öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Şubat 2014 Cuma

HAYALET HİKAYELERİ, Pınar Kür

HAYALET HİKAYELERİ, Pınar Kür
HAYALET HİKAYELERİ
Pınar Kür
Yorum yapmaya değmeyecek kadar vasatın altında bir kitap. "Böö" tadında hayalet hikayeleri işte. 

Sen o kadar oku, Sorbon morbonlarda doktora felan ver, sonra gel bu kitabı yaz... Ee bari bi zahmet kendinizi de camdan aşağı ataydınız!..

Pınar Kür'ün ilk okuduğum şeysi. Sanmıyorum ki bundan sonra bir başka Pınar Kür şeysi okuma cesareti göstereyim. Kocaman SIFIR veriyorum. Keşke geçen sene, fırlattığım duvarda kalsaydı, bu kitap!


 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

29 Ocak 2014 Çarşamba

Uyanılan bir sabah

Uyanılan bir sabah
Uyanılan bir sabah
Sabah erkenden uyandığını sanan adam, usulca süzüldü yatağından. Saate baksaydı eğer, işe geç kaldığını anlayacaktı. Ancak o, erkenden uyandığını sanarak, doğruca banyoya gitti. İlk, aynana baktı. Solgun ama uykusunu almış bir yüz gördü, hafif sakallı ve gözleri çapaklı. Suyu açtı sonra. Su bir müddet boşa akarken, o hâlâ kendisine bakmaktaydı aynada. Lavobanın kenarını elleriyle tuttu ve hafifçe kamburunu çıkartarak eğildi, ancak yüzü hâlâ aynadaydı; su da hâlâ boşa akmaktaydı...

Anlaşılmaz bir kitabı okumaya çalışan biri gibiydi, aynada yüzünü inceleyen adam: Yanaklarına, burnuna, gözlerinin içine, kaşlarına, çenesine, saçlarına baktı, baktı durdu. Sonra ellerini suya tuttu; iki elini birden. Avcunda sabun varmışçasına ovuşturdu, akan suyla. Gözleri aynada, ötesinde kendini okumakta; anlamıyormuşçasına öylece bakmakta, sayfaları boşa çevirilen bir kitapmışçasına, hâlâ boşa akan suyun şırıltısıyla...

Nihayet dondu elleri akan suyla, gözleri kaydı avuçlarına; kırmızı benekler oluşmuştu elinin ayalarında. Buz gibi, dedi, su bu gibi... Musluğu kapattı. Islak ellerini saçlarına daldırdı, havlu niyetine bolca kuruladı. Saç diplerini kaşıdı.

Banyonun kapısından çıkıp odasına girmek üzereyken durdu. Geri dönüp, aynanın önündeki diş fırçasına baktı. Sağ elini çenesine götürüp parmaklarıyle okşadı. Diş fırçasına bir şey diyecekti de, unutmuştu sanki. Bir adım attı diş fırçasına doğru, ama sonra vazgeçip hızla geri döndü ve banyodan çıkıp yatak odasına girdi. Tam komidinin üstündeki saate bakacaktı ki, birden durdu ve yavaşça arkasını dönüp banyoya yöneldi tekrardan. Banyonun kapısına gelip durdu, içeri baktı; bir diş fırçasına, bir havluya, bir de klozete. Saçlarını yine kaşıdı, hiçbir şey anlamıyormuşçasına. Bir müddet durdu öylece kapıda.

Bir eliyle çıplak göğsünü kaşıdı. Sonra gözleri duşa kaydı birden, çıplak göğsünü kaşırken. Göbeğine, oradan da donunun içine kaydı, kaşıyarak giden parmakları. Testislerini avuçladı, sonra tırnaklarıyla kaşıdı. Kaşınırken vücudunu dikleştirdi ve sonra kalçalarını öne itip, az da olsa esnetti bedenini, bir yandan kaşıyorken testislerini. Tahrik oldu sonunda, elleri donunda, kaşıyorken testislerini tırnaklarıyla. Kavradı eliyle, en dibinden sıktı, henüz pek kan dolmamış kamışını... Çekti ellerini aniden, donunun içinden. Kaşıyan elini götürdü burnuna, tiksinmiş bir yüz ifadesi oturdu suratına. Duşa baktı sonra. Fakat o yürüdü lavaboya. Suyu açtı, ellerini yıkadı sabunla. Musluğu kapattı, havluyu aldı, kuruladı ellerini, bir yandan bakarken aynaya.

Çıktı banyodan, odaya yöneldi. Komidine yakşaltı ve bir sigara yaktı. Saate bakmak aklına gelmedi. Odadan çıkıp, koridora yöneldi, sonunda mutfağa girdi. Su ısıtıcısına su koydu, çeşmeden doldurmuştu. Düğmesine basıp bekledi kaynamasını, bir yandan da içiyordu sigarasını. Çok koymuştu suyu, geç kaynayacaktı. Sigarasına baktı, külü birikmiş, neredeyse yere düşecek sandı. Külünü silkeledi lavaboya. Musluğu açıp söndürdü sigarasını, atmadan önce naylon poşete, çöp niyetine.

Isıtıcıya baktı, anladı ki kaynamasına vakit vardı. Mutfaktan çıkıp koridora vardı. Odasına doğru yürüdü... Girdi içeri, nihayet saate bakmak aklına geldi. Vardı komidine, bakmak için eğildi saate. On biri on geçiyordu, şaşırdı kendince ve şöyle dedi sessizce: Yuhh!..

Geçti yatağına, yorganın altına girip, gözlerini dikti tavana. Değmez, dedi, bu saatte işe gidip, azar yemeye değmez. Yorganı biraz daha çekti boynuna. Mutfaktan bir ses duydu, su kaynamıştı sonunda. Gözleri, gözleri yavaş yavaş kapanıyor, uykuya dalacaktı az sonra...

Murat Dicle
29.01.2014

6 Eylül 2013 Cuma

TACİZ


TACİZ
Murat DİCLE
Eylül 2013, İstanbul

Gelişli gidişli bir yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan iki genç, bir dakika olmasına rağmen, hala karşıya geçmek için bir fırsat yakalayamamış, sürekli olarak bir dürtüyle ileri atılıyor gibi yapıyor ancak ölüm tehlikesiyle tırsarak geri kaçıyorlardı. Bu ölüm dansı bir kaç dakika daha sürmüş ve sonunda pes ederek paşa paşa, elli metre bile uzakta olmayan üst geçite kadar yürümüşler; nihayetinde -üst geçit marifetiyle- güven içerisinde karşıdan karşıya geçebilmişlerdi. Sebep olan sanki kendileri değilmişçesine, aniden karşılaştıkları bu badireyle, bir süre geçtikleri yola derin düşüncelerle bakmışlar ve ne kadar ahmakça davrandıklarını anlamalarına yetecek bir sürenin ardından da yollarına devam etmişlerdi.
Artık güven içerisinde olduklarını bildiklerinden, yaylana yaylana yürümeye başlamışlar, sürekli olarak yanlarından geçen kızlara bakar olmuşlardı. Dünyadaki tüm kızların onlara baktıklarını sanarak yürüyen bu iki dangalak bilmiyorlardı ki; bir erkeğin, bir kadına nasıl görünülmesi ve davranılması gerektiğini. Hayat onlara güzeldi... Aniden ortaya çıkan mini etekli kızların pürüzsüz bacaklarına veya dar kot giyinmişlerin kalçalarına ya da göğüs dekoltesi aşmış olanlara bakmak ve bu büyük hazzı ölümsüzleştirmek ve dahası mahalledekilere malzeme depolamak adına duraksıyorlar; “vay be” ya da “hımm güzelmiş” gibi olağanüstü çaba gerektiren cümleleri, muhatabın duyması için sesli kuruyor ve yeterli hazza kavuştuklarında ise akmış salyalarını silerek, kaldırımda tekrar yürümeye başlıyorlardı. Onlar kaldırımda yürüdükçe, yoldan geçen genç ve yaşlı kadınların hafif tebessümle onlara bakmaları, onların götlerini daha da kaldırıyor ve olağanüstü çekiciliğe sahip olduklarını düşünüyorlardı. Ancak bilmiyorlardı ki, ne saçları saç gibiydi ne de kıyafetleri kıyafet gibiydi. Üstüne üstelik gençlerden birinin fermuarı üç parmak aşağıya düşmüş, içinde beyazlığını yitirmiş don müsveddesi de göz kırpmakta; cemi cümlesi: genç, yaşlı ve çocuk, tebessüm etmekteydiler...
Kaldırım gittikçe daralmaya, daraldıkça da kalabalık bir hal almaya başlamıştı. Sağlarından sollarından insanlar, akın akın gelişli gidişli yanlarından geçiyor, birbirlerine dokunmamak için bin türlü cambazlık yapılıyor; iki genç, cambazlığı erkeklere uyguluyor ancak kadınlar söz konusu olduğunda -sakarlık bu ya-, sürtünüyorlardı. Her dokunuşta ayrı bir haz almaya çalışıyorlar ancak gerçek bir kalçaya hala dokunamamanın arzusuyla yanıp tutuşuyorlardı. Tam o vakit, ileride, dar, dizlerine kadar uzanan siyah bir etek; üstünde ipeksi, alacalı bir kumaştan -ki fuşya (çingene pembesi) ve siyah ağırlıklı ama arada beyazlarında göründüğü bir gömlek; gömlek ile eteğin ayrımına nişan olan, ince ve parlak siyah bir kemer; pürüzsüz ve olabildiğince düzgün bacaklarını tamamlayan, uygun büyüklükteki ayağında, kıyafetiyle uyumlu, orta yükseklikte topuklu bir ayakkabı; kalçaları dillere destan -ki siyah etek içerisinde büyük tehlike saça saça bir o yana bir bu yana sallana sallana gelen- giyinmiş kuşanmış bir kadın dikkatlerini çekmişti, bu iki gencin. İşaretse işaret, vazifeyse vazife... Baş dik ve gözler ileri ama etrafı algılamada en üstün; eller, ayaları arkaya dönük ve rahat; adımlar, karşıdan gelen afete senkronize; cesaret, madalya almaya namzet; ağız, sırıtış kıvamına denk ama gerekirse, her an ciddiyet kıvamına geçebilme potansiyeli de yüksek; aralarındaki mesafe dar, ancak kurbanın geçebileceği ölçüde, yürümeye başladılar hedeflerine... Hedef, kalçalarını sarıp sarmalamış erotik aurasıyla sallana sallana tuzağa yaklaşıyor; kurbanı izleyen gözler mesafenin kısalmasıyla orantılı aralarını açıyor; kurban, araya doğru yol alıyor; biri sağa yarım açı, diğeri sola yarım açı yapıyor; birinin sağ eli diğerinin ise sol elinin ayası pozisyon alıyor ve hedef aralarından geçiyor... İki el aynı anda komut almış, sallanan kalçaya dokunmuş; büyük haz akışına başlanmış; kalçalardan akıp, eller marifetiyle, iki bacak arasına depolanmış; avcıların göz kapakları yarı yarıya kapanmış; kalçalalardaki tüm sıcaklık, iki genci afallatmış ve zaman o an durmuştu... Dar eteğin içerisindeki, dar kalçaları sallandırmakta bir sakınca görmeyen; her türlü tehlikeyi göze alıp da kalabalığın içine giren; insan demeye bin şahit; afet-i devran, olanın farkına varmasıyla, elindeki çantayı, çantanın bulunduğu taraftaki gencin kafasına olanca gücüyle indiriyor... “N'oluyor ya!” diye kadından mı erkekten mi çıkartığı belli olmayan bir ses ile irkiliyor kaldırım ahalisi. Atik olan kadın, çantayı doğrultup, öteki gence de bir darbe indirerek, “salak mısın be kadın?” cümlesinin kurulmasına itinayla yardımcı oluyor. İhmal ettiğini düşündüğü diğer gencin, n'oluyor ya, cümlesini beğenmemiş olacak ki, çantasını ikinci bir defa daha vuruyordu. Hazırlıksız yakalanan, kalçaları sıcaklığını yitiren ve seksapalliğini yırtıcılığa dönüştüren kadın, bir saniye içerisinde yaptığı bu iki darbeyle, kaldırım ahalisinin takdirini almış; güya şaşkın ve masum olduklarını ima edercesine elleriyle başlarını ovuşturan iki genç ise, suçlu suçlu kadına bakmışlardı. Kadının “şerefsizler!” sözüyle komut alan kaldırım ahalisi, bir anda gençlerin etrafını sarmış, kim önce vursun diye aralarında bir an bakışmışlardı. Yumruklarla, çantalarla, ara ara tekmelerle ancak en kötüsü ağır sözlerle vurulan bu iki genç, yere kapaklanmış, aman dilercesine titremeye başlamışlardı. Arada bir kendilerini savunmak için sözler sarfetseler de, ağızdan çıkan her söz bir darbe ile karşılık almış ve böylece susmanın, böylesi durumlarda erdem olduğunu da anlamışlardı.
Uzaktan belli belirsiz gelen telsiz sesiyle -ki ses yaklaklaştıkça daha da hızlı- dağılmaya başlayan kalabalık; yerde yatan iki genc ve başlarına dikilen madureden, adım adım uzaklaşarak, polislerin olay yerini daha net görmelerini sağlamışlardı. Az önce kalabalık olmaktan korkmayan kaldırım ahalisinin bir çoğu, muhtemelen şahit yazılma korkusuyla çoktan yollarına devam etmişler; sadece bir kaç meraklı ile birlikte, yaşanan bu olayın çirkinliğine tahammül edemeyen orta yaşın üstünde iki kadın eşilik etmişti, yerde yatan gençlere ve madureye. Olay yerine gelen üç polis, önce yerde yatan iki gence ve sonra başlarında dikilen -ki polislerin de göz tacizine maruz kalarak baştan aşağı süzülen- kadına soru sorar gözlerle bakmışlardı. Polisler, madurenin ve şahitlik eden iki kadının bilgilendirmeleriyle olayı dinlemişler; iki genci tüm dikkatleriyle bir kaç saniye süzerek, ön yargıdan arındırılmış bir tecrübeyle, -tacizci potansiyeli taşıdıkları her hallerinden belli olsa gerek- gençleri derhal kelepçelemişlerdi. Madure ve gençler polis aracına yol alırken, ne olmuş ki, bakışlarıyla meraklı yeni bir kalabalık, şahitlik eden iki kadının etrafında peyda olmuşlardı. Polis aracı olay yerinden uzaklaştıkça, artlarından bakan son kalabalıktaki, kimi meraklı kimi de atılan yumrukların sahibi de yavaş yavaş olay yerini terk ediyorlardı...
Bu serserilerle birlikte, bu arabaya binmek zorunda mıydım?” diye söylenmeye başladı kadın, henüz yol almış polis aracının içerisinde. Aracın önünde oturan iki polisten biri olan ve arabayı kullanan, “Hanımefendi sabredin, üç dakikaya kalmaz karakolda oluruz”, diye sakince cevap verdi. “Ama olmaz ki böyle. Hem tacize uğruyorum hem de tacizcilerimle aynı araçta yan yana oturuyorum... Terbiyesiz! Sıkıştırmasana beni... Memur bey ben inmek istiyorum, bu şerefsizlerle birlikte gidemem ben!” diye, neredeyse çığlık atarcasına konuşuyordu. “Amirim, valla bizim suçumuz yok. Abla bizi yanlış anladı. Yol kalabalıktı, istemeden çarptık ablaya...” dedi en pasaklısı. “Hanımefendi lütfen, konuşmalara dikkat edelim... Kesin siz de sesinizi şerefsizler!” dedi, şöförün yanında oturan polis. “Bakın siz de şerefsiz olduklarını kabul ediyorsunuz. Bu ADİLERLE ben niye gelmek zorunda kalıyorum ki?” dedi kadın. “Amirim, annem evde... İlaç almak için çıktım, arkadaşla birlikte eczaneye gidiyorduk. Kadın evde hasta, yürüyemiyor. Bizi bıraksanız...” dedi pasaklıdan hallice olanı, kendini acındırarak. “Evet amirim, Perihan teyze çok hasta ilaç bekliyor...” diye destek verdi öteki. Polislerden hiç biri cevap vermedi. Bir süre daha arka koltukta konuşmalar olduysa da, polisler oralı bile olmadılar. Denildiği gibi yaklaşık üç dakika sonra karakola gelmişlerdi. Pratik hareketlerle iki genci ve kadını, sorgulanmak üzere baş komiserin karşısına çıkarttılar.
Oda sanki hınca hınç doluydu; bir çok ağızdan da konuşmalar vardı. Masanın başında zavallı bir halde oturan ve içlerinde en sessiz olanıydı, baş komiser. Kapı çalındıysa da; ne çalındığını duymuş, ne açıldığını ne de ardından kapandığını. Günlerden Salıydı; oda ise sanki Salı pazarıydı...

SON
 

Diğer öykülerim
 

23 Temmuz 2013 Salı

ÜÇ ÖLÜM


Mevsimlerden güzdü. Büyük yolda iki araba tırısla koşturuyordu. Öndeki posta arabasında iki kadın oturmaktaydı: Biri zayıf, solgun yüzlü bir hanımefendi; ötekiyse parlak kırmızı yanaklı, gürbüz hizmetçisi. Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor; kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu. Havlu atkısıyla örttüğü göğüsleri gençliğinin, sağlıklı oluşunun birer belirtisi gibiydi; canlı kara gözleri kah pencerenin ötesinde hızla geçen tarlalarda geziniyor, kah hanımına ürkek ürkek bakıyor, kah arabanın köşelerinde tasayla dolaşıyordu. Hanımefendinin file içinde arabanın tavanına asılmış şapkası burnuna değecekmiş gibi, bir ileri, bir geri gidip gidip geliyordu. Kızın dizlerinin üstünde bir köpek yavrusu vardı. Ayaklarını döşemede duran bir kutunun üstüne koymuştu; araba sarsıldıkça yayların çıkartığı gıcırtıyla camların şıngırtısına uygun olarak, zor işitilir bir sesle bu kutuyu tıkırdatıyordu.

22 Temmuz 2013 Pazartesi

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach

HERKESİN VE ÖZELLİKLE ÇOCUKLARIMIZIN OKUMASI ADINA, ÖYKÜNÜN TAMAMINI YAYIMLIYORUM. GÜNAHI BANA OLSUN...

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach
MARTI JONATHAN LIVINGSTON
Richard Bach

22 Ocak 2013 Salı

CEZA SÖMÜRGESİ, Franz Kafka

CEZA SÖMÜRGESİ, Franz Kafka
CEZA SÖMÜRGESİ
Franz Kafka
Bir gün gözünüzü açıyorsunuz ama hiç birşey göremiyorsunuz, her yer karanlık; bir kaç adım atıyor ama sürekli duvarlara çarpıyor ancak sonunda bir labirentin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz; soruyorsunuz kendinize: neden buradayım; neden karanlık; ne işim var burada; ve bu labirent niye?.. Ve gün geliyor artık soru sormuyorsunuz; sadece, karanlıkta o labirentin içinde yaşıyorsunuz...

Kafka'nın ilk okuduğum ve bu sitede de hakında yazdığım Dönüşüm adlı romanını çok klişe şekilde yorumladığımı anladım, Kafka hakkında biraz bilgi sahibi olduktan sonra. Yukarıdaki ilk paragrafta kendimce tabir ettiğim, Kafkaesk tarzını benimseden, Kafka okumanın ve yazılanları anlamanın zor olacağını bilmiyordum. Kafka, yaptığım araştırmada da söylendiği gibi, katmanlar halinde yorumlanabilecek eserler üretmiştir. Değişken şeylerden bahsetmiyorum; her katmanda ayrı şeyler ama hemen tümü aynı karanlık dehlize varan şeyler bunlar. Bir noktadan sonra soru sormaktan vazgeçip, demek bu böyleymiş, diye bir hükme vardırıyor bizi, Kafka. Bilemiyorum belki hala bocalıyorum bu konuda, ve hala tam olarak (sanıyorum hiç kimse 'tam olarak anladım' diyemez) anlamış değilim. 

12 Ocak 2013 Cumartesi

GİRİZGÂH

Bu kısa hikayeyi ister aşağıda yazıldığı gibi okuyabilir ya da PDF formatında veya Scribd üstünden de okuyabilirisiniz.


1
KÜÇÜK BİR ODADA İKİ KİŞİ OTURUYORLARDI, yatağın kenarında. Öteki berikine edebiyat hakkında bir şeyler söylüyor; beriki alaycı tavırlarıyla, ötekini sürekli sinirlendiriyor; ancak öteki bunu belli etmemeye çalışıyordu. Öteki sürekli olarak ileride iyi bir yazar olabileceğini, berikine, inatla kabul ettirmeye çalışıyor ancak beriki bunun için yeterli kabiliyetinin ve hatta tecrübesinin olmadığını söylüyordu, sürekli olarak ötekine.
Henüz yirmili yaşlarını süren bu iki üniversite öğrencisi genç arkadaş, edebiyat haricinde bir çok ortak zevkleri bulunmaktaydı: Aynı futbol takımını, aynı müzikleri ve hatta bir keresinde aynı kızı sevmişlerdi. Aralarındaki dostluğu aşk bile yıkamamış, kızı, ortak aldıkları karar neticesinde, zihinlerinden silmişlerdi. Hiç bir şeyden haberi olmayan kız ise hala üniversitede eğitimini sürdürmektedir.
Öteki dediğimiz gencin adı, C. Metin Ormanlı olmakla birlikte, annesinden 12 Ocak 1991 tarihinde saat 14.45'te doğmuş -ki annesi bunu çok iyi hatırlamaktadır- ve babası maalesef annesi ile doğmadan kendisini, bir başka kadın için terk ederek, zorlu hayat mücadelesi yolculuğuna seçme şansı verilmeden başlatılmış, ancak annesinin olağanüstü çabalarıyla üniversite hayatına, sağ salim adım atabilmiştir; beriki ise, 5 Mayıs 1990 tarihinde doğmuş, annesi ile babasının ortak kararı ile adını Ziya (babasının babasının adıdır) koymuşlar ve böylece nüfusa Ziya Demir olarak kaydı yapılarak, güzel bir aile ortamında büyütülmüş ve o da üniversite hayatına sağ salim adım atabilmiştir. Metin ile Ziya, üniversitenin ilk senesinde tanışmışlar ve gayet güzel bir arkadaşlık kurmuşlardır.
Birbirini seven bu iki arkadaş, oldukça ışıksız, hatta karanlık sayılabilecek bir odada sohbet etmekteydiler. Ziya, -Metin'in ifadesiyle- edebiyat konusunda hiç zevk almayan bir kişiliğe sahipken; Metin, edebiyatı çok sevmektedir: ayda en az üç dört kitap okumaktadır. Metin sürekli olarak, Ziya'ya, yazdığı şiir ve öykü gibi şeyleri okumakta, ancak Ziya'yı da sürekli olarak bunaltmaktaydı. Ziya, Metin'e yazdığı öykülerin girişlerinin yetersiz olduğunu söylemekte; Metin de, Ziya'nın iyi bir kitap okuyucusu olmadan nasıl böyle bir yargıya varabildiğine karşı çıkmaktaydı. Ziya da, iyi bir ahçı olmasam da, yediğim yemeğin lezzetini damağımda hissetmek isterim, diye kendini savunmaktan geri kalmıyordu. Velhasıl, gerçekten de Metin henüz iyi bir yazar olabilme hissi veremiyordu; ne Ziya'ya ne de bir başkasına. Ziya, onun iyi bir arkadaşı olduğu için rahatlıkla fikrini söylemekten çekinmiyor, Metin'in aslında bu eleştirilere üzüldüğünü de biliyordu. Ziya, gerçekten de Metin'in iyi bir yazar olmasını umut ediyor ve yaptığı bu eleştirilerin tüm gerçekliğiyle, Metin'i daha da hırslandırmayı amaçlıyordu. Ama kim bilebilirdi ki bu eleştiriler iki gencin yaşamına mal olacaktı.

15 Aralık 2012 Cumartesi

Bende bir şeyler var!

Bu kısa hikayeyi ister aşağıda yazıldığı gibi okuyabilir, ya da PDF formatında veya Scribd üstünden de okuyabilirisiniz.


Kaldırım taşı gibiyim sanki; üstümde at toynakları takırdıyor gibi geliyor bana. Kafamın içi zonklamaktan öte, donkluyor demek doğru olur. Biliyorum, çünkü bu fiziksel bir durum değil; psikolojim bozuk. Psikolog ile psikiyatr arasındaki farkı bile bilmeden, hemen kendime de teşhiş koydum ya! İlaç fayda etmeyecek, hiç mi hiç gereğik yok şimdi. Az dışarı çıkmalı; temiz hava belki iyi gelir. Bu temiz havayı da varlığımla kirletmek de cabası ya, neyse. Kendime acımaya başladım, yine... Evet, evet resmen kendime acıyorum; kendime sadaka vermem an meselesi. Bu beyin ne acayip bir organ. N'oluyor anlamış değilim. Jammerlar(*) mı var etrafta da, beynim uyuşuyor? Tüm karar alma sistemin alt üst olmuş durumda. Aslında bana öyle iyi geliyor ki böyle havalara girmek. Aciz, acınacak bir şahsiyet gibi, evin içinde dolanıp durmam ve hatta oradan oraya yatıp kalkmam. Sürekli bir başarısızlık durumunda böyle olmam bir hastalık değil midir? Ben kesin hastayım. Var bi kimya eksikliği bende. Beynin içinde dolanması gereken bazı sıvıların eksikliğini mi yaşıyorum yoksa? Var, var... Bende bir şeyler var!

12 Kasım 2012 Pazartesi

KOLTUK, Aziz Nesin

KOLTUK, Aziz Nesin
KOLTUK
Aziz Nesin
Aziz Nesin'in mizahi yeteneğiyle, genel değişmez tespitler denilecek kısa öyküler kitabıdır. İçinde yirmi iki adet öykü bulunmaktadır. Aziz Nesin'in hiciv yeteneğini hemen her öyküde görmek mümkün.

Sesli Güldüm, evet kahkahalarla gülerek okudum bu öyküleri. Büyük incelikle yazılmış -ki Aziz Nesin'in ideolojik tarafını ön plana çıkartan öykülerdir, bunlar. ADAM yayınlarından çıkartılmış bu eserin, son kısmına, YANKILAR başlığıyla, KOLTUK kitabı hakkındaki yorumları da okumak mümkün. Karşıt görüş olarak Peyami Safa'nın (öyle olduğu, yazının üslübündan anlaşılıyormuş) yorumları da ilgi çekici.

Bu kısa öyküleri okumak ayrıcalıktır ;)


* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

 

ESKİ ZAMAN BEYLERİ, Gogol

ESKİ ZAMAN BEYLERİ, Gogol
ESKİ ZAMAN BEYLERİ
Gogol
Rus isimlerini okudukça, Türk isimlerine şükrediyor insan; İvan İvanoviç, İvan Nikiforoviş, Akakiy Akakiyeviç, Pullheria İvanovna vb...

Gogol'ün mizahi öğeler içeren, üç öykünün yer aldığı bir kitaptır. Yine Bordo-Siyah ekibinin özenli çalışmasıyla, rahatça okunacak bir kitap. Kitabın ilk iki öyküsü; son öyküsü olan İvan İvanoviç ile İvan Nikiforoviç'in Nasıl Kavga Ettiklerinin Hikayesi adlı öyküye göre oldukça kısa kalıyor. Bana göre en iyi öykü, bu son öyküdür. Gülmek her üç öyküde de garanti.

Kitabın şk öyküsünün adı, Eski Zaman Beyleri olmasına rağmen, diğer iki öyküde de, dönemin benzer beyleri kaleme alınmış. Bana Aziz Nesin'in hikayelerinin tadını verdi. Olaylar absürd gelişiyor olsa da, gizliden gizliye bir hiciv seziyor insan -ki öykülerin içeriği, döneme ve yaşayanlarına bir eleştiridir.

Gogol'ün Palto'sundaki basit bir memur yerine, bu öykülerde aristokrat sınıf beyleri konu edilerek, hicvedilmektedir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


21 Eylül 2012 Cuma

İLK AŞK, Turgengev

İLK AŞK, Turgengev
İLK AŞK
Turgengev
Turgenyev'in okuduğum ilk kitabıdır. Dallas, Hayat ağacı dizilerini bilirsiniz. Oradaki ilişkileri, biz Türkler hep ilginç bulmuşudur. İşte, Turgenyev, İlk Aşk ile ucundan azıcık, Dallas-vari bir aşk hikayesini, bizler için yazmış.

Dallas-vari demekle sakın olaki, hikayeyi küçümsediğimi sanmayın. Hikayenin sonu itibariyle böyle deme gereği duydum. İlk aşkını yaşamak ve sürdürmek isteyen bir çocuk -ya da delikanlı- için beklenmedik ve hazin bir son, hepinizi üzecek. Ama yapacak birşey yok, hayat bu!

Vladimir Petroviç, ilesiyle birlikte kendilerine ait bir sayfiyeye gelirler. Sonra, bu sayfiyeye, düşmüş bir prenses ve kızı da gelirler. Maddi açıan oldukça güç duruma düşmüş olan prenses ve kızı, Vladimir'in ailesinden alelen yardım dilenir. Bu ilk günlerde, Vladimir gözlerini kamaştıran ve kendinden beş yaş büyük olan Zinaida ile karşılaşır...

20 Eylül 2012 Perşembe

MUTLULUK, Guy de Maupassant

MUTLULUK, Guy de Maupassant
MUTLULUK
Guy de Maupassant
Bu bir öykü kitabı olup, içerisinde on yedi adet kısa öykü vardır. Guy de Maupassant'ın ömrünün sonlarına doğru; on yıl içerisinde, üçyüz kadar kısa öykü yazmıştır. Edebiyat dünyasında, Mopasan Tarzı denilen türün kurucusu olarak bilinir. Serim, düğüm ve çözüm tarzında, okuyucuyu merak içinde bırakan ve ayrıca mekanı detaylı canlandırma tekniğiyle, güzel bir okuma sağlayan yazardır.

Bu kitaptaki, hikayeler oldukça kısadır. Beş-altı sayfalık kısa öyküleriyle birlikte, yirmibeş-otuz sayfalık öyküleri de vardır; kimi basit, kimi de oldukça etkili kısa öykülerle dolu bu kitaptan hoşlanacağınızı umuyorum.

6 Haziran 2012 Çarşamba

BEN BİR APTAL

BEN BİR APTAL, Doktrin
Bu benim ikinci uzun metrajlı deneme öykümdür. Bu hikayeyi, daha yalın bir kurgu ile beğeninize sunuyorum. Yorumlarınızı esirgemeyiniz. Bu arada, eğer ilk deneme öyküm olan DURU AŞK'ı okumadıysanız, okumak için tıklayınız.

BEN BİR APTAL, PDF formatında okumak için tıklayınız.



20 Nisan 2012 Cuma

DURU AŞK 1/5

BAŞLAMADAN ÖNCE:

Bu benim ilk uzun metrajlı denemem olup; basit/düz bir kurgu yerine, iddaalı bir kurgu ile karşınıza çıkmak istedim. Hikayenin tam anlaşılması için, tüm bölümlerinin okunması gerektiğinin altını çiziyorum. 

Sadece kullandığım dili değil, hikayenin kurgusuyla ilgili yorumları da merak ediyorum. Ortalama bir kitap okuyucusu için, 45 dakikada okunacak bir hikayedir. Şunu da kabul edelim ki, PC ekranından bu tip şeyleri okumak yorucu oluyor.

Son olarak, bu, şimdiye kadar okumuş olduğum, yerli/yabancı tanınmış yazarlara ait tüm roman ve öykü okumalarının öğretisi ve kendi hayal gücüm katkısıyle ortaya çıkmış bir eserdir. Bu esere, tüm bölümlerini okuma şansı tanıyacağınızı umuyor ve okunduğunda da zihninizde bir BÜTÜNLÜK oluşacağına inanıyorum.

** Buradan okumak zor geliyorsa, PDF formatında okumak için tıklayınız.

- Bölüm 1: Evde -

Çalışan bir insan olmak, hafta içi geceleri uyuyamamak ve sabahları da uyanamamak anlamına geliyor. Saatin alarmı çalalı beş dakikadan fazla olmasına rağmen hala yataktayım. Bu keyif bana, bir sabah kahvesinden vazgeçmeme mal olacak. Sanki uyuyalı, on dakika olmuş gibi geliyor. Yetmiyor bu uyku bana. Az daha uyumalıyım. "Beş dakika daha, lütfen" derdim anneme, beni okula göndermek için uyandırdığında. O beş dakika sanki asırlarca yetecek kadar beni zinde tutar sanırdım. Yetmiyor, ne beş dakika ne de bir boyu uyumak. Asla yetmez, çünkü işe gitmem gerek biliyorum. Peki, ya pazar günlerine ne demeli? Çalışan insanın laneti değil midir pazar günleri? Saati kurmadığınız halde, erken saatte uyanırsınız, zorlasanız da uyuyamazsınız. Pazar? Ah, evet ya bugün pazar değil miydi? Aklım karıştı, beş dakika daha uyusam olmaz mı? Bugün pazar, doğru mu gerekten? Ne mutlu, hem pazar hem de uykum var. Avize sallanıyor. Rüzgar var odada. Bedenim ürperdi, uykusuzluk ağır basıyor. Yanı başımda, komidinin üstünde duran saati -alkolünde etkisiyle- ertesi gün uyanmak için kurmuş olmalıyım. Erken uyandığım için üzülmeli miyim, yoksa bugünü haftaiçi zannettiğimde, aslında bugünün pazar olduğu sürprizine sevinmeli miyim? Sevindim ve ayıldım!

DURU AŞK 2/5


- Bölüm 2: Dışarıda -

 "O günlerde gelecek, Duru" dediğinde elini elime doğru uzattı ve farkında olmadan elini sımsıkı tuttum. El ele tutuşarak durağa doğru, keyifli adımlara yürümeye devam ettik. "Nereye gidiyoruz?" diye sorduğumda, "Bugün Taksim'e gidelim dedim, biraz değişiklik olsun istedim" diye cevap verdi. "Ama oralar çok kalabalık, istemiyorum kalabalık yerlere gitmeyi" desem de tatlı bir iknayla, "Güzelim, kalabalık içinde yalnızlığı yaşatacağım sana. İstiklal'de yürürken yalnızca sen ve ben olacağız" dedi. Gerçektende, Cenk ile yolda yürürken sadece ikimiz varmışız gibi geliyor bana. Yanımdan geçenleri hiç farketmiyorum. Mesela şu yanımdan geçen gözlüklü adamı farketmemek mümkün mü? İnanmıyorum ya, bu aynalı gözlükler hala tedavülde mi? Gözlerimi görüyorum yansımada.. Gözlerim, evet gözlerimde gözlük yok. Akıl mı kaldı bende, aceleyle çıktık dışarı. Hava sabahın aksine güneşli, yakıcı olmasa da, güneş gözümün içine batıyor sanki. Yürüyoruz hala, bir dakikaya kalmaz durağa varmış olacağız.

DURU AŞK 3/5


- Bölüm 3: Yerde -

"Ceeenkk?" diye bağırdım. "Cenk, bebeğim n'olur, kalk lütfen" diye seslenirken bir yandan da bedenini kucaklıyor ve ayağa kaldırmaya çalışıyordum. Olmuyor tepki vermiyordu. Bir avuç! Evet, bir avuç içinde; şifa duası taşıyan ve umut beklentisini arttıran bir kaç damlalık su. Cenk'in ensesini ovalıyordu kadın. Gözlerime acı acı bakarak, yavaşlıyordu elleri. Avuçlarını çekerken ensesinden, "biri doktor çağırsın, ambulans çağırsın" dediğini duyuyorum. Doktor ve ambulans? Ambulans sesleri tıpkı sabah duyduğum saatin alarmı gibiydi. Hep acı gelirdi bana. Ses ile gelen ambulans her zaman içinde acı taşırdı. Ben hiç bir zaman, içinden mutlu ve el ele inen çiftleri görmedim. "Harika bir yolculuktu sevgilim, memlekete de ambulansla gidelim.." denir miydi böyle birşey? Olabilir miydi? Ambulans hep acı mı taşımak zorundaydı? Acı, öyle acı gelen bir ses duydum ki, "Ayyy, ayyy Allah'ım kan geliyor burnundan.." Kan? Acı? Haykırışlar, kim bunlar? Yana dönen yüzünü görüyorum Cenk'in ve gürül gürül akan kanı izliyorum burnundan. Çok güçlü bir akıntı, tıpkı Tortum Şelalesindeki gibi.. Foşurduyordu sanki. Öyle mi görüyordum acaba? Bu insanlar, ona zarar mı veriyorlar, Cenk size ne yaptı? Rahat bırakın onu, lütfen gidin, gidin..

DURU AŞK 4/5


- Bölüm 4: Hastanede -

"Doktor hanım, artık kalksanız diyorum.." diyen kardeşimin sesi ile gözlerimi açıyorum. Avize hala aynı yerde, sallanmıyor. Pencere de kapalı. "Pencereyi yine açık bırakmışsın, hava o kadar iyi değil abla. Böyle giderse, üşüteceksin." Bunu son zamanlarda hep yapıyordum. Altı gün önce, işbaşı yaptığım yeni hastanemde göreve başladığımdan buyana, içimde bir garip bulantı oluyor hep. Temiz hava girmeli odama. Saate bakıyorum, 07:15'i gösteriyor. Bugün pazar değil, bunu çok iyi biliyorum. Ve benim ne olursa olsun işe gitmem lazım. Ah, iyiki evim hastaneye yakın. Ancak, kahve keyfimden vazgeçeceğim aşikar. Ani bir hareketle bir çırpıda yataktan çıkıyor, bir yandan komik bir kaç el kol hareketiyle, diğer yandan da kardeşimi iterek tuvalete koşuyorum. Tuvaletteyim, "foşşş".. Ah, çok tanıdık geldi bu an. Bu bir dejavu sanki. Hatırlıyorum, ne yapıyor acaba? Dünkü olaydan sonra fazlasıyle bitkin düştüm. Olsun en azından onun yaşıyor olması sevindirici. Dün çok acemi gibiydim, hiç kimseye yardımcı olamadım. Hakkımda ne düşündüler acaba?

DURU AŞK 5/5


- Bölüm 5: İçimde -

Ben de ölünce, ardımdan böyle gözyaşı dökecek bir sevgilim var mıydı? Haykıracak, "Kader, Kader" diye bağıracak. Yokluğumda, ise tıpkı Cenk gibi, ölüden farksız bir hale düşecek biri. Eksik olmama rağmen, beni varlığımla sevebilecek bir Cenk'e sahip olabilecek miyim? Bacaklarımın arasındaki yeri almak için, her türlü hileli çabaya sahip ama bunu gerçekten Cenk gibi yapabilecek ve "seni seviyorum" dediğinde, içimde öldürmek yerine, onu büyütebileceğim biri olacak mı? Kaç kere bilmem, inanmıştım. Hileli diye düşünüyorum, çünkü onlar yoklar şimdi. Aldıklarıyla gittiler hep. Gerçek ile gerçek dışını ayırt etmek öyle zor ki. Hele bu bir erkek ise, anlamanız mümükün değil. Onlar beni içimde öldürüyorlar. Oysa ben "seviyorum seni" dediklerinde anlıyorum hiç yaşamadıklarını. Nekrofili miyim ben? Ölülerle neden hep sevişiyorum, bile bile? Söylenenler artık umrumda değil, herkes beklentisinin karşılığını alıyor. Söz söyletmiyorum artık onlara, tıpkı benim gibi olsunlar istiyorum.. Bile bile, onların daha fazla günah işlemelerine müsade etmiyorum. Piranhalar içimde büyümeye başladığında, istediklerini veriyorum..

4 Eylül 2011 Pazar

Sevilesi kedi -1-

- Sen kedi mi olmak istiyorsun? Kedi gibi sevilmek, sobanın yanında kıvrılmak mı istiyorsun? Öyle masum masum oturmuşsun buraya.
- Evet bayım, kedi gibi sevilmek istiyorum. Yoruldum artık.
- Kim yordu seni böyle?
- Hayat yordu bayım, hayat. Çetin geçti yıllar, üzerimde ağır izler bıraktı.
- Hala sızın var mı? Acıyor mu?
- Çook, ağlıyorum geceleri. Yıpranmaktan nasırlanmış ellerimle yüzümü saklıyorum. Ne ellerim ne de kalbim yumuşadı onca ağlamama.
- Adın ne senin?
- Kedi deyin bana bayım, kedi!
- Peki, öyle olsun. Kedicik! Buralarda mı yaşıyorsun?
- Burada çok yaşayanlar var. Ben sadece kalan artık yaşamlarda, yaşatıyorum kendimi. Onca güzel binanın altına ezilmiş, işte şu dört duvar arasında yaşıyorum.
- Ama sen bu saatte ve dışardasın, evine gitsene. Hem dört duvarda olsa bir evin var, ne mutlu sana. Hiç evi olmayanları bir düşünsene.
- Ev var, dört de duvarı var. Ben evde olsam da, ev ben de olmadıktan sonra ne fayda.
- Derin sözler bunlar.
- "derin olan kuyu değil, kısa olan iptir" dermişim.
- Dersen, ambiyansı bozarsın. Deme!
- Sağol ya, bir güldürmedin beni.
- Hay Allah. Kusura bakma. Sadece şaştım bir an. Beklemediğim bir espriydi.
- Anlıyorum bayım, beklediğiniz var. Tutmayayım sizi. İyi geceler.
- Dur deli kedicik, dur. Nereye böyle.
- "Evine git" dedin, evime gideceğim.
- Sana eşlik edeyim.
- Teşekkürler, ancak hiç gerek yok. Hem gecenin bu saatinde bu ilgi nedir böyle. Korkutuyorsunuz beni.
- Ben mi, benden mi? Gecenin bir saati kaldırımda yalnız başına oturmaktan kormadın da benim ilgim mi ürküttü kediciği.
- Anlamsız geldi sadece, pek ilgi gösterilecek biri olduğumu düşünmüyorum.
- Bilmem, öyle icap etti. Seni öyle masum bir şekilde oturduğunu görünce, konuşasım geldi.
- Teşekkürler, ben gideyim artık. Yarın işler var.
- Öyle mi, nerede çalışıyorsun?
- Bir firmada.
- Ne yapıyorsun o firmada?
- Getir götür işleri.
- Hımmm, memnun musun işinden?
- Memnun olmasam ne olur ki? İş, işte!
- Haklısın. Sıfırdan büyük her türlü gelir, gelirdir. Değil mi?
- Öyle.
- Geldik sanırım, evin burası olsa gerek. Dört duvar.
- Evet, evet. Tas tamına dört duvar. Şükür ki, üstünde bir de çatısı var.
- Şükür.
- Bayım, sizin adınız nedir?
- Kamaşullah dermişim.
- Yaaa, demek espride yapabiliyorsunuz.
- Pardon, affet lütfen. Birden dilimin ucuna geldi işte. Severim espriyi ama bu olmadı değil mi?
- Ambiyansa uymadı.
- Evet, olmadı. Adım ne olsun isterdin?
- Hıh, bana ne, ne olursa olsun. İsim işte.
- Bilmem belki, kediciğin bana bir isim vermesi gerekir diye düşündüm.
- Ne zamandır, sahiplere isim takılır oldu.
- Sahip?
- Eee ben kedicik isem, sen de sahibimsin.
- Sahibin miyim? Ben sadece kedi gibi masum duruşundan ötürü kedicik dedim. Üstelik, sen dedin, adım Kedi diye. Ben demedim.
- Tamam, tamam kıvranma. Dedim işte. Yoruldum ve artık kedi gibi köşemde olmak istiyorum.
- Oooo her yorulan kedi olacaksa, ciğere paha biçilmez desene.
- Ciğer sevmem.
- Ben severim.
- Afiyet olsun. Az ye biraz.
- Sağol
- Sen de sağol. Hadi git, içeri gireceğim ben, isimsiz bay!
- Peki kedicik. Yarın buralardan geçersem, seni yine görebilecek miyim?
- Nasıl baktığına bağlı. Görebilme ihtimalin var.
- Öyle olsun, iyi geceler.
- İyi geceler.



27 Haziran 2007 Çarşamba

Çocuklara masallar: Park orman

Babası kızına sokağa çıkması için izin vermişti. Kızı henüz bisiklete binmeyi yeni öğrenmiş, 7 yaşında bir çocuktu. Babası tembihledi: "aman ha!, buralardan uzaklaşma". Kızı kısa bir cevapla "söz" dedi ve heyecanla, bisikletiyle sokakta tur atmaya başladı.

Ayşegül, bizim küçük kız bisikletle dolaşırken biraz aşağılara gitmeye karar verdi, çekinerek babasının ona baktığından. Tamam, babası görmüyordu. Sokakta bisiklete binmek pek güzel olmuyordu, dar sokak ve kısa idi. Oysa aşağılarda parka gitse, uzun yollarda rahat rahat bisikletine binebilirim diye düşünüyordu. Gitti küçük kız aşağılara.