- Bölüm 4: Hastanede -
"Doktor
hanım, artık kalksanız diyorum.." diyen kardeşimin sesi ile gözlerimi
açıyorum. Avize hala aynı yerde, sallanmıyor. Pencere de kapalı.
"Pencereyi yine açık bırakmışsın, hava o kadar iyi değil abla. Böyle
giderse, üşüteceksin." Bunu son zamanlarda hep yapıyordum. Altı gün
önce, işbaşı yaptığım yeni hastanemde göreve başladığımdan buyana,
içimde bir garip bulantı oluyor hep. Temiz hava girmeli odama. Saate
bakıyorum, 07:15'i gösteriyor. Bugün pazar değil, bunu çok iyi
biliyorum. Ve benim ne olursa olsun işe gitmem lazım. Ah, iyiki evim
hastaneye yakın. Ancak, kahve keyfimden vazgeçeceğim aşikar. Ani bir
hareketle bir çırpıda yataktan çıkıyor, bir yandan komik bir kaç el kol
hareketiyle, diğer yandan da kardeşimi iterek tuvalete koşuyorum.
Tuvaletteyim, "foşşş".. Ah, çok tanıdık geldi bu an. Bu bir dejavu
sanki. Hatırlıyorum, ne yapıyor acaba? Dünkü olaydan sonra fazlasıyle
bitkin düştüm. Olsun en azından onun yaşıyor olması sevindirici. Dün çok
acemi gibiydim, hiç kimseye yardımcı olamadım. Hakkımda ne düşündüler
acaba?
"Abla
dün sen uyurken abim aradı, önümüzdeki hafta Erzurum'dan geliyorlarmış.
Ama çocuklar okulları olduğu için gelemeyeceklermiş" Off ya, bir de bu
eksikti. Bakıcılıktan kurtulamayacağım galiba, kardeşim, hastalar ve
şimdi de abimler geliyorlarmış. Neden geliyor acaba? "Neden
geliyorlarmış, sordun mu?" demeye çalışıyorum. Beni anlama konusunda her
zaman benden bir adım önde olan, kardeşim, "Abimin bir işi varmış,
gelmişken de birkaç gün bizi görmek istediklerini söyledi" diye devam
etmişti, yan odadan gelen sesiyle. Sifonu çekiyorum, ve kendimi doğruca
duşa atmalıyım diye düşünüyorum. Duşa giriyorum, sıcak suyu açıyorum ve
suyun ısınmasını beklerken, diş
fırçama macunu sürüyorum. Suyun ısındığına emin olduktan sonra, kendimi
suyun altına bırakıyorum. Dişlerimi bir yandan fırçalarken, gözlerim
kapalı halde, düşen her su damlasını sayıyor gibi hissediyorum. Başına
düşen yüz damla, kulağıma düşerek paramparça olan yirmi damla. Su, ne
harika birşey. Sıcak. Diş fırçamı lavaboya uzanarak bırakıyor ve
vücudumu, duş jeliyle ovalıyorum. Mis gibi bir koku, çilek kokusu
banyoyu kaplıyor. Oysa, yediğimiz hiç bir çilek bu derece "çilek" gibi
kokmuyor. Yesem mi acaba?
"Abla,
benim hemen çıkmam lazım" diyor, kardeşim; üstümde beyaz bornozumla,
banyodan odama geçerken. Ben, hemen seri hareketlerle özensiz kıyafetler
seçiyor ve giyiniyorum. Ben de bir an önce evden kendimi dışarı
atmalıyım. Dün yaşadığım olay benim göze batmama neden oldu. "Hadi ben
çıktım, akşama görüşürüz.." diyen kardeşimin sesini duyuyorum. "Güle,
güle.." diyemeden, kapanan kapının sesini duyuyorum. Ardından geçen iki
dakikanın sonunda ben de kapıyı kapatarak, kendimi sokağa attıyorum.
