22 Temmuz 2013 Pazartesi

Martı Jonathan Olmak

Henüz çocuk yaşlarda başlarız hayal kurmaya, ütopyalarda. Bu imkansız hayallere kaptırırız kendimizi; kimi zaman garip hareketlerle kimi zaman da garip seslerle süsleriz hayallerimizi. Olmasını dileriz hep bu hayallerin. Hayallerimizin gerçekleşeceğine inanmaya görün -ki dürtülerek bu hayallerden istemeyerek çıkartılırız. Ütopyanız, gerçek olan ya da, gerçek bu, diye dayatılanla aşağılanmadı mı hiç? Toplumun gerçek kabul ettiği hayat ve yaşam biçiminin dışına çıkmaya yönelmeniz, sizin toplum karşısından sapıttığınız anlamına gelmektedir. Ancak toplum şunu bilmez ki, sapmışların getirdikleri ile geleceklerine yön verdiklerini: Matbaa, Radyo, Telefon, Televizyon, Uçak, Uzay Yolculuğu, İleri Tıp vb...

Noam Chomsky ve kendi görüşümün bir sentezi olarak; dil yetisinin (düşünce iletimi) doğuştan geldiğini, ancak içimizdeki düşünce iletimi yetisinin, içine doğduğumuz dil (ana dil) ile dışa vurmak, ampirik (deneysel) yöntemler gerektirmektedir. Hemen hemen tüm çocuklar üç yaşlarına geldiğinde, içine doğdukları ana dili grameriyle birlikte doğru kullanmaya başlarlar. Ebeveynler, çocukların dil konusunda öğrenimlerine pek karışmazlar ve hatta onları düzeltmek için pek uğraş göstermezler. Ama çocuklar dili kendi başlarına özgürce öğrenirler. Teorik olarak, yeni doğan bir çocuğun çıkarttığı o garip seslere bakacak olursak, onun asla bizler gibi konuşmasının mümkün olamayacağını düşünebilirdik -ki eğer elimizde milyarlarca örnek olmasaydı. Bu dil konusuna neden değindim? Çünkü, çocuk dili öğrenirken, anne-baba ona neredeyse hiç müdahale etmez. Onun dili öğrenemeyeceği konusunda bir inançsızlığa kapılmaz. Çocuk dili öğrenme bakımından hürdür. Anne ve babalar kayıtsız ve telaşsızdır, çocuğun dili öğrenmesi bakımından. Toplum, çocuğun, dili öğrenmesini engelleyici hiçbir önlem, dayatma ve yasa koymamaktatır, karşısına. Özetle, çocuk, belki de ömründe ilk ve tek olarak "hür öğrenim" sürecini yaşayacaktır.

Peki ya sonra? Kısıtlamalar, yasaklamalar, yönlendirmeler ile neyi öğrenmesi gerektiğini neyi kesinlike öğrenmemesi gerektiğini; neyi yapması, neyi de yapmaması gerektiğini aşılayacaklardır, çocuğa. Bu noktadan sonra, çocuk; kendi kendine ampirik yöntemler ile değil de, öğreticilerin, kimi zaman pragmatik kimi zaman da dogmatik yöntemlerine maruz kalacaktır. Dayatmacı ve çıkarımcı eğitim de diyebiliriz buna. Çocuğun alacağı eğitim, içinde doğduğu; toplumun ve ailesinin dininin, milliyetinin, coğrafyasının çıkarlarına uygun olacaktır. Toplumun ön gördüğü, Reşit Olma Yaşına kadar bu böyle gidecektir. Reşitlikten sonra, biraz daha özgür olan birey, bu defa toplumsal ahlak duvarıyla çevrili olduğunu ve duvarın kolay kolay aşılamayacağını veya yıkılamayacağını hisseder -ki zaten bu yönde sürekli empoze edilir. Karşı-gelme-cüretini göstermemek üzere programlanmıştır sanki. Peki doğru olan eğitim bu mudur? Birey, aldığı bu eğitim ile kendi limitlerini zorlayabilir mi? Limitlerinin farkına varabilir mi? Aslında aldığı bu eğitimle bazı şeylerin dibine bile vurabilir. Mesela, oportünistin önde gideni olabilir; pragmatizmin savunucusu olabilir ki karşımıza bir din adamı ya da ekonomist olarak bile çıkabilir; kendisini doğru yola sevkettiğini düşündüğü bilgiler ile çok para da kazanabilir; en nihayetinde, bir banka sahibi veya en basitinden bir politikacı bile olabilir...

