadi, hemen şimdi gel.

- Murat Dicle

Yollarda hülyalara dalarken

Sen hâlâ sevemezken,
Ben seni hiç unutmadım.
Buralarda sen vardın.
Şimdi seni arar oldum,
Sokakaklarda gezer,
Yürüdüğümüz kaldırıma denk gelir;
Ah, işte buradaydık
Der, der, hülyalara dalarım.
Arabalar korna çalar;
Ezileceğim bir gün,
Seni düşünürken;
Yollarda hülyalara dalarken...
Ah, ah, ah...

Biz yollarda şakalaşırken,
Bomboştu sokaklar,
Şimdi yolar dolu,
Korna çalan araçlar var.
Küfredenlerini de gördüm;
Selam ettiler camdan bana hep,
Seni düşünürken,
Yürüdüğüm caddelerde.
Ah, ah, ah...

- Murat Dicle

23 Nisan 2014 Çarşamba

Bugün aklıma gelenler (23 Nisan 2014)

Düşünebiliyor musun?
Okuma, yazmayı bile bana bir öğretmen öğretti;
O kadar cahildim...
Ve düşünebiliyor musun?
Çocuktum ben, Çocuk!
Ve hâlâ çocuk...

(Murat Dicle)

---

23 Nisan, ce eeeeeeeeeeee 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramınız kutlu olsun. Kitap okuyan, hayatı sorgulayan çocuklarımızın şerefine: Oleyyyyyyy!..

---

"Popülist dostum olacağına, realist düşmanım olsun. En azından düşmanım, "mış" gibi yapmaz..."

22 Nisan 2014 Salı

Felsefe denemeleri (1)

1. HEMFİKİR GÖRÜNME YOKSUNLUĞU

Kişi, doğrudan ve bilinçsiz olarak, karşısındakinin anlatımıyla ortaya konan veya kendinin anlatımıyla ortaya konan fikrin, doğruluğunu kabullenen karşı tarafın sözlerindeki doğrulayıcılığa, kolayca ve karşı çıkmaksızın hemfikir olamaz; bu, kişide, sanki bir çıplaklık hissi uyandırır ve -otomatik örtünme refleksine benzer- aleni olarak hemfikirliliği onaylayamadığı bu konuda, karşısındaki ile hemfikir değimişçesine bilinçsizce bambaşka yollara saparak, yine aynı temelde hemfikir olduğunu apaçık belli eden davranışlar sergiler. Taraflar aynı konuda gerçekte doktrinsel olarak hemfikirdirler, ancak kişi, hâlâ hemfikir görünme yoksunluğu eğilimindedir. Bir çocukla bile hem fikir olunulabilir, bunu kabul etmeli.

2. FARKLI OLMA ADINA SÜRÜ DIŞINDAYMIŞ GİBİ GÖRÜNMENİN TOPLUMA ve/veya BİREYE ZARARLARINI GÖREMEME

Kişi gerçekte, yani rasyonel olarak, toplumun gidişatının iyi yönde olmadığını bilir. Kendisiyle birlikte binlerce kişi de bu gidilinen yönün doğru olmadığını bilir, ve kişi de bu binlerce kişişin varlığından emindir. Ancak kişi, binlerce kişinin düşünce şekliyle düşünmek yerine, daha farklı -ama daha yanlış anlaşılmaya müsait- düşünceler öne sürer -ki binlerce kişinin de aynı yönde hareket ettiğini bildiği halde. Böylece, kişi, daha kolayca ele alınabilecek bir fikri, daha karmaşık ve herkesten farklı olarak dile getirdiğinde, gerçekte, bu fikirler olması gerektiğinden daha yanlış yorumlanabilecektir. Bu yanlış yorumlama içerisinde ise, binler ve binlere bağlı milyonlar, farklı olarak ele alınan bu fikirleri, olması gerektiği gibi değerlendiremeyip, bambaşka şekilde ele alarak, binlerin ve hatta milyonların arzu ettiği fikir yerine, tamamen hatalarla dolu fikirlere sevk edilmesini sağlayacaklardır. Hatalı fikirlerin sağladığı bu yol, popülaritenin de etkisiyle, toplumu bambaşka yollara sevk edecektir. Toplum artık arzu ettiği konumda değil, popülüreritenin yönlendirdiği bir hatalar olgusuna yenik düşecektir. Bu hatalar seramonisi ise, toplumu yok edecektir, ki sadece sarf edilen popülist sözlerin anlamsızlığı içerisinde. Farklı olamak değil, doğru olmak esastır.

( Denemeler / Murat Dicle )

21 Nisan 2014 Pazartesi

Edebi olmuşuz biz...

Büyük derbi öncesi günlerce atışmalar yapıldı: O mu kazanacak bu mu kazanacak denildi, duruldu. Ve sonra maç başladı, büyük bir sessizlik ortalığı kapladı. Maç esnasında kimse sesini çıkartmadı, çıkartması da yasaktı. Maç skoru belirlenmek üzereydi ki, gözler hakeme dikildi. Bir harketlenme bir mırıldanmadır gitti. Nihayetinde maç bitti. Maçın skorundan memnun olanlar, zaten kazanacaklarına emin olanlardı; skora itiraz edenler de, ulan bunlar yine hileyle, hurdayla sakın kazanmasınlar, diyenlerdi. Hilesiyle, hurdasıyla, hakkıyla, ve tüm haksızlıklarıyla maç bitti. Skorlar resmileşti. Şikayetler alındı, alınmış gibi yapıldı. Hak, yolunu bulacaktır, diye bekleşmeler de başladı. Bekleye dursunlar...

İstanbul'a indim bugün. Olanca gürültüsü patırtısıyla aynı gibi görünüyordu. Bunaltıcıydı, otobüsler, metrobüsler, metrolar... Ter bastı yine her zamanki gibi beni. Basık basıktı her yer, her şey... Bildiğiniz İstanbul'du işte! Hiç mi fark göremedim? Elbette fark vardı. Maçtan sonra evlerine dağılan futbolseverler gibiydi insanlar. Yürürken ağızlarından skorla ilgili, maçla ilgili bir müddet söylemler olsa da, kafalarda hep, ev kirası, elektrip, su, doğal gaz, çocuklar, eşler ve ödenmesi gereken yığınla şey vardı... Zaten ben de bir borç meselesi için dönmüştüm İstanbul'a, hiç hesapta yokken. İstanbul'da doğdum, büyüm ve neredeyse hiç çıkmadım... Yeni yerleştiğim şehirden, İstanbul'a bu gelişimde, çok sıkıldım, çok bunaldım, her zamankinden de fazla. Neyse ki bir yoldaşım vardı, can dostum eşlik etti bana, ta ki tekrar İstanbul'dan ayrılana kadar. Sağolasın dostum...

Milyon tane insanın, milyon tane derdiyle dönen bu İstanbul'un, patırtısı da gürültüsü de, hep bu düşüncelerin yoğunluğundandı. Önceden planlanmış gibi bir oraya, bir buraya giden insanların, düzenli birer yaşantısı olduğu düşünülebilir. İmrenilebilir hatta, TV'deki dizilere öykünerek. Yok ama öyle değil işte! İstanbul, seni, beni, bizleri içine alan bir anafordan başka bir şey değil. Asla senin planına göre hareket etmez. O, seni dilediği gibi döndürür durur. Sen, döndüm geldim evime, desen de, inanma. Seni evine getiren de, işine götüren de İstanbul'un hengamesinden başka bir şey değildi. 

Yabancılar dolmuş İstanbul'a. Minicik, şeker mi şeker çocuklar dolaşır olmuş. Dilenir olmuşlar... Can dostum (aramızda kalsın sevdiğim) yolda gördüğü bu şeker çocuklardan birini ne güzel sevip, okşamıştı. Yine bir çocuk sevindirmişti işte... Bu yeni gelen yabancılardan, fuhuş yapanı da varmış. Yollarda saat satan, sabah işlerine giden zenciler (aşağılamadım, biz böyle bildik ya hep, ve hep böyle tabir ettik) de varmış. "Mış" değil! Var, var...

Onlara, onlardan başka fayda da yokmuş meğer. Gördüm çünkü bu sabah. Bir TV dizisinde, iki FBI ajanının elindeki çantayı sezdirmeden değiştirmesi gibi bir sahneye şahit oldum. Güzel, sağlıklı zenci bir kız, hızlı adımlarla yürüyerek geliyordu benim olduğum yöne doğru. Önümde dilenen, karı, koca ve bir minik şeker çocuk vardı. Kız, hızla elindeki poşeti, çaktırmadan, dilenen adama verdi. Ve ne sağa, ne sola bile bakmadan, doğruca yoluna devam etti, yarım saniye bile duraksamadan... Poşeti alan, sanki bu durumla sürekli karşılaşırcasına, poşetin içine bile bakmadan, yavaş adımlarla yürmesine devam etti. Bir şeyler mırıldandı karısına ancak anlamadım. O bakmadı poşete ama ben baktım. Belliydi zaten içeriği: Yiyecek!..