On
dakikalık bir yürümenin ardından, hastanenin acil kapısından içeri
giriyorum. Saat 08:00 ve ben hastanedeyim. Koridorda personel odasına
yürürken, aklıma Cenk geliyor. Önce Cenk'e mi baksam diye kendime
soruyorum. Müsait olup olmadığını bilmiyorum. Dün hocamız endişelenecek
birşey olmadığını söylemişti. Çok aksi bir adamdır, Dr. Ahmet. Altmış
yaşına yakın, işini seven biri olmasına rağmen, çok kuralcıdır. İşlerin
saat gibi ilermesini ister. Çekiniyorum bir an. Ya, o sıra hastaları
kontrole çıktıysa. Sabah sabah fırça atmasını istemem. Dünkü olay zaten
benim birkaç puanımı eksiltmişti. Oysa, bize öğretilen en önemli
şeylerden biri, asla panik yapmamak, korkmamaktı. Söz konusu Cenk
olunca, elimde değildi. Herşey anlamsızca gelişti, kafam çok bulanmıştı.
Nedendir bilinmez, "Vomiting Centre" gibi anlamsız ve gereksiz bir
terime kafayı takmıştım. Cenk'in durumuyla alakası olmayan birşeydi bu.
"Vay, doktor hanım, sabah şerifleriniz hayrolsun.." dedi bir ses. Koridorda durup bir an dondum. Sesin sahibini tanıyordum ve korkmam gerektiği hissi de midemi bulandırıyordu. Yavaş yavaş arkama döndüm. Yürüyerek bana doğru yaklaştı Dr. Ahmet. Eyvah! Umarım dün için bana fırça atmaz. Doktorlar hep böyleler işte. "Size bundan sonra Doktor Hanım diyebilir miyim?" diye alaycı ve esprili tarafı ağır basan bu sözleri söyledi. "Şey hocam, dün için özür dilerim.." demeye gelen bir yüz iafedesine büründüm. "Önemli değil, peki buldun mu aradığın şeyi?" diye gülerek sordu. Elbette, aradığım o an için anlamsız ve salakça gelen; Vomiting Centre idi. Ama onlar, dün neyi aradığımı hiç bilmiyorlardı. Nasıl söyleyeceğimi de ben bilmiyordum. Ben de kendimi çok zor tuttum, hem utanıyordum hem de dünkü halimi düşününce kahkahalar atasım geliyordu. Pişmiş kelle tabiri vardır ya, işte tam anlamıyle öyle bir durumdaydım. Sadece sırıttım. Cevap veremedim, ama içimde kahkahalar patlıyordu sanki. "Emekliliğine bu kadar az kalmışken, kafayı sıyırmanı görmek üzücü. İstersen bir kaç gün rapor al ve dinlen. Kader, bu hastaneye geleli henüz altı gün oldu. Bize göre senin işlerin daha zordur bilirim. Ama birilerinin de bu işleri yapması gerek biliyorsun. Özellikle senin gibi tecrübeli hastabakıcılara ihtiyacımız var." diye nazikçe anlattı. Şaşırmıştım. Böylesi bir hoca ve benim gibi basit bir hastabakıcı arsında baba-kız sohbeti gibi gelmişti bana. "Dünkü olay için söylenecek çok şeyler var, ama bizi de güldürdün. Tebessüm ettirmen, senin için bir kurtuluş oldu. Kabul edelim, bir sonraki benzer olaylarda bu denli yumuşak olamam, olamayız!" diye de tatlı tatlı tehdit etti. Hocam ne dese haklıydı. Tekrar özür diler gibi yüzümün ifadesini değiştirdim. "Peki, Kader. Hadi sen işine dön. Kolay gelsin", diyerek yürümeye başladı. Acaba söylesem mi, hazır bu kadar yumuşamışken birşey der mi acaba? Cenk'in durumu ona sorsam? Diye düşünürken, Dr. Ahmet, duraksadı, sanki bana söylemeyi unuttuğu birşey daha varmış gibi, geri dönüp bana doğru yürümeye başladı. Bana, pis pis bir bakış attı. Doktor, "Bak, Kader. Neden bu adama taktın bilmiyorum. Neredeyse, senin yarı yaşında bir adam bu. Bu hastaneye başladığın günden beri, o adam ile bir bağ kurmaya çalıştığının herkes farkında." diye yarı yumuşak, yarı sert bir ifadeyle söylüyordu. "Kimsenin gözünden kaçmadı, inan arkandan dedikodular bile söyleniyordur." diye devam etti. Ölsem mi, yok mu olsam. Pişmanım, bin pişmanım. "Hocam bilmiyorum, garip olduğunun ben de farkındayım. Belki de sebep Duru'dur." diye cevap vermek istiyorum, ama yapamıyorum. Öylece, utanç içinde, yüzüm kızarmış bir halde doktora bakıyorum, boş gözlerle. Belki de, hala evlenmediğim veya bir sevdiğim olmadığı için böyle duygusal oldum. Kişisel olarak Cenk ile yanlış anlaşılmayı gerektirecek bir bağ kurmadım. Kafamda kurduğum, Cenk'in Duru'yu ölesiye sevdiğiydi. Böyle bir aşkın, benim gibi kadınlara nasip olup olamayacağını hep düşündüm.
"Vay, doktor hanım, sabah şerifleriniz hayrolsun.." dedi bir ses. Koridorda durup bir an dondum. Sesin sahibini tanıyordum ve korkmam gerektiği hissi de midemi bulandırıyordu. Yavaş yavaş arkama döndüm. Yürüyerek bana doğru yaklaştı Dr. Ahmet. Eyvah! Umarım dün için bana fırça atmaz. Doktorlar hep böyleler işte. "Size bundan sonra Doktor Hanım diyebilir miyim?" diye alaycı ve esprili tarafı ağır basan bu sözleri söyledi. "Şey hocam, dün için özür dilerim.." demeye gelen bir yüz iafedesine büründüm. "Önemli değil, peki buldun mu aradığın şeyi?" diye gülerek sordu. Elbette, aradığım o an için anlamsız ve salakça gelen; Vomiting Centre idi. Ama onlar, dün neyi aradığımı hiç bilmiyorlardı. Nasıl söyleyeceğimi de ben bilmiyordum. Ben de kendimi çok zor tuttum, hem utanıyordum hem de dünkü halimi düşününce kahkahalar atasım geliyordu. Pişmiş kelle tabiri vardır ya, işte tam anlamıyle öyle bir durumdaydım. Sadece sırıttım. Cevap veremedim, ama içimde kahkahalar patlıyordu sanki. "Emekliliğine bu kadar az kalmışken, kafayı sıyırmanı görmek üzücü. İstersen bir kaç gün rapor al ve dinlen. Kader, bu hastaneye geleli henüz altı gün oldu. Bize göre senin işlerin daha zordur bilirim. Ama birilerinin de bu işleri yapması gerek biliyorsun. Özellikle senin gibi tecrübeli hastabakıcılara ihtiyacımız var." diye nazikçe anlattı. Şaşırmıştım. Böylesi bir hoca ve benim gibi basit bir hastabakıcı arsında baba-kız sohbeti gibi gelmişti bana. "Dünkü olay için söylenecek çok şeyler var, ama bizi de güldürdün. Tebessüm ettirmen, senin için bir kurtuluş oldu. Kabul edelim, bir sonraki benzer olaylarda bu denli yumuşak olamam, olamayız!" diye de tatlı tatlı tehdit etti. Hocam ne dese haklıydı. Tekrar özür diler gibi yüzümün ifadesini değiştirdim. "Peki, Kader. Hadi sen işine dön. Kolay gelsin", diyerek yürümeye başladı. Acaba söylesem mi, hazır bu kadar yumuşamışken birşey der mi acaba? Cenk'in durumu ona sorsam? Diye düşünürken, Dr. Ahmet, duraksadı, sanki bana söylemeyi unuttuğu birşey daha varmış gibi, geri dönüp bana doğru yürümeye başladı. Bana, pis pis bir bakış attı. Doktor, "Bak, Kader. Neden bu adama taktın bilmiyorum. Neredeyse, senin yarı yaşında bir adam bu. Bu hastaneye başladığın günden beri, o adam ile bir bağ kurmaya çalıştığının herkes farkında." diye yarı yumuşak, yarı sert bir ifadeyle söylüyordu. "Kimsenin gözünden kaçmadı, inan arkandan dedikodular bile söyleniyordur." diye devam etti. Ölsem mi, yok mu olsam. Pişmanım, bin pişmanım. "Hocam bilmiyorum, garip olduğunun ben de farkındayım. Belki de sebep Duru'dur." diye cevap vermek istiyorum, ama yapamıyorum. Öylece, utanç içinde, yüzüm kızarmış bir halde doktora bakıyorum, boş gözlerle. Belki de, hala evlenmediğim veya bir sevdiğim olmadığı için böyle duygusal oldum. Kişisel olarak Cenk ile yanlış anlaşılmayı gerektirecek bir bağ kurmadım. Kafamda kurduğum, Cenk'in Duru'yu ölesiye sevdiğiydi. Böyle bir aşkın, benim gibi kadınlara nasip olup olamayacağını hep düşündüm.
Eliyle
hafif hafif omzuma dokunarak, hiç birşey söylemeden, biraz üzgün bir
tavırla, dönüp gitti. Bir müddet arkasından baktım hocanın.
Hastabakıcılık işine ilk başladığım yıllarda, gördüğüm hep iğrenç
şeylerdi. Göze gelebilecek hiç güzel birşeye rastlamıyordum. Bok, çiş
aklınıza ne geliyorsa. Her türlü bedeni temizledim. İri, uzun, kısa,
şişman.. Dünya güzeli de olsa, bir hastane yatağında çıplak olarak,
temizlenmeyi bekleyen kim olursa olsun, koskoca bir et yığını gibiydi
benim için. O kokular hele, hastanelerin kendine has kokuları. Artık bu
kokulara dayanamıyorum. Sürekli temiz havaya ihtiyaç duyuyorum. Artık
bünyem kötü şeyleri kaldırmıyor. İyi şeylere bağlanıyorum hep. Onca
geçen yılların ardından, bu yeni hastanemde bambaşka bir Kader olmuştum.
Artık herkes için iğrenç olan şeyler benim için hiç de öyle değillerdi.
Artık kötüyü, pisi, boku değil, güzellikleri görüyordu gözüm. Sanırım
bu hayata tutunmam için gerekliydi. Emekliliğime üç sene daha varmış ama
bana üç asır gibi geliyor. Biter mi?
Soyunma
odasına gidip, üstümü değiştirmek üzere yönümü değiştirdim. Cenk'in
odasına daha sonra giderim. Zaten orada yapmam gereken işler var; hem
onun, hem de odadaki diğer hastalar için. Bugünün dokunulmazı gibi,
elimi ağırdan alıyordum. Pazartesi günü olmasına rağmen, nedense panik
ve yılgınlık kalmamıştı bende. Odada tek başımaydım. Diğerleri çoktan
işlerinin başına gitmişler bile. Saat 08:30 olmuş bile. Ayten ne yaptı
acaba? Bugün için geç geleceğini söylemişti. Üstümü değiştirdim ve
sırasıyle, benim kontrolümdeki odalara uğramaya başladım. Uğrayacağım
son odalardan biri de Cenk'in kaldığı odaydı. Günlük rutin işlerle,
işimi yaptım. Yılların verdiği tecrübe ile işimi kolayca yapıyordum -ki,
dünkü acemilik ve şapşallıktan eser yoktu. Belli bir tecrübeden sonra,
hemşireler bile sizden çekinebiliyorlardı. Ama doktor olmak başka
birşeydi. Ben hastabakıcıyım. Hasta odasından çıkarken, koridorda bana
doğru yürüyen, kaşları kalın ama düzgün ve gür siyah ama örgülü saçlı
kızı gördüm. Bana doğru tebessüm ederek, saçlarını bir o yana bir bu
yana sallayarak geliyordu. Benden küçüktü, ama küçük bir genç kız da
değildi. Bir oğlu var. Çok akıllı maaşallah. Kocası onları sebepsiz yere
terkmiş. Oğlu ile birlikte yaşıyorar. Kocasından hiç haber yok.
Anlattığına göre, evlilikleri ile ilgili de pek ciddi sorunları da
yokmuş. Sevgi eksikliği gibi, temel şeyleri saymazsak, hasbel kader
devam eden bir evlilikleri varmış. Ama bir gün adam gitmiş ve hiç geri
dönmemiş. Hala resmi olarak evliler. Ama kimse adamın nerede olduğunu
bilmiyor. Çok aradılar, polis de aradı. Haber yok. Fakat, kimse onun
ölmüş olacağını düşünmedi. Çünkü onun bulunmasını isteyen sadece Ayten
ve oğlu değil, borç aldığı esnaf ve arkadaşları da vardı. Çok olmasa da,
bir insanı iki yıl idare edecek kadar borç toplayıp kaçmıştı. Sebep hiç
belli değil.
"Ablam,
benim güzel ablam. Allah razı olsun. Çok teşekkür ederim.." diye
sevinçli hareketlerle devam etti, "..borç verdiğin ya, beni öyle bir
yükten kurtardın ki, anlatamam." dedi. Cumartesi günü utana sıkıla
benden borç istemiş. Durumu izah etmiş, üstünde bir yükün hafiflemesi
için benden elli lira rica etmişti. O an için üstümde olması büyük şans.
Tek param da o elli liraydı. Düşünmeden verdim parayı. Onun sevincine
karşılık, ben de sevinçli bir edayla, anlatması için gözlerimle devam
etmesini istedim. Çikolataları almış mıydı acaba? "Aldım, Kader abla.
Aldım ve beslenme saatinde sınıfa girdim. Öğretmenden izin isteyip,
çikolataları çocuklara dağıttım. Hepsi öyle mutlu oldular ki, sanki hep
bir ağızdan 'yaşasın' diye bağırıyorlardı. Her birine çikolatayı
dağıttıkça gülümsüyor, gülümsedikçe de, çoşuyorlardı. Sevinçleri
çoğalmıştı, fazlasıyla.." Paylaştıkça çoğalan zenginlik: Gülmek, mutlu
olmak, çocuklar, onur, gurur ve aşk.. "Sonra öğretmene yine teşekkür
ederek sınıftan çıkacaktım ki, adamcağız sessiz sessiz gözyaşı
döküyordu, birşey diyemeden sınıftan kendimi zor attım." Dejavu! Yaşadım
ben bunu, hem de bu sabah yaşadım. Rüyamda! Gülümsedim, aferin der gibi
sırtını sıvazladım. Bir yandan da gözlerim doldu. Sevinen çocuklar ve
bir o kadarda mutlu olan bir anne. Oğlunun yaşadığı mutluluğu tahmin
bile edemiyorum. "Abla, maaş alınca ilk işim, borcumu ödemek olacak"
diye konuştu. Kaşlarımı çatarak, yalancı bir kızgınlık ifadesiyle,
poposuna bir şaplak attım. Yallah, der gibi elimle işaret ettim. O anda,
ceylan gibi seke seke üstünü değiştirmek üzere koridorda koşmaya
başladı. Deli kız, koşuyor ya!
"Deli
kızdı onun adı bende" demişti Cenk bir keresinde. "Zarif ve ince
yapısının altında, güçlü bir kadın vardı hep. Senin bana bakmakla
yükümlü olduğun gibi, o da bana bakardı. Hiç gocunmaz, bir bebek gibi
ilgilenirdi benimle. Sessiz ve hiç konuşmazdı. Çok hoşuma giderdi. O
öyle yaptıkça da, ben daha da şımarır, çocuklaşırdım. Bir tek altımdan
almazdı, bilirsin işte.." bunları söylerken utandığını, erkeklik
gururunun incindiği hissetmiştim. Altı gün önce, yani benim ilk işe
başladığım sabah. Evet, daha ilk dakikalarda acil servise ikisi
gelmişlerdi. Peş peşe sedyelerde, koridorda yol alıyorlardı. Yüzü kanlar
içinde ve hala yüzünü hiç bilmediğim, Duru. Peşinden gelen sedyede ise
Cenk vardı. Kızın aksine, çocuk sürekli bağırıyordu. "Duru, Duru.." Bana
Cenk'in konulacağı yerin, düzenlenip ve temizlenmesi gerektiği
ivedilikle söylendi. Bir dakikadan çok kısa bir sürede, Cenk masaya
yatırıldı. Kız ise yan masaya yerleştirildi. Hafif de olsa kızın
iniltileri geliyordu. Acı çektiği belliydi, ama hiç ses edemiyordu. İki
masa arasındaki perde sertçe kapatıldı.
Sabah ani gelişen bu olayda, acil servis gibi bir birim de hazırlıksız yakalanabiliyordu. Benim orada bulunmamı gerektirecek bir vazifem olmamasına karşın, hemşire bana beklememi söylemişti. Demek gelmesi beklenen hemşireler vardı ve bu süre için olası bir durumda benden yardım isteyeceklerdi. İşim bu, onların emriyle, hastaların hizmetindeydim.Sessizce bekliyordum..
Sabah ani gelişen bu olayda, acil servis gibi bir birim de hazırlıksız yakalanabiliyordu. Benim orada bulunmamı gerektirecek bir vazifem olmamasına karşın, hemşire bana beklememi söylemişti. Demek gelmesi beklenen hemşireler vardı ve bu süre için olası bir durumda benden yardım isteyeceklerdi. İşim bu, onların emriyle, hastaların hizmetindeydim.Sessizce bekliyordum..
Acı
içinde bağırıyordu. "Duru, Duru.." diye çığlık çığlığa bağırıyordu.
Oysa, nasıl olmuşsa iki bacağı kırıktı. Bunu anlamak için doktor olmaya
gerek yoktu. İkisi de dizinin altından kırık gibiydi. Ayaklar olması
gerektiği gibi durmuyordu. Masa üstünde, usta hareketlerle kıyafetleri
çıkartıldı. Çıplak halde masada, oldukça güçlü bir beden ortaya çıktı.
Yirmibeş yaşlarında bir genç. Ve maalesef bacaklarının görünümü feciydi.
Etin dışına çıkmış kemik parçaları herşeyi ortaya koyuyordu. Onca
yıllık tecrübeme dayanarak, pek ölümcül olmayan yaraları olduğunu
söyleyebilirdim. Aslında yara sadece, eti parçalayan kemiklerin olduğu
bacaklarda vardı. Genç ve sağlıklı bir bedene sahip, Cenk'in, bundan
kurtulması hiç de zor değildi. Tabii, eğer iç organları zarar
görmemişse.. Göğsünde ise, çarpmanın etkisi belliydi. Hafif bir iz vardı
ve bunun direksiyon olabileceği anlaşılıyordu. Ancak göğüste bu kadar
az hasar varken, bacakların kırılmış olmasına anlam veremedim. Kaza bu
gerçi, öyle ilginç şeyler gördüm ki, şaka gibi geliyor insana. Belki de
direksiyona çarpması ile hava yastığının açılması bir olmuştur.
Kimbilir..
"Duru,
Duru.." diye bağırmaya devam ediyordu. İki kırık bacak ile kendi
acısına bağırması gereken bu adam, yan tarafta masaya yatırılmış, kız
için endişeleniyordu. Nasıl bir acıdır ki, eti delip geçmeyi başaran iki
kırık bacağın acısını bastırabilsin. "Duru, Duru..", durmaksızın
haykırıyordu. Aradaki perdenen birşey görebilmek umuduyla başı hep yana
çevriliydi. Bir ara, perde, yan taraftaki ani haretlilik sonucu aralandı
ve kızı gördü. Sessizlik oldu bir an için. Odada sadece doktor ve
hemşirelerin telaşlı sesleri işitiliyordu. Kızın yüzü kan içindeydi.
Boyalı -dipleri belli belirsiz gelmiş- sarı saçlı bir kızdı. Elli
kilodan daha hafif, çocuğa göre oldukça kısa boylu bir kızdı. Yüzünü hiç
net göremedim. Gördüğüm o güzel gözleri idi. Yana dönmüş, Cenk'e
bakıyordu. Tebessüm mü ediyordu, hiç belli değildi? Söylemek istediği
birşey varmışcasına, sadece donuk gözlerle Cenk'e bakıyordu. Ağır
hareketlerle, bir çarşafın yüzünü kapladığını gördüm. Aniden irkildim.
Ayak parmaklarımdan göğüslerime kadar beni titreten bir ses ile
irkildim: "Duruuu, Duruuuu.. Gitmeeee.. Kal lütfen.." Artık yapacak
hiçbirşey yoktu, Duru belli ki, gitmişti. Artık kendi yolculuğuna devam
edecekti. Cenk'in perdeye doğru elini uzatması da, kızın bu dünyada
kalmasına yeterli değildi artık. Perdenin açık kalan kısmı sert şekilde
tekrar kapatıldı. Perdenin öteki tarafındaki, panik havası yerini
sessizliğe bırakmıştı. O taraftan gelen sessizlik öyle bir sinmişti
yüreğime, bu taraftaki haykırışları duyamaz olmuştum. Bu gördüğüm ilk
ölüm müydü? Elbette değildi! İnanın bundan çok daha beterlerini
görmüştüm. Bu kız öylece sakin ve sessizce, tıpkı, duru bir suda yüzen
kuğu gibi süzülüp gitmişti bu diyardan. Adı gibi duru olmuştu gidişi.
Ölmüştü benim için, hemşireler ve doktorlar için. Bir tek kişi için hala
yaşıyor gibiydi. Adı hep dilindeydi, haykırıyordu acısına inat.
"Duruuu, Duruuuu.."
Acil müdahaleden sonra odasına kaldırılmıştı. Bağırmaları bitmiş, doktorunun yaptığı sakinleştirici ile uykuya dalmıştı. İlk üç gün odasına gelip gittikçe hiç ses çıkartmadı. Duru, adını hiç ağzına almadı. Öylece yatağında yatıyor, kimi zaman kafasını pencereye çevirip dakikalarca öylece bakıyordu. Yaptığım hizmetten memnun olup olmadığını bile bilmiyordum. Onun başında nedense çok oyalanıyordum. Demek, bunu diğerleri de farketmişler. Dr. Ahmet'in söylediğine bakılırsa, dedikodum çoktan, hastane kazanlarında kaynamaya başlamış bile.
Et yığını gibiydi. Gözlerinin kıpırdaması, göğsünün nefes aldıkça inip kalkması, onun yaşayan birşey olduğunun kanıtıydı. Ziyaretçilerinin gelip gelmediği hakkında bilgim hiç olmadı. Muhtemelen benim yokluğumda gelmişlerdi. Ya da kimbilir, hiç gelip gidenleri olmamıştı. Sormadımda kimseye. Nedense merak ettiğim, Duru ve birlikte yaşadıklarıydı. İlk üç günün ardından, Cenk, neden bilinmez, benimle konuşmaya başladı. "Abla, o da senin gibiydi.." demişti. Ona hiç soru sormamıştım, anlatması için de hiç bir yönlendirme yapmamıştım. O sanki beni ve benim neyi merak ettiğimi biliyor gibi, herşeyi anlattı. O anlattıkça, Cenk'i ve Duru'yu içimde yaşatmaya başladım. Cenk ile aramdaki bağ, yalnızca, Duru'nun sadeliği ve aşkı değil, kızın da benim gibi Lâl olmasıydı. Lâl doğmuştum, tıpkı Duru gibi. Hiçbir zaman elde edemeyeceğim bir aşktı bu. Benim için de bir Cenk çıkacak mıydı bir gün?
Acil müdahaleden sonra odasına kaldırılmıştı. Bağırmaları bitmiş, doktorunun yaptığı sakinleştirici ile uykuya dalmıştı. İlk üç gün odasına gelip gittikçe hiç ses çıkartmadı. Duru, adını hiç ağzına almadı. Öylece yatağında yatıyor, kimi zaman kafasını pencereye çevirip dakikalarca öylece bakıyordu. Yaptığım hizmetten memnun olup olmadığını bile bilmiyordum. Onun başında nedense çok oyalanıyordum. Demek, bunu diğerleri de farketmişler. Dr. Ahmet'in söylediğine bakılırsa, dedikodum çoktan, hastane kazanlarında kaynamaya başlamış bile.
Et yığını gibiydi. Gözlerinin kıpırdaması, göğsünün nefes aldıkça inip kalkması, onun yaşayan birşey olduğunun kanıtıydı. Ziyaretçilerinin gelip gelmediği hakkında bilgim hiç olmadı. Muhtemelen benim yokluğumda gelmişlerdi. Ya da kimbilir, hiç gelip gidenleri olmamıştı. Sormadımda kimseye. Nedense merak ettiğim, Duru ve birlikte yaşadıklarıydı. İlk üç günün ardından, Cenk, neden bilinmez, benimle konuşmaya başladı. "Abla, o da senin gibiydi.." demişti. Ona hiç soru sormamıştım, anlatması için de hiç bir yönlendirme yapmamıştım. O sanki beni ve benim neyi merak ettiğimi biliyor gibi, herşeyi anlattı. O anlattıkça, Cenk'i ve Duru'yu içimde yaşatmaya başladım. Cenk ile aramdaki bağ, yalnızca, Duru'nun sadeliği ve aşkı değil, kızın da benim gibi Lâl olmasıydı. Lâl doğmuştum, tıpkı Duru gibi. Hiçbir zaman elde edemeyeceğim bir aşktı bu. Benim için de bir Cenk çıkacak mıydı bir gün?
- Duru aşk, Bölüm 1: Evde
- Duru aşk, Bölüm 2: Dışarıda
- Duru aşk, Bölüm 3: Yerde
- Duru aşk, Bölüm 4: Hastanede
- Duru aşk, Bölüm 5: İçimde
Duru Aşk / 19.04.2012 / Murat Dicle
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder