roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2014 Pazartesi

TOPRAK ANA, Cengiz Aytmatov

TOPRAK ANA, Cengiz Aytmatov
TOPRAK ANA
Cengiz Aytmatov
Cengiz Aytmatov'un okuduğum ilk eseridir. Özetle, süper, deyip yorumumu bitirmek daha mı yerinde olur acaba? Üstad ne güzel yazmış. Yüz kırk sayfalık bu romana koca bir ömrü, ömürleri sıkıştırmış: Tolgoya, Suvankul, Kasım, Aliman, Maysalbek, Caynak...

II. Dünya Savaşı'na katılan Rusya, köylerden asker alımına başlar. Bir Kırgız köyünde yaşayan Suvankul ile Tolgoya'nın oğulları da bir bir askere giderler. Suvankul baba ve Tolgaya ana, toprağı işleyen ve onu çok iyi anlayan bir karı-kocadırlar. Yetiştirdikleri oğulları ile mutlu bir hayat sürmetedirler. Bir de gelinleri Aliman vardır ki en büyük oğulları Kasım'ın karısıdır.

Roman, insanlarla toprağın, insanlarla insanın, insanlarla hayvanların, özetle insanlarla doğanın antlaşmasını çok güzel anlatmaktadır. Doğa, insan için gerekli olan her şeyi vermektedir, yeterki insanoğlu doğaya vermemezlik etmesin: Toprak Ana'ya bir veren, yüz alacaktır! Doğanın kontrolü altındaki felaketlerden, insanlar yine doğanın desteğiyle düze çımayı başarmışlardır. Ancak bir de insanların yarattığı bir felaket vardır: Savaş... Savaşlarda yitirilenleri, ne doğa ne de Toprak Ana teselli edebilmektedir; edememiştir de... Can dostu Toprak Ana, Tolgoya'yı hep dinlemiştir. Ancak elden ne gelir; birlikte üzülmek, birlikte ağıt yakmaktan başka!

6 Ocak 2014 Pazartesi

PANORAMA, Yakup Kadri Karaosmanoğlu

PANORAMA, Yakup Kadri Karaosmanoğlu
PANORAMA
Y. K. Karaosmanoğlu
Türkiye'nin 1933 ~ 1950 seneleri arasında geçen dönemini, panoramik şekilde anlatan bir romandır. Farklı bir çalışma. Yakup Kadri'nin daha önceden Yaban adlı eserini okuduktan sonra bu çalışması çok daha ağır geldi diyebilirim. Sadece bir roman gözüyle bakmak yanlış olacaktır. Cumhuriyet tarihi tespitleri içermektedir sıklıkla. Öyküde bir çok baş kahraman vardır. Baş kahramanlar, Cumhuriyet'in ve Atatürk'ün ölümünden öncesini ve sonrasını daha iyi anlayabimemiz için rollerini yerine getirmişlerdir.

Özellikle 1946 seçimleriyle başa gelen Demokrat Parti dönemindeki "kötüleşme" süreci çok dikkat çekiciydi, benim için. "Şu günlere nasıl geldik?" sorsunun cevabı niteliğinedir. Kitabın sonunda işlenen cinayet, şu son altı ay içinde sıklıkla gördüğümüz cinayetlerden farklı değil. Okunması gereken bir kitap. Ara ara sıkılabilirsiniz, ancak alacağınız bilgilere değer.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


5 Ocak 2014 Pazar

GÜMÜŞLÜK MELEĞİ, Serpil Ciritci

GÜMÜŞLÜK MELEĞİ, Serpil Ciritci
GÜMÜŞLÜK MELEĞİ
Serpil Ciritci
Victor Hugo'nun Sefiller adlı romanına yorum yazarken, İletişim Yayınlarına teşekkür ile başlamıştım. Bu romanı yorumlamadan önce de, adını bile anmayacağım bu yayıncının yaptığı işin ta içine şey edeyim...

Hadi yazar, imla kurallarını bilmiyor; becerememiş; yüzde yüz başarılı değil bu konuda. Peki ya siz, yayıncı kimliği altında hiç mi bakmazsınız yayına hazırladığınız kitaba? Dünyada hiç bir kitapta görülmüş müdür, virgül ile başlayan bir satır, üç nokta yerine hep iki nokta kullanıldığı, noktadan sonra boşluk bırakılmadığı?.. Maalesef bu hatalar hep var. Bana göre Serpil Ciricti, Word dosyasını yayınevine vermiş, yayınevi de bodoslama kitabı olduğu gibi basmış. Oh ne âlâ iş! Vallahi bu durum sinirlerimi zıplattı. Ha şunu söyleyeyim, bu kitap adıma imazlı ve aldığım ilk gün okumak için elime aldım ve yirmi dakika sonra kitabı duvara fırlatmıştım. Serpil Ciritci'nin anlatmak istediği işi daha iyi anlayabilmek adına, ikinci bir şans verdim. Bu yayınevi, okuyucuya terbiyesizlik yapmıştır; kınıyorum... Serpil Ciritci'yi de imla kuralları konusunda daha dikkatli olmaya davet ediyorum. Çok isterse çay içmeye de davet edebilirim ;) Güzel kadın yani, yakinen gördüm; akıllı kadınları severim.

Pekâlâ, bu kadar atarlanmak yeter! Gelelim asıl mevzuya; romana...

Bu kitabı iki şekilde değerlendirmek mümkün: Bir roman olarak veya Kuantum Düşünme tekniğine bir örnek olarak. Roman olarak ele alırsam, kesinlikle sınıfta kaldı diyebilirim. Ancak bu, sanki yazarın -ki kendi düşüncem- ilk roman deneyimi gibi; dolayısıyle çok da üstüne gitmenin bir anlamı yok. Bu yolda kendisine başarılar diliyorum. Naçizane, bol bol klasik romanları okumasını salık veriyorum. (Farkındayım bu oldukça önyargılı bir düşünce oldu. Kim bilir, belki de kendisi harika bir edebiyat takipçisidir) Bilem ama bazı insanlar roman okumayı bir kayıp olarak görüyorlar. Onlar sadece araştırma vb. kitap okumayı tercih ediyorlar. İşte zaten bu yüzden aldıkları eğitim ile uygulama sahalarında bol bol hata ve uyuşmazlık yaşamaktadırlar.

Romandaki öykü bire bir olmasa da bana Hande Altaylı'nın Aşka Şeytan Karışır romanını çağrıştırdı. Her iki öyküdeki karakterlere bakarsak; hem o kadar para pul içinde ol, hem de fıstık gibi hatun ol ve sıkıntı yaşa; çözemedim ben bu durumu... Ben çözemedim, başkası çüzmüşse bilemem :)

Esas önemli olan kısma gelemedim bir türlü. Serpil Ciritci'nin almış olduğu eğitimler ve sertifikalar kitabının sonunda bir bir yazılmıştır. Bunlar 2-3 senede yapılacak, öğrenilecek işler değildir. Oldukça uğraş ve bilgi gerektiren işlerdir. Önemli olan şey -ki bu romanda: Kuantum Düşüncedir... Düşüncelerin, olayların, kişilerin birbiriyle bir şekilde bağlantılı olduğunu vurguluyor, yazar bu romanda. Belki benim gibi bir çoğunuz için yenidir bu. Ancak oturup düşündüğünüzde, biraz araştırma yaptığınızda epey ilginç şeylere ulaşacaksınız. Mistik bir olaydan bahsetmiyorum. Bildiğiniz fizikçilerin ortaya attığı Kuantum olgusuyla ilintili bir şeydir bu: Kuantum Düşünce. Roman size, kendi düşüncelerimizin bize getirdikleri ile bize farkında olmadan gelen işaretler üstünde duruyor. Bu anlamda, bizlerin farkındalığını geliştirmek adına bile okunabilir roman diyebilirim. Çokça mızmızlık etmiş olsam da, bu romanı okumuş olmaktan mutluyum. Bir olguyu, bir roman içerisinde örneklemeyle öğrenmek daha güzel bence. 

Küsmek yok ama! ;)

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

SEFİLLER, Victor Hugo

SEFİLLER, Victor Hugo
SEFİLLER
Victor Hugo
Öncelikle İletişim Yayınlarına teşekkürler. Çok güzel bir kitap hazırlamışlar. Sizlere tavsiyem, böylesi klasikleri bilinmeyen yayınevlerinden alıp okumayınız. Feci şekilde tercüme hataları ile karşı karşı kalırsınız. Hele hele Kum Saati yayıncılıktan hiçbir kitap almayın!

"Sefiller" diyince ilk olarak, sefillik çeken, ezilmiş bir teba aklınıza gelebilir. Bu romanda bana göre sadece Fantine ezik bir karakter olarak öne çıkıyor. Özellikle Fantine'in adı geçen bölümlerde oldukça fazla dramatik sahneler var. Ara ara bana klasik ACI içerikli Türk filmlerini andırdı. Ancak ben romana bir bütün olarak baktığımda, oldukça güzel bir anlatı olduğunu gördüm. Devasa bir hikaye bu. Fantine dışındaki kararkterlerde kabaca, bir uyanıklık, bir çakallık vardı hep. Ara küçük karakterlerin bazılarında ezik dialogları yok değil tabii.

Victor Hugo güzel bir anlatı ile birlikte, dönemin tarihini, şehrin yapısını ve sosyal yaşantısının detaylarını da oldukça usta bir dille anlatıyor. Dolayısıyle bu roman bir yandan, bir bilgi kaynağı olarak da ele alınabilir. 

Kitabın bir özetini burada vermeyeceğim. Konu olarak tüm olaylar Jean Valjean'ın etrafında dönmektedir. Bu olayların içerisinde en önemli -ki şu günlerde bizi de ilgilendiren- bölümü Denis Sokağı Destanı adlı bölümdür. İlerleyen günlerde Normatif Gazete'de bu konuyla ilgili bir köşe yazısı yazacağım. Neden bu bölüm ile çok ilgilendim orada bunu görebileceksiniz. Üstad, 1832'deki ayaklanmayı oldukça güzel anlatmış ve öncesinde müthiş bir şekilde, ayaklanmalarla ilgili bir analiz yapmıştır. Üstadın elini ayağını öpersiniz, bu analizi okuduğunuzda.

İletişim Yayınlarından iki cilt halindeki bu romanı okumanızı öneriyorum. Okumamanız büyük bir eksiklik olacaktır.




11 Aralık 2013 Çarşamba

BEYOĞLU'nun EN GÜZEL ABİSİ, Ahmet Ümit

BEYOĞLU'nun EN GÜZEL ABİSİ, Ahmet Ümit
BEYOĞLU'nun
EN GÜZEL ABİSİ

Ahmet Ümit
Yılbaşı gecesi, bir sokak ortasında, yakışıklı bir adam öldürülür. Kalbinden tek atışla vurularak öldürülmüştür. Cinayetin anonsunu duyan Başkomiser Nevzat ve ekibi olay yerine gelerek ilk incelemelerini yaparlar. Kitap boyunca tüm olaylar bu öldürülen yakışıklı adamın etrafında ve Beyoğlu civarında döner...

Ahmet Ümit'in son kitabı Beyoğlu'nun En Güzel Abisi yalın anlatımı ile sizleri olayın içine çekecek. Ahmet Ümit'ten klasik bir polisiye romanı. Ancak çok fazla beklentiniz olmasın. Kendisinden beklenen bir kitaptı ve o da elinden geleni yapmış. Hafızalarınızda kalacak kadar sizi etkilemeyecektir. Bir cinayet soruşturmasının yanında, Beyoğlu'nun sokakları arasında gezmek ve Beyoğlu hakkında bilgi sahibi olmak yanınıza kâr kalacaktır.

Romanda, Gezi Parkı olaylarına, Tinerci çocuklara ve en önemlisi 6-8 Eylül olaylarına dem vurulması dikkatimi çekti. Güzel bir kurgu ile bunları anlatmış yazar. Gezi Parkı olaylarının böylesi bir romanda anlatılmış ve hatırlatılmış olması, bence güzel bir şey. Bu anlamda Ahmet Ümit'e teşekkür ederim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

21 Ağustos 2013 Çarşamba

DÜRDANE HANIM, Ahmet Mithat Efendi

DÜRDANE HANIM, Ahmet Mithat Efendi
DÜRDANE HANIM
Ahmet Mithat Efendi
Bugünlerde beklediğimin aksine, beni şaşırtan kitaplar okuyorum. Dürdane Hanım bunlardan biri. 1882'de yazılmış bir roman, bu. Daha önce Türk edebiyatının ilk örnekleri olan romanları okumuş ancak pek de iyi bulmamıştım. Acemice gelmişti ya da tercümeden ötürü bir okuma zorluğu oluyordu. Dürdane Hanım, oldukça ilginç bir konusu ve harika bir okuma akıcılığı var. Bir çırpıda okuma garantili kitaplar arasına girer.

Ahmet Mithat Efendi -kitabın başında kendisi hakkındaki yazıya göre- tam bir Yazı Makinesidir: 150 ciltlik eseri mevcut; yazmış da yazmış.

Konusuna gelmeden önce, öyküde fantastiklik ve teknoloji var dersem bilmem inanır mısınız? Telefon var öyküde! Bir nevi dedektiflik var. Aşk ve intikam var.

Acem Ali bey bir iş için Galata mevkindeki bir meyhaneye gider. Ve bu meyhanede Sohbet adlı bir kayıkçı ile buluşur. Acem Ali bey, Sohbet'ten daha cılız olmasına karşın, Sohbet, Acem Ali Bey'den güç bakımından çekinir, keza yediği tokatın acısı hala ensesindedir. Ali bey, gizli bir görev için Sohbet'ten yardım ister. Yardımın karşılığı da oldukça yüklü olacaktır. Ve herşey böyle başlar...

Son sözüm, bu eseri mutlaka okuyunuz. Sıkılmayacağınızı garanti ediyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

 

18 Ağustos 2013 Pazar

JOSEPH ANDREWS, Henry Fielding

JOSEPH ANDREWS, Henry Fielding
JOSEPH ANDREWS
Henry Fielding
Sesli güldüm...

Son zamanlardaki en keyifli okumam diyebilirim. Ta 1742 yılında yazılmış bir romanın beni bu kadar güldüreceğini ve keyiflendireceğini tahmin etmezdim. Tür olarak Burlesk denilen bir tür. Tam olarak absürd denilemez ama abartılı dille anlatım da mevcut. Tam ciddi denilirken, gayri ciddi bir havaya geçiliyor. Yazarın okuduğum bu ilk kitabının adı, Joseph Andrews olarak ülkemizde yayımlanmış ancak orijinal adı, The History Of The Adventures Of Joseph Andrews And His Friend Mr. Abraham Adams'dır. Bana göre Bay Adams'ın Maceraları diye bir isim tam yerinde olurdu. Bay Adams oldukça komik bir rahip.

Olaylar İngiltere'de geçer. Joseph varlıklı bir aienin yanında uşak olarak hizmet etmektedir. Aile babası Thomas Booby vefat edince, Lady Booby üzüntüsünü, Joseph'e asılmakla gidermek ister. Ancak Joseph ise oldukça erdemli bir gençtir. Dolayısıyle kendisine gösterilen ilgiden, nazikçe kaçar. Lady Booby ise buna kızar ve özel hizmetçisi bayan Slipslop'un gazı ile, Joseph'i kovar. Joseph'de ne yapacağını bilmemeden bir müddet ortalarda dolandıktan sonra eski aşkı Fany'nin yanına gitmek için yol koyulur.  Rahip Adams ile bir müddet sonra yolları kesişir ve macera başlar. Kitabın son çeyreğine kadar, bir yol macerası olarak devam eder hikaye. Son çeyrekte ise olaylar epey karışır.

Gerçekten zevkle okuyacağınız bir hikaye. Pişman olmayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 

31 Temmuz 2013 Çarşamba

SAVAŞ ve BARIŞ, Tolstoy

SAVAŞ ve BARIŞ, Lev Nikolayeviç Tolstoy
SAVAŞ ve BARIŞLev Nikolayeviç Tolstoy
Tolstoy'un muazzam bir eseri daha; Savaş ve Barış...

Özenerek ve yıllar süren bir çalışmanın ardından ortaya çıkmış bir eser; dünya klasiklerinin ilk sıralarında yer alan bir roman. Tolstoy, hem bir hikayeyi hem de Savaş ve Barış üstüne felsefi düşüncelerini bu kitapta toplamış. Tek başına bir roman olarak bakmak yanlış olacaktır. Tam olarak tarih kitabı da sayılmaz ancak bize Fransa-Rusya savaşı hakkında tarihi bilgiler de sunmaktadır.

Kitabın son bölümünü, itiraf ediyorum pas geçtim diyebilirim. Ya günümde değildim, ya da epey ağır geldi bu bölüm. Son kırk sayfayı pek okuduğum söylenemez. Son bölümde, Tolstoy Savaş hakkında düşüncelerini yazdığını gördüm.

Tahmin edeceğiniz gibi yine bu kitap için de, mutlaka okuyun, diyeceğim. Savaşta ve barışta insan halleri üstüne güzel bir roman. Turgut Özakman'ın üçlemesi de bir Savaş ve Barış sayılabilir ancak Özakman roman olarak azla açılmamış, daha çok tarihsel anlamda savaşın ve savaş sonrasının üstünde durmuştur.

Kitap beni çok yordu, bu yüzden kısa kesiyorum. Farkındayım, böyle bir eser için oldukça az yazdım ;)

Herkese iyi okumalar!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

30 Haziran 2013 Pazar

ARAF, Elif Şafak

ARAF, Elif Şafak
ARAF
Elif Şafak
Araf, birbirini takip eden olaylar zincileriyle bir macera romanı beklentisinin tam aksine; durağan gibi gelen ama zaman içinde akıp giden, bize göre dışarıklı sosyal bir yaşamı anlatan ama ağdalı felsefeden vazgeçmeyen, iki arada kalmış ama bedenlerinden sıyrılmış ruhların, acıklı, acınası ve dahası iki arada sıkışmış kalmışsınız da yüreğiniz sıkıntıdan yerinden çıkıp gidiverecekmiş gibi gelen bir öyküdür.

Oraya vardıklarında, kendilerini oralıların hiç olmadığı kadar "oralı" hissetmeleri gerektiğinin yanılgısını, oralarda bir müddet yaşadıktan sonra, oranın da buralardan hiç farkı olmadığını ki, buralardaki zamanın da oradaki zamanın da -sayısal farklarla ifade ediliyor olsa da- aynı şekilde akıp gittiğini anladıklarını anlatan bir öykü, bu. Yalnız, buralardan ziyade, oralarda daha özgürce yaşanılabildiğinin de altını kalınca çizebilen bir öykü. Skorel anlamda erkeklerin sayı üstüne sayı yapabilecekleri yegane bir "ora" öyküsü, bu öykü. Buralara nazaran, oralarda kadın ile erkeğin sadece düzüşmek için değil, arkadaş olarak da yaşabileceğini anlatan bir öykü, bu.

Oralarda yaşayanların, izlenimlerle elde edilmiş durumlarını anlatan; bir anlamda başladığı gibi biten; E peki n'oldu şimdi? diye de dedirtebilen, bu öyküyü okumanız gerektiğine inanıyorum. Elif Şafak hala benim için bir muamma. Aslı Biçen ise bir soru işareti. Bu ve bundan sonraki Elif Şafak öykülerinin doğrudan İngilizce olarak yazılıyor olması yazar açısından bir deneyim gibi görünse de illa bir ibnelik arıyor insan. Belki de kıskançlıktan, kimbilir?..

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

27 Haziran 2013 Perşembe

YÜZBAŞININ KIZI, Puşkin

YÜZBAŞININ KIZI, Puşkin
YÜZBAŞININ KIZI
Puşkin
Puşkin'in okuduğum ilk eseridir.

Genç bir Subay babası tarafından, askerliğini kolayca değil de daha zor şartlarda yapması adına Orenburg kalesine gönderir. Orenburg Kalesinin komutanı, babasının eski bir dostudur. Genç Subay Pyotr, kale komutanın bilgisi dahilinde görevine başlar.

Piyotr, kale yolculuğu esnasında kendisine kısa süreliğine yardımda bulunan bir Kazak'a üşümesin diye, kendinin tavşan kürklü bir kıyafetini verir. Adam minnettar kalır. Bu minik hediye, Piyotr'ın kaderini değiştirecektir.

Orenburg Kale Komutanının bir kızı vardır. Piyotr ilk önceleri onu pek beğenmesede, zaman içerisinde kıza tutulur. Kıza henüz aşkını ilan ettiği günlerde, kaleye saldırı yapılır. Yemelyan Pugaçov adlı ve kendini Çar ilan eden, isyancı gurubun başı Orenburg'a saldırmaya başlar. Olaylarda böylece başlar.

Yazar; Gogol, Tolstoy, Dostayevski veya Gorki'ye nazaran oldukça sade bir dille anlatmış öyküyü. Bir çırpıda okunan hoş bir eser diyebilirim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

26 Haziran 2013 Çarşamba

CEHENNEM, Dan Brown

CEHENNEM, Dan Brown
CEHENNEM
Dan Brown
Bir doktar olarak kangrene yol açan bir kolu kestiğinizde bir kurtarıcı; eğer sıradan bir insan olarak, o kolu kestiğinizde ise bir cani olarak görüleceksiniz, insanlar tarafından: Bertrand Zobrist kendini boşluğa bırakmadan önce, kendinin bir kurtarıcı olarak görüleceğinden çok emindi. O, dünyayı kurtaracaktı!..

Dan Brown'un son kitabı Cehennem oldukça heyecanlı ve sürükleyici bir roman. Piyasaya henüz çıktı; roman ile ilgili ahlaki, felsefi ve toplumsal anlamda kritikler de hat safhaya henüz ulaşmamış olabilir. Kitap bize çok şeyi sorgulatıyor. Kitabın sonuna doğru, bir Zobrist sever olarak çıkmanız da mümkün. Kitap bir veya bir kaç mevzuyu, topluma empoze ediyor olabilir de! Bu düşünceleri bu satırlara taşımak için henüz erken. Biz kitaba dönelim.

Robert Langdon, Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörüdür. Gözlerini açtığında kendini Floransa'da bir hastanede bulur. Hastanede olduğunu anlamış olsa da henüz İtalya'da olduğunu bilmemektedir. Evelsi gece biri ateş etmiş ve kafasının arkasını sıyıran bir mermi ile yaralanmıştır. Langdon geçici olarak hafıza kaybına uğramıştır. Langdon'ın tepesinde Dr. Sienna ve Dr. Marconi bulunmaktadır. Ona başından geçen olayı ve şuan içinde bulunduğu durumu izah etmektedirler. Ancak dışarıda, bu üç kişinin henüz bilmediği biri vardır -ki o da Langdon'ı evelsi gece elinden kaçırdığı için şimdi tekrar onu öldürme planı kuran kirpi saçlı kadındır...

Bir hastane odasında başlayan ve hızlı bir şekilde cereyan eden olaylar zincirini anlatan bu romandan çok hoşlanacağınıza eminim. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Haziran 2013 Pazar

DÖNÜŞ, Ayşe Kulin

DÖNÜŞ, Ayşe Kulin
DÖNÜŞ
Ayşe Kulin
Ne boktan bir durum ya! Hani derler ya, bahsız bedeviyi çölde... Derya kızımızın yaşadıkları da öğrendikleri de işte böyle bir durum.

Babası annesini aldattığı için, annesi, Eda apar topar kendisini Londra'ya kaçırır. Eda, kocasına çok kızgındır ve ona ceza olsun diye, kızını ona göstermeyecektir. Ancak Eda Derya'ya, babasının onları bir kadın için terk ettiği yalanını ortaya atar ve henüz ergen olan kız ise buna inanır.

Annesi bir gün yeni kocası David ile uzakdoğu seyehatine çıkarlar. Singapur'da David bir visürüs etkisiyle hastalanır. Eda, durumu kızına iletir ve kendisinin bir an önce yanına gelmesini, hem David için hem de kendi için ister. Derya, annesinin bu isteğini, istemeye istemeye kabul eder. Londra'dan ayrılmadan önce, annesinin  evindeki çiçekleri sulamaya giden Derya, kendi şapkasını koymak için annesinin şapka kutularından birini almak ister. Uzanmaya çalıştığı bir şapka kutusu, Derya tepesinden aşağı düşer; kutuda sır vardır: terk ettiği bilinen, hiç bir şekilde iletişime geçmediği söylenen, babasından annesine mektuplar vardır, kutuda... Derya, Singapur yerine, doğruca Urla'ya gitmeye karar verir. Babasını bulacaktır!..

"Çerkez" muhabbetini yine yapmış Ayşe Kulin ama canı sağolsun, alıştık artık. Kitabın başına araya sıkıştırmış! Hikaye güzel. Herşeyden önemlisi sizi merak içerisinde bırakıyor. Peş peşe çözülüyor herşey. Acele etmeden, sizi olabildiğince meraklandırarak yapıyor yazar bunu. Muhtemelen, bu kitaba başlayan kişi, bir seferde kitabı bitirecektir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

22 Haziran 2013 Cumartesi

HASRET, Canan Tan

HASRET, Canan Tan
HASRET
Canan Tan
Hiç kimse, ileride hasret kalacağı birini sevebileceğini düşünemez... Ve hiç kimse, sevdiği ile bir gün -sanki araya ölüm girmişçesine- ayrılığın kapılarını çalacağını tahmin edemez. Yazar, vuslatın hayali vuslattan tatlıdır, diyor romanda. Bu söz belki de romanın ana temasını oluşturuyor: Hasret, ayrılıktan daha yakın tutuyor sevenleri birbirine; umutla geçen her gün ile...

Olaylar 1920'li yıllarda Kırşehir'in Keskin ilçesinde geçmektedir. Keskin'in Cerid Aşiret Beyi, Hacı Ali Bey'in on çocuğudan en küçüğü olan Tacettin ile Rum kökenli Omorfia'nın kızı Patricia'yla aralarında geçen aşk ile başlar öykü. 

Canan Tan'ın gözle görünen şeylerin betimlenmesini ve çoğunlukla kişilerin ruh hallerinin irdelenmesini okuyucuya bırakarak, sadece olayların gidişatını anlatarak yazdığı bu öyküyü sıkılmadan okuyacağınızı garanti ederim. Bir Dostoyevski veya bir Balzac yazmış olsaydı bu romanı, elbette üç ciltlik bir roman çıkartı ortaya. Hele Tacettin'in evlat ve sevgili hasreti için, Dostoyevski en az elli sayfa ayırırdı; bundan emin olabilirsiniz. Keskin ilçesini ise Tolstoy'un betimlediğini düşünün; en az elli sayfa da buradan çıkardı... Ancak tüm bu detaylar okumayı zorlaştıracağı gibi, okuyucuyu da kaçırabilirdi! Canan Tan'ın daha önce Piraye adlı romanındaki gibi, uzun geçen günleri, ayları veya yılları üç yüz, dört yüz sayfada anlatması bir eksiklik değil elbet. Bu zaten tartışıla gelinen bir konudur: Daha da sanatsallaştırıp, betimlemeleriyle edebiyatın dibine mi vurmalı, yoksa sadeleştirerek, öykünün esas kısımlarını ele alıp, hikayeciliği mi öne çıkartmalı? Canan Tan'ı bu öyküdeki tercihinden ötürü suçlayamayız, yazan kendisidir. Hasret'i okuyan ben, yüreğine sağlık Canan Tan, demekten kendimi alıkoyamıyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

20 Haziran 2013 Perşembe

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ, Tess Gerritsen

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ, Tess Gerritsen
MASUMİYETİN İÇİN
SAVAŞ

Tess Gerritsen
Miranda genç bir gazeteci olarak, bir adada yaşamaya başlar. Çalıştığı gazete sahibi ile aralarında bir ilişki başlar. Ancak Miranda, bu ilişkinin yürümeyeceğine inanarak, sevgilisi Richard'dan ayrılmak ister. Richard, bunu kabullenmez ve sürekli ısrarla, Miranda'dan bir şans ister. Miranda son çare olarak, istifasını verip, adayı terk etmekte bulur.

Richard bir gün onu telefonlar arar ve oraya geldiğini söyler. Miranda ise, Richard ile karşılaşmamak için, kendini evden dışarı, sahile atar. Bir kaç saat sonra eve geldiğinide, korkunç manzara ile karşılaşır...

Masumiyetini ispatlama mücadelesi içine giren Miranda'danın, heyecan dolu öyküsünü okurken, zaman su gibi akıp gidecek.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 

18 Haziran 2013 Salı

VADİDEKİ ZAMBAK, Balzac

VADİDEKİ ZAMBAK, Balzac
VADİDEKİ ZAMBAK
Balzac
Felix, bir mektupla, çocukluğunu, gençliğini ve bir kadını nasıl sevdiğini, Natalie adlı bir kadına anlatmaya başlar...

Henüz yirmili yaşlarında, kadınların büyüsü kendisini çarpmaya başladığı dönemlerde, katıldığı bir davette çekinken tavırlar sergilemekteyken, oturduğu bir kanepede, yanana bir kadın da oturur. Aklında binbir düşünce geçen Felix, aniden, yanında oturan kadının çıplak omzuna naif bir öpücük kondurur. İşte bu öpücük, bir adamın ve bir kadının hayatını değiştiren, uğursuz bir öpücük olacaktır.

Felix'in o gece davette, omzunu öptüğü kadın, Madam de Mortsauf'tur. Aklından hiç çıkmaz bu kadın, Felix'in. Gittiği bir yerde, henüz tanıştığı biri aracılığıyle, tesadüfen karşılaşır Felix, Madam de Mortsauf ile. Bu karşılaşma, daha sonra sıklaşarak, hüzünlü bir hal alacaktır.

Kendinden, altı yedi yaş büyük olan bir kadına aşık olan Felix'in, gelişimini, aşkını, yükselişini okuyacaksınız bu romanda. Balzac'ın ruhun derinlerine inen anlatışıyla, Felix'in ve sevilen kadın, Henriette'in dramını içinizde hissedeceksiniz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 


11 Haziran 2013 Salı

KARAMAZOV KARDEŞLER, Dostoyevski

KARAMAZOV KARDEŞLER, Dostoyevski
KARAMAZOV KARDEŞLER
Dostoyevski
Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI... Bir başyapıt nedir, nasıldır diye sorarsanız kendinize, bu yazarın bu eserini okumanızı salık veririm. İnanır mısınız, şu an nereden ve nasıl yorum yapmaya başlayacağımı bilemiyorum. Bu eser beni oldukça şaşırttı. Takip edenler bilirler, şu sıra, genel itibariyle, dünya klasiklerini okumaktayım. Gerek bu yazar gerekse de diğer klasik yazarları, kronolojik sıra gözetmeksizin, elime hangisi denk gelirse okumaktayım. Tabii ben farkedemedim ama yaptığım küçük bir araştırmayla, Dostoyevski, bu eser ile romancılık adına bir çok yenilik getirmiş.

Eser, klasik Dostoyevski anlatımıyle beraber, yazarın ağzından anlatılmaktadır. Yazar aslında tüm olayları bildiğini okuyucuya, yaptığı ara açıklamalarla belirtmektedir. Ancak okuyucunun sabrına güvenerek, acele etmeden hikayeyi oldukça derin ve hatta felsefi bir dille anlatmıştır. Romancılıkla felsefenin birleştiği bu eserin, bazı yerlerinde, okuma yavaşlayacak; çoğu yerinde de hızlı hızlı okuma deneyimi yaşayacaksınız. Ama emin olun, fazlasıyle anlayacaksınız hikayeyi.

Yazarın sunuş bölümünde belirttiği gibi, kitap aslında tek cilt olarak, sadece ikinci kitaptan oluşmak üzere tasarlanmış. Ancak yazar, kahramanların geçmişini de anlatarak, ikinci cildin çok daha iyi anlaşılacağını düşünmüş, ve kitap iki cilt olarak tamamlanmıştır.

Kitapta, Büyük Engizisyoncu başlığıyla sunulan bölüm, bir kaç defa hatim edilmeli, bana göre. Öyle tek seferde okunup anlaşılacak bir bölüm değil. Başlı başına, din, ahlak ve yönetim üstüne derin düşüncelerini felsefi olarak vermiş, yazar.

Kısaca konusu

İki ayrı anneden, üç erkek evladın ve bir "bela" babanın birbirleriyle ve etraflarında cereya neden olaylar anlatılmaktadır. Baba cingöz biri olup, oğullarına karşı bile oldukça acımasız biridir. Bu acımasızlık, vurdulu kırdılı olmayıp, tamamiyle manevi baskı ve maddi çıkar ilişkilerine dayalı bir acımasızlıktır.

Belli olgunluğa gelen oğulların her biri, başka başka sebeplerle, babalarının yaşadığı şehre gelirler. Şimdiye değin, ne yiyip ne içtiklerini bile sormayan baba, oğullarının yanına gelmesini ve aynı evde kalmasını başlarda büyük mutlulukla karşılar. Oğulları, zerre kadar babalarını sevmemekle beraber, toplum baskısı neticesinde, babalarına karşı saygılı tavırlar sergilerler. Büyük oğul Dimitri (Mitya), diğer kardeşlere nazaran, ileride oldukça sert davranacaktır babasına. Küçük oğul Aleksey, aldığı din eğitimi ve tabiatı gereği, babasından ölümüne nefret etse bile, bunu pek dile getirmez; ne atrafa karşı ne de abilerine. Babasına sonuna kadar saygılı davranır. Ayrıca Aleksey (Alyoşa), abilerine karşı da oldukça saygılı biridir. Ortanca kardeş İvan ise, kendini yetiştirmiş, okumuş bir oğuldur. Felsefi açıdan da donanımlı görünmektedir. Büyük Engizisyoncu bölümü, tamamiyle onun sözleriyle doludur. İvan, babaya karşı yapmacık bir saygı sergiliyor olsa da, etrafa karşı, babasını sevmediğini gerektiğinde dile getirmekten çekinmemektedir. Dimitri kadar sert değil, daha çok politik bir davranış sergilemektedir.  Üç oğul ve babaları arasında miras problemi oluşmuş, Dimitri mirasını peyderper babadan almış ama Dimitri hala babadan alacağı olduğunu düşünmektedir. Aleksey ortamı dengeleyip, sulh sağlamaya çalışır. İvan ise pek kafasına takmamaya çalışsa da olayların içine içine çekilmektedir. Babanın ve Dimitri'nin göz koyduğu, hafif meşrep bir kadın vardır; Gruşenka. Baba ve oğul arasındaki bu mücadele kitap boyunca sürecektir. Zaten olaylar da bu aşk çerçevesinde başlayacaktır.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

24 Mayıs 2013 Cuma

MARTIN EDEN, Jack London

MARTIN EDEN, Jack London
MARTIN EDEN
Jack London
Ah Martin, seni ne zaman Martin Eden olduğun için sevdiler ki? Sen ki, güçlü ve erkeklerin elinden sevgililerini alacak kadar yakışıklı; kim seni karşısına almak isterdi ki? Biliyor olmalıydın hayatın anlamsızlığını ve insanların maddiata aşkını. Çünkü sen varoşlardan geldin. Sen ne yaptın? Kendi sınıfında çok daha mutlu olabilecekken, kendinden -en azından maddi olarak- çok daha üst bir sınıfta yer edinmek ve o sınıfa ait bir kızı sonsuza kadar elde edebilmek için bir mücadeleye girdin. Hayat sana, kavuştuğun bu mutluluğu tek başına yedirir mi hiç? Yanında büyük acılarıyla birlikte, ideallerine kavuştunda ne oldu? Çok çektin be Matin, çook! Peki ne oldu sonunda?..

Hikayenin sonundan bahsedip, sizi bu öyküden mahrum etmek istemiyorum, ancak hikayenin başından bahsederek, sizleri bu kitabı okumaya teşvik etmek istiyorum.

Martin Eden yirmi bir yaşında, serserice değil ama amaçsızca denizlerde geçirir gençliğinin ilk yıllarını. Ta ki, bir gün serseriler bir adama orantısız güç kullanarak saldırırlar ve bunu gören Martin de serserileri savuşturarak, aristokrat genci kurtarır. Kurtulan genç,bir minnet borcu olarak, Marti'i akşam yemeğine davet eder. Martin davet edildiği eve gider ama ilk defa böylesine muhteşem bir ev görmektedir. Tedirgin davranışlarla ve tam olarak kurulamayan cümlelerle yabaniliğini ve eksikliğini gösterir. Oysa Martin, hiç de boş biri değildir, sürekli olarak okuyan biridir. Ancak, sadece okumakta fakat okudukları üstünde hiç düşünmeyen biridir. Ruth, evin tek kızı,  Martin'i ilk karşılayan kişidir. Ruth, Martin'in fiziki gücünden oldukça etkilenir ve genç kızlığın verdiği dürtü ile garip duygular içerisine girer. Velhasıl, Martin'in Ruth'u elde edebilmesi ve Ruth'un da Martin'i kabul edilebilir biri haline gelmesi için, Martin'in gelişmesi gerekmektedir. İşte Ruth, Martin Eden'i tornadan geçirir gibi düzene sokmaya ve eğitmeye başlar. Ancak Martin'in boş biri olmadığını söylemiştim, ve Martin de boş durmaz, herşeyiyle kendini eğitime kitaplara verir. İnatçı ve zaman zaman kibilir kişiliğiyle kendini Ruth'a kabul ettirecek bir duruma gelir. Martin, gemilerde çalışarak Ruth'a iyi bir gelecek sunamayacağını bildiğinden -ki ona karşı içinde ciddi sevgi olmasına rağmen, aşkını dile getiremez. Ruth da onun gibi içinde saklar aşkını. Bu noktada, Martin yazmaya ve dolayısıyle yazdıklarını satarak büyük paralar kazanmayı planlar. Ancak kazın ayağı öyle değildir...

Jack London'un daha önce okuduğum, Ademden Önce, Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı adlı eserlerden çok farklı ve oldukça etkili bir eseridir, Martin Eden. Unulmayacak bir öyküdür, ve kesinlikle okunması gereken bir eserdir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

19 Mayıs 2013 Pazar

ÖLÜ CANLAR, Gogol

ÖLÜ CANLAR, Gogol
ÖLÜ CANLAR
Gogol
Nikolay Vasilyeviç GOGOL'ün üç cilt olarak tasarladığı ancak çok eleştiri aldığı bu eserin, ikinci cildinin el yazmalarını, gerçirdiği bir buhran esnasında yakmış ve daha sonra tekrar yazmayı denemişse de başaramamıştır. Bu eserin ikinci cildini yaktıktan, yaklaşık on gün sonra vefat etmiştir.

Gogol, dönemin Rusya'sını eleştirebilen bir yazar olarak, Rus halkına, çalışmadan servet sahibi olanların iç yüzünü ifşa etmekten çekinmemiştir. Gogol Rusya'da, bu eleştirel yaklaşımı ilk olarak kullanan yazar ünvanına sahiptir. Palto adlı eseri, bu bağlamda, kendisinden sonra gelecek yazarlar için bir milad oldu diyebiliriz. Dostoyevski, hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık, diyerek, üstadın Rus yazarlarına olan etkisini bir başka şekilde dile getirmiştir.   Diğer Rus yazarların; aşk, şehvet, lüks yaşam vb. anlatılarla, halkı uyuşturmasının aksine, Gogol, yazılarıyla halkı uyandırmayı amaç edinmiş bir yazardır.

Ölü Canlar bana göre bu cümle ile özetlenebilir: Yaradan, yaratmaktan mutludur -ki yaradılanın da üreterek, yaradana yakınlaşacağını bilir...

Çalışmak ibadettir, öyleyse çalışmadan para, şan veya şöhret sahibi olmak da nedir? Elbette alçaklıktır. Gogol eserinde, Çiçikof adlı bir dolandırıcıyı kahraman olarak seçmiştir. Gogol bu seçiminin nedenini şöyle ifade eder romanında: "İşte ben de kahraman olarak erdemli bir adam seçmek istemedim. Bunun nedenini açıklayabilirim: İnsanlığı koruyanların artık dinlenmelerinin zamanı gelmiştir. Niçin mi diyeceksiniz? Şunun için ki; "Erdemli insan" ifadesi, bugün onları kullananlar tarafından değersizleştirilmiştir. Hemen her yazar "erdemli insan"`ı kalemiyle anlatırken hırpalamıştır. O derece ki, erdem boğulmuş, öldürülmüş, gölgesi bile kaybolmuş, bir deri bir kemik kalmıştır. Erdemli adamdan ikiyüzlülükle söz edilir, ona hiç saygı gösterilmez. Bu nedenle, alçak adamları ele almanın zamanı gelmiştir; biz de onları kahraman olarak seçiyoruz.". Gogol, alçak adamları ele alarak, onları tüketmeyi, tüm dünyadan yok etmeyi ümit etmektedir. Eserin ikinci ve üçüncü ciltleri yok maalesef. Yazar bunu bitirmiş olsaydı, Çiçikof'un akibetini tam olarak öğrenebilirdik. Ancak yine de, romanın sonunda, Çiçikof'un son umut çırpınışları -ki yazar bunu okuyucuya iyi aktarmıştır- bile bir ders niteliğindedir.

Kim ve nereden geldiği belli olmayan kahramanımız Pavel İvanoviç Çiçikof, kendine sakladığı (romanda sebebi anlatılıyor, ilerleyen bölümlerde) bir sebepten ötürü, Ölü canları (ölmüş köleleri) satın almaktadır. Tabii, bu çoğu için ahmaklık ve bir çoğu için de şüpheli bir davranış olarak görünmektedir. Çiçikof, ölü canların peşinde koştururken, okuyucu bir çok maceraya, dedikoduya, iftiraya şahit oluyor. Gogol'ün farklı anlatımı ile üç yüz sayfalık kitapta, sanki bir yüz yıl geçmiş gibi bir his doğuyor okuyucuda. Dünya klasiklerinin en önde gelen eserlerinden biri olduğundan, mutlaka okunması gerektiğinin altını çiziyorum.

Gogol'ün karakter anlatımı müthiş. Öyle ki, çevremizde de benzer karakterdeki kişilerin, bu romanda da olduğunu görmek şaşırtıcı geliyor insana. Mesela Nozdriyef, böyle birini tanıyorum; tıpa tıp diyemesem de karateristik olarak büyük benzerlik var, aralarında.

Sözün kısası, okumadıysanız bu eseri, lütfen okuyun. Dünya klasiklerini okumadan, günümüz yazarlarına geçmenin pek akıllıca bir iş olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'de daha çok kitap okunması dileğimle, hoşçakalın...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KARDEŞİMİN HİKAYESİ, Zülfü Livaneli

KARDEŞİMİN HİKAYESİ, Zülfü Livaneli
KARDEŞİMİN HİKAYESİ
Zülfü Livaneli
Ahmet Arslan, emekli olduktan sonra şimdi Yalıköy, eskiden Podima denilen Karadeniz tarafından Bulgaristan'a yakın bir kasabada yaşamını, okuyarak ve neredeyse kendini insanlardan soyutlayarak sürdürmektedir. Az insanın ve doğanın ön plana çıktığı bu kasabada, insanlardan kaçan kendi gibi insanlar da vardır. Arzu ve eşi Ali de bunlardan biridir. Fakat, Arzu bir cinayete kurban gider. Olaylarda işte bu cinayet ile başlar. Kasabaya gelen, yeni yetme gazeteci bir kız, Ahmet Arslan ile Arzu'ların evindeki son gece düzenlenen parti hakkında sorular sormak için kapısını çalar...

Zülfü Livaneli beni bu öyküsü ile çok şaşırttı. Sizler okuduktan sonra bana hak vereceksiniz. Daha önce okuduğum Serenad eserini göz önünde bulundurarak, Kardeşimin Hikayesi'nin de edebi bir öykü olacağını sanmıştım. Evet, edebilik açısından yoksun bir hikaye değil... Size şunu söyleyeyim: Ahmet Ümit'in cinayet hikayelerinden çok daha öte; tam sonda, insanı heyecan ve şaşkınlıkla vurup sarsan bir öykü bu. Asla okumuş olmaktan pişman olmayacağınız bir eser...

Diğer kitap yorumlarım için tıklayınız.
Zülfü Livaneli hakkında bilgi almak için tıklayınız.
 

8 Mayıs 2013 Çarşamba

AFORİZMALAR, Franz Kafka

AFORİZMALAR, Franz Kafka
AFORİZMALAR
Franz Kafka
Franz Kafka, 1917-1920 seneleri arasında küçük kağıt parçalarına, numara vererek yazdığı özdeyişleridir. Tabii, aforizma diye tanımlanması işin içinde felsefi yani derin anlatım da içerdiği anlamına gelmektedir. Kafka, yapı olarak zaten oldukça derin bir kişiliğe sahiptir. Burada aforizma diye tabir edilen cümleler, bana kalırsa, orijinal Kafkaesk sözlerdir. Felsefeden söz edeceksek eğer, bu sadece Kafka'nın kendine has felsefesidir -ki edebiyat camiası da buna Kafkaesk demektedir.

Franz Kafka, sorunlu bir yaşam sürmüş ve oldukça karmaşık düşünce yapısına sahip bir kişidir. Eserlerini okuduğunuzda, Kafka'nın kendini tam olarak ifade edemediğini ve dolayısıyle anlaşılmaz cümleler yazdığı düşünülebilir. Bu bir "frekansı yakalama" sürecidir ki, bunu başardığınızda, onu anlamamak işten bile değil. Aforizmalar adlı yapıtında geçen cümlelerin yarısından azını tam manasıyle anlayabildiğimi söylebilirim. İşte bahsettiğim bu frekansa girememiş olduğumdan, benim için oldukça anlaşılmaz oldu. Sanırım, aforizmalarını okumadan önce, diğer öykü ve makalelerini okumak daha yerinde olacaktır. Her neyse, günü gelince bunu bir kez daha okurum. Ama bir de biz baksak diyorsanız, şu adresten okuyabilirsiniz.

Bir gün gözünüzü açıyorsunuz ama hiç birşey göremiyorsunuz, her yer karanlık; bir kaç adım atıyor ama sürekli duvarlara çarpıyor ancak sonunda bir labirentin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz; soruyorsunuz kendinize: neden buradayım; neden karanlık; ne işim var burada; ve bu labirent niye?.. Ve gün geliyor artık soru sormuyorsunuz; sadece, karanlıkta o labirentin içinde yaşıyorsunuz...
Kafka'nın, karanlık labirenti içinde soru sormadan yaşamaya alıştığımızda, onu çok daha iyi anlayacağız. Yukarıdaki alıntı yaptığım paragrafın bulunduğu, Ceza Sömürgesi adlı kitabın yorumuna da göz atmanızı, dolayısıyle orada da Kafka için yazdıklarımı okumanızı öneririm.

Bu adamı tam manasıyle anlamak zor olacak. Friedrich Nietszche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı emin olun çok daha anlaşılır kalıyor, Kafka'nın aforizmaları yanında...

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.