Ben bu yazıyı yazarken niye konu İstanbul'a geldi, bilemedim şimdi. Yoksa, özledim mi ne?

Ölenleri, öldürenleri, kıs kıs gülenleri, hak yiyenleri, vatan hainlerini, halk düşmanlarını anlatacaktım, bir bir... Bağıranları, çağıranları, olmaz böyle şey, diyenleri anlatacaktım, hep. Adalet yerini bulacak, diyenleri anlatacaktım. Sosyal medya kahramanlarını anlatacaktım. Ama gelin görün ki, konu İstanbul'a geldi. Edebi bir hal aldı birden bire, bu yazı. Aslında, sadece bu yazı değil, son 12-13 senede olmadık acılarla yüz yüze gelmiş tüm ülke halkında da bir edebilik var gibi. Sosyal medyalarda olabildiğince şiirler, şarkılar paylaşılır oldu. Sanki her şey güllük, gülistanlıkmış gibi, kendimizi şiire, gazele vermişiz. Boşlamışız be...

Bitmişiz biz!..
Müstahak mı ne bize?!

HE, DE, GEÇ...

Şehir değiştirdim de
Bir seni değiştiremedim yüreğimde.
Şehirler arasında gidip geldim de
Unuturum diye,
Unutacağım ki zaten, diye diye.
Olmadı işte!
Şehirler değişti de gözlerimde,
Sen değişmedin yüreğimde.

Yoldaşımsın, can dostumsun;
Sözüm söz!
Ama kızma n'olursun?
Bırak, ben kendi kendime eyleşeyim,
Kendi kendime hep seni seveyim.
Kızma n'olursun,
he, de, geç...

Murat Dicle
21.4.2014

13 Nisan 2014 Pazar

Matem bitsin artık, düğün başlasın...

İnsan çoğu zaman etrafındakilerin farkına varmaz; kimin zalim, kimin iyi, kimin sevgili ve kimin bir hiç olduğunu göremez... Farkına vardığımız tek şey, etrafımızdakilerin sayısal değeridir. Sayısal olarak kalabalık varsa şayet, etrafımızda dostlar, arkadaşlar, insanlar var deriz, kendi kendimize. Ve kendi kendimize yine deriz ki: ne mutlu bana, yalnız değilim... Oysa hep yalnızızdır!.. Fakat öyle bir gün gelir ki, bir kişi, sende farkındalık uyandırır. Hiç ama hiç farkında olmadığın bir duyguya kapılmana sebebiyet verir. Asla! dediğin bir duygunun onda yeşerdiğini görürsün. İncitmeden büyütürsün içinde, sakınırsın hep, herkesten ve her şeyden; kimsecikler bilmez senden başka!..

Cinsini, cibiliyetini bilmediğim bir ağacın altında oturuyordum, ve ay, yarımdan hallice bizden epey uzaktı. Tek değildim ve tek dileğim de değildi, böylesi güzelliklerin altında yalnız oturmak. Yanımda, sadece benim kendi kendime sevdiğim, kendisinin bunu bildiği ancak beni sevemediğini sürekli söyleyen bir kadın vardı. Seviyordu beni ama öyle değil işte; benim onu sevdiğim gibi değildi sevgisi... Kimbilir belki de düşündüğümün aksine, benim onu sevdiğim gibi seviyordu beni. Oysa ondan duyduğum tek şey, biz dostuz, istemiyorum! oldu hep... Ne denebilir ki başka!.. Yalan söylüyorsun, ağzın yalan söylüyor, gözlerin aksini söylüyor, yüreğin sözlerine gülüyor mu demeliydim? Belki çok şey söylemeliydim, seni seviyorum, demekten başka. Biliyorum... En korkuncuydu, seni seviyorum, demek! Çünkü, karanlıktı, ay vardı, çimenlerin üstünde bir sen bir de ben vardım, yaprakların hışırtısı ve uzaktan gelen insanların gülüşmeleri vardı sadece. Seviyorum seni, demeden bile ürküyordun oysa benden; ama seviyordun beni, biliyorum; uzaklaşamıyor, kaybetmek de istemiyordun. Sen mezarcıydın oysa, kalbine gömdüğünle yaşamayı bilen, bir mezar taşı kadar dik yürüyen, korkulması gerekendin sen; ürkmesi gereken de ben... Ayın altında ağaç, ağacın altında ben ve yaprakların hışırtısıyla karışan uzaktan gelen insan gülüşmeleri ve sen; yüreğinde bir tabut taşıyan öte dünyanın meleği, onun sevgilisi, benden çok ötesi; işte sen: mistikler kraliçesi, mezalık bekçisi, dünyanın en korkulası kişisi; İstemiyorum, dese de, hep sevdiriyor kendini... Ahhh, ben nasıl kapıldım bu rüzgara! Rüzgar mıydı ki oysa? En fırtınalı havalarda alabora olmayan ben, üfürüksüz bir bakışın, cıvıltılı sözlerin ve yaydığı sıcaklığın karşısında devrildim, yittim suyun derinliklerine; tıpkı zıpkının ucundaki balinanın, balıkçıyı dibe çekmesi gibi... Avım, avladı beni! Ta derinlere çekerken nefessiz kaldığımda anladım sana aşık olduğumu, seni çok sevdiğimi ve sen ne dersen de, senden vazgeçemeyeceğimi...

Bıçak Arası nasıl bir şey, demiştin Konyalı Etli Ekmek restoranın önünden geçerken. Ben, bilmiş bilmiş, tandır et, falan demiştim. Oysa dün Bıçak Arası'nın kıymadan değil, ince kıyılmış kuşbaşından Etli Ekmek olduğunu öğrendim, restoranın mönüsüne bakarken. Hafif bir tebessüm yayıldı yüzüme ve yine aklıma düştün sen...  Hep düşüyorsun ya zaten, bahane aramaya gerek yok, aklımda hep sen, hep sen, hep sen... Fikrimi geçtim, Ay'a zikrim oldun, dileğim sen oldun hep Ay Dede'den... Bıkmış mıdır acaba benden?! Çık aklımdan git, n'olursun, allasen... Hayır, hayır... Gitme, n'olursun kal! ben giderim, denerim gitmeyi senden öteye. Düşünmemeye çalışırım seni, başımı kuma gömer, gezdiğimiz, geçtiğimiz yerlere gitmemeye çalışırım. Aklıma düşmemen için ölü taklidi yaparım; ölmüş balık gözüyle bakarım güneşe, aya ve her şeye. Gitme sen, kalman gerek buralarda -ki senin varlığına ihtiyacı olanlar var etrafında. Kal sen, kal!..

Dün sohbetimizde sana çok güldüm, yaptığın espriyle. Ben restoranda Mevlana yedim, dedim, sen, Mevlana ne olursan ol, yine gel, dedi ama beni ye demedi, dedin. Biraz gülüştük, şakalaştık, esprilerin bokunu çıkarttık, ve tükettik "benim seni sevdiğimi, senin de, benim seni sevdiğimi bilmiyormuş, oralı değilmişiz" anlarını. Ve başladı yine, senin itmelerin, benim hüzünlü sözlerim; senin üzülmelerin -ki bana, benim, boş ver üzülme, deyişlerim... Yine ayrıldık, tıpkı daha öncesindekiler gibi. Yine uzaklaşmak istedin, bir kaç kez daha yaptığın gibi. Telefonunu ya da mesajlarını bekliyorum, biliyorum gelecek, daha önceleri olduğu gibi. Yanlış anlamayacağım, çünkü zaten biliyorum beni sevdiğini; kabul etmiyorsun ya işte bunu, üzülüyorum, çok üzülüyorum be sevgili...

Aklımdan çıkmıyor, o gece seni yolcu etmek için servisi beklediğimiz anlar; hele, servis kapısında bana sımsıkı sarılışın, ilk defa bedenlerimizin birbirine değişi... Ne büyük mutluluktu o an benim için. Neler vermezdim bir ömür boyu böylesi sarılışlar için. Hep, hep sarılman, hiç, hiç gitmemen için, neler vermezdim, neler!.. Zor mu ha, böylesi mutlulukları yaşamak, zor mu?! Bu kadar gerilmen, kendini kendi içine, onunla kendini aynı tabuta gömmen, doğru mu ha?! Nereye kadar gidecek bu böyle, ne kazanacaksın, ödülün ne olacak?! Onun tabutunu cilalerken kazandığın takdir, söndürdüğün bu canlı kalbimin vebalinden alacağın günahı bertaraf edebilecek mi?! Öte tarafa geçtiğinde bir gün, iyi etmişsin kızım, iyi etmişsin mi diyecekler sence?! Ödülün şu olacak belki: En iyi bekleyen, en iyi ıskalayan, burnunun dibindekini göremeyen, kalpleri karartan, en, ama en kadın kişi, çok şey yapıp, hiç yaşamayamamış hatun kişi ödülü... Yüzünü tabuttan çevir, dön bana, sımsıkı sarıl şimdi. Hadi!..

Özür dilerim, tüm bunları yazdığım için özür dilerim. Tabut dediğim için, ölü dediğim için özür dilerim. Mezarcı dediğim için... Ama gerçekler var şimdi, yaşayanlar için. Sen için, ben için. Ölmedik daha, hayat bize göz kırpıyor; Ay gibi, yıldızlar gibi... Seni sevdiğim için özür dilerim, sana aşık olduğum için. Seni zor duruma soktuğum, bana üzülmeni sağladığım için... Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim...

Yazacak çok şey var, yüzüne söylenecekler var. Seninle yapılacak, seninle yaşlanacak kadar yaşanacak çok şeyler var. Koca bir dünya var, yaşayanlara yetecek kadar. Matem bitsin artık, düğün başlasın...

13.04.2014
Murat Dicle

12 Nisan 2014 Cumartesi

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin

ÖLMÜŞ EŞEK, Aziz Nesin
ÖLMÜŞ EŞEK
Aziz Nesin
Sakarya'ya gelmeden önce -ya da geldim de tekrar İstanbul'a uğrayıp tekrar Sakarya'ya geri dönmeden önce, Bakırköy tren istaysonunun üstündeki köprüde bulunan bir kitapçıda rastladım bu kitaba. Aha, dedim, antika bir kitap buldum.  :) Düşün Yayınevi Mizah Serisi, Yeni Matbaa, İstanbul - 1957. Fiyatı mı? Fiyatını duyunca antika olmadığını anladım. Bildiğiniz iki lira... 2 TL'ye aldım. :)

Gelelim kitaba. Aziz ustamız -ki şahsen benim çok hoşuma giden- yine harika bir öykü/roman çıkartmış ortaya. Hiciv sanatının inceliklerini gayet güzel kullanmış. Bu defa toplumsal vurdumduymazlıkları eleştirmiş. Kitabın sonunda ayrıca iki kısa öykü de var ve bu öyküler de yine eleştiri içermektedir. Hem halkı hem de kamu hizmetlerini mizahi bir dille eleştiriyor üstad.

Ölmüş eşek, arkadaşı Eşek Arısına, tahtalıköyden mektuplar yazıyor. Ölmenin mi yoksa yaşamanın mı zorluğunu dile getiriyor. Ölmüş Eşek, aman, diyor, ölmek, yaşamaktan da zor...

Kitaptaki Ölmüş Eşek'i ben Aziz Nesin'in kendi olarak algıladım. Ölen kişinin, camia tarafından sevilmeyen  bir gazeteci/yazar olduğu anlaşılıyor. Aziz Nesin, ölsem de çile çekmekten kurtulamam, demiş sanki, ta 1957'den. Yine isabetli bir tahmin atmış ortaya bu öyküsü ile. Vaktiyle bu ülkedekilerinin yüzde bilmem kaçının "aptal" olduğu tahmininde yanılmadığı gibi; Ölmüş Eşek ile, kendisinin öldükten sonra da çile çekeceği tahmini yanlış değil gibi...
"Yaşarken, insanların bana verdiği gözyaşlarını, imbikten üzüm suyu çeker gibi kahkahaya çevirmeye çalıştım; insanlarin hep, hep gülmeleri için."
 Ya işte böyle... Yazar bizleri güldürürken -ki oysa ağlayacak halimize güleriz hep, düşünmemizi, gerçekleri düşünmemizi diledi hep. Ölmüş Eşek'ten bir alıntı yaparak bitireyim yazımı:
İşte sevgili öğrencilerim, dedi, uzun zamandan beri açtığımız kafataslarında görmediğimiz beyin budur. İnsan bedeninde, bademciklerden, kör barsaktan daha faydasız, zararlı bir uzuvdur. İnsan kafatasında teşekkül eden beyin isimli bu ur'un, insan başını belaya sokmaktan başka bir işe yaradığı görülmemiştir. Şimdi merhumun daima başının neden belaya girdiğini, daha iyi anlıyoruz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


10 Nisan 2014 Perşembe

KIŞ GÜNLÜĞÜ, Paul Auster

KIŞ GÜNLÜĞÜ, Paul Auster
KIŞ GÜNLÜĞÜ
Paul Auster
Bu yazarın okuduğum ilk kitabıdır. Yazarın anılarını anlattığı kitabı ile başlamak iyi oldu bence. Böylece ileride kitaplarını okuduğumda kendisini daha iyi analiz edebileceğim.

Paul Auster, 3 Şubat 1947 senesinde New Jersey kentinde doğmuştur. Yazar anılarını anlatırken kendi yaşamında bir ileri bir geri gidip gelmektedir. Kendinin, kendine yazdığı bir dil kullanılmış.

Kitap bir anı romanı diye edebi olmaktan uzak sanılmasın. En azından bana göre anlatım dili çok farklı geldi. İlginç bir anlatım şekli.

Okumamnızı diliyorum.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

1 Nisan 2014 Salı

KOCA KIZ SENİ

Delisin sen be kızım,
Zır deli...
Zillere basıp kaçan çocuklar gibi,
Bir gösterip,
Bir saklıyorsun kendini...
Delirtiyorsun beni,
Bunun bal gibi farkındasın,
Öyle değil mi?!

Koca kız seni!
İnat ediyorsun,
Kabul etmiyorun beni;
Kafan karışık tabii,
Koyver kendini,
Hadi!..

1.4.2014
Murat Dicle

31 Mart 2014 Pazartesi

KIRKI DEVİRMİŞ MİNİK KEDİ

Sor bak bi!
Göreceksin nasıl da kıvırdığını.
Hele bi git sor,
Çekinme,
Göreceksin dediğim gibi.

Aşka gelirim demişti;
O zaman ben de bekliyorum,
Demiştim...
Ama şimdi öyle demiyor;
İterim seni, diyor.
Gelirsen beni sevmeye,
Döverim seni, demeye getiriyor...

Sor bak bi!
Sen de göreceksin,
Benim neler çektiğimi...
Ah! bi ben bilirim,
Bi ben bilirim...

Küçük seni!..
Kırkı devirmiş minik kedi...
Küçücük aklınla,
Sallarsın anca memelerini,
Gelmez ama benim gibisi.
Kaparlar seni,
Limon gibi sıkarlar,
Memelerini.
İstemezdin oysa değil mi,
Seni böyle ellemelerini?!
Dedim ya,
Gelmez daha benim gibisi...

Hadi git sor şimdi bi!
Sen de sor,
Gör bak ben neler çekmişim,
Yaşa sen de...
Sen de göreceksin;
Kâr kalacak ancak
Ellediğin memeleri,
Seni def ederken
Kırkı devirmiş bu minik kedi,
Kahkahalarıyla üzerken seni...

31.3.2014
Murat Dicle

28 Mart 2014 Cuma

MEYHANE, Emile Zola

MEYHANE, Emile Zola
MEYHANE
Emile Zola
İçki her türlü kötülüğün başıdır, diyor yazar bu romanıyla adeta... Mutlu bir başlangıcın, içki ile nasıl acı bir şekilde son bulduğuna şahit oluyoruz.

Gervaise, Lantier ile çocuk denilecek bir yaşta birlikte olur ve köylerinden kaçıp, Paris'e yerleşirler. Paris'te kısa bir süre güzel bir yaşam süren -ki henüz resmi evli değillerdir- bu çift, bir müddet sonra paralarını tüketirler. Lantier yarım yamalak eve para getirecek işlerde çalışır. Asıl işi şapkacılıktır. Bu arada iki de çocukları vardır. Bir gün, Lantier evi terk eder. İki çocukla baş başa kalan Gervaise, yeni ve yabancı olduğu bir mücadeleye girer. Çamaşırcılık yapmaya başlar. Bu sırada Coupau ile tanışır. Coupau, Gervaise'i sever ve onunla evlenmek ister. Gervaise sürekli kaçar, çünkü artık evlilik defterini kapatmıştır. Erkeklere güvenmemektedir. Fakat Coupau peşini bırakmaz. Oldukça efendi tavırlar sergileyen bu aşık, sonunda Gervaise ile evlenmeyi başarır. Gerçekten her şey güzel başlar. Ta ki o olay oluncaya kadar...

Emile Zola'nın doğal bir dille anlattığı bu hikaye sizi içine çekecektir. Yazar oldukça etkili yazmış. Okumanızı dilerim.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

16 Mart 2014 Pazar

KiMYA HATUN, Saide Kuds

KiMYA HATUN, Saide Kuds
KiMYA HATUN
Saide Kuds
Yazarın kadın olmasından mı yoksa gerçekten bunlar yaşandığından mı bilinmez, bu kitaptaki erkeklerin neredeyse tümü "kötü"; özellikle Mevlana ve Şems... Soğuttu bu kitap beni, Mevlana'dan da Şems'den de!..

Kerra Hatun oldukça güzel bir kadındır. Kocası öldükten bir sonra kendisiyle evlenmek isteyen Mevlana'ya varır. Kitaba göre bu yaptığı en büyük hata olacaktır. Belki de Kerra Hatun'un kibrinin cezasını -ki kitapta kibriyle ilgili bir belirti yok, bu benim tahminim- bu şekilde vermiştir. Kerra Hatun'un kızı Kimya, genç kızlığına Mevlana'nın haremindeyken adım atar. Oldukça dikkat çekici güzelliği olan Kimya Hatun'a "küfürbaz, lanet ve afaki" bir adam talip olur: Tebrizli Şems...

Anlatımı güzel ve akıcı. Kimya Hatun'un evliliğinden ziyade, çocukluğundan evliliğine kadar olan kısıma daha çok yer verilmiş kitapta. Beğeneceğinizi umuyorum.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

Ne ol ne de olma

Ne iste ne de bekle
Ne de ne de dinle
Ne ol ne de olma
Ne bak ne de gör
Ne kal ne de dur
Ne var ne de yok
Ha sen ha da bok

Murat Dicle

12 Mart 2014 Çarşamba

Ekmek taş olur bazen...

Bir çocuk taş da atar, tükürür de, bu öldürenin mazereti olamaz; dedik ya çocuktur diye... Kafası yarıla yarıla büyütülen bir kısım neslin, bugün, dün veya gelecekte, hakkını aradığı için öldürülenlere, oh olsun, demelerini de yadırgamamak gerek. Onlar kin, nefret ve vicdansızlıkla büyütülmüşler. Şimdi sizler ne deseniz deyin, onlar için boş laftan öteye geçmeyecektir. Yarın seçim olsun yine aynı partiye oy verecekler, yarın aynı yanlışı yine yapacaklar, yine sadece bu dünyada kendilerinin yaşadığını ve insanların sadece kendileri için var olduğunu düşünecekler. Allah'a yakaracaklar, yetimin hakkını bir yandan yalayıp yutacaklar, öldürecekler, ölenlere, oh olsun, diyecekler. Değişmeyecek yani bunlar. Zor...

Peki ne yapmalı?
Biz tüm bunlara katlanmayı başarmalı, onların bir yandan doğal yollardan ölmesini beklerken, bir yandan da yeni, yepyeni bir nesil yetiştirmeliyiz. Bu yeni neslin yetiştilmesinin önüne geçenlerin önüne geçerek, dur, demesini bilmeliyiz. Savaş, bu bahsettiğimiz kişilere karşı değil, sisteme, bu tip düşüncelere sahip kişilerin üretimini sağlayanlara karşı olmalıdır; algı gücü yükek, hümanist ve akıllı bireylerin yetişmesinin önüne geçenlere karşı olmalıdır bu savaş.

Yitirilenler için ağıt yakmaktan başka yapılacak hiçbir şey yok belki şuanda; ancak hiçbir ağıt da yitirilenleri geri getirmeyecektir, biliyoruz değil mi bunu da?!

Hadi şimdi çocuklarımızı karşımıza alalım -kin, nefret gibi duyguları aşılamadan- aklın yoluyla geleceklerini, yaşayacakları bu ülkeyi nasıl tasarlayabilecekleri doğrultusunda nasihatlar verelim. Ancak öncesinde, bu nasihatlara sıkı sıkıya bizler sarılalım -ki çocuklarımız da inansınlar tüm anlatılanlara.

Tümün hayrına olması adına yapılan eylemlerde yaşamını yitirenlere Allah'tan rahmet diliyorum.

Murat Dicle

9 Mart 2014 Pazar

Karamsar

Bastığım her adımda çıkan sesler kulağıma yiyecek bir şeyleri çağrıştırıyor. Epey vakit oldu bir şey yemedim. Her adımda bir, kağıt helvamdan bir ısırık alıyormuşum gibi geliyor bana. Olmayan kağıt helvamdan. Ah şimdi olsaydı yiye yiye ne güzel giderdi.
İnanılacak gibi değil, koca İstanbul'da E-5 kar nedeniyle kapandı ve hiç bir araç Çobançeşme'den öteye geçemiyor. Yürüyoruz; otobüslerden, minibüslerden ve hatta özel araçlardan inenlerle birlikte -tıpkı bir eyleme gidercesine- evlerimize, sevdiklerimize ya da belki bilinmeyen bir yere... Yani şimdi düşünüyorum da, bu karda, yollarda yürüyen insanların her birinin aklında kimbilir neler vardır. Şu ilerideki kadın... Kimbilir ne düşünüyor, başına önüne eğmiş öylece yürüyor. Üşüdüğü ve yağan karın yüzüne gelmemesi için mi öyle başı önünde, kapşonunu siper etmiş yüzüne? Peki ya, oğluyla yürüyen şu adam... Gerçekten oğlu mu acaba? Belki dayısı ya da amcasıdır. Kimbilir belki de çocuğu kaçırmıştır ailesinden. Çocuk küçük ya, ne bilsin kaçırıldığını; oynuyor bir yandan yerdeki karlardan kartopu yaparak ve adama atarak...
Akşamın sekiz otuzunda yollarda yürüyen, işten çıkıp bitab düşmüş olması gereken bu karzedelerin, oldukça yorgun görünmesi gerekirken, nereden gelir bu enerji? Nedendir bu oynaşmalar, cıvıldaşmalar?! Herkes, yani belli ki tanıdıklar aralarında kartopu oynuyorlar. Ne mutlular ama öyle... Yalnız yolculuk edenlerin kimi karda oynaşanlara bir müddet bakıyor ve yollarına devam ediyorlar, kimi de hiç görmemiş gibi öylece süzülüp gidiyorlar yanlarından, sanki bir belaya bulaşmamak için büyük adımlarla uzaklaşıyorlar. Gidene takıldığım yok da, şu karda oynaşan, gençlikten biraz geçkince olan insanlara taktım kafayı. Devam eden kar yağışı nedeniyle -okulların tatil olmasına sevinen çocuklar gibi- yarın işyerlerine gitmeyeceklerine, gidemeyeceklerine mi sevinirler de böylesine çoşarlar bu soğukta? Allah canınızı almasın emi! Ne mutlular öyle... Peki ben niye mutlu değilim?
Bir sigara olsa belki beni mutlu ederdi şimdi. Birinden istesem kesin ikram eder bir dal sigara, ama bunu yapacak kadar kendimi güçlü hissetmiyorum. Hadi ama dostum, alt tarafı bir sigara, ne gücünden bahsediyorsun, dilencilik yapmıyorsun ya, iste birinden n'olur sanki? Yapamam, yapamam! Benim için çok zor bir şey bu. Zaten sigaraya başlayalı bir sene bile olmadı. Hay allah neden başladım ki bu merete. Nasıl isterim, kimden isterim bir sigara? Yapamam, yapamam!.. Neler yaptın neler!.. Bir sigara istemekten mi çekiniyorsun şimdi? Evet çekiniyorum. Utanıyorum. Param olmadığını anlıyacaklar gibi geliyor bana. Yahu abartma sende! Nereden bilecekler parasız olduğunu? Sigaranın bittiğini, evde bir karton sigaran olduğunu söylersin, falan filan yani. Yalan mı yok sigarasız kalan insan için. Git iste birinden. Al bak şu ilerideki adam yeni bir sigara yaktı. Git ve rica et! Yapamam, yapamam... Adi herifin tekisin dostum sen. Neyini yapamayacakın, neyini? Al tarafı bir dal sigara işte. Sen değil misin yanında çalışan adamın bir maaşını ödeyemeyip bir de üstüne yarım maaş kadar adamdan borç alan? Ha buna ne diyeceksin?! "Yapamam, yapamam..." da neymiş öyle. Bal gibi yapabilirsin. Git birinden bir sigara iste! İstemiyorum, vazgeçtim. İçmeyeceğim!..
Hem küçücük şeyler için onurlu davranışlar sergiliyorum, hem de bir yandan, her şey yoluna girecek teranesiyle milleti söğüşlüyorum. Bilerek mi yapıyorum peki bunu? Elbette hayır. Bari ödeyebilsem. Ödeyemiyorsan niye istersin be adam? Valla ne güzel meslek edinmişsin kendine. He valla, orospu çocukluğundan ne farkı var değil mi? Aynen!.. Şu taşın altında para var mıdır acaba? Haha! Kafayı yemişsin oğlum sen, sıyırmışsın! Yürü git yoluna. Baksam ne çıkar? Belki de gerçekten para vardır. Ya da bir külçe altın vardır. Yok yahu, külçe altın olsa onu nasıl satarım ki? Demezler mi nereden aldın bunu diye? Derler tabii. En iyi çıkacak şey bir deste para olsa gerek. Hadi olsun olsun bir kese çeyrek altın da çıkabilir. Bir kesede kaç çeyrek altın vardır? Şimdi bir kese çeyrek altın mı yoksa bir deste iki yüz TL mi daha kıymetli. Bunu bir ara araştırayım. İlginç yani, bak şimdi kararsız kaldım. Fakat şu an, nakit, "keş" para çıksa daha makbule geçer. Yeminlen geçer... Saçmalaya saçmalaya benzin istasyonuna kadar geldim bile. Aferin bana.
Bu istasyonun içinde bir lokanta var. Yandım Çavuş Ayranı diye de tabelası var. Hele bu karda soğukta ne iyi gider bol köpüklü bir ayran. Tuzlu tuzlu, açlığımı da bastırır. Şimdi yoldan bir adam beni durdursa ve dese ki: Bir dal sigara mı yoksa bir bardak bol köpüklü ayran mı içmek istersin? Ben ısmarlayacağım. Evet güzel soru! İkisi de sözel olarak "içme eylemi" içeriyor. Ayranı gerçekten içeriz. Peki ya sigarayı? Sigara aslında içilmez, tüttürülür. Böylece, no smokink, ne demek daha iyi anlıyorum. Elin oğlu ne güzel açıklamış kardeşim. Açıklar abi, onlar eloğlu. "Elin yaptığı, bele çok gelirmiş." Neyin neye yaptığı ne gelirmiş?! Saçmalama yahu! Kafandan uyduruk atasözleri mi üretiyorsun şimdi de? Haha... Yemişim kafasını. Sigara içemedikten sonra, Yandım Çavuş Ayranı içemedikten sonra ben neyleyeyim bu kafayı.
"Heyy seksi leydi, ay layk yu for..." Bu ne lan! Şarkıya bak... Oh, şimdi bu karda seks yapsam ne feci bir şey olurdu ha! Kiminle yapmayı düşünüyorsun dostum? Ne bileyim ben ya! Şarkıda "seks" diyince, birden seksim geldi işte. Neyseki gelip geçici bir şeydi bu. Paran yok, pulun yok, seks düşünüyorsun. Yani şimdi bir kadın çıksa dese ki sana, bir dal sigara ver vereyim, verebilcen mi ablama ki sana versin? Offf, off... Nereden geliyor bu ses... Araba sıcak tabii, müzik seksi, eh elde de sigara, park etmişler benzin istasyonuna, tütürüyorlar. Allah bilir ya ayran da içmişlerdir lokantadan. Yasak değil mi lan istasyonda sigara içmek? Şimdi ben şikayet etmez miyim sizi? Gidip söyleyeyim, burada sigara içemek yasak, ancak bana bir dal sigara veririseniz sizi ispiyonlamam mı desem acaba? Acabalar kovalasın oğlum seni. Yürü git yoluna. Haklısın bir dal sigara istersem düşük bir adam gibi görünürüm, değil mi? Tam bir paket istemek caizdir sanırım. Sanma! Soldan ağrı yürü yoluna abicim. Devam et! Nasıl devam edeyim ben, nasıl? Yılmışım ben, bitmişim ben. Sıkılmışım, içim boşalmış. Bitmişim ben. Bunu daha önce demiştin, bitmişim, diye. Derim, derim işte. Biten ben değil miyim? İstediğim kadar derim işte. Diyecem, diyecem... Çocuksun sen! Evet çocuğum. N'olmuş?! Ebenin nikahı olmuş. Ya öyle mi, ne zaman?.. Yürü abicim, yürü; soldan soldan devam et, geç ayranlı lokantayı, geç istasyonu. Devam et yoluna...
Yoluma!.. Yolum yol mu ki benim? Sormak lazım. Yarına bir planım yok. Tıpkı bu yolun beni götürdüğü gibi yürüyorum öylece hayatımda. Yol olduğu sürece yürüyorum. Ya yol biterse diye bir planım yok. B, C planlarını bırak, bir A planım bile yok. Kedim? Vallahi bir kedim bile yok. Ya olsaydı? Keserim lan o kediyi. Yerim! Karnım aç benim... Yazık be! Çok yazık sana be adam. Düşmüşsün sen! Bitmişsin harbiden! Kedilerden, taşların altlarından medet umuyorsun sen! Bir sen, bir ben, bir de kızımız olacaktı halbusiki! cümleten. Püfff... Kulağa Mükemmel Gelen Cümlelerin Mükemmel Anlaşılmazlığı dalında Oskar veriyorum size beyfendi. Oskar değil lan o, Pulitzer olacaktı. Pulitzer de değil ki ibnenin evladı; Nobel, Nobel... Vayyyy, Nobel'i de biliyosun ha? Aferin lan! Hadi yürümeye devam et, az kaldı evine... Evim değil orası benim. Evim değil! Değil evim. Evim değil evim. Hom sivit hom, değil. Değil bi'sikim benim. Evim yok benim. Neyin peki?.. Düşmüşlüğümden haz alıp, bana kucak açıyormuş gibi görünerek, iyilik meleği payesinde olduğunu sanan, sağda solda bunları anlatarak, ne iyi bir insan, övgülerini alarak, oysa bana her türlü orospu çocukluğunu yapan ama benim de sanki hiç bunları yapmamış gibi görmezden geldiğim, ve gerçekte tanrısının kuralları altında bir gün ezilecek olan bir günahkarın evinde kalıyorum: Kardeşimin; orospunun önde gideninin... Anam da orospu!.. Peki sen? Ben de orospu çocuğuyum, ama hiç değilse, önde gideni değilim; anamdan ötürü benim orospu çocukluğum... Gerçekte orospu çocuğu değilim aslında. Ben anama orospu dediğim için, doğal olarak orospu çocuğu oluyorum. Ama değilim. Benimki bir nevi ironi yani. Yani fahişelik yaptıkları için orospu demedim, kaltaklık yaptıkları için orospu dedim sadece. Kaltak ne demek, biliyor musun?.. Ne bileyim, ne? Bana ne? Beni rahatlatıyor ya bunları söylemek, anlamı da olmayı versin. Her şeye anlam yüklememek gerek. Pis manyak, deyince rahatlayamıyorum; ancak "orospu" dediğimde -ki R'lere basa basa söylediğimde- çok feci rahatlıyorum. Orgazmın bir tık altında rahatlama bu... Bak şimdi düşündüm de, dünyanın en büyük küfrü "kemik" olsa mesela. Oğlum sen var ya sen, kemiksin, hatta kemiğin önde gidenisin... Vayyy, bana ha. Kemik ha?! Anamı gözümün önünde şeyetseydin de bunu demeyeydin. Bittin oğlum sen. Kemik ha!.. Haha!.. Alo, akıl hastenesi mi? Burada bir salak var, gelin alın bunu çabuk! Saçmalıyor! Gelirken ekmek arası köfte getirin... Ha bir de tek dal sigara da getirin... Ben mi, yani sadece toplum bilincine sahip bir vatandaş olarak şikayet ediyorum. Bu adamı bir an önce dertop etmelisiniz... Gelirken şeyleri unutmayın ama... Ge-ri-ze-ka-lı-se-niiii... Saçmala, saçamala bakalım. Nereye kadar gidecek bu saçmalalamar böyle. Aman heri boşver, gittiği yere kadar gider işte. Yol nereye gidiyorsa, oraya kadar gider işte. Sıkıntı yok. Sıkıntı yok! Eve yaklaşıyorum. Benim olmayan eve. Sığındığım eve...
  

Diğer öykülerim


4 Mart 2014 Salı

BİNBOĞALAR EFSANESİ, Yaşar Kemal

BİNBOĞALAR EFSANESİ, Yaşar Kemal
BİNBOĞALAR EFSANESİ
Yaşar Kemal
1876’da Türkmenle Osmanlı arasında Çukurova’da bir savaş oldu. Osmanlı Türkmeni yerleştirmek, toprağa çekmek, ondan vergi almak, onu asker etmek istiyordu. Türkmense buna karşı koyuyordu. Dövüş beter oldu, bu dövüşte Türkmen yenildi ve iskan edildi. O gün bugündür bu yenilginin acısı, iskanın kepazeliği hiçbir Türkmenin yüreğinden çıkmaz.

Savaşta yenilmelerine, zorla iskan edilmelerine, sürülmelerine karşın Türkmenin hepsi buna boyun eğmedi iskandan sürgünden kaçanlar gene eski yaşamlarını, konup göçmeyi sürdürdüler. Ama gittikçe Yörüklük zorlaşaral bugünlere geldi, hele bugünlerde çekilmez bir hal aldı.

Toroslar’da Aladağ’ın kayağında Yörük Karaçullu Obası, uzun yıllardır Çukurova’da temelli yerleşecek bir toprak parçası bulamamıştır ve Çukurova Türkmenin, yörüğün, Aydınlın yörüğün yaylağıdır. Yörükleri ne bu kışlaktan,ne bu yaylaktan kolay kolay ayıramazsın, ölürler.

Beşi altı Mayısa bağlayan gece bir Ayin-i Cem düzenlenir. Bu gece Hidrallez gecesidir. Denizlerin ermişi İlyas’la karaların ermişi Hızır buluşacaklardır. Dünya kurulduğundan bu yana bu iki ermiş her yıl, yılın bu gecesinde buluşurlar. Eğer bir yıl buluşmayacak olsalar, denizler deniz, topraklar toprak olmaktan çıkar. Eğer onlar buluşmazlarsa; kıyametin habercileri Hızır’la İlyas olacaktır. Hızır’la İlyas’ın buluştuğu an bir mağrıptan, biri maşrıktan iki yıldız doğar, yıldızlar Hızır’la İlyas’ın buluştuğu yerin üstüne kayarak gelirler, tam Hızır’la İlyas birbirlerinin elini tutarken onlar da birleşirler, tek bir yıldız olurlar.Hızır’la İlyas’ın üstüne ışık olup sağılırlar. Hızır’la İlyas’ın el ele tutuştuğu, yıldızların gökte birleştiği an dünyada her şey durur. Dünya bir
 an için ölür. Sonra her şey birden uyanır. Dehşet bir yaşam patlar. İşte bu gece sabaha kadar insanlar birleşen yıldızları görmek için tepelere, dağ başlarına çıkarlar. Kim ki gökyüzünde yıldızların birleştiğini görür o anda ne isterse olur, işte yine bir Hidrallez gecesinde bütün oba, Aladağ’da yaylak, Çukurova’da kışlak dileğinde bulunacaktır ama o gece obalılar verdikleri sözün hilafına, gizlice kişisel dilekte bulunurlar.

Ermiş olarak gördükleri Demirci Haydar Usta’da on iki yaşındaki torunu Keremle birlikte kayağın yamacında iki yıldızın birleşmesini izlemeye koyulur. Bu arada Haydar Usta torununa sen daha tertemiz melek gibisin diyerek, mutlaka sana görünür. Aladağ’da yaylak, Çukurova’da kışlak isteyeceksin der. O gece Haydar Usta’nın artık uykusu gelip gözleri kapandığı sırada gökten iki yıldız kopup hızla birbirlerine doğru gelirler. Kerem de bütün oba gibi Çukurova’da kışlağı ben napayım diyerek, bir şahin dileğinde bulurunur.

Obanın Çukurova’da kışlak bulması imkansızdır. Her yer zamanında paylaşılmış. Kimse Yörükleri Çukurova’da istememekte düşman gözüyle bakmaktadır. Obanın atık iki umudu kalmıştır. Biri Yörüklerin en güzel kızı Ceren’dir. Hasan Ağa’nın oğlu yangındır Ceren’e ve Hasan Ağa’nın da yüz bin dönümden fazla toprağı vardır. Hasan Ağa’nın oğlu Yörüklere, eğer Ceren’i bana verirseniz bende size çiftliğin bir köşesinde yer veririm; köy kurarsınız demektedir fakat Ceren, Oktay Bey’le evlenmek istemez. Onun gönlü Halil’dedir. Bütün oba Ceren’i Oktay Bey’le evlendirebilmek için yediden yetmişe çalışırla ama nafile.

Diğer şansları da Demirciler Ocağı Piri Haydar Ustanın 3 yılda gece gündüz demeden yaptığı altın işlemeli kılıçtır. Zamanında Rüstem Usta bir kılıç yapıyor on beş yıl çalışıp kılıcını padişaha götürüyor. Rüstem usta kökten sürme, ocaktan yeşerme değil, daldan eğme, çıraklıktan gelme. Padişah bakıyor kılıca, hayran kalıyor dile benden ne dilersen Rüstem Usta diyor. Rüstem Ustadır dize gelip senin canının sağlığını dilerim padişahım diyor. Padişah, benim canımın sağlığından sana ne fayda dile benden ne dilersen. Rüstem Ustadır, padişahım
diyor, bize kışlak gerek, yerliler bizi perişan ediyor. Padişahtır, bir ferman haykırıyor yürü git Aydın ilini senin obana verdim diyor.

Haydar Usta, büyük bir umutla Adana’ya gider önce ramazanoğullarına sonra bütün büyük ağaların kapısını çalar, kimi Haydar Usta’yla görüşmek istemez, kimi de Haydar Usta’nın cebine iki kuruş koyup onu yollamaya kalkar. Haydar Usta’nın artık umutları iyice körelmektedir en son çare İsmet Paşa’nın kapısını çalar, dışarı çıktığı sırada İsmet Paşa’nın yanına giderek Türkmen yörüğünün yaşadıklarını hararetli hararetli anlatır ve kılıcını gösterir. İsmet Paşa kılıca bakar ve güzel bir kılıç deyip yoluna devam eder. Son olayda birlikte Haydar Usta’nın Çukurova’ya vardığında da bütün obanın umutları tükenir. Yörükler zaman içinde Çukurova’nın zorlu şartlarında azalır azalır ve tükenirler. Binboğalar Efsanesi bir kültürün bitişinin hikayesidir.

(Alıntıdır. Bu sefer üşengeçlik yaptım ve yorum yapmadım. Harika bir eser. Herkesin okumaını diliyorum. Murat)

20 Şubat 2014 Perşembe

SİYAH SÜT, Elif Şafak

SİYAH SÜT, Elif Şafak
SİYAH SÜT
Elif Şafak
Elif Şafak'ın otobiyografik romanıdır. Zaman zaman tebessüm ettiren, naif bir roman diyebilirim. Belki tam anlamıyle kendini ifşa etmiş olmasa da, İç Sesler Korusu ile kendi hakkında epeyce bilgiler iletmektedir okuyucuya. Kitap Latif Demirci'nin çizgileriyle de bir bütünlük sağlıyor. Elif Şafak'ın hallerini gayet güzel çizmiş üstad.

Komedi veya tebessüm ettirici bir kitap değil bu aslında. Elif Şafak'ın hamile klamadan hatta evlenmeden bir kaç sene öncesinden başlıyor hikaye. Öncelikle yazar, kadın bir yazarın hem kariyer yapmasını hem de bir ane olmasını irdeliyor. Ancak ne kadar da irdelese de kader denilen şeyin önüne geçemiyor. Eyup adlı biriyle tanışıyor ve evleniyorlar. İsteyerek ya da istemeyerek, bilinmez, Elif Şafak hamile kalıyor. Ve süreç başlıyor. Bu süreç sadece Elif Şafak için değil, hamilelikle tanışan her kadının okuması gereken bir süreç. Çünkü bu süreç içerisinde -ki çocuk soğduktan sonra daha da kuvvetli etkileri var- bir takım hezeyanlar ve yılgınlıklar baş gösteriyor. Kitabın başında da belirtildiği gibi, bu kitap bir "Yeni Başlaynlar İçin Postpartum Depresyon" kitabıdır. Elif Şafak ile aynı süreci yaşayanların, bana bir haller oluyor, demelerinin bir açıklaması, çözümü gibi konuları ele alınıyor.

Kadınlar kadar erkeklerin de mutlaka okuması gereken bir eser. Özellikle erkeklerin empati kurabimesi adına önemli konular ele alınıyor, roman tadında bir anlatımla.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Şubat 2014 Salı

AÇLIK, Knut Hamsun

AÇLIK
Knut Hamsun
Yazarın okuduğum ilk kitabıdır. Knut Hamsun'un bu kitabı yazarken, bir gemide, bizzat açlık çekerek yazdığını öğendim. Ayrıca gerçek adı Knut Pedersen'dir. İlk olarak Knut Hamsund olarak adını değiştirdiyse de, bir baskı hatası yüzünden adı, KNUT HAMSON olarak kalmış ve yazar da buna ses etmemiştir.

Anlatılan öykü yer yer absürdlükler içermektedir. Belli bir konuyu, daha iyi bellettirmek adına böyle uygun görmüş yazar, absürd anlatımlar kullnarak. Yazar, açlık temasını oldukça iyi yansıtmış romana. Yer yer roman kahramanın yerine koymadan edemiyor insan kendini; böylece, kahramanın çektiği açlık, evimizdeki her türlü konfora rağmen rahatsız edecek seviyeye geliyor. Kimi zaman mutfağa gidip bir şeyler yemek; kimi zaman ise, mutfaktan kolayca bir yiyecek almanın ayıplığı akla geliyor -ki romandaki kahramanın onca zorluk içerisinde olduğunu okuduğumuzda.

Ancak bana göre, romanda anlatılan açlık değil, bizzat kazanılmayan para ile insanların karnını doyurmaması gerektiğidir. Hak edilmeyen kazançlara bir göndermedir bu roman aslında. Romanda, kahramanımızın diliencilik seviyesine düştüğü görünse bile, çoğu zaman veren el durumunda karşımıza çıkmaktadır. Kahramanın oldukça belirgin bir gururu vardır -ki bu gururdur aslında onun açlık çekmesine sebep. Gurur, romandaki en absürd tasvirdir. Belki bu derece gurur taşıyan insanları görmek zor olacaktır etrafımızda. Ancak yazar bunu -bilerek olsa gerek- okuyucunun kafasında daha iyi yer etmesi adına, açlığın ve haksız kazancın vereceği düşüklüğün ne menem bir şey olduğunu vurgulamak istemiştir.


 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


7 Şubat 2014 Cuma

HAYALET HİKAYELERİ, Pınar Kür

HAYALET HİKAYELERİ, Pınar Kür
HAYALET HİKAYELERİ
Pınar Kür
Yorum yapmaya değmeyecek kadar vasatın altında bir kitap. "Böö" tadında hayalet hikayeleri işte. 

Sen o kadar oku, Sorbon morbonlarda doktora felan ver, sonra gel bu kitabı yaz... Ee bari bi zahmet kendinizi de camdan aşağı ataydınız!..

Pınar Kür'ün ilk okuduğum şeysi. Sanmıyorum ki bundan sonra bir başka Pınar Kür şeysi okuma cesareti göstereyim. Kocaman SIFIR veriyorum. Keşke geçen sene, fırlattığım duvarda kalsaydı, bu kitap!


 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

6 Şubat 2014 Perşembe

SOKRATES, Paul Strathern

SOKRATES, Paul Strathern
SOKRATES
Paul Strathern
Paul Strathern, 90 Dakikada serisi ile ünlü filozofların hayatlarına kısa bir bakış atmamıza olanak sağlamış. Yalın bir dille, okuyucu yormayacak şekilde yazılmış bu seri kitapları okumaktan zevk alacağınızı umuyorum. Her biri seksen sayfalık kitaplardır bunlar.

Sokrates M.Ö. 470'de, Atina'ya yirmi dakikalık uzaklıktaki Lykabettos'un bir köyünde dünyaya gelmiştir. Babası taş ustası, annesi ise bir ebeydi. Başlangıçta babasının yanında çırak olarak devam etmiştir. İlk olarak Atinalı filozof Anaxagoras'ın öğrencisi olduğu sanılıyor. Genç Sokrates, erken dönem felsefesi yanında matematik ve astronomi eğitimi almıştır.

ARISTOTELES, Paul Strathern

ARISTOTELES, Paul Strathern
ARISTOTELES
Paul Strathern
Paul Strathern, 90 Dakikada serisi ile ünlü filozofların hayatlarına kısa bir bakış atmamıza olanak sağlamış. Yalın bir dille, okuyucu yormayacak şekilde yazılmış bu seri kitapları okumaktan zevk alacağınızı umuyorum. Her biri seksen sayfalık kitaplardır bunlar.

(M.Ö. 384) Aristoteles Chalkidike yarımadasındaki Stagira'da doğar. (M.Ö. 370) Ane babasının ölümünden sonra, amcası Proxenos, küçük Aristoteles'i Lidyia sahilindeki Atarbeus köyüne götürür. (M.Ö. 367) 17 yaşında Platon akademisine girer. Platon bu dönemler Sicilya'da olduğundan, doğa bilimcisi Eudoxos tarafından eğitilir. Ancak başka -daha az güvenilir- kaynaklarda ise, Aristoteles'in otuz yaşlarına kadar bir miras yedi gibi yaşadığını ve daha sonra kendini felsefeye verdiği yazılmaktadır...

...(M.Ö. 342) Makedonya kralı Philipp, Aristoteles'i Pella'daki sarayına on üç yaşındaki velihat İskender'i eğitmesi için getirir. (M.Ö. 336/335) İskender, babasının ölümünden sonra tahta geçer. (M.Ö. 334) Aristoteles Atina'ya geri döner ve kendi okulu Lykeion'u (Lise) kurar. Bu okulun adı, ders esnasında ve tartışmalarda ileri geri yüründüğünden, Peripatektikler olarak kalmıştır...

Kitabın içeriğinde Aristoteles'in hakkında daha fazla bilgi ve kendisinin sözleri bulunmaktadır. 


 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

ARMAGEDON, Aydoğan Vatandaş

ARMAGEDON, Aydoğan Vatandaş
ARMAGEDON
Aydoğan Vatandaş
Bu kitabı bir hikaye/roman gibi yazsaydı yazar, oldukça ilgi çekici olabilirdi. Belki ortaya bir kaç ciltlik bir eser çıkardı.

Türkiye'nin İsrail ile yakınlaşmasıyle başlayan ve günümüze değin süren olayların ele alındığı bu araştırmada, Aydoğan Vatandaş, Türkiye'nin şuan içinde bulunduğu duruma gayet güzel bir açıklık getiriyor. Belki fazlasıyla antiseminist gelebilir bu kitap size. Ancak daha önce okuduğum, Gordon Thomas'ın GİDEON'un CASUSLARI adlı eserde de İsrail'in amaçlarının ne olduğunu okumuştum -ki kitapta, Aydoğan Vatandaş'ın yazmadığı neler neler anlatılıyordu. Tüm bu anlatılara bakılınca, İsrail halkının oldukça kindar ve oldukça DİNDAR bir toplum olduğu anlaşılıyor. Dolayısıyle kutsal kitaplarında bahsedilen Kutsal Topraklar'ı ele geçirmek için her yola başvuruyorlar.

TİMAŞ yayınlarından basılan bu kitap, çıktığı dönem mahkemeye veriliyor ve toplatılıyor. Daha sonra kitap aklanıyor ve tekrardan baskı üstüne baskı yapıyor; elimdeki kitap 33. baskıdır.

Kendi bilgi dağarcığıma göre, kitap içerisindekilerin %100 doğru olduğuna emin değilim, ancak, büyük bir kısmının doğruluğuna inanıyorum. Böyle bir kitabı okumanız, ortada neler döndüğünü size gayet açık şekilde anlatacaktır.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

29 Ocak 2014 Çarşamba

Uyanılan bir sabah

Uyanılan bir sabah
Uyanılan bir sabah
Sabah erkenden uyandığını sanan adam, usulca süzüldü yatağından. Saate baksaydı eğer, işe geç kaldığını anlayacaktı. Ancak o, erkenden uyandığını sanarak, doğruca banyoya gitti. İlk, aynana baktı. Solgun ama uykusunu almış bir yüz gördü, hafif sakallı ve gözleri çapaklı. Suyu açtı sonra. Su bir müddet boşa akarken, o hâlâ kendisine bakmaktaydı aynada. Lavobanın kenarını elleriyle tuttu ve hafifçe kamburunu çıkartarak eğildi, ancak yüzü hâlâ aynadaydı; su da hâlâ boşa akmaktaydı...

Anlaşılmaz bir kitabı okumaya çalışan biri gibiydi, aynada yüzünü inceleyen adam: Yanaklarına, burnuna, gözlerinin içine, kaşlarına, çenesine, saçlarına baktı, baktı durdu. Sonra ellerini suya tuttu; iki elini birden. Avcunda sabun varmışçasına ovuşturdu, akan suyla. Gözleri aynada, ötesinde kendini okumakta; anlamıyormuşçasına öylece bakmakta, sayfaları boşa çevirilen bir kitapmışçasına, hâlâ boşa akan suyun şırıltısıyla...

Nihayet dondu elleri akan suyla, gözleri kaydı avuçlarına; kırmızı benekler oluşmuştu elinin ayalarında. Buz gibi, dedi, su bu gibi... Musluğu kapattı. Islak ellerini saçlarına daldırdı, havlu niyetine bolca kuruladı. Saç diplerini kaşıdı.

Banyonun kapısından çıkıp odasına girmek üzereyken durdu. Geri dönüp, aynanın önündeki diş fırçasına baktı. Sağ elini çenesine götürüp parmaklarıyle okşadı. Diş fırçasına bir şey diyecekti de, unutmuştu sanki. Bir adım attı diş fırçasına doğru, ama sonra vazgeçip hızla geri döndü ve banyodan çıkıp yatak odasına girdi. Tam komidinin üstündeki saate bakacaktı ki, birden durdu ve yavaşça arkasını dönüp banyoya yöneldi tekrardan. Banyonun kapısına gelip durdu, içeri baktı; bir diş fırçasına, bir havluya, bir de klozete. Saçlarını yine kaşıdı, hiçbir şey anlamıyormuşçasına. Bir müddet durdu öylece kapıda.

Bir eliyle çıplak göğsünü kaşıdı. Sonra gözleri duşa kaydı birden, çıplak göğsünü kaşırken. Göbeğine, oradan da donunun içine kaydı, kaşıyarak giden parmakları. Testislerini avuçladı, sonra tırnaklarıyla kaşıdı. Kaşınırken vücudunu dikleştirdi ve sonra kalçalarını öne itip, az da olsa esnetti bedenini, bir yandan kaşıyorken testislerini. Tahrik oldu sonunda, elleri donunda, kaşıyorken testislerini tırnaklarıyla. Kavradı eliyle, en dibinden sıktı, henüz pek kan dolmamış kamışını... Çekti ellerini aniden, donunun içinden. Kaşıyan elini götürdü burnuna, tiksinmiş bir yüz ifadesi oturdu suratına. Duşa baktı sonra. Fakat o yürüdü lavaboya. Suyu açtı, ellerini yıkadı sabunla. Musluğu kapattı, havluyu aldı, kuruladı ellerini, bir yandan bakarken aynaya.

Çıktı banyodan, odaya yöneldi. Komidine yakşaltı ve bir sigara yaktı. Saate bakmak aklına gelmedi. Odadan çıkıp, koridora yöneldi, sonunda mutfağa girdi. Su ısıtıcısına su koydu, çeşmeden doldurmuştu. Düğmesine basıp bekledi kaynamasını, bir yandan da içiyordu sigarasını. Çok koymuştu suyu, geç kaynayacaktı. Sigarasına baktı, külü birikmiş, neredeyse yere düşecek sandı. Külünü silkeledi lavaboya. Musluğu açıp söndürdü sigarasını, atmadan önce naylon poşete, çöp niyetine.

Isıtıcıya baktı, anladı ki kaynamasına vakit vardı. Mutfaktan çıkıp koridora vardı. Odasına doğru yürüdü... Girdi içeri, nihayet saate bakmak aklına geldi. Vardı komidine, bakmak için eğildi saate. On biri on geçiyordu, şaşırdı kendince ve şöyle dedi sessizce: Yuhh!..

Geçti yatağına, yorganın altına girip, gözlerini dikti tavana. Değmez, dedi, bu saatte işe gidip, azar yemeye değmez. Yorganı biraz daha çekti boynuna. Mutfaktan bir ses duydu, su kaynamıştı sonunda. Gözleri, gözleri yavaş yavaş kapanıyor, uykuya dalacaktı az sonra...

Murat Dicle
29.01.2014

Sansınlar istersin ki

Sansınlar istersin ki beni senden daha farklı bir insan gibi görsünler; seni benden üstün, beni senden de öte, herkesten aşağı... Ve sansınlar istersin ki benim bildiklerim, senin bildiklerinden daha da az; böylece, bana değil, sana sorsunlar istersin hep.

Sorarlarsa eğer, ki ben değil sen hep hata yapasan: Bana sorduklarında, ondan da öte herkesten aşağıyım, diyebileceğim. Ve böylece, sen benden akıllı olduğunu düşündüğünde elde ettiğin mutluluk, herkese karşı hata yaptığında elinden alınırken güleceğim, gözlerimi kısıp, sinsi sinsi... Ve sanacaklar ki sen hata yaptığında, benden bile aşağıymışsın meğer. Diyeceksin ki; alçaltmasaydım eğer, hiç olmazsa olurdum seninle eşdeğer. Şimdi düştün benim bile altıma; en üstte herkes, altında ben, benim altımda da sen. Hadi kurtul bakalım kurtulabilirsen. Ben de kurtaramam seni, atmasaydın herkesin altına beni...

Ve sen bana nerede hata yaptığını sorduğunda, ben sana; bildiklerinde ve bilmedklerinde değil, kibrinde ara diyeceğim hatanı.
 
Murat Dicle
29.01.2014

28 Ocak 2014 Salı

DELİFİŞEK, Josè Mauro de Vasconcelos

DELİFİŞEK, Josè Mauro de Vasconcelos
DELİFİŞEK
Josè Mauro de Vasconcelos
Serinin son kitabı Delifişek ile Zezè, Natal'den artık ayrılma kararı alıyor. Böylece dünyaya -belki de kendi dünyasına- açılacak...

Şeker Portakalı, Güneşi Uyandırlarım kitaplarından sonra, üçlemenin son kitabı Delifişek'te, Zezè yirmili yaşlarını sürmektedir. Olaylardan çok, Zezè'nin kafasının içindekilerinin anlatıldığı bir roman bu. Gençlik ateşiyle yanmanın, öpüşmenin, öpüşmelerin, çok daha fazla öpüşmenin, baba sevgisinin alevlenmesi, verilen sözler üzerine isteksizce vazgeçişlerin hikayesi anlatılıyor, bu kısacık öyküde.

Elbette, tüm seriyi baştan sona okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


GÜNEŞİ UYANDIRALIM, Jose Mauro de Vasconcelos

GÜNEŞİ UYANDIRALIM, Jose Mauro de Vasconcelos
GÜNEŞİ UYANDIRALIM
Jose Mauro de Vasconcelos
Şeker Portakalı yazarından, bir devam kitabı; Güneşi Uyandırlalım.

İlk kitapta Zezè'nin on yaşlarına kadar geçen hayatı ele alınmıştı. Bu kitapta ise, on beş yaşına kadar geçen süre anlatılmaktadır. Zezè bu romanda da haylazlıklarına devam etmektedir. Aslıda bu, Zezè'yi pek anlamayanların kullandıkları bir tabir: Haylaz Zezè...

Oysa Zezè'nin hayattan beklentileri ve yapmak istedikleri çok farklı. O belki her erkek çocuğundan daha farklı olarak, zekası erkenden gelişmiş ve dolayısıyle, merakı onu daha da haylaz gibi algılanmasına sebep olmuştur. Masumdur Zezè...

İlk kitapta yaşanan trajik olayların ardından Zezè'nin hayatından çıkan şeker portakalı fidanının yerini bu defa, ilk başta bir cururu kurbağası almaktadır. Daha sonra Zezè kendi hayal dünyasına başka aktörler de ekleyecektir. Cururu kurbağası ile tanışan Zezè, kurbağanın isteğiyle, onu kalbine alır. O artık Zezè'nin içinde yaşamakta ve Zezè'nin güneşi uyandırması için, içten içe akıl vermektedir.

Bir devam kitabı olarak, Şeker Portakalı'ından sonra okunması gereken bir kitap. Bu kitaptan sonra ise bir diğer devam kitabı ise Delifişek romanıdır. Hâlâ okumayanlarınız varsa, okumanızı tavsiye ederim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

25 Ocak 2014 Cumartesi

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar

SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ, Ahmet Hamdi Tanpınar
SAATLERİ AYARLAMA ENSTİTÜSÜ
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın okuduğum ilk kitabıdır.Gerçekten çok beğendim ve gerçekten sesli sesli güldüm. Yazarın çok ince bir mizah anlayışı var. Bu mizahi tavrı ile size toplumsal gerçekleri öyle güzel aktarıyor ki yazara hayran kalmamak elde değil.

Konusu Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı bir kurum etrafında dönüyor. Bu çakma-kurum'un inşaasından evellki ve sonraki olaylar ele alınıyor. Romanın baş karakteri Hayri İrdal'ın ağzından dinliyoruz öyküyü.

Günümüz toplumsal yaşantısına da rahatlıkla giydirebileceğimiz bu öykü, efkârıumumiye, yani kamuoyunun nasıl etki edilerek, gereksiz bir kurumdan istifade edilebileceğini gayet güzel anlatıyor.

Özetle, kesinlikle okunulması gereken bir eser. Hiç sıkılmayacaksınız...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


24 Ocak 2014 Cuma

Çaldığımız kapı açılsaydı şayet

Sokak çocuğuyum ben!..
Kedilerle, köpeklerle
Ve benim gibilerle
Gezerim genelde:
Öğle yemeği nedir bilmeyenlerle...

Ötekilerden farklıyız biz;
Çağırmaz annemiz,
Hadi gelin yemek hazır,
Diye...

Düşünüyorum da
Hiç mi su içmezdik biz?..
İsterdik elbet,
İçerdik de,
Çaldığımız kapı açılsaysı şayet.

Olsun, mühim olan gezmek;
Günü tam olarak bitirebilmek.
Bir çocuk başka ne ister;
Susamışsın, acıkmışsın
Ne farkeder?!

Murat Dicle
24.01.2014