Hiç kendinize sorduğunuz oldu mu; yıllarca aynı işi yapıyor ve bu işten para kazanarak çocuklarınızı yetiştiriyorsunuz, peki ama gerçekten yapmak istediğiniz iş bu muydu? Yaşamak demek, sadece para kazanıp, çoluk çocuğu yetiştirip, emekli olduktan bir müddet sonra göçüp gitmek mi, bu dünyadan? Siz bundan daha fazlası olamaz mıydınız? Salt olarak, kendimiz için ne kadar yaşıyoruz/yaşadık bu dünyada? Siz hiç, dünyanın en hızlı koşan adamı kadar hızlı koşmayı deneyerek, kendi hızlimitlerinizi zorladınız mı? Suyun altında nefessiz kalma limitinizi, çocukluğunuzdaki deneyiminizin ötesine taşıdınız mı? Yüzme biliyor musunuz? Ana dilinizden başka bir dil biliyor musunuz? Uçak kullanabiliyor musunuz? Hiç paraşütle atladınız mı? Cep telefonunuzdan hiç MMS gönderdiniz mi, ya da bir e-posta? On metreden, çivileme suya atladınız mı?.. Bu soruları o kadar çok çoğaltabilirim ki hem siz hem de ben, daha bu yazı bitmeden kendimizi ağlayarak balkondan aşağı atmamız işten bile değil. En kaba tabiriyle, mal gibi yaşadığınızı mı hissediyorsunuz? Peki sorumlusu kim, tüm bunların? Sistem mi yoksa siz mi? Bu soruları sorma aşamasına gelene kadar tüm suç sistemindi, ama bundan sonrası için tüm sorumluluk artık bizde...

Matrix, güzel bir filmdir: Sistemin içinde köle gibi sömürülen insanları farklı bir bakış açısıyla anlatır. Filmin başrol oyuncusu, Neo; henüz limitlerini bilmeyen, sistemin içinde üzerine düşen rolü üstlenmiş ve bu rolü oynamaktan da pek şikayetçi değildi; ta ki birileri ona limitlerini zorlaması gerektiğini ve içinde bulunduğu sistemin, gerçekte olduğu dünya olmadığı söyleyene kadar. Bilinen eğitimlerden tamamen farklı bir eğitimle, Neo, limitlerini zorlar; öyle ki, sistemin bir parçası olmaktan çıkıp, sistemin içinde özgürce dolaşan ve sisteme kafa tutabilen bir birey olur. Kimbilir, herkes bir Neo olmasın diye belki, Matrix içerisinde sadece, doğuştan gelen bir yeti ile ancak Neo sisteme kafa tutabilecek biri olduğu söylenir, senaryoda. Aslında bu yetinin tüm insanlarda var olduğuna inanıyorum. Bunu başarmak için bizler ne yapıyoruz, ve daha başka neler yapabiliriz? Neo şanslıydı çünkü başından beri Morpheus ve Trinity gibi dostları vardı. Martı Jonathan Livingston ise ilk başlarda o kadar şanslı değildi; o tek başınaydı, çünkü dışlanmıştı...

Yaşamımızda karşılaştığımız küçük şeyler, bizde büyük değişimlere sebep olabilir. Kimi iyi yönde, kimi de kötü yönde. Richard Bach'ın yazdığı çok az sayfalı, Martı Jonathan Livingston adlı öyküsü de işte bizlerde büyük değişimlere sebep olacak küçük bir etkendir. Herkes için aynı etkiyi yapması beklenemez elbette. Yukarıda bahsedilen eğitim sisteminin içinden çıkmış ama hâlâ kendi kabuğunu kıramamış ve limitlerinin farkında olamamış bireyler için, kısa ve hoş bir öykü olmanın ötesinde değildir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Yukarıda derinlemesine olmasa da, üstünkörü anlatmaya çalıştığım eğitim sisteminin baş elemanları için bir tehditdir, Martı Jonathan'ın öyküsü. Bu sebeple, ilkokulda çocuklara pek fazla okutulmuyor. Dilerseniz bu bağlantıyı tıklayarak hem siz hem de çocuğunuz okuyabilir.

Bireyin, kendi hür iradesiyle sevdiği bir işi yapmasını bir sapkınlık olarak görmemek lazım. Ben burada derken, bir mesleği kastediyorum. Onlara, kendilerini tanımaları için fırsat verelim. Emin olun, onların kendilerini bulmaları yine bu topluma fayda sağlayacaktır. Çocuklarımızın karnının oldukça fazla tok olmasını değil, yeterinde tok ve mutlu olmasını öğretmeliyiz. Biriktirmek yerine, paylaşmayı; tüketmek yerine, üretmeyi; kendi için değil, başkaları için de yaşamayı öğretmeliyiz. Tüm bunlardan önce, bizler kendi kendimizin limitlerini keşfetmeli, çocuklarımıza örnek olmalıyız. Derslerinde aldığı notları bir başka çocuğun notları ile mukayese etmek yerine, çocuğunuzun aldığı notun yeterli olmasına, sevindiğimizi söylemeliyiz. En çok para kazananın değil, en çok faydalı olanın takdir edilmesi gerektiğini öğretmeliyiz. Çok konuşmanın değil, az konuşup dinlemenin önemini öğretmeliyiz. Okumanın, bireyin kendini geliştirmesinde önemini söylemeli ve istisna olarak, çocuklarımızı okuma konusunda zorlamalıyız. Şüpheciliği öğretmeliyiz herşeyden önce. Şüphe edebilen bir birey, görünen limitlerinin çok daha üstünde yetileri olduğunu keşfedecektir.

Hepimizin birer, Martı Jonathan olabileceğimizi aklınızdan çıkartmamanız dileğimle, hoşça kalın.

Murat Dicle

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach

HERKESİN VE ÖZELLİKLE ÇOCUKLARIMIZIN OKUMASI ADINA, ÖYKÜNÜN TAMAMINI YAYIMLIYORUM. GÜNAHI BANA OLSUN...

MARTI JONATHAN LIVINGSTON, Richard Bach
MARTI JONATHAN LIVINGSTON
Richard Bach

21 Temmuz 2013 Pazar

Rıza üretimi ile planı kabulleniş

Plan düşündüğümüzden de çok akıllıca devam ediyor; Yeni Dünya Düzeni adı verilen sisteme bile isteye razı olacak gibiyiz. Tüm dünyada yaşananları göz önünde tuttuğumuzda, ırkçılığın, dinciliğin de artık sınırları aştığını ve artık insanların bunlardan irite olduğunu görüyoruz. Dolayısıyle, tek din ve tek millet kavramı insanlarda yer etmeye başladı. Sonraki sorulacak soru şu: Tek din olacaksa, papazı kim olacak ve tek millet olunacaksa, başkanı kim olacak?

- murat

6 Temmuz 2013 Cumartesi

İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ

İLBER ORTAYLI SEYAHATNAMESİ
İLBER ORTAYLI
SEYAHATNAMESİ
İlber Ortaylı'nın güzel düşünülmüş tarihi gezi kitabıdır. Ne tam bir tarih, ne de tam bir gezi notları içermektedir. Ülkemizin doğusundaki ve batısındaki ülkeler hakkında hızlı bir özet olarak kaleme alınmış. Kesinlikle sizi sıkmıyor. Kitaba konu olan ülkelerin, Türkiye -daha doğrusu Osmanlı- ile münasebetleri de anlatılmaktadır.

İlber Ortaylı'nın bu kitabı için şöyle bir başlık atabilirdim: "Yeni başlayanlar için Dünya ülkelerinin tarihi ve Osmanlı ile münasebetleri"

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

30 Haziran 2013 Pazar

ARAF, Elif Şafak

ARAF, Elif Şafak
ARAF
Elif Şafak
Araf, birbirini takip eden olaylar zincileriyle bir macera romanı beklentisinin tam aksine; durağan gibi gelen ama zaman içinde akıp giden, bize göre dışarıklı sosyal bir yaşamı anlatan ama ağdalı felsefeden vazgeçmeyen, iki arada kalmış ama bedenlerinden sıyrılmış ruhların, acıklı, acınası ve dahası iki arada sıkışmış kalmışsınız da yüreğiniz sıkıntıdan yerinden çıkıp gidiverecekmiş gibi gelen bir öyküdür.

Oraya vardıklarında, kendilerini oralıların hiç olmadığı kadar "oralı" hissetmeleri gerektiğinin yanılgısını, oralarda bir müddet yaşadıktan sonra, oranın da buralardan hiç farkı olmadığını ki, buralardaki zamanın da oradaki zamanın da -sayısal farklarla ifade ediliyor olsa da- aynı şekilde akıp gittiğini anladıklarını anlatan bir öykü, bu. Yalnız, buralardan ziyade, oralarda daha özgürce yaşanılabildiğinin de altını kalınca çizebilen bir öykü. Skorel anlamda erkeklerin sayı üstüne sayı yapabilecekleri yegane bir "ora" öyküsü, bu öykü. Buralara nazaran, oralarda kadın ile erkeğin sadece düzüşmek için değil, arkadaş olarak da yaşabileceğini anlatan bir öykü, bu.

Oralarda yaşayanların, izlenimlerle elde edilmiş durumlarını anlatan; bir anlamda başladığı gibi biten; E peki n'oldu şimdi? diye de dedirtebilen, bu öyküyü okumanız gerektiğine inanıyorum. Elif Şafak hala benim için bir muamma. Aslı Biçen ise bir soru işareti. Bu ve bundan sonraki Elif Şafak öykülerinin doğrudan İngilizce olarak yazılıyor olması yazar açısından bir deneyim gibi görünse de illa bir ibnelik arıyor insan. Belki de kıskançlıktan, kimbilir?..

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

27 Haziran 2013 Perşembe

YÜZBAŞININ KIZI, Puşkin

YÜZBAŞININ KIZI, Puşkin
YÜZBAŞININ KIZI
Puşkin
Puşkin'in okuduğum ilk eseridir.

Genç bir Subay babası tarafından, askerliğini kolayca değil de daha zor şartlarda yapması adına Orenburg kalesine gönderir. Orenburg Kalesinin komutanı, babasının eski bir dostudur. Genç Subay Pyotr, kale komutanın bilgisi dahilinde görevine başlar.

Piyotr, kale yolculuğu esnasında kendisine kısa süreliğine yardımda bulunan bir Kazak'a üşümesin diye, kendinin tavşan kürklü bir kıyafetini verir. Adam minnettar kalır. Bu minik hediye, Piyotr'ın kaderini değiştirecektir.

Orenburg Kale Komutanının bir kızı vardır. Piyotr ilk önceleri onu pek beğenmesede, zaman içerisinde kıza tutulur. Kıza henüz aşkını ilan ettiği günlerde, kaleye saldırı yapılır. Yemelyan Pugaçov adlı ve kendini Çar ilan eden, isyancı gurubun başı Orenburg'a saldırmaya başlar. Olaylarda böylece başlar.

Yazar; Gogol, Tolstoy, Dostayevski veya Gorki'ye nazaran oldukça sade bir dille anlatmış öyküyü. Bir çırpıda okunan hoş bir eser diyebilirim.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

26 Haziran 2013 Çarşamba

CEHENNEM, Dan Brown

CEHENNEM, Dan Brown
CEHENNEM
Dan Brown
Bir doktar olarak kangrene yol açan bir kolu kestiğinizde bir kurtarıcı; eğer sıradan bir insan olarak, o kolu kestiğinizde ise bir cani olarak görüleceksiniz, insanlar tarafından: Bertrand Zobrist kendini boşluğa bırakmadan önce, kendinin bir kurtarıcı olarak görüleceğinden çok emindi. O, dünyayı kurtaracaktı!..

Dan Brown'un son kitabı Cehennem oldukça heyecanlı ve sürükleyici bir roman. Piyasaya henüz çıktı; roman ile ilgili ahlaki, felsefi ve toplumsal anlamda kritikler de hat safhaya henüz ulaşmamış olabilir. Kitap bize çok şeyi sorgulatıyor. Kitabın sonuna doğru, bir Zobrist sever olarak çıkmanız da mümkün. Kitap bir veya bir kaç mevzuyu, topluma empoze ediyor olabilir de! Bu düşünceleri bu satırlara taşımak için henüz erken. Biz kitaba dönelim.

Robert Langdon, Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörüdür. Gözlerini açtığında kendini Floransa'da bir hastanede bulur. Hastanede olduğunu anlamış olsa da henüz İtalya'da olduğunu bilmemektedir. Evelsi gece biri ateş etmiş ve kafasının arkasını sıyıran bir mermi ile yaralanmıştır. Langdon geçici olarak hafıza kaybına uğramıştır. Langdon'ın tepesinde Dr. Sienna ve Dr. Marconi bulunmaktadır. Ona başından geçen olayı ve şuan içinde bulunduğu durumu izah etmektedirler. Ancak dışarıda, bu üç kişinin henüz bilmediği biri vardır -ki o da Langdon'ı evelsi gece elinden kaçırdığı için şimdi tekrar onu öldürme planı kuran kirpi saçlı kadındır...

Bir hastane odasında başlayan ve hızlı bir şekilde cereyan eden olaylar zincirini anlatan bu romandan çok hoşlanacağınıza eminim. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Haziran 2013 Pazar

DÖNÜŞ, Ayşe Kulin

DÖNÜŞ, Ayşe Kulin
DÖNÜŞ
Ayşe Kulin
Ne boktan bir durum ya! Hani derler ya, bahsız bedeviyi çölde... Derya kızımızın yaşadıkları da öğrendikleri de işte böyle bir durum.

Babası annesini aldattığı için, annesi, Eda apar topar kendisini Londra'ya kaçırır. Eda, kocasına çok kızgındır ve ona ceza olsun diye, kızını ona göstermeyecektir. Ancak Eda Derya'ya, babasının onları bir kadın için terk ettiği yalanını ortaya atar ve henüz ergen olan kız ise buna inanır.

Annesi bir gün yeni kocası David ile uzakdoğu seyehatine çıkarlar. Singapur'da David bir visürüs etkisiyle hastalanır. Eda, durumu kızına iletir ve kendisinin bir an önce yanına gelmesini, hem David için hem de kendi için ister. Derya, annesinin bu isteğini, istemeye istemeye kabul eder. Londra'dan ayrılmadan önce, annesinin  evindeki çiçekleri sulamaya giden Derya, kendi şapkasını koymak için annesinin şapka kutularından birini almak ister. Uzanmaya çalıştığı bir şapka kutusu, Derya tepesinden aşağı düşer; kutuda sır vardır: terk ettiği bilinen, hiç bir şekilde iletişime geçmediği söylenen, babasından annesine mektuplar vardır, kutuda... Derya, Singapur yerine, doğruca Urla'ya gitmeye karar verir. Babasını bulacaktır!..

"Çerkez" muhabbetini yine yapmış Ayşe Kulin ama canı sağolsun, alıştık artık. Kitabın başına araya sıkıştırmış! Hikaye güzel. Herşeyden önemlisi sizi merak içerisinde bırakıyor. Peş peşe çözülüyor herşey. Acele etmeden, sizi olabildiğince meraklandırarak yapıyor yazar bunu. Muhtemelen, bu kitaba başlayan kişi, bir seferde kitabı bitirecektir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

22 Haziran 2013 Cumartesi

HASRET, Canan Tan

HASRET, Canan Tan
HASRET
Canan Tan
Hiç kimse, ileride hasret kalacağı birini sevebileceğini düşünemez... Ve hiç kimse, sevdiği ile bir gün -sanki araya ölüm girmişçesine- ayrılığın kapılarını çalacağını tahmin edemez. Yazar, vuslatın hayali vuslattan tatlıdır, diyor romanda. Bu söz belki de romanın ana temasını oluşturuyor: Hasret, ayrılıktan daha yakın tutuyor sevenleri birbirine; umutla geçen her gün ile...

Olaylar 1920'li yıllarda Kırşehir'in Keskin ilçesinde geçmektedir. Keskin'in Cerid Aşiret Beyi, Hacı Ali Bey'in on çocuğudan en küçüğü olan Tacettin ile Rum kökenli Omorfia'nın kızı Patricia'yla aralarında geçen aşk ile başlar öykü. 

Canan Tan'ın gözle görünen şeylerin betimlenmesini ve çoğunlukla kişilerin ruh hallerinin irdelenmesini okuyucuya bırakarak, sadece olayların gidişatını anlatarak yazdığı bu öyküyü sıkılmadan okuyacağınızı garanti ederim. Bir Dostoyevski veya bir Balzac yazmış olsaydı bu romanı, elbette üç ciltlik bir roman çıkartı ortaya. Hele Tacettin'in evlat ve sevgili hasreti için, Dostoyevski en az elli sayfa ayırırdı; bundan emin olabilirsiniz. Keskin ilçesini ise Tolstoy'un betimlediğini düşünün; en az elli sayfa da buradan çıkardı... Ancak tüm bu detaylar okumayı zorlaştıracağı gibi, okuyucuyu da kaçırabilirdi! Canan Tan'ın daha önce Piraye adlı romanındaki gibi, uzun geçen günleri, ayları veya yılları üç yüz, dört yüz sayfada anlatması bir eksiklik değil elbet. Bu zaten tartışıla gelinen bir konudur: Daha da sanatsallaştırıp, betimlemeleriyle edebiyatın dibine mi vurmalı, yoksa sadeleştirerek, öykünün esas kısımlarını ele alıp, hikayeciliği mi öne çıkartmalı? Canan Tan'ı bu öyküdeki tercihinden ötürü suçlayamayız, yazan kendisidir. Hasret'i okuyan ben, yüreğine sağlık Canan Tan, demekten kendimi alıkoyamıyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

20 Haziran 2013 Perşembe

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ, Tess Gerritsen

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ, Tess Gerritsen
MASUMİYETİN İÇİN
SAVAŞ

Tess Gerritsen
Miranda genç bir gazeteci olarak, bir adada yaşamaya başlar. Çalıştığı gazete sahibi ile aralarında bir ilişki başlar. Ancak Miranda, bu ilişkinin yürümeyeceğine inanarak, sevgilisi Richard'dan ayrılmak ister. Richard, bunu kabullenmez ve sürekli ısrarla, Miranda'dan bir şans ister. Miranda son çare olarak, istifasını verip, adayı terk etmekte bulur.

Richard bir gün onu telefonlar arar ve oraya geldiğini söyler. Miranda ise, