16 Şubat 2013 Cumartesi

PARMA MANASTIRI, Stendhal

PARMA MANASTIRI, Stendhal
PARMA MANASTIRI
Stendhal
İtalyan aristokrat bir ailenin oğlu olan ve halası Düşes tarafından sevilip kollanan; Napolyon hayranı, Fabricio Del Dongo adlı gencin etrafında dönen olaylar anlatılmaktadır.

Aşkı tam olarak çözemeyen, sevgileri birbirine karıştıran, bu genç delikanlı sürekli olarak bir maraz çıkartmaktadır. Onu seven ve hatta aşık olan (kitapdaki gidişat böyle) halası Düşes sürekli onu kollamakta ve onu zor durumlardan kurtarmaktadır. Düşes'in yaşadığı şehirde etkisi büyüktür, öyle ki Prens'e bile trip atabilmektedir. Ancak bazen bu tür davranışları, genç Fabricio'nun eziyet çekmesine de sebep olmaktadır.

Kadının fendi, adamı yendi dedirtiren bir öykü anlatılmaktadır bu kitapta.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

12 Şubat 2013 Salı

BENİM ÜNİVERSİTELERİM, Maksim Gorki

BENİM ÜNİVERSİTELERİM, Maksim Gorki
BENİM ÜNİVERSİTELERİM
Maksim Gorki
Maksim Gorki'nin otobiyografik olararak yazdığı bu üçüncü roman, serinin son kitabıdır. İlki Çocukluğum, ikincisi de Ekmeğimi Kazanırken olan serinin bu son kitabında, Aleksey Peşkov üniversiyete girme umuduyla Kazan'a gelmiştir.

Hayatın, tüm üniversitlerin de üstünde olduğunu görüyoruz bu son kitapta. Peşkov, Kazan'a gelir gelmez hızlı bir sosyal çevre içerisinde girer. Hala kadınlar konusunda ne yapamayacağını bilmeyen Aleksey, mümkün mertebe, kadınlardan uzak durmaya çalışmaktadır. Farklı bir halk hareketinin koşuşturmacasına ister istemez katılır.

Halkçılık diye adlandırılan bu haret içerisinde, bir çok kişiyle tanışır. Yine, ekmeğini kazanmak zorunda olduğundan, farklı ilerde çalışmaktadır. Öğretmenlik için bir okula devam eder ama şartlar onu, okuldan uzaklaştırmaktadır. Keman çalmayı öğrenir sıkıntıdan. Bir ara intihar eder, ölmez. Kazan'ı terk edip, kırsal bir alanda, kültürlü birinin yanında çalışmaya başlar. Bu noktada, Y. K. Karaosmanoğlu'nun Yaban adlı eserini bire bir yaşamış gibi hissettim. Demek köylü her yerde köylüymüş; ürekek ve yabancılara yabancı...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


11 Şubat 2013 Pazartesi

EKMEĞİMİ KAZANIRKEN, Maksim Gorki

EKMEĞİMİ KAZANIRKEN, Maksim Gorki
EKMEĞİMİ KAZANIRKEN
Maksim Gorki
Maksim Gorki'nin otobiyografik üçlemesinin ikincisidir. İlk kitap olan Çocukluğum'da Aleksey Maksimoviç Peşkov, okumaktan yana şansı olmadığını anlıyor ve dedesinin eliyle bir ayakkabı mağazasına çırak olarak giriyor...

Gorki, kendi ağızıyla anlattığı hikaye, tıpkı kitabın önsözünde de belirtildiği gibi, sanki bir kameranın gözüyle anlatılan bir öyküdür. Gorki, bu kitapta kendi hayatını anlatıyor gibi görünse de aslında o dönemlerin Rusya'sına bakış atmamızı sağlamaktadır. İlk iki kitabı okuyunca, insanın aklında, Rusya halkının zavallılığı göze çarpıyor. Annenin çocuğa bile acımadığı, orman kanunlarının da ötesinde, vahşi bir yaşam sürmektedir, Rusya'da.

Aleksey, tüm bu olumsuzlukların tam ortasında, kendisine yön çizmeye başlamıştır. Belki bilerek belki de tamamen kaderin yön vermesiyle, Aleksey, kitaplarla oldukça haşır neşir olmaya başlıyor. Kitaplar ona, insanları ve olayları daha iyi analiz etmesinde kolaylık sağlıyor. Bir mimarın yanında çalışmak; bir gemide yamaklık yapmak; bir heykel (ikona) atölyesinde çalışmak; kuş avlayıp satmak; küçük çaplı hırsızlıklar yapmak; serseri gibi yaşamak ve tüm bunlarla birlikte ne olursa olsun kitaplara vakit ayırmak, çocukluk hayatının evrelerini oluşturmaktadır. Ah tabii, sık sık dayak yemek de onun olağan işleri arasındadır.

Bir çok kişi tarafından, Aleksey'in mutlaka okula devam etmesi gerektiği dile getirlir. Ve sonunda, Aleksey bir arkadaşının da desteğiyle Kazan Üniversitesine gitmek üzere yol çıkar -ki bu kitabın sonu, Benim Üniversitelerim'in de başlangıcı olmaktadır.

Şimdiki hayatımızla, o dönemin Rus halkının yaşantısı mukayese edebileceğimiz, harika bir yaşam öyküsü. Mutlaka okumanız gereken bir klasiktir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.



9 Şubat 2013 Cumartesi

ÇOCUKLUĞUM, Maksim Gorki

ÇOCUKLUĞUM, Maksim Gorki
ÇOCUKLUĞUM
Maksim Gorki
Asıl adı Aleksey Maksimoviç Peşkov olan, Maksim Gorki'nin öz yaşamsal romanıdır bu. On yaşlarına kadar olan bir bölümü anlatılmaktadır bu kitapta. 

Babası ölen Aleksey, annesi ile birlikte büyükbabasının evine yerleşir. Katı bir yapısı olan büyükbaba Aleksey'i sık sık dövmektedir. Zaman zaman, Aleksey yediği dayakları haklı bile bulmaktadır. Büyükannesi ise, aksine çok daha sıcak bir kadındır. Aleksey'in koruyucusu ve hikaye anlatıcısıdır. Büyükanne ve büyükbaba, Aleksey'i çok severler ama sadece gerektiğini düşündüğü anlarda büyükbaba dayak atmaktan sakınmaz.

Aleksey'in annesi, kocası öldükten sonra bir müddet baba evinden yaşamış ancak sonraları kendi hayatının yoluna gitmiştir. Dolayısıyle, Aleksey'i büyükbabasının evinde bırakmıştır. Anne Peşkov'un iyi bir hayatı olmadığı gibi, genç yaşta da tüberkilozdan vefat edecektir.

Aleksey (Gorki) yaramaz ancak okulda çok başarılı bir çocuktur. Yaşıtlarının aksine farklı bir bakış açısına sahiptir. Yazılanlara bakılacak olursak, Gorki'nin intikam duygusu gelişmiştir. Bu duygudan, büyükbabası, annesi, üvey babası ve etraflarındaki bir çok kişi nasibini almıştır. 

Severek okuyacağınız, samimi bir hikaye ve gerçek olması da başka bir güzellik.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.



5 Şubat 2013 Salı

Ölmeden bari

Tabi olmanı istemem çok tabii.
Hepimiz değil miyiz birer fani.
Aşk şarabından içelim bir sürahi.
Mutlu olalım ölmeden bari.

- Murat

Vuslat eyle ey Sevgili!

Elbet toslayacak yine bir duvara;
Ben geleceğim aklına.
Yine gelebilir bu adama;
Bekliyor olacak tosladığı duvarda.

Dilemem elbet: "Unutsun beni."
Hapsolmuşum müebbet, unutulmuyor sevgili.
And olsun vuslat, gelsin geri.
Yardım et; ya sevsin ya da öldür beni...

- Murat Dicle

HAYVAN ÇİFTLİĞİ, George Orwell

HAYVAN ÇİFTLİĞİ, George Orwell
HAYVAN ÇİFTLİĞİ
George Orwell
Şu dünyada aptal gibi görünmek kadar akıllıca birşey yok derdim ancak şimdi, aptal (cahil) olmak ne mutluluk vericiymiş, diyorum. Öğrenmek acı veriyor insana...

Eflatun'un (Platon) Devlet'i, George Orwell'in 1984'ü ve  yine aynı yazarın Hayvan Çiftliği... Sadece bu üç esere baktığımızda, o dönemlerden bu yana hiç birşeyin değişmediği gibi, yeni bir şeylerin de eklenmediğini öğrendikçe insan üzülüyor. Hala aynı teranelerle kandırlıyor ve yönetiliyoruz. Dalga geçiyor bizi yönetenler ve biz hala uyuyoruz. Bir şey söyleyecek olsak, yönetenlerin koyunlarının sözleriyle bölünüyor, cümlelerimiz...

George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü -ki 1949'da yazılmış-, Thomas More'un -1516'lı yılında geçtiği varsayılan- Ütopya'sına karşı bir hikayedir. More iyimser ve gerçekte olması gereken bir devlet profili çiziyor, Orwell ise "başımıza bunlar da gelecek" kehanetinde bulunuyor. Ancak, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ten önce yazılmış olan Hayvan Çiftliği yine de daha ılımlı. O dönemin -Stalin gibi- büyük liderlerine ve yönetim şekillerine gönderme yapılmaktadır. Bir Peri Masalı alt başlığıyla okuyucuya sunulmuş olan bu eser, kesinlikle bir çocuk masalı değil. Velhasıl, yazar geleceği tahmin etmiş olmalı ki Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü yazmış. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te, Hayvan Çiftliği'nde olabilecek hemen herşeyin sistemleştirilip, doğal bir şekilde kabullenildiğini ve dolayısıyle insanın evrimleştiği anlatılmaktadır.

Anlatmak istediğim, George Orwell'in Hayvan Çiftliği'ni yazdığı yıllarda, Hitler ve Staline dahası Faşizme gönderme yapıyor olması değil, günümüz Türkiye'sinde bizi yönetenlerin kullandıkları yöntemlerle olan benzerliğine dikkatinizi çekmek istediğimdir. Genel itibariyle Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te Küresel Kraliyetçilerinin kullandıkları yöntemleri görebilmekteyiz. Hayvan Çiftliği'nde ise daha yerel faşist ideolojilere şahit oluyoruz. Emin olun bu kitabı hiç okumamış biri, okuduktan sonra, Türkiye'nin son yirmi yılını gözden geçirsin, öyle çok benzerlikle karşılaşacak ki...

Yasaların, yönetilenler tarafından pervasızca değiştirilmesi; aksini iddaa edenlerin ustaca kandırılması; ekonominin mükemmel gibi gösterilmesi; fikre karşı çıkanın düşman ilan edilmesi; vuku bulan her türlü olumsuzluğun mesuliyetini düşmanlara yıkılması ve bir çok buna benzer girişimi, hem Türkiye'de hem de Hayvan Çiftliği'nde görmek mümkün. Kitabı okurken, insanın aklı ara ara, Cumhuriyetin kurulduğu yıllara da gitmiyor değil...

Güzel bir roman, kesinlikle okunmalı. Ölmeden okunacaklar listesine eklenecek bir kitap. Ama keşke okumasaydım. Öyle ya da böyle, sonumuz Boxer'dan farklı olmayacak. Belki de bir Benjamin olmak gerek bu dünyada...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


4 Şubat 2013 Pazartesi

URUK ASLANI GILGAMEŞ, Harald Braem

URUK ASLANI GILGAMEŞ, Harald Braem
URUK ASLANI GILGAMEŞ
Harald Braem
Üçte ikisi tanrı, üçte biri insan olan Gılgameş'in efsanesi, dönüp dolaşıp, bize, ağaçların bir ülkenin zenginliği olduğunu vurguluyor.

Bilge Ana Ninsun tarafından evlatlık edilen onlarca çocuktan biri olan Gılgameş, bir gün herkesin korktuğu ve yanına dahi yaklaşamadığı bir ağaca düşürdüğü taşı almak için gider. Ağacın içindeki yılanı tuttuğu gibi fırlatır ve sonra kurumuş ağacı gövdesinden tutarak yere devirir. Bu, Uruk halkı için bir işarettir. Gılgameş, ağacın iyi tarafından kendisine bir trampet yapar ve deli gibi gece gündüz çalmaya başlar. Ta ki Uruk kralı Dumuzi ölüp onun yerine geçene kadar.

Sizleri bambaşka bir dünyaya, onbinlerce yıllar öncesine götürecek bu efsanede, birbirinden heyecanlı maceralara; Humbaba ve Gök Boğasının öldürülüşüne, Enkidu'nun Gılgameş'e olan arkadaşlığına, tanrıların gazabına, İştar tapınağının sizi çeken şehvetine, yedi bilgenin bilgeliğine, İluna ve Tehiptilla'nın güzelliğine, entrikalara, şehirler arasında savaşın diplomasi ve sevgiyle çözüldüğüne, Gılgameş'in yaşamın sırrını arayışına ve herşeyin aslında onun içinde saklı olduğuna ve dha bir çok maceraya tanıklık edeceksiniz.

Gılgameş efsanesini, Harald Braem'in kaleminden ustaca romanlaştırılmış bu kitaptan okumaya doyamayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


3 Şubat 2013 Pazar

Olmaz mı?

Gece ve yağmur olurda, hüzün olmaz mı?
Bağdaki ballı üzümden, şarap olmaz mı?
Rakının yanına balık konmaz mı?
Yalnızlığıma ortak olunmaz mı?

Masalara meze, rakıya buz konmaz mı?
İçip de yanaklara, buse konmaz mı?
Dosta kadeh kaldırılmaz mı?
Yalnızım, hala bir ortak bulunmaz mı?

Sessizliği bozan bu lıkırtı mı?
Gırtlaktan çıkan yoksa bir hırıltı mı?
Peynir yesem üstüne, olmaz mı?
Yalnızsak n'olmuş? Yasak mı?

Sıkıldım masada, çıkıp dolaşsam mı?
Gezsem, eve geç dönsem olmaz mı?
Islansam sokaklarda, şifa olmaz mı?
Yalnızlık aslında bir rüya mı?
Uyansam..

- Murat Dicle

Sevginin Üç Türü

Masumi Toyotome adında bir Japon yazmış. “Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir” diye başlıyor.

- “Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyormuyuz?” diye soruyor…
Sonra anlatmaya başlıyor:
- “Sevgi üç türlüdür!..”

Birincinin adı “Eğer” türü sevgi!..
Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar..

Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. “Sevenin, istediği birşeyin sağlanması karşılığı olarak vaad edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar..

- “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı,sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.”

Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde de, düşkırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor.

İkinci türe geçiyoruz: “Çünkü” türü sevgi…
Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: “Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır”.

Örnek mi?..
“Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)”
“Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..”
“Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..”
“Seni seviyorum.Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere gotürüyorsun ki..

Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş birşeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.

Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana.. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

“O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome..
“Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor.

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..”Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

“Üçüncü tür sevgi benim ‘RAĞMEN’ diye adlandırdığım türdür” diyor yazar.
Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklı bu..
Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Birşey olduğu için” değil, “Birşey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız?.. Rağmen sevgi..

Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya çingene olmasına “rağmen” tapar!..”Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur” diyor. “Farkında olsanızda,olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.”

Bunun böyle olduğundan nasıl emin?.. Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. Şu soruma cevap verin” diyor.

“Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmezmiydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.”

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome..
“Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor..

Anlatıyor..
Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?..

Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Hepsi o.. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda.. “Dünyadaki en büyük kıtlık, ‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!..”

Doktrin notu: Bu yazı neredeyse 100 e yakın sitede (bir iki yazım farkıyla)  var. Bir siteden alınıp okunur hale getirilmiştir. Ayrıca Masumi Toyotome 'nin yapmış olduğu bu araştırmayı Türkçe olarak kaleme alıp bu makaleyi yazan kişinin kim olduğunu tespit edemedik. Doktrin aracılığıyla da kendisine bu güzel araştırmayı paylaştığı için gıyabında teşekkür ederiz.  Son olarak bu makale benim vaktiyle yazmış olduğum "Arı biziz, bal bizdedir" yazısını anımsatıyor. Benim yazmış olduğum yazı, erkek tarafından kadını sevmeye yönelik bakışı anlatmaktadır. İlgili yazı için bağlantıyı tıklayabilirsiniz.
http://doktrin.blogspot.com/2011/06/ar-biziz-bal-bizdedir.html

Uzak

Uzak, çok uzak;
Sen bana,
Ben sana.
Uzak, 

aşka da uzak;
Kalpler de bir tuzak.
Uzak,
Sımsıcak saracak;
Gelirsen,
Görürsen,
Evimiz olacak.
Ama uzak,
Hala çok sıcak;
Dinmiyor,
Bitmiyor.
Sevdalar boşa akacak;
Kapanacak,
Susacak,
Kalplerde olmayacak;
Bitecek,
Sessizce,
Çaresizce,
Bile bile gidecek.
Son bulacak
Titreyecek
Eller
Yürekler
Sesler
Bitmeyecek
Desek de
Sevsek de
Bitecek
Hem gidecek
Hem de üzecek

- Murat

Kırık bir yürek

Saplanıp kaldım, çaresizlikte.
Ölüm teselliydi, acizlikte.
Vefa eksikti, şerefsizlikte.
Ezik kaldım, kırık bir yürekte.


(Murat)

Kırık klavye

Avutamadım kendimi,
kendi kendimden başkası ile.
Akıtamadım gözlerimi,
hep içe akan gözyaşları ile.
Anlatamadım derdimi,
kırık bir klavye ile.

(Murat)

Vebal kafirleri

Sınırsız vebal kafirleri; şeytana dönüşmedi mi, dolunay geceleri?
Tutmadı mı kan seni?
Kusmak geldi içinden -ki böğürmekten kaçınmadın mı?
Sessizce kaçışlarında, ardında bırakmadın mı, geçmişlerini?
Silinemeyendir denilmedi mi sana, geçmişin izleri?
Meze olacaksın dolunay geceleri..
Dikkat etmelisin, emi?

- Murat Dicle

Anlaşılamadık

Sessiz gidişler,
Acımasız terkedişler,
Çalınan hayatlar,
Kullanılan bedenler
Ve tüketilen gelecekler..
Kalpler işte böyle böyle nasır tutuyor.
Olmadık insanlara sürte sürte.

Oysa tutsalardı elimizi.
Bakmadan görebilselerdi bizi.
Anlayabilselerdi sevgimizi.
Çekip giderler miydi?

Anlaşılamadık,
Başlayamadık,
Oturup da konuşamadık.

İtildik ötekilere;
Kalplerimizi sömürsünler diye.
Yalnızız yine..
Sen, ben ve ölüm ile!

- Murat

Aşk-be-ce

Bir harf koysam
Adına dokunsam
Sırrı olsam
Aşkı onda bulsam
Eğer onda yoksam
Bitmişim vesselam

- Murat

Ne çare!

Göz yaşıyla geldik misafirhaneye.
Sarhoş olduk ikramlarla ziyade.
Hak verdi, burun büktük acizane.
Aldı elimizden şimdi ne çare!


- Murat

Kedi ile ben, bir de sen

"Kedi" dedim, "sever mi beni", konuşmam bitip telefonu kapatırken. "Sever mi beni, kedi, ha söylesene, sever mi?" dedim bir kez daha. "Benim onu sevdiğim gibi onun da beni sevmesi mümkün mü, kedi?, Ha, söylesene, mümkün mü?" Kedi dile gelemedi... Dertliydi kedi, atılmıştı! Yuva diye verilen yerden, "velinimetim zeval görmesin" düşüncesiyle, tüm gece kurulan bir planın ardından atılmıştı. Gizlice eve sokulmuş ve gırıldarken kucağımda, kediye sorulacak soru muydu bu şimdi: "Sever mi beni?". Kedi dile gelseydi, "ya peki siz beni sevebildiniz mi?" deseydi... 

Kedi ile ben, bir de keşke olsaydın sen; masalların masalında yaşasaydık, sen, kedi ve ben...

Su başında durmuşuz,
çınarla ben.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana.

Su başında durmuşuz,
çınarla ben, bir de kedi.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarla benim, bir de kedinin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınarla bana, bir de kediye.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, bir de güneş.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, bir de günesin.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, bir de güneşe.

Su başında durmuşuz,
çınar, ben, kedi, güneş, bir de ömrümüz.
Suda suretimiz çıkıyor,
çınarın, benim, kedinin, günesin, bir de ömrümüzün.
Suyun şavkı vuruyor bize,
çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze.

Su başında durmuşuz.
Önce kedi gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra ben gideceğim,
kaybolacak suda suretim.
Sonra çınar gidecek,
kaybolacak suda sureti.
Sonra su gidecek
güneş kalacak;
sonra o da gidecek...

Su basında durmuşuz.
Su serin,
Çınar ulu,
Ben şiir yazıyorum.
Kedi uyukluyor
Güneş sıcak.
Çok şükür yaşıyoruz.
Suyun şavkı vuruyor bize
Çınara bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze....

Şiir: NAZIM HİKMET
Giriş: Murat

Sen gittin ya

Sen gittin,
Kedi senden de önce gitti.
Bir ben varım şimdi.

Sen gittin ya...
Susuyorsun şimdi, öyle mi?
Sessizlik mi oldu sanıyorsun?
Sensiz olan her sessizlik,
Sağır ediyor oysa beni.

- Murat

30 Ocak 2013 Çarşamba

ANA, Maksim Gorki

ANA, Maksim Gorki
ANA
Maksim Gorki
Bir erkek olarak, anneleri bencil olarak görürüm hep. Bunun altında yatan sebep ise, annelerin çocuklarını fiziksel veya ruhen korumaya çalışmaları ve bunda da çocuklara söz hakkı tanıma özgürlüğü esirgemeleri yatmaktadır. Çocuğun yaşı, olgunluk çağlarını bile geçse, durum değişmemektedir. Bir çocuğun çok şey olabilecekken; sadece bir maaşı, düzenli bir hayatı, çocukları, bir eşi ve sağlığı olmasını dilemeleri, annelerin kendilerini rahat hissetmelerini sağlamaktadır. Bazen, bazı anneler vardır ki; çalan ve öldüren çocuklarına bile göz yumarlar -ki yeterki çocukları mal mülk içerisinde varolsunlar. Peki, oysa hiç düşünmezler mi, çocukları SADECE bunlarla mı yetinecek, tek istedikleri bu mu? Günümüzde sürüye dahil olanların çocukları işte hep böyle annelerin çocuklarıdır. Tartışmaya açık bir konu, farkındayım...

Elbette başka anneler de var: Çocuklarının ne istediğini bilen, onları izleyen, onlarla birlikte öğrenen; onların özgürlüğüne ket vurmadan, onların mutluluğu, sağlığı gibi konuları da düşünenler... Pelageya mesela, Palev'in annesi...

Oğlu için kaygılanıyor, üzülüyor; neden başkaları gibi içmiyor, evlenmiyor diye düşüncelere de dalıyordu, başlarda. Pelageya oğluyla iletişim kurabilen, öğrenen nadir annelerden biriydi. Oğlu Palev'in sessizliğe bürünmesi, içki içmemesi, zayıf düşmesi, tüm annelerde olacağı gibi onu da üzüyordu. Sabırla oğlunu gözlemledi, onunla sohbetler etti. Palev'in ideallerine ortak oldu; yeri geldi, oğlu hapse düştüğünde çok üzülmedi -ki sadece sağlığı yerinde olsun. Palev'in idealleri vardı; ideallerinin varolması, Palev'in de varolmasıydı, Ana için. Bu mücadelede, ağlayan ve sızlanan bir "Ana" değil, seven ve bir o kadar da oğluna destek olan bir anneyi okuyacaksınız. Pavel miydi tek evladı peki? Pavel ve yol arkadaşları da birer evlattı, Pelageya için. Sadece Pavel için değil, onun arkadaşları için de yeri geldi ayak yıkadı, Ana. Pavel'in davasına gösterilen desteği yüreğinde taşıyan tüm arkadaşları için seve seve yaptı bunu, küçük anne. 

Pavel, yüce ideali için, en önde bayrağı taşıyarak ilk tutuklanan olduğunda, Pelageya üzülmek yerine, bayrağı dim dik tuttuğunu dilden dile söyleyenlerin, ona yaşattığı gururla evin yolunu tutmuştu. Uyumuştu... Kalkmış ve bu idealler için neler yapılabilr diye işe de koyulmuştu. Unuttuğu okuma-yazmayı tekrar sökmeye bile başlamıştı. Bildirileri ve kitapları dağıtmış, gizli hafiyelerden kaçmıştı. Bile bile sonuna kadar gitmiş; Pavel'in bedeni için değil, Pavel'in ruhuyla bütünleştirdiği ideallerini yerine getirmek için yapmıştı bunu. "Ana gibi yar olmaz" diyeceksek eğer, bu ana, Pelageya gibi bir ana olmalı!

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


27 Ocak 2013 Pazar

SIVASTOPOL AĞUSTOS 1855, Tolstoy

SIVASTOPOL AĞUSTOS 1855, Tolstoy
SIVASTOPOL AĞUSTOS 1855
Tolstoy
Tolstoy'un yazdığı, Sivastopol hikayelerinin üçüncü kitabı bu. Bunu bilmediğimden maalesef sonuncudan başlamış oldum.

1855 Ağustos ayında, yaralandığı için hastaneye kaldırılan, büyük kardeş Kozeltsov, aslında tam olarak iyileşmemiş olduğu halde, birliğine gitmek üzere yol çıkar. Yolda sora sora, gitmektedir. Bir yandanda aklında, küçük kardeşi Volodya vardır. Acaba onunla karşılaşabilecek miyim?, diye kendine sorar. Sivastopol'a varmadan bir önceki durakta, küçük kardeşi Volodya ile karşılaşır ve birlikte yola koyulurlar.

Bu kitapta, savaş ve insanlar üstündeki etkisi irdeleniyor. Kiminin korktuğunu ve hayatta kalmanın ne hoş olacağını; kiminin korktuğu halde geri gitmenin vereceği ağır yükün; kimimin de deliliğin etkisiyle şarapnel parçalarının altında gezintiye çıktığını, anlatmaktadır, yazar Tolstoy. Elbette her savaşta olduğu gibi, acılarla bitiyor kitap. Geri çekilmenin verdiği acı ve ağır ruh hali, kitabın son bölümünde insanın içine işlercesine anlatılıyor.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


26 Ocak 2013 Cumartesi

UTOPIA, Thomas More

UTOPIA, Thomas More
UTOPIA
Thomas More
Zaman zaman benim de çok düşündüğüm bir ülkeyi anlatıyor, Thomas More bu kitapta. Thomas More'un ütopyası olan bu anlatı, ÜTOPYA kelimesini -veya kavramı diyelim- söz dağarcığımıza eklemiştir. 1516 yılında basılmış bu eser belki bugün için çok ilgi çekici olmasa da, o dönemler için oldukça ilgi çekici olduğu açık. Günümüz toplumları böylesi değişimleri mümkün ve olması gerektiğini kolaylıkla kabul edeceklerdir, ancak 1516 dünyasında ise, kolay kolay kabul göreceğini sanmıyorum; ancak fakir halk açısından ne müthiş olurdu ama...

Thomas More, anlatığı Utopia ülkesinde; paranın hiç kullanılmadığı, elmas gibi değerli taşların ancak çocukların oyuncakları olduğunu ve herkesin mutlaka çalıştığını -ki bu çalışma günde altı saatten fazla olmadığını, dile getirmiştir. Teorik olarak herkesin mesut olduğu bir ülke tasviri yapılmıştır. Ancak yazar, ince dokundurmalarla, mevcut yönetimimlerin ve ülkelerin böylesi bir ülkedeki gibi olamayacağınında altını çiziyor. Bir bakıma paranın ortadan kaldırılmasıyla, hırs ve kötülük gibi şeylerin de önüne geçiliyor, bu ülkede. Hiç kimse rüşvet almıyor -ki para veya mal gibi şeylerin hiç değeri yok. Herkes bedavadan yiyip, içiyor ve giyiniyor. Bu ülkedeki herkesin sorumlulukları var. Herkes günde en az altı saat çalışmak zorunda. Dileyen fazla çalışabiliyor -ki böyle kişilere de büyük saygı gösteriliyor. Ülkede, kölelik de var, anlatılanlara göre adları köle olsalarda, diğer ülkelerdeki özgür insanlara göre çok daha medeni yaşamaktadırlar. Öyle ki, başka ülkelerden, Utopia'ya köle olmaya gelen bile var.

Kısa bir öykü, bir çırpıda okunacak türden. Okumanızı salık veririm.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


22 Ocak 2013 Salı

CEZA SÖMÜRGESİ, Franz Kafka

CEZA SÖMÜRGESİ, Franz Kafka
CEZA SÖMÜRGESİ
Franz Kafka
Bir gün gözünüzü açıyorsunuz ama hiç birşey göremiyorsunuz, her yer karanlık; bir kaç adım atıyor ama sürekli duvarlara çarpıyor ancak sonunda bir labirentin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz; soruyorsunuz kendinize: neden buradayım; neden karanlık; ne işim var burada; ve bu labirent niye?.. Ve gün geliyor artık soru sormuyorsunuz; sadece, karanlıkta o labirentin içinde yaşıyorsunuz...

Kafka'nın ilk okuduğum ve bu sitede de hakında yazdığım Dönüşüm adlı romanını çok klişe şekilde yorumladığımı anladım, Kafka hakkında biraz bilgi sahibi olduktan sonra. Yukarıdaki ilk paragrafta kendimce tabir ettiğim, Kafkaesk tarzını benimseden, Kafka okumanın ve yazılanları anlamanın zor olacağını bilmiyordum. Kafka, yaptığım araştırmada da söylendiği gibi, katmanlar halinde yorumlanabilecek eserler üretmiştir. Değişken şeylerden bahsetmiyorum; her katmanda ayrı şeyler ama hemen tümü aynı karanlık dehlize varan şeyler bunlar. Bir noktadan sonra soru sormaktan vazgeçip, demek bu böyleymiş, diye bir hükme vardırıyor bizi, Kafka. Bilemiyorum belki hala bocalıyorum bu konuda, ve hala tam olarak (sanıyorum hiç kimse 'tam olarak anladım' diyemez) anlamış değilim. 

ŞEKER PORTAKALI, Josè Mauro de Vasconcelos

ŞEKER PORTAKALI, Josè Mauro de Vasconcelos
ŞEKER PORTAKALI
Josè Mauro de Vasconcelos
Çocukken evdekiler, sürekli, "dersini çalış...", okulda da öğretmenler, her fırsatta, "her insan kitap okumalı..." diye, öğüt verip durumalarına rağmen; ne evdekiler bir kez gelip de "bu çocuk ne dersi çalışıyor, takıldığı bir yer var mı?" dediklerini -ki bir de utanmazlar misafirlerin içinde "sen kaça gidiyordun?" diye de sorarlar-, ne de okulda -hiç hatırlamam- ödev için bir kitap adı tavsiyesi veya "al bu kitabı sana hediye ediyorum" dediklerini bilmem ama sürekli olarak "sen adam olmazsın" dediklerinde, adam olamayışımın nedenini -ki asla onlar olamaz!- benim sadece lanetlenmiş bir çocuk olarak doğmuş olmam olduğunu bilirim, tıpkı Zezè gibi...

Yaş gelmiş kırk üç'e, bu kitabı okuduğuma mı sevineyim yoksa bu yaşımda ilk defa bu kitabın adını duyduğuma mı utanayım? Kitabı okuduğuma mutluyum, biraz geç bir yaşta okuduğum için üzgünüm ancak kitabın adını ömrümde ilk defa duymama sebep olan bir haberin içeriğinden dolayı da utanç içerisindeyim, ki bu utanca sebep olan haber, bu ülkede vuku buldu...

21 Ocak 2013 Pazartesi

KIRMIZI ve SİYAH, STENDHAL

KIRMIZI ve SİYAH, STENDHAL
KIRMIZI ve SİYAH
STENDHAL
Gerçek adı Marie Henri Beyle olan ve bir çok takma ad kullanmasına rağmen, dünyada Stendhal olarak bilinen yazarın, "Kızıl ve Kara" olarak da adlandırılan "Kırmızı ve Siyah" adlı bu romanı, sizleri, yedi yüz yirmi üç sayfa boyunca bir maceraya, bir adanmışlığa, ikiyüzlülüğün zaferine ve sonuçlarına, aşka ve tüm gerçekliğiyle 1830'ların Fransa'sına götürerek, Julien Sorel adında yükselme hırsıyla yanıp tutuşan bir gencin başından geçen olayları, harika kurgusuyla anlatarak, sizleri de tüm olayların merkezinde gibi hissettirecektir.

Gençlik bambaşka birşey, hayat sanki bir anda akıp geçecek gibi hızla akıp gidiyor onlar için. Gençliğin evrelerinde, alınan kararların çocuksuluğu, pişmanlığı olsa da gün gelip çatıyor, en masum olanın en doğru olan olduğu anlaşılıyor. Julien Sorel'in yükselme hırsı ve yaşadığı aşklar, aptallıkları ve tüm bunlara karşın başarıları sizleri etkileyecek, kimbilir sizler için bir öğretici bile olabilecektir. Mutlaka okumanız gereken dünya klasiklerinden biri, bu.

İSYAN

Ben bu kitabı ilk olarak KUM SAATİ yayınevi gibi dandik bir yayınevinin bastığı -ki tıpkı Faust'ta düştüğüm hata gibi- kitabı aldım. Kırmızı ve Siyah'ın Kum Saati basımı ile kesin olarak kanaatim şudur: ASLA KUM SAATİ YAYIN EVİ'nin BASTIĞI BİR KİTAP ALMAYIN! Ben ilk on sayfasını zorlukla okumaya çalıştım. Sonra kitabı geri iade edip, aynı kitabın BORDO-SİYAH yayınevi basımını aldım. Bordo-Siyah her zamanki gibi harika ve profesyonel bir iş çıkartmış. İki yayın evinin arasındaki -ki burada basımdan ziyade tercümeyi esas alıyorum- farkları kitapçıda karşılaştırdım; akla hayal gelmeyecek çeviri yapılmış Kum Saati basımında. Sanki Google ile çevrilmiş kitap. Çok ayıp bence. Bu kitap severlere hakarettir. Kum Saati yayınevine, bir Veysel Atayman şart gözüküyor...


12 Ocak 2013 Cumartesi

GİRİZGÂH

Bu kısa hikayeyi ister aşağıda yazıldığı gibi okuyabilir ya da PDF formatında veya Scribd üstünden de okuyabilirisiniz.


1
KÜÇÜK BİR ODADA İKİ KİŞİ OTURUYORLARDI, yatağın kenarında. Öteki berikine edebiyat hakkında bir şeyler söylüyor; beriki alaycı tavırlarıyla, ötekini sürekli sinirlendiriyor; ancak öteki bunu belli etmemeye çalışıyordu. Öteki sürekli olarak ileride iyi bir yazar olabileceğini, berikine, inatla kabul ettirmeye çalışıyor ancak beriki bunun için yeterli kabiliyetinin ve hatta tecrübesinin olmadığını söylüyordu, sürekli olarak ötekine.
Henüz yirmili yaşlarını süren bu iki üniversite öğrencisi genç arkadaş, edebiyat haricinde bir çok ortak zevkleri bulunmaktaydı: Aynı futbol takımını, aynı müzikleri ve hatta bir keresinde aynı kızı sevmişlerdi. Aralarındaki dostluğu aşk bile yıkamamış, kızı, ortak aldıkları karar neticesinde, zihinlerinden silmişlerdi. Hiç bir şeyden haberi olmayan kız ise hala üniversitede eğitimini sürdürmektedir.
Öteki dediğimiz gencin adı, C. Metin Ormanlı olmakla birlikte, annesinden 12 Ocak 1991 tarihinde saat 14.45'te doğmuş -ki annesi bunu çok iyi hatırlamaktadır- ve babası maalesef annesi ile doğmadan kendisini, bir başka kadın için terk ederek, zorlu hayat mücadelesi yolculuğuna seçme şansı verilmeden başlatılmış, ancak annesinin olağanüstü çabalarıyla üniversite hayatına, sağ salim adım atabilmiştir; beriki ise, 5 Mayıs 1990 tarihinde doğmuş, annesi ile babasının ortak kararı ile adını Ziya (babasının babasının adıdır) koymuşlar ve böylece nüfusa Ziya Demir olarak kaydı yapılarak, güzel bir aile ortamında büyütülmüş ve o da üniversite hayatına sağ salim adım atabilmiştir. Metin ile Ziya, üniversitenin ilk senesinde tanışmışlar ve gayet güzel bir arkadaşlık kurmuşlardır.
Birbirini seven bu iki arkadaş, oldukça ışıksız, hatta karanlık sayılabilecek bir odada sohbet etmekteydiler. Ziya, -Metin'in ifadesiyle- edebiyat konusunda hiç zevk almayan bir kişiliğe sahipken; Metin, edebiyatı çok sevmektedir: ayda en az üç dört kitap okumaktadır. Metin sürekli olarak, Ziya'ya, yazdığı şiir ve öykü gibi şeyleri okumakta, ancak Ziya'yı da sürekli olarak bunaltmaktaydı. Ziya, Metin'e yazdığı öykülerin girişlerinin yetersiz olduğunu söylemekte; Metin de, Ziya'nın iyi bir kitap okuyucusu olmadan nasıl böyle bir yargıya varabildiğine karşı çıkmaktaydı. Ziya da, iyi bir ahçı olmasam da, yediğim yemeğin lezzetini damağımda hissetmek isterim, diye kendini savunmaktan geri kalmıyordu. Velhasıl, gerçekten de Metin henüz iyi bir yazar olabilme hissi veremiyordu; ne Ziya'ya ne de bir başkasına. Ziya, onun iyi bir arkadaşı olduğu için rahatlıkla fikrini söylemekten çekinmiyor, Metin'in aslında bu eleştirilere üzüldüğünü de biliyordu. Ziya, gerçekten de Metin'in iyi bir yazar olmasını umut ediyor ve yaptığı bu eleştirilerin tüm gerçekliğiyle, Metin'i daha da hırslandırmayı amaçlıyordu. Ama kim bilebilirdi ki bu eleştiriler iki gencin yaşamına mal olacaktı.

10 Ocak 2013 Perşembe

Aforizmalar, Murat Dicle

İyi, kötü, çirkin... Aklıma düşen deyişlerimi burada paylaşıyorum.
Umarım adımı belirterek paylaşırsınız.
Murat Dicle



"Etrafta sinek çoksa, ortada bok da vardır."
08.12.2012

"Sen ve ben, birbirimize hep, 'önce sen' diyelim. Bu paradoksta, hep birbirimiz ile tatlı tatlı tartışalım -ki birbirimizden hiç uzağa düşmeyelim."
30.11.2012

"Derdini, acısını veya hayallerini paylaşamayacağını anladığı bir yüreğin, bacakları arasında teselli buluyor erkekler. Ağlamasınlar yüreksizler..."
15.11.2012

8 Ocak 2013 Salı

TUTUNAMAYANLAR, Oğuz Atay

TUTUNAMAYANLAR, Oğuz Atay
TUTUNAMAYANLAR
Oğuz Atay
Aman bu kitap şöyledir, aman bu kitap böyledir; kalındır, ağırdır, karmaşıktır denile denile, çekincelerle okumaya başladım, bu kitabı. Tuhaflık bende miydi, yoksa Oğuz Atay'da mıydı, yoksa her ikimiz de baştan sona tuhaftık da Tutunamayanlar'da mı anladık.
Adam kusmuş tüm ruhunu; 
Yedi yüz yirmi dört sayfaya yaymış, 
Aman çok mis kokulu...
Kitap okuma önerisi:
Bir ileri, iki geri; yoktur başka çaresi...

İki elimin serçe parmaklarının sayısından az arkadaşım vardır ki, ruhumu kusabilme hürriyetini onunla yaşayabileyim -ki Oğuz Atay üstad yaşasaydı, kus kus partilerinin vazgeçilmezi olabilirdik. Düşünen adam saçmalıyorsa eğer, bilmelisiniz ki, beyn zehrini atıyor, tıpkı motorun egzostan çıkarttığı gazlar gibi.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Tutunamamaya empoze

Tutunamayanlar, "hayata tutunabilmek" adına söylemleri olanların da aslında bu hayatta tutunamamışlardan olduğunu öğrendiklerinde; "tutunamamayı" kendilerince meşru kılarak, bir normal yaşam biçimi olarak kabul edeceklerdir. Tutunmanın ahlaksızlık, -ki tutunanlar gibi ahlaksız olmamak adına- tutunamamayı da büyük erdem olarak gören, Tutunamayanlar; beceriksizliklerini derin, aksi ve inatçı düşünceleriyle empoze ederler, "onlar" henüz tutunuyorken ve tutunamamaya düşerken...

- Murat Dicle