- Bölüm 2: Dışarıda -
"O
günlerde gelecek, Duru" dediğinde elini elime doğru uzattı ve farkında
olmadan elini sımsıkı tuttum. El ele tutuşarak durağa doğru, keyifli
adımlara yürümeye devam ettik. "Nereye gidiyoruz?" diye sorduğumda,
"Bugün Taksim'e gidelim dedim, biraz değişiklik olsun istedim" diye
cevap verdi. "Ama oralar çok kalabalık, istemiyorum kalabalık yerlere
gitmeyi" desem de tatlı bir iknayla, "Güzelim, kalabalık içinde
yalnızlığı yaşatacağım sana. İstiklal'de yürürken yalnızca sen ve ben
olacağız" dedi. Gerçektende, Cenk ile yolda yürürken sadece ikimiz
varmışız gibi geliyor bana. Yanımdan geçenleri hiç farketmiyorum. Mesela
şu yanımdan geçen gözlüklü adamı farketmemek mümkün mü? İnanmıyorum ya,
bu aynalı gözlükler hala tedavülde mi? Gözlerimi görüyorum yansımada..
Gözlerim, evet gözlerimde gözlük yok. Akıl mı kaldı bende, aceleyle
çıktık dışarı. Hava sabahın aksine güneşli, yakıcı olmasa da, güneş
gözümün içine batıyor sanki. Yürüyoruz hala, bir dakikaya kalmaz durağa
varmış olacağız.
- Cenk keşke hastanenin önünden direk Taksim arabasına binseydik.
- Bebeğim, Mecidiyeköy'e gidip, oradan metro ile Taksim'e geçelim dedim. Farklı olsun istedim.
- Metronun her tarafı farklı olsa n'olur Cenk?
- İnsanlar bebeğim, insanlar. Kalabalıkta yalnızlaşmanın gerçekleşeceği insan yığını.- Haftaiçi olsa haklısın. Ama unuttun sanırım bugün pazar.
- Biliyorum, ama yine de yerin altı daha kalabalık olacaktır.
- İyi peki!
Cenk
garip bir erkektir. Hayatı pek sorgulamaz, ama hiç kayıtsız gibi de
görünmez. En umulmadık acıdan bile, hayata tutunacak bir dal yaratır
kendince. Herşeyden keyif almasını bilen, nadir insanlardandır, Cenk.
Dışarıdayken, o ciddi görüntüsünün yanı sıra, nadirde olsa; aniden
patlak veren ve sanki içindeki çocuğun dışarı fırlamasıyla çoşan bir
insan haline dönüşebiliyor. Böylesi anlarda ne yapacağımı şaşırıyorum.
İlk aylarda çok kızar ve küserdim. Bir keresinde yolda yürürken
kalabalık içinde "Çişin geldiyse söyle, buralarda bir WC mutlaka vardır"
demişti. Milyonlarca göz bana bakıyordu sanki. Ölsem keşke
denilebilecek anlardan biriydi. Ölmedim. Gülmedim de. Suratımı astım
sadece. Anlam veremedim. Tabii, meğer beyfendinin çişi gelmiş, WC arar
durur gözleri. O sırada beni bahane ederek, ani ve şok etkisi yapan o
-salakça olduğunu düşündüğüm- cümleyi kurmuştu. O zaman hiç komik
gelmemişti ama şimdi düşünüyorum da, oldukça komik birşeymiş. Orada
utanıp, ezilip büzüleceğime, Cenk gibi, vurdumduymaz bir tavırla komik
bir cevap yapıştırabilirdim.
Aslında özgüven kontrolü yapıyordu. Topluma sinmek adına, farkında olmadan üstümüze aldığımız ve bol gelen yapmacık rolden sıyrılmamızı sağlıyordu. Özümüz oluyorduk. Gerçek varlığımızla, toplumca şekillendirilmiş varlığımızın farkını gösteriyordu. Mutluluğun rollerle değil, özlerle olabileceğini hatırlatıyordu. Ama bunu bilerek yapmıyordu sanki, düşünülerek yapılan birşey gibi gelmiyordu bana. Gelip geçici şeylerdi. İlginç olan ise, hep olması gereken zamanlarda bunu yapıyordu. "Özüne dön Duru" demek istermiş gibi. Bu tip şeyler aslında şok geçiren hastalara ani bir tokat atmak gibiydi. Tokat atmak kötü bir eylemdi, ama hastayı, o anki psikolojisinden kurtarmak adına bazen gerekebiliyordu. Ve siz de tokat atmanız gerektiğinin de farkına varmadan bunu otomatik olarak yapıyordunuz. Bunun için doktor olmanıza da gerek yok. İnsan sanki bunu biliyor.
Aslında özgüven kontrolü yapıyordu. Topluma sinmek adına, farkında olmadan üstümüze aldığımız ve bol gelen yapmacık rolden sıyrılmamızı sağlıyordu. Özümüz oluyorduk. Gerçek varlığımızla, toplumca şekillendirilmiş varlığımızın farkını gösteriyordu. Mutluluğun rollerle değil, özlerle olabileceğini hatırlatıyordu. Ama bunu bilerek yapmıyordu sanki, düşünülerek yapılan birşey gibi gelmiyordu bana. Gelip geçici şeylerdi. İlginç olan ise, hep olması gereken zamanlarda bunu yapıyordu. "Özüne dön Duru" demek istermiş gibi. Bu tip şeyler aslında şok geçiren hastalara ani bir tokat atmak gibiydi. Tokat atmak kötü bir eylemdi, ama hastayı, o anki psikolojisinden kurtarmak adına bazen gerekebiliyordu. Ve siz de tokat atmanız gerektiğinin de farkına varmadan bunu otomatik olarak yapıyordunuz. Bunun için doktor olmanıza da gerek yok. İnsan sanki bunu biliyor.
Cenk
böyle şeyleri pek yapmıyor artık, başına gelecekleri çok iyi biliyor.
Delinin yanında deli olmayı öğrendim. Şimdi iyice alıştım. Zorla içeri
hapsettiği çocuğun da bir dayanma gücü var. Umulmadık anlarda onunda
dışarı çıkmaya hakkı olmalı. Cenk, ciddi görünen ama içten içe beş
yaşındaki bir çocuk gibi davranan biridir. Elbette, evdeyken "ciddi
Cenk" pek görünmez. Cenk, evde hep çocuktur. O benim, hem bebeğim hem de
yüreğime sinen özümdür. Birbirimize verdiğimiz değerin, fazlasıyla
karşılığını aldığımızı ikimizde biliyoruz. Aşkı, hak ettiği şekilde
yaşıyoruz..
Nasılda
güvende hissediyorum kendimi bilemezsiniz. Sanki aklıma birşey gelmiş
gibi, "Aşkım?" dedim birden. Niye dedim ben de bilmiyorum. Belkide öyle
hitap etmek istedim. Şaşkın gözlerle bir yandan bana bakarken bir yandan
da yaklaşmakta olan otobüsü kesiyordu. "Efendim?" diye karşılık verdi.
Sadece "hiç!" dedim. Gülümsedi gözleriyle. O bunu çok iyi yapıyordu.
Gülen gözlü adamım benim. Elimi tutarak beni otobüsün içine çekti. Ben
yürüyorum ama nereye gidiyorum, ne yapıyorum hiç farkında değilim. "Gel"
dediğinde geliyor, "git" dediğinde de gidiyor gibiyim. Ona bağlıyım
şuanda, ellerimle değil; ruhumla!
Otobüs
oldukça boş. Yakın durakta inecekleri saymazsak ayakta neredeyse kimse
yok. Ve daha oturacak en az on koltuk var. Otobüsün orta kapısına yakın
çift kişilik boş yere oturuyoruz. Hah al işte! Ayı dediğimde de kızıyor
bana. Oysa kibarlıkda parmakla gösterilecek biri olmasına rağmen, arada
böyle şeyler de yapıyor. Cam kenarına beni oturtacağına direk kendi
geçip kuruldu koltuğa. Kafası dalgın sanırım. Dün de böyleydi,
eğleniyorduk ama aklı başka yerde gibiydi. Kimbilir nesi var? Sürekli
kendini dinliyor gibiydi. Aldığı her lokmada, yemeğin midesine
indiğinden emin oluyormuş gibi bir hali vardı. Pek öyle derdini tasasını
dile getiren biri de değildir. İşini veya yaşadığı kötü olayları pek
anlatmazdı. Alıştım artık, çok da zorlamıyorum. Nasıl olsa, anlatmak
istediğinde onu seve seve dinleyeceğimi de çok iyi biliyor.
Cenk, bir gün bana, "Duru ben kendimi iyi hissetmiyorum" demiş ve ben şaşırmıştım. Cenk'in bir derdi vardı ve benimle paylaşmak mı istiyordu? "Hayırdır aşkım n'oldu? Söyle lütfen" demiştim ve gözleri de o an, sulanmaya başlamıştı. Bana bakmış, bakmış ve birşeyler demek istemişti. Gözlerimle cesaretlendiren ve bir o kadarda ısrarcı bir bakış attmıştım. Beş yaşında bir çocuk. Haylaz bir çocuk. Vazoyu kırmış da, annesine söylesem mi söylemesem mi diyen bir çocuk gibi hali vardı. Dudakları titriyordu. "Duru, okulda bir olay oldu ve çok etkilendim. Tepkisiz kaldım. Ağladım, ama sustum hep.." demişti. Okulda ne gibi bir olay oldu? Sormaya da çekindim, onun bana anlatmak istediklerini bölmekten çekiniyordum. Cenk her zaman böyle derdini açan biri değildi, nadir bir durumdu ve ben bunu meraklı sorularımla bozmak istemiyordum. Kendi haline bırakmayı ve anlatmasını bekledim. "..sınıfımdaki bir öğrenci beni çok duygulandırdı." dedi. Neler olmuş olabilir. Ah be Cenk, bu kadar gizemli konuşma, seri ol lütfen. Hadi bebeğim anlat bana. "Biz toplum olarak, insanları çocukluktan beri acımazsızlığa alıştırıyoruz.." diye devam etti. Bunları söylerken Cenk'in gözleri ile yüzü kızarmaya başladı. Gözleri dolmaya ve boynundaki damarlar da belirginleşmişti. Sinirlenmişti. Çok sinirlenmişti. "..Bir lokma yiyecek bile insanı ezmeye yetiyor biliyor musun?" diye sordu. Cevap vermeli miyim? Yoksa, devam etmesini mi beklemeliyimdim? Bekledim ve "Hep takip ettiğim bir çocuk vardı. Özellikle beslenme saatlerinde dikkatimi çekerdi bu çocuk. Bizim zamanımızdaki gibi beslenme kuralları yok artık, biliyorsun. Eskiden bizler yumurta, peynir zeytin getirirdik. Oysa şimdi, aman yumurta kokuyor, aman ayran dökülüyor diye, çocukları kantinden beslenmeye zorluyor okul yönetimi. Neredeyse tüm okullar böyle. Tahmin edemeyeceğin kadar sağlıksız şeylerle besleniyor çocuklar. Ama bu çocuk, kuralları hiçe sayıyordu. Asi değil, aksine başarılı bir öğrenci. Hergün okula gelirken, beslenmesi için yarım ekmek ve içinde kimi zaman peynir kimi zaman da tatlı veya reçel gibi şeyler oluyordu. O ekmeğini dişlerken, bir yandan da, arkadaşlarının sucuklu tost, simit veya daha albenili yiyecekleri yemesini seyrediyordu. Durumu çok daha iyi olan öğrenciler yemek üstüne gofretlerini de mideye indiriyorlardı. Onları suçlayamayız. Onlar çocuk. Ve O bunları hep sessizce izlerdi. O gün de izledi. Bir yırtılma sesiyle, yanındaki arkadaşına baktı. Çikolata ambalajını açıyordu kız. Elindeki ekmek küflüymüş gibi, son lokmasını zorla da olsa yutarak ve sanki 'yine mi?' der gibi kalan ekmeğini sıraya bıraktı. Gözlerini tahtaya dikti, sanki yanında kimse oturmuyormuş ve sanki hiçbirşey duymamış ve sanki hiç birşey görmemiş gibi davranıyordu. Çok defalar onu böyle görmüştüm. Onları izledim pür dikkat. Nefes bile almadan izliyordum. O anın bozulmasını istemiyor, zilin çalmaması için içimden dua ediyordum. Çocuk gözünün önüne uzatılan yarım çikolatayla irkildi. Anlıyor musun, yarım çikolata. Çocuk gülümsedi, teşekkür edercesine hafif bir baş hareketiyle, çikolatayı kızın elinden aldı. Yiyip, yememek arasında kalmış gibiydi. Kokluyor muydu? Hayır, sadece bakıyordu. Ve o bir çocuktan beklenir bir hareketle, bir lokmada çikolatayı ağzının içine attı. Çiğnedi, çiğnedi ve hala çiğniyordu. Kız ile birlikte mırıldanarak çiğnemeye devam ettiler. Mutluydular. Ta ki, çikolata kendi kendine ağızlarının içinde bitinceye kadar, keyfini çıkarttılar o yarım çikolatanın. Bu kız hiç böyle yapmamıştı, bu ilk çikolatısı değildi. Benim dikkatimi ve pür dikkat izlememe sebep olan da buydu. Kızı ne değiştirmişti de paylaşmıştı çikolatasını."
Hemen hemen her okulda olabilecek, dramatik bir şeydi bu. Kim olsa, etkilenir ve duygulanırdı. Bir kadın olarak içim elbette daha çok parçalandı. Bir çikolata nedir ki? Kaç para eder ki? Ama ederi, bize ettiği kadar, o çocuğun ailesi için yetmiyordu demek. Bizim için bir lira, kimbilir onlar için on lira gibiydi. Ve hergün hergün verilen bir liralar. Ne değiştirmişti acaba kızın fikrini?
Cenk anlatmaya devam etti, "Zil çaldı ve herkes yemek artıklarını teker teker çöp kovasına attılar ve koşarak teneffüse çıktılar. Ben kıza seslendim 'Büşra yanıma gelir misin?' dedim. Hemen hemen herkes sınıftan çıkmıştı, Büşra yanıma geldi, 'buyurun öğretmenim' dedi, o sevimli sesiyle. Şapır şupur öptüm kızı. Alıp öyle ama nasıl desem, tarif edemeyeceğim şekilde yüreğime sokasım geldi. Şaşkın şakın ne diyeceğini bilemedi kızcağız. Sordum ona neden böyle birey yaptığını, o da bana: 'Babam söyledi öğretmenim' diye cevap verdi." Cenk, şimdi daha sakinleşmiş, daha yavaş anlatıyordu. "Babasının okula gelmesi için ricada bulundum, en müsait zamanında benimle görüşmesini söyledim. Geçen bir haftanın sonunda, bir cuma günü Büşra ve babası geldi. Okul henüz dağılmıştı ve sınıfımdaydılar. Büşra'ya baktım, ve ona 'Büşra'cım sen kapının dışında bekler misin?' dedim, Büşra sınıftan çıktı. Ben babasına olayı anlattım. Tebessümle dinledi. Diğer çocukların aksine, Büşra'nın çikolatasını paylaşmasını -ki çikolata veya gofret gibi şeyleri hemen her gün getirmesine rağmen, ilk defa bir paylaşımda bulunmuştu. Sınıfımda bu neredeyse bir ilkti. Çocukları asla bunun için suçlamadığımın da altını çizerek anlattım." Evet Cenk için bir ilk ve bu olaydan belli ki çok etkilenmiş. "Kedisiyle sohbete başladık.." diye devam etti, Cenk..
Cenk, bir gün bana, "Duru ben kendimi iyi hissetmiyorum" demiş ve ben şaşırmıştım. Cenk'in bir derdi vardı ve benimle paylaşmak mı istiyordu? "Hayırdır aşkım n'oldu? Söyle lütfen" demiştim ve gözleri de o an, sulanmaya başlamıştı. Bana bakmış, bakmış ve birşeyler demek istemişti. Gözlerimle cesaretlendiren ve bir o kadarda ısrarcı bir bakış attmıştım. Beş yaşında bir çocuk. Haylaz bir çocuk. Vazoyu kırmış da, annesine söylesem mi söylemesem mi diyen bir çocuk gibi hali vardı. Dudakları titriyordu. "Duru, okulda bir olay oldu ve çok etkilendim. Tepkisiz kaldım. Ağladım, ama sustum hep.." demişti. Okulda ne gibi bir olay oldu? Sormaya da çekindim, onun bana anlatmak istediklerini bölmekten çekiniyordum. Cenk her zaman böyle derdini açan biri değildi, nadir bir durumdu ve ben bunu meraklı sorularımla bozmak istemiyordum. Kendi haline bırakmayı ve anlatmasını bekledim. "..sınıfımdaki bir öğrenci beni çok duygulandırdı." dedi. Neler olmuş olabilir. Ah be Cenk, bu kadar gizemli konuşma, seri ol lütfen. Hadi bebeğim anlat bana. "Biz toplum olarak, insanları çocukluktan beri acımazsızlığa alıştırıyoruz.." diye devam etti. Bunları söylerken Cenk'in gözleri ile yüzü kızarmaya başladı. Gözleri dolmaya ve boynundaki damarlar da belirginleşmişti. Sinirlenmişti. Çok sinirlenmişti. "..Bir lokma yiyecek bile insanı ezmeye yetiyor biliyor musun?" diye sordu. Cevap vermeli miyim? Yoksa, devam etmesini mi beklemeliyimdim? Bekledim ve "Hep takip ettiğim bir çocuk vardı. Özellikle beslenme saatlerinde dikkatimi çekerdi bu çocuk. Bizim zamanımızdaki gibi beslenme kuralları yok artık, biliyorsun. Eskiden bizler yumurta, peynir zeytin getirirdik. Oysa şimdi, aman yumurta kokuyor, aman ayran dökülüyor diye, çocukları kantinden beslenmeye zorluyor okul yönetimi. Neredeyse tüm okullar böyle. Tahmin edemeyeceğin kadar sağlıksız şeylerle besleniyor çocuklar. Ama bu çocuk, kuralları hiçe sayıyordu. Asi değil, aksine başarılı bir öğrenci. Hergün okula gelirken, beslenmesi için yarım ekmek ve içinde kimi zaman peynir kimi zaman da tatlı veya reçel gibi şeyler oluyordu. O ekmeğini dişlerken, bir yandan da, arkadaşlarının sucuklu tost, simit veya daha albenili yiyecekleri yemesini seyrediyordu. Durumu çok daha iyi olan öğrenciler yemek üstüne gofretlerini de mideye indiriyorlardı. Onları suçlayamayız. Onlar çocuk. Ve O bunları hep sessizce izlerdi. O gün de izledi. Bir yırtılma sesiyle, yanındaki arkadaşına baktı. Çikolata ambalajını açıyordu kız. Elindeki ekmek küflüymüş gibi, son lokmasını zorla da olsa yutarak ve sanki 'yine mi?' der gibi kalan ekmeğini sıraya bıraktı. Gözlerini tahtaya dikti, sanki yanında kimse oturmuyormuş ve sanki hiçbirşey duymamış ve sanki hiç birşey görmemiş gibi davranıyordu. Çok defalar onu böyle görmüştüm. Onları izledim pür dikkat. Nefes bile almadan izliyordum. O anın bozulmasını istemiyor, zilin çalmaması için içimden dua ediyordum. Çocuk gözünün önüne uzatılan yarım çikolatayla irkildi. Anlıyor musun, yarım çikolata. Çocuk gülümsedi, teşekkür edercesine hafif bir baş hareketiyle, çikolatayı kızın elinden aldı. Yiyip, yememek arasında kalmış gibiydi. Kokluyor muydu? Hayır, sadece bakıyordu. Ve o bir çocuktan beklenir bir hareketle, bir lokmada çikolatayı ağzının içine attı. Çiğnedi, çiğnedi ve hala çiğniyordu. Kız ile birlikte mırıldanarak çiğnemeye devam ettiler. Mutluydular. Ta ki, çikolata kendi kendine ağızlarının içinde bitinceye kadar, keyfini çıkarttılar o yarım çikolatanın. Bu kız hiç böyle yapmamıştı, bu ilk çikolatısı değildi. Benim dikkatimi ve pür dikkat izlememe sebep olan da buydu. Kızı ne değiştirmişti de paylaşmıştı çikolatasını."
Hemen hemen her okulda olabilecek, dramatik bir şeydi bu. Kim olsa, etkilenir ve duygulanırdı. Bir kadın olarak içim elbette daha çok parçalandı. Bir çikolata nedir ki? Kaç para eder ki? Ama ederi, bize ettiği kadar, o çocuğun ailesi için yetmiyordu demek. Bizim için bir lira, kimbilir onlar için on lira gibiydi. Ve hergün hergün verilen bir liralar. Ne değiştirmişti acaba kızın fikrini?
Cenk anlatmaya devam etti, "Zil çaldı ve herkes yemek artıklarını teker teker çöp kovasına attılar ve koşarak teneffüse çıktılar. Ben kıza seslendim 'Büşra yanıma gelir misin?' dedim. Hemen hemen herkes sınıftan çıkmıştı, Büşra yanıma geldi, 'buyurun öğretmenim' dedi, o sevimli sesiyle. Şapır şupur öptüm kızı. Alıp öyle ama nasıl desem, tarif edemeyeceğim şekilde yüreğime sokasım geldi. Şaşkın şakın ne diyeceğini bilemedi kızcağız. Sordum ona neden böyle birey yaptığını, o da bana: 'Babam söyledi öğretmenim' diye cevap verdi." Cenk, şimdi daha sakinleşmiş, daha yavaş anlatıyordu. "Babasının okula gelmesi için ricada bulundum, en müsait zamanında benimle görüşmesini söyledim. Geçen bir haftanın sonunda, bir cuma günü Büşra ve babası geldi. Okul henüz dağılmıştı ve sınıfımdaydılar. Büşra'ya baktım, ve ona 'Büşra'cım sen kapının dışında bekler misin?' dedim, Büşra sınıftan çıktı. Ben babasına olayı anlattım. Tebessümle dinledi. Diğer çocukların aksine, Büşra'nın çikolatasını paylaşmasını -ki çikolata veya gofret gibi şeyleri hemen her gün getirmesine rağmen, ilk defa bir paylaşımda bulunmuştu. Sınıfımda bu neredeyse bir ilkti. Çocukları asla bunun için suçlamadığımın da altını çizerek anlattım." Evet Cenk için bir ilk ve bu olaydan belli ki çok etkilenmiş. "Kedisiyle sohbete başladık.." diye devam etti, Cenk..
- Durum bu beyfendi. Benim merak ettiğim, ne dediniz de kızınız paylaşmayı öğrendi?
-
Değerli hocam, malumunuz hepimiz zor şartlarda büyüdük. Bizim
çocukluğumuzda şimdiki gibi heşey yoktu. Çikolata dersen tek tip, şeker
dersen en fazla bir kaç çeşit vardı.
- Evet bilmem mi? O günler bambaşka lezetli günlerdi.
-
Haklısınız, ama şimdiki çocuklar bu şartlarda büyüyorlar ve sosyal pek
algıları gelişkin değil. Dürtülmeleri gerekiyor. Şükürler olsun orta
halin az üstünde bir gelirim var. Madem okulda evden hazırlanan
beslenmeye çok karışıyorlar, biz de annesiyle kızıma hergün beslenme
parası veriyor ve gönlünce ne yemek istiyorsa kantinden almasını salık
veriyoruz. Madem imkan var, kullansın kızım.
- Tabii ki normal birşey bu. Bunun için kimse kimseyi suçlayamaz.
- Öyle sanıyorum hocam. Ancak, düşümdüm çok kere. Herkes bu özgürlüğe sahip mi diye.
- Maalesef, değiller.
-
Farkında olamadım tabii, kızıma sordum arkadaşlarını. Anlatmasını
söyledim. Tabii kim fakir kim zengin diye sorgulamadım. Bana sıra
arkadaşını anlatmasını söyledim. İyi ve çalışkan bir çocuk olduğunu
söyledi.
- Evet gerçekten de çalışkan ve iyi huylu biridir.
-
Öyleymiş, kızımda çok kere doğruladı bunu. Ama kızım, onun giyinmesini
bilmediğini, ayakkabılarını temizlemediğini ve hergün ekmek arası birşey
getirdiğini söyledi. Ve kendine göre, çikolatasını gizli gizli yediğini
düşündüğünü dile getirdi. Çünkü hiç bir zaman kızım onun çikolata veya
benzeri bir şey yediğini görmemiş. Kızıma göre, kimse elinden almasın
diye, ya da vemrek istemediğinden tuvallette yemiş olabileceğini ileri
sürdü. Elbette gülümsedim.
- Çok şeker kızınız var. Allah bağışlasın.
- Teşekkür ederim hocam, servetimiz onlar bizim.
- Emin olun öyleler.
- Darısı sizin başınıza inşallah.
- Teşekkür ederim. Eee peki sonra ne oldu?
-
Sonra, kızımı karşıma aldım ve anlattım. Hayatta herkesin aynı şartlara
sahip olmadığını anlayabileceği bir dille söyledim. İnsanın doğarken
anne veya babasını seçme şansı olmadığı gibi, zengin ya da fakir olmayı
da seçemeyeceğini anlattım. Bizim için zenginliğin, bölüşerek
çoğalacağını söyledim kızıma.
- Harika, bölüşerek çoğalan zenginlik!
-
Ancak ben kızıma, yediğinin yarısını arkadaşına vermesi gerektiğini
söylemedim. O, kendi aldığı bir karar. Bu bakımdan da, sizin anlatımızla
birlikte, kızımla gurur duydum. Kızımla konuşmalarım devam edecek.
Sanırım yalnız o değil, ben de öğreniyorum. Kızımı yeni yeni tanıyor
gibiyim.
- Beyfendi,
duyarlı davranışınız için teşekkür ederim. Ayrıca bu olayın sizin
kızınızla konuşmanızın ardından, tamamen Büşra'nın inisiyatifi ile
gerçekleşmesi de güzel. Doğrudan bir yönlendirme yapmamış, ama doğru
karar alabilmesi için yeterli donanımla kuşatmışsınız kızınızı. Burada,
kendinin karar vermiş olması, beni de ayrıca mutlu etti. Yaşadığınız
gururu ben de paylaşıyorum şuan.
-
Elbette, hepimiz için güzel birşey bu. Kızım için de güzeldi.
Anlattığında, onun şapur şupur yerken çıkarttığı sesi taklit ederken
bile mutluluğu gözünden belli oluyordu. Bana şunu sordu: "Baba,
çoğalacak mı zenginliğimiz?" Ben de, "kızım bizim değil, hepimizin
çoğalacak" dedim. Ne zaman dediğinde ise, "olması gerekti zaman" diye
cevap verdim.
Etkileyici
gelmişti bana bu konuşma. Cenk gibi duygusal ama duygularını gizlemeyi
başaran biri için bu, çok ağır gelmiş olmalı. "Peki, Cenk sen bu
konuşmadan sonra mı duygulandın?" diye sormuştum. Cenk, "Aslında,
çocukların acımasızlığına alıştım. İnan bana Duru, çocuklar
yetişkinlerden bile zalim olabiliyorlar." demişti. Evet çocuklar
birbirleriyle dalga geçme ya da fiziksel zarar verebilme konusunda,
bilinçsizce acımasız olabiliyorlardı. Hastanede yatmış olan çocuklardan
biliyorum. Gözüne kalem sokulanlar, parmağı kapının arasındayken güm
diye kapatılan kapılar. Rastgele atılan taşlarla kafası yarılanlar.
Merdivenden itilen çocuklar. Niceleri. Tabii bir de, fiziksel zalimliğin
yanı sıra, psikolojik zalimlikler de var: Sen eziksin, fakirsin,
çirkinsin veya şişkosun, gibi sözler, rahatça söylenebiliyordu çocuklar
arasında. "Duru, buraya kadar anlattığım olaylar sadece merakım içindi.
Kızın çikolatasını paylaşması beni duygulandırmaktan çok, merak içinde
bırakmıştı. Ve merakımı da öğrendim. Babasının, kızına mantıklı şekilde
hayat meselesini anlatması ve kızın da bunu doğru şekilde anlayıp, kendi
kararıyla paylaşımda bulunması, harika birşey. Bu bireysel bir
harekettir benim için. Ve bunu öğrencimin yapmış olması da ayrıca mutlu
etti beni. Ancak asıl mesele bu değildi Duru. Asıl bende ani şok etkisi
yaratan şey ise, yarım çikolatanın altında kalmak istemeyen onurlu bir
annenin davranışıydı.." Ah Cenk, yapma lütfen. Dolmuştu gözleri yine.
"Bebeğim, lütfen. Sakin ol." Cenk'in boğazı düğümlenmişti, kelimeler zor
çıkıyordu ağzından. "Duru, güzel Duru'm. O kadın varya, o kadın.
Çocuğun annesi olan kadın. Yarım çikolatayla çocuğunun sevindiğini
gören, evde bunu annesine defalarca anlatırken, sanki bir kez daha
çikolatayı çiğniyormuş gibi yapan o çocuğun annesi. Beslenme saatinde
içeri girdi, elinde bir kutu, içinde tam 33 adet çikolata. En iyisinden.
En lezzetlisinden. 'Hocam özür dilerim' dedi bana. 'Rahatsız ediyorum,
ama çocuklarıma bir armağanım var, bugün onları mutlu görmek istiyorum'
dedi. Şok içindeydim, hiç beklenmedik bir andı benim için ve kadının
niyetini anlamıştım. Ses çıkartamadım, sadece gözlerimle evet der gibi
baktım. Kadın en güzel yüz ifadesiyle, tebessümler içinde, sanki başında
nur var mübareğin. Tek tek tüm çocuklara çikolataları dağıttı.. Büşra,
ah be kızım demeseydin öyle keşke.. Öldüm Duru, öldüm ben o an. Yok
oldum. 'Öğretmenim, çoğaldı' dedi. 'Bakın öğretmenim, çoğaldı işte,
babam demişti, zamanı gelmiş demek, hepimiz zengin olduk artık' diye
haykırdı. Babasına olan inancı birkez daha yenilenmişti Büşra'nın.
Büşra'nın sıra arkadaşı ise bambaşka şekilde oturuyordu sırada. İşte o
benim annem. Ben de, biz de zenginiz aslında der gibiydi. Duru, ağladım
masamda. Kadına sarılmak istedim. Birşeyler demek istedim, yapamadım.
Kadın bana baktı ve hafif bir tebessümle 'iyi dersler hocam' dedi ve
sınıftan çıktı. Sınıfın içinde zevk alan minik bedenlerin mırırıltıları
kaldı geriye. Ben ise yok oldum kendi bedenimde. Öldüm sanki o an."
Cenk
bu olayı anlattığında çok etkilenmiştim. Bunu benimle paylaşmış
olmasının verdiği mutluluk bir yana, hikayenin oldukça dramatik olması
unutulmazdı. "Zenginlik paylaştıkça çoğalır", göreceli de olsa,
zenginlik; çoğalabilen birşeydi artık benim için.
Haftaiçi kadar olmasa da, Mecidiyeköy'e yaklaşırken trafiğin sıkıştığını görüyorum. Cenk camdan dışarı bakıyor. Boş gözlerle duvarları izliyor. Bir dakikalık yolumuz olmasına rağmen, en iyi ihtimalle beş dakika sürecek inmemiz. "Şöför bey, kapıyı açar mısınız lütfen.." diye bir ses ile irkildim. Durağa gelmeyi beklemeden inmek isteyen birinin sesiydi bu. Aslında hiç fena fikir değil. Ben de Cenk'e seslendim, "aşkım biz de inelim mi?". Cenk dalgın dalgın dışarıyı izliyordu, duvar dibinden yürüyerek geçenlere mi bakıyordu, yoksa camdan aksıyan yüzüne mi bakıyordu anlamamıştım. Duymadı galiba beni, diye düşündüm. "Cenk?" diye bir kez daha seslendim. Cenk bana ağır bir hareketle kafasını çevirdi, bir an bana baktı ve gözü, sol tarafımızdaki koltukda oturan, çocuk ve kadının olduğu yöne kaydı. "Biz de inelim mi? Durak yüz metre aşağıda, oturmaktan sıkıldım" dedim. "Çişim geldi.." diye söylendi, sol yanımızdaki koltukta oturan çocuk. Annesi olmalı ki, "Az kaldı yavrum, inince tuvlate gideceğiz. Sık dişini biraz" diye cevap verdi. Otobüsün kapısının kapanma sesiyle birlikte, sallandık. Hareket ediyoruz tekrar, durak az aşağıda. Tembellik ya da parasını verdik madem, sonuna kadar oturacağım diye düşündüklerini sandığım bir avuç insan kalmıştı otobüs içinde. Bir avuç! Cenk, elimi avcunun içine aldığını hissettim. Sıcak ve terlemeye yüz tutmuş avuçlarına. İki avuç arasında kalan sağ elim. İçim boşaldı sanki, tıpkı şuan inen yolcuların otobüsü boşalttıkları gibi. Gelmiştik! Ne Cenk ne de ben, farkında değilmişiz gibi, inenleri izledik bir an. Sonra göz göze bakışıp, belli belirsiz bir gülümseme attık birbirimize. Aynı anda ayaklandık ve orta kapıdan içeri giren temiz havanın olduğu yöne ilerledik. Dışarıyadık artık. Hava ciğerlerime doldu, otobüs içindeki bayat hava, yerini taze ama tozlu olduğuna inandığım bir havaya bıraktı.
Lâl olmuştu sanki Cenk. Ve sabah dediği gibi de, duymuyordu beni. "Aşkım, şimdi metroya gidiyoruz değil mi?" diye sordum. Ancak duymamış gibi olmakla birlikte, gerçekten de lâl olmuş gibi geldi bana. Bana baktı, ancak ağzından kelimelerin çıktığını işitemedim. Ağzı belli belirsiz oynuyor, gözleri açılmış, önümde eriyordu sanki. Artık göz göze geldik, boyu boyuma denk geldi. Geçti beni, saçlarının tepesini gördüm. Diz çöktü önümde, traşı gelmiş ensesindeki kılları gördüm. Secdeye yattı bebeğim. Ezan mı okunmuştu. Bu yoksa bir şaka mıydı? Özüme mi dön diyordu yine bana. Koca bir et yığını, ayaklarımın dibindeydi. Kurbanın başında boy gösteren, gururlu bir avcı gibi dim dik ayaktaydım. Etrafımdaki herkes beni şimdi alkışlayacaklar. Tebrik edecekler ve avımın önünde fotoğraf çektirecekler. Gözler teker teker bana dikilmeye başladı. Sesler ağırlaştı aniden, tıpkı görüntülerin de yavaşlaması gibi. Saniyeler dakika gibi gelmeye başladı gözümde. Beni işaret eden bir adam, öteki eliyle de yeri işaret ediyordu. Bana ne anlatmaya çalışıyordu bu adam. Peki, elini omzuma koymuş beni sallamaya başlayan kadına ne demeli. Kim bunlar, ne anlatmak istiyorlar? "Annee", diye feryat etti, çocuk. Evet bu çocuk, o çocuk. Hatırladım. Çişi gelen, otobüsteki çocuk. Annesiydi, elini omzuma koyup beni sarsan. Şaşkın ve ağlamaya hazır çocuk yere bakıyordu. Yerdeydi. Yalnız o değil, hepimizin gözleri de yerdeydi. Bir dağ küçülmüş, önümüzde secdeye yatmıştı. Yerde artık dizlerim. Sesler boğuklaşmaya başladı. Güneşli gün birden kararmaya, gözlerden bir kubbe oluşturmaya başladı.
Daraldık, sıkıştık kubbe içine.
Cenk ile birlikte.
El eleydik az önce.
Dağ dönüştü bir ete
Yığıldı dizlerimin dibine.
Dizim ve bedeni, şimdi yerde.
Haftaiçi kadar olmasa da, Mecidiyeköy'e yaklaşırken trafiğin sıkıştığını görüyorum. Cenk camdan dışarı bakıyor. Boş gözlerle duvarları izliyor. Bir dakikalık yolumuz olmasına rağmen, en iyi ihtimalle beş dakika sürecek inmemiz. "Şöför bey, kapıyı açar mısınız lütfen.." diye bir ses ile irkildim. Durağa gelmeyi beklemeden inmek isteyen birinin sesiydi bu. Aslında hiç fena fikir değil. Ben de Cenk'e seslendim, "aşkım biz de inelim mi?". Cenk dalgın dalgın dışarıyı izliyordu, duvar dibinden yürüyerek geçenlere mi bakıyordu, yoksa camdan aksıyan yüzüne mi bakıyordu anlamamıştım. Duymadı galiba beni, diye düşündüm. "Cenk?" diye bir kez daha seslendim. Cenk bana ağır bir hareketle kafasını çevirdi, bir an bana baktı ve gözü, sol tarafımızdaki koltukda oturan, çocuk ve kadının olduğu yöne kaydı. "Biz de inelim mi? Durak yüz metre aşağıda, oturmaktan sıkıldım" dedim. "Çişim geldi.." diye söylendi, sol yanımızdaki koltukta oturan çocuk. Annesi olmalı ki, "Az kaldı yavrum, inince tuvlate gideceğiz. Sık dişini biraz" diye cevap verdi. Otobüsün kapısının kapanma sesiyle birlikte, sallandık. Hareket ediyoruz tekrar, durak az aşağıda. Tembellik ya da parasını verdik madem, sonuna kadar oturacağım diye düşündüklerini sandığım bir avuç insan kalmıştı otobüs içinde. Bir avuç! Cenk, elimi avcunun içine aldığını hissettim. Sıcak ve terlemeye yüz tutmuş avuçlarına. İki avuç arasında kalan sağ elim. İçim boşaldı sanki, tıpkı şuan inen yolcuların otobüsü boşalttıkları gibi. Gelmiştik! Ne Cenk ne de ben, farkında değilmişiz gibi, inenleri izledik bir an. Sonra göz göze bakışıp, belli belirsiz bir gülümseme attık birbirimize. Aynı anda ayaklandık ve orta kapıdan içeri giren temiz havanın olduğu yöne ilerledik. Dışarıyadık artık. Hava ciğerlerime doldu, otobüs içindeki bayat hava, yerini taze ama tozlu olduğuna inandığım bir havaya bıraktı.
Lâl olmuştu sanki Cenk. Ve sabah dediği gibi de, duymuyordu beni. "Aşkım, şimdi metroya gidiyoruz değil mi?" diye sordum. Ancak duymamış gibi olmakla birlikte, gerçekten de lâl olmuş gibi geldi bana. Bana baktı, ancak ağzından kelimelerin çıktığını işitemedim. Ağzı belli belirsiz oynuyor, gözleri açılmış, önümde eriyordu sanki. Artık göz göze geldik, boyu boyuma denk geldi. Geçti beni, saçlarının tepesini gördüm. Diz çöktü önümde, traşı gelmiş ensesindeki kılları gördüm. Secdeye yattı bebeğim. Ezan mı okunmuştu. Bu yoksa bir şaka mıydı? Özüme mi dön diyordu yine bana. Koca bir et yığını, ayaklarımın dibindeydi. Kurbanın başında boy gösteren, gururlu bir avcı gibi dim dik ayaktaydım. Etrafımdaki herkes beni şimdi alkışlayacaklar. Tebrik edecekler ve avımın önünde fotoğraf çektirecekler. Gözler teker teker bana dikilmeye başladı. Sesler ağırlaştı aniden, tıpkı görüntülerin de yavaşlaması gibi. Saniyeler dakika gibi gelmeye başladı gözümde. Beni işaret eden bir adam, öteki eliyle de yeri işaret ediyordu. Bana ne anlatmaya çalışıyordu bu adam. Peki, elini omzuma koymuş beni sallamaya başlayan kadına ne demeli. Kim bunlar, ne anlatmak istiyorlar? "Annee", diye feryat etti, çocuk. Evet bu çocuk, o çocuk. Hatırladım. Çişi gelen, otobüsteki çocuk. Annesiydi, elini omzuma koyup beni sarsan. Şaşkın ve ağlamaya hazır çocuk yere bakıyordu. Yerdeydi. Yalnız o değil, hepimizin gözleri de yerdeydi. Bir dağ küçülmüş, önümüzde secdeye yatmıştı. Yerde artık dizlerim. Sesler boğuklaşmaya başladı. Güneşli gün birden kararmaya, gözlerden bir kubbe oluşturmaya başladı.
Daraldık, sıkıştık kubbe içine.
Cenk ile birlikte.
El eleydik az önce.
Dağ dönüştü bir ete
Yığıldı dizlerimin dibine.
Dizim ve bedeni, şimdi yerde.
- Duru aşk, Bölüm 1: Evde
- Duru aşk, Bölüm 2: Dışarıda
- Duru aşk, Bölüm 3: Yerde
- Duru aşk, Bölüm 4: Hastanede
- Duru aşk, Bölüm 5: İçimde
Duru Aşk / 19.04.2012 / Murat Dicle
1 yorum:
harika çikolata hikayesinde gözümden yaşlar fışkırdı....sanki senin denemelerini değilde dünyaca ünlü yazılarıyla kendini kabullendirmiş bir yazarı okuyor gibiydim...cenk'in ekmek üstü salam kaşarla ilgili hayal kırıklığı çok güldürdü ve 2. ci bölüm sonunda cenk'in yere düşüşünü an be an gösterdin ağır çekimde seyrettim muhteşem abi gerçekden tebrikler... dilim tutuldu beklentimin çoook üstünde..
Yorum Gönder