20 Nisan 2012 Cuma

DURU AŞK 4/5


- Bölüm 4: Hastanede -

"Doktor hanım, artık kalksanız diyorum.." diyen kardeşimin sesi ile gözlerimi açıyorum. Avize hala aynı yerde, sallanmıyor. Pencere de kapalı. "Pencereyi yine açık bırakmışsın, hava o kadar iyi değil abla. Böyle giderse, üşüteceksin." Bunu son zamanlarda hep yapıyordum. Altı gün önce, işbaşı yaptığım yeni hastanemde göreve başladığımdan buyana, içimde bir garip bulantı oluyor hep. Temiz hava girmeli odama. Saate bakıyorum, 07:15'i gösteriyor. Bugün pazar değil, bunu çok iyi biliyorum. Ve benim ne olursa olsun işe gitmem lazım. Ah, iyiki evim hastaneye yakın. Ancak, kahve keyfimden vazgeçeceğim aşikar. Ani bir hareketle bir çırpıda yataktan çıkıyor, bir yandan komik bir kaç el kol hareketiyle, diğer yandan da kardeşimi iterek tuvalete koşuyorum. Tuvaletteyim, "foşşş".. Ah, çok tanıdık geldi bu an. Bu bir dejavu sanki. Hatırlıyorum, ne yapıyor acaba? Dünkü olaydan sonra fazlasıyle bitkin düştüm. Olsun en azından onun yaşıyor olması sevindirici. Dün çok acemi gibiydim, hiç kimseye yardımcı olamadım. Hakkımda ne düşündüler acaba?



"Abla dün sen uyurken abim aradı, önümüzdeki hafta Erzurum'dan geliyorlarmış. Ama çocuklar okulları olduğu için gelemeyeceklermiş" Off ya, bir de bu eksikti. Bakıcılıktan kurtulamayacağım galiba, kardeşim, hastalar ve şimdi de abimler geliyorlarmış. Neden geliyor acaba? "Neden geliyorlarmış, sordun mu?" demeye çalışıyorum. Beni anlama konusunda her zaman benden bir adım önde olan, kardeşim, "Abimin bir işi varmış, gelmişken de birkaç gün bizi görmek istediklerini söyledi" diye devam etmişti, yan odadan gelen sesiyle. Sifonu çekiyorum, ve kendimi doğruca duşa atmalıyım diye düşünüyorum. Duşa giriyorum, sıcak suyu açıyorum ve suyun ısınmasını beklerken, diş fırçama macunu sürüyorum. Suyun ısındığına emin olduktan sonra, kendimi suyun altına bırakıyorum. Dişlerimi bir yandan fırçalarken, gözlerim kapalı halde, düşen her su damlasını sayıyor gibi hissediyorum. Başına düşen yüz damla, kulağıma düşerek paramparça olan yirmi damla. Su, ne harika birşey. Sıcak. Diş fırçamı lavaboya uzanarak bırakıyor ve vücudumu, duş jeliyle ovalıyorum. Mis gibi bir koku, çilek kokusu banyoyu kaplıyor. Oysa, yediğimiz hiç bir çilek bu derece "çilek" gibi kokmuyor. Yesem mi acaba?

"Abla, benim hemen çıkmam lazım" diyor, kardeşim; üstümde beyaz bornozumla, banyodan odama geçerken. Ben, hemen seri hareketlerle özensiz kıyafetler seçiyor ve giyiniyorum. Ben de bir an önce evden kendimi dışarı atmalıyım. Dün yaşadığım olay benim göze batmama neden oldu. "Hadi ben çıktım, akşama görüşürüz.." diyen kardeşimin sesini duyuyorum. "Güle, güle.." diyemeden, kapanan kapının sesini duyuyorum. Ardından geçen iki dakikanın sonunda ben de kapıyı kapatarak, kendimi sokağa attıyorum.

On dakikalık bir yürümenin ardından, hastanenin acil kapısından içeri giriyorum. Saat 08:00 ve ben hastanedeyim. Koridorda personel odasına yürürken, aklıma Cenk geliyor. Önce Cenk'e mi baksam diye kendime soruyorum. Müsait olup olmadığını bilmiyorum. Dün hocamız endişelenecek birşey olmadığını söylemişti. Çok aksi bir adamdır, Dr. Ahmet. Altmış yaşına yakın, işini seven biri olmasına rağmen, çok kuralcıdır. İşlerin saat gibi ilermesini ister. Çekiniyorum bir an. Ya, o sıra hastaları kontrole çıktıysa. Sabah sabah fırça atmasını istemem. Dünkü olay zaten benim birkaç puanımı eksiltmişti. Oysa, bize öğretilen en önemli şeylerden biri, asla panik yapmamak, korkmamaktı. Söz konusu Cenk olunca, elimde değildi. Herşey anlamsızca gelişti, kafam çok bulanmıştı. Nedendir bilinmez, "Vomiting Centre" gibi anlamsız ve gereksiz bir terime kafayı takmıştım. Cenk'in durumuyla alakası olmayan birşeydi bu.

"Vay, doktor hanım, sabah şerifleriniz hayrolsun.." dedi bir ses. Koridorda durup bir an dondum. Sesin sahibini tanıyordum ve korkmam gerektiği hissi de midemi bulandırıyordu. Yavaş yavaş arkama döndüm. Yürüyerek bana doğru yaklaştı Dr. Ahmet. Eyvah! Umarım dün için bana fırça atmaz. Doktorlar hep böyleler işte. "Size bundan sonra Doktor Hanım diyebilir miyim?" diye alaycı ve esprili tarafı ağır basan bu sözleri söyledi. "Şey hocam, dün için özür dilerim.." demeye gelen bir yüz iafedesine büründüm. "Önemli değil, peki buldun mu aradığın şeyi?" diye gülerek sordu. Elbette, aradığım o an için anlamsız ve salakça gelen; Vomiting Centre idi. Ama onlar, dün neyi aradığımı hiç bilmiyorlardı. Nasıl söyleyeceğimi de ben bilmiyordum. Ben de kendimi çok zor tuttum, hem utanıyordum hem de dünkü halimi düşününce kahkahalar atasım geliyordu. Pişmiş kelle tabiri vardır ya, işte tam anlamıyle öyle bir durumdaydım. Sadece sırıttım. Cevap veremedim, ama içimde kahkahalar patlıyordu sanki. "Emekliliğine bu kadar az kalmışken, kafayı sıyırmanı görmek üzücü. İstersen bir kaç gün rapor al ve dinlen. Kader, bu hastaneye geleli henüz altı gün oldu. Bize göre senin işlerin daha zordur bilirim. Ama birilerinin de bu işleri yapması gerek biliyorsun. Özellikle senin gibi tecrübeli hastabakıcılara ihtiyacımız var." diye nazikçe anlattı. Şaşırmıştım. Böylesi bir hoca ve benim gibi basit bir hastabakıcı arsında baba-kız sohbeti gibi gelmişti bana. "Dünkü olay için söylenecek çok şeyler var, ama bizi de güldürdün. Tebessüm ettirmen, senin için bir kurtuluş oldu. Kabul edelim, bir sonraki benzer olaylarda bu denli yumuşak olamam, olamayız!" diye de tatlı tatlı tehdit etti. Hocam ne dese haklıydı. Tekrar özür diler gibi yüzümün ifadesini değiştirdim. "Peki, Kader. Hadi sen işine dön. Kolay gelsin", diyerek yürümeye başladı. Acaba söylesem mi, hazır bu kadar yumuşamışken birşey der mi acaba? Cenk'in durumu ona sorsam? Diye düşünürken, Dr. Ahmet, duraksadı, sanki bana söylemeyi unuttuğu birşey daha varmış gibi, geri dönüp bana doğru yürümeye başladı. Bana, pis pis bir bakış attı. Doktor, "Bak, Kader. Neden bu adama taktın bilmiyorum. Neredeyse, senin yarı yaşında bir adam bu. Bu hastaneye başladığın günden beri, o adam ile bir bağ kurmaya çalıştığının herkes farkında." diye yarı yumuşak, yarı sert bir ifadeyle söylüyordu. "Kimsenin gözünden kaçmadı, inan arkandan dedikodular bile söyleniyordur." diye devam etti. Ölsem mi, yok mu olsam. Pişmanım, bin pişmanım. "Hocam bilmiyorum, garip olduğunun ben de farkındayım. Belki de sebep Duru'dur." diye cevap vermek istiyorum, ama yapamıyorum. Öylece, utanç içinde, yüzüm kızarmış bir halde doktora bakıyorum, boş gözlerle. Belki de, hala evlenmediğim veya bir sevdiğim olmadığı için böyle duygusal oldum. Kişisel olarak Cenk ile yanlış anlaşılmayı gerektirecek bir bağ kurmadım. Kafamda kurduğum, Cenk'in Duru'yu ölesiye sevdiğiydi. Böyle bir aşkın, benim gibi kadınlara nasip olup olamayacağını hep düşündüm.

Eliyle hafif hafif omzuma dokunarak, hiç birşey söylemeden, biraz üzgün bir tavırla, dönüp gitti. Bir müddet arkasından baktım hocanın. Hastabakıcılık işine ilk başladığım yıllarda, gördüğüm hep iğrenç şeylerdi. Göze gelebilecek hiç güzel birşeye rastlamıyordum. Bok, çiş aklınıza ne geliyorsa. Her türlü bedeni temizledim. İri, uzun, kısa, şişman.. Dünya güzeli de olsa, bir hastane yatağında çıplak olarak, temizlenmeyi bekleyen kim olursa olsun, koskoca bir et yığını gibiydi benim için. O kokular hele, hastanelerin kendine has kokuları. Artık bu kokulara dayanamıyorum. Sürekli temiz havaya ihtiyaç duyuyorum. Artık bünyem kötü şeyleri kaldırmıyor. İyi şeylere bağlanıyorum hep. Onca geçen yılların ardından, bu yeni hastanemde bambaşka bir Kader olmuştum. Artık herkes için iğrenç olan şeyler benim için hiç de öyle değillerdi. Artık kötüyü, pisi, boku değil, güzellikleri görüyordu gözüm. Sanırım bu hayata tutunmam için gerekliydi. Emekliliğime üç sene daha varmış ama bana üç asır gibi geliyor. Biter mi?

Soyunma odasına gidip, üstümü değiştirmek üzere yönümü değiştirdim. Cenk'in odasına daha sonra giderim. Zaten orada yapmam gereken işler var; hem onun, hem de odadaki diğer hastalar için. Bugünün dokunulmazı gibi, elimi ağırdan alıyordum. Pazartesi günü olmasına rağmen, nedense panik ve yılgınlık kalmamıştı bende. Odada tek başımaydım. Diğerleri çoktan işlerinin başına gitmişler bile. Saat 08:30 olmuş bile. Ayten ne yaptı acaba? Bugün için geç geleceğini söylemişti. Üstümü değiştirdim ve sırasıyle, benim kontrolümdeki odalara uğramaya başladım. Uğrayacağım son odalardan biri de Cenk'in kaldığı odaydı. Günlük rutin işlerle, işimi yaptım. Yılların verdiği tecrübe ile işimi kolayca yapıyordum -ki, dünkü acemilik ve şapşallıktan eser yoktu. Belli bir tecrübeden sonra, hemşireler bile sizden çekinebiliyorlardı. Ama doktor olmak başka birşeydi. Ben hastabakıcıyım. Hasta odasından çıkarken, koridorda bana doğru yürüyen, kaşları kalın ama düzgün ve gür siyah ama örgülü saçlı kızı gördüm. Bana doğru tebessüm ederek, saçlarını bir o yana bir bu yana sallayarak geliyordu. Benden küçüktü, ama küçük bir genç kız da değildi. Bir oğlu var. Çok akıllı maaşallah. Kocası onları sebepsiz yere terkmiş. Oğlu ile birlikte yaşıyorar. Kocasından hiç haber yok. Anlattığına göre, evlilikleri ile ilgili de pek ciddi sorunları da yokmuş. Sevgi eksikliği gibi, temel şeyleri saymazsak, hasbel kader devam eden bir evlilikleri varmış. Ama bir gün adam gitmiş ve hiç geri dönmemiş. Hala resmi olarak evliler. Ama kimse adamın nerede olduğunu bilmiyor. Çok aradılar, polis de aradı. Haber yok. Fakat, kimse onun ölmüş olacağını düşünmedi. Çünkü onun bulunmasını isteyen sadece Ayten ve oğlu değil, borç aldığı esnaf ve arkadaşları da vardı. Çok olmasa da, bir insanı iki yıl idare edecek kadar borç toplayıp kaçmıştı. Sebep hiç belli değil. 

"Ablam, benim güzel ablam. Allah razı olsun. Çok teşekkür ederim.." diye sevinçli hareketlerle devam etti, "..borç verdiğin ya, beni öyle bir yükten kurtardın ki, anlatamam." dedi. Cumartesi günü utana sıkıla benden borç istemiş. Durumu izah etmiş, üstünde bir yükün hafiflemesi için benden elli lira rica etmişti. O an için üstümde olması büyük şans. Tek param da o elli liraydı. Düşünmeden verdim parayı. Onun sevincine karşılık, ben de sevinçli bir edayla, anlatması için gözlerimle devam etmesini istedim. Çikolataları almış mıydı acaba? "Aldım, Kader abla. Aldım ve beslenme saatinde sınıfa girdim. Öğretmenden izin isteyip, çikolataları çocuklara dağıttım. Hepsi öyle mutlu oldular ki, sanki hep bir ağızdan 'yaşasın' diye bağırıyorlardı. Her birine çikolatayı dağıttıkça gülümsüyor, gülümsedikçe de, çoşuyorlardı. Sevinçleri çoğalmıştı, fazlasıyla.." Paylaştıkça çoğalan zenginlik: Gülmek, mutlu olmak, çocuklar, onur, gurur ve aşk.. "Sonra öğretmene yine teşekkür ederek sınıftan çıkacaktım ki, adamcağız sessiz sessiz gözyaşı döküyordu, birşey diyemeden sınıftan kendimi zor attım." Dejavu! Yaşadım ben bunu, hem de bu sabah yaşadım. Rüyamda! Gülümsedim, aferin der gibi sırtını sıvazladım. Bir yandan da gözlerim doldu. Sevinen çocuklar ve bir o kadarda mutlu olan bir anne. Oğlunun yaşadığı mutluluğu tahmin bile edemiyorum. "Abla, maaş alınca ilk işim, borcumu ödemek olacak" diye konuştu. Kaşlarımı çatarak, yalancı bir kızgınlık ifadesiyle, poposuna bir şaplak attım. Yallah, der gibi elimle işaret ettim. O anda, ceylan gibi seke seke üstünü değiştirmek üzere koridorda koşmaya başladı. Deli kız, koşuyor ya!

"Deli kızdı onun adı bende" demişti Cenk bir keresinde. "Zarif ve ince yapısının altında, güçlü bir kadın vardı hep. Senin bana bakmakla yükümlü olduğun gibi, o da bana bakardı. Hiç gocunmaz, bir bebek gibi ilgilenirdi benimle. Sessiz ve hiç konuşmazdı. Çok hoşuma giderdi. O öyle yaptıkça da, ben daha da şımarır, çocuklaşırdım. Bir tek altımdan almazdı, bilirsin işte.." bunları söylerken utandığını, erkeklik gururunun incindiği hissetmiştim. Altı gün önce, yani benim ilk işe başladığım sabah. Evet, daha ilk dakikalarda acil servise ikisi gelmişlerdi. Peş peşe sedyelerde, koridorda yol alıyorlardı. Yüzü kanlar içinde ve hala yüzünü hiç bilmediğim, Duru. Peşinden gelen sedyede ise Cenk vardı. Kızın aksine, çocuk sürekli bağırıyordu. "Duru, Duru.." Bana Cenk'in konulacağı yerin, düzenlenip ve temizlenmesi gerektiği ivedilikle söylendi. Bir dakikadan çok kısa bir sürede, Cenk masaya yatırıldı. Kız ise yan masaya yerleştirildi. Hafif de olsa kızın iniltileri geliyordu. Acı çektiği belliydi, ama hiç ses edemiyordu. İki masa arasındaki perde sertçe kapatıldı.

Sabah ani gelişen bu olayda, acil servis gibi bir birim de hazırlıksız yakalanabiliyordu. Benim orada bulunmamı gerektirecek bir vazifem olmamasına karşın, hemşire bana beklememi söylemişti. Demek gelmesi beklenen hemşireler vardı ve bu süre için olası bir durumda benden yardım isteyeceklerdi. İşim bu, onların emriyle, hastaların hizmetindeydim.Sessizce bekliyordum..

Acı içinde bağırıyordu. "Duru, Duru.." diye çığlık çığlığa bağırıyordu. Oysa, nasıl olmuşsa iki bacağı kırıktı. Bunu anlamak için doktor olmaya gerek yoktu. İkisi de dizinin altından kırık gibiydi. Ayaklar olması gerektiği gibi durmuyordu. Masa üstünde, usta hareketlerle kıyafetleri çıkartıldı. Çıplak halde masada, oldukça güçlü bir beden ortaya çıktı. Yirmibeş yaşlarında bir genç. Ve maalesef bacaklarının görünümü feciydi. Etin dışına çıkmış kemik parçaları herşeyi ortaya koyuyordu. Onca yıllık tecrübeme dayanarak, pek ölümcül olmayan yaraları olduğunu söyleyebilirdim. Aslında yara sadece, eti parçalayan kemiklerin olduğu bacaklarda vardı. Genç ve sağlıklı bir bedene sahip, Cenk'in, bundan kurtulması hiç de zor değildi. Tabii, eğer iç organları zarar görmemişse.. Göğsünde ise, çarpmanın etkisi belliydi. Hafif bir iz vardı ve bunun direksiyon olabileceği anlaşılıyordu. Ancak göğüste bu kadar az hasar varken, bacakların kırılmış olmasına anlam veremedim. Kaza bu gerçi, öyle ilginç şeyler gördüm ki, şaka gibi geliyor insana. Belki de direksiyona çarpması ile hava yastığının açılması bir olmuştur. Kimbilir..

"Duru, Duru.." diye bağırmaya devam ediyordu. İki kırık bacak ile kendi acısına bağırması gereken bu adam, yan tarafta masaya yatırılmış, kız için endişeleniyordu. Nasıl bir acıdır ki, eti delip geçmeyi başaran iki kırık bacağın acısını bastırabilsin. "Duru, Duru..", durmaksızın haykırıyordu. Aradaki perdenen birşey görebilmek umuduyla başı hep yana çevriliydi. Bir ara, perde, yan taraftaki ani haretlilik sonucu aralandı ve kızı gördü. Sessizlik oldu bir an için. Odada sadece doktor ve hemşirelerin telaşlı sesleri işitiliyordu. Kızın yüzü kan içindeydi. Boyalı -dipleri belli belirsiz gelmiş- sarı saçlı bir kızdı. Elli kilodan daha hafif, çocuğa göre oldukça kısa boylu bir kızdı. Yüzünü hiç net göremedim. Gördüğüm o güzel gözleri idi. Yana dönmüş, Cenk'e bakıyordu. Tebessüm mü ediyordu, hiç belli değildi? Söylemek istediği birşey varmışcasına, sadece donuk gözlerle Cenk'e bakıyordu. Ağır hareketlerle, bir çarşafın yüzünü kapladığını gördüm. Aniden irkildim. Ayak parmaklarımdan göğüslerime kadar beni titreten bir ses ile irkildim: "Duruuu, Duruuuu.. Gitmeeee.. Kal lütfen.." Artık yapacak hiçbirşey yoktu, Duru belli ki, gitmişti. Artık kendi yolculuğuna devam edecekti. Cenk'in perdeye doğru elini uzatması da, kızın bu dünyada kalmasına yeterli değildi artık. Perdenin açık kalan kısmı sert şekilde tekrar kapatıldı. Perdenin öteki tarafındaki, panik havası yerini sessizliğe bırakmıştı. O taraftan gelen sessizlik öyle bir sinmişti yüreğime, bu taraftaki haykırışları duyamaz olmuştum. Bu gördüğüm ilk ölüm müydü? Elbette değildi! İnanın bundan çok daha beterlerini görmüştüm. Bu kız öylece sakin ve sessizce, tıpkı, duru bir suda yüzen kuğu gibi süzülüp gitmişti bu diyardan. Adı gibi duru olmuştu gidişi. Ölmüştü benim için, hemşireler ve doktorlar için. Bir tek kişi için hala yaşıyor gibiydi. Adı hep dilindeydi, haykırıyordu acısına inat. "Duruuu, Duruuuu.."

Acil müdahaleden sonra odasına kaldırılmıştı. Bağırmaları bitmiş, doktorunun yaptığı sakinleştirici ile uykuya dalmıştı. İlk üç gün odasına gelip gittikçe hiç ses çıkartmadı. Duru, adını hiç ağzına almadı. Öylece yatağında yatıyor, kimi zaman kafasını pencereye çevirip dakikalarca öylece bakıyordu. Yaptığım hizmetten memnun olup olmadığını bile bilmiyordum. Onun başında nedense çok oyalanıyordum. Demek, bunu diğerleri de farketmişler. Dr. Ahmet'in söylediğine bakılırsa, dedikodum çoktan, hastane kazanlarında kaynamaya başlamış bile.

Et yığını gibiydi. Gözlerinin kıpırdaması, göğsünün nefes aldıkça inip kalkması, onun yaşayan birşey olduğunun kanıtıydı. Ziyaretçilerinin gelip gelmediği hakkında bilgim hiç olmadı. Muhtemelen benim yokluğumda gelmişlerdi. Ya da kimbilir, hiç gelip gidenleri olmamıştı. Sormadımda kimseye. Nedense merak ettiğim, Duru ve birlikte yaşadıklarıydı. İlk üç günün ardından, Cenk, neden bilinmez, benimle konuşmaya başladı. "Abla, o da senin gibiydi.." demişti. Ona hiç soru sormamıştım, anlatması için de hiç bir yönlendirme yapmamıştım. O sanki beni ve benim neyi merak ettiğimi biliyor gibi, herşeyi anlattı. O anlattıkça, Cenk'i ve Duru'yu içimde yaşatmaya başladım. Cenk ile aramdaki bağ, yalnızca, Duru'nun sadeliği ve aşkı değil, kızın da benim gibi Lâl olmasıydı. Lâl doğmuştum, tıpkı Duru gibi. Hiçbir zaman elde edemeyeceğim bir aşktı bu. Benim için de bir Cenk çıkacak mıydı bir gün?

  1. Duru aşk, Bölüm 1: Evde
  2. Duru aşk, Bölüm 2: Dışarıda
  3. Duru aşk, Bölüm 3: Yerde
  4. Duru aşk, Bölüm 4: Hastanede
  5. Duru aşk, Bölüm 5: İçimde

Duru Aşk / 19.04.2012 / Murat Dicle

Hiç yorum yok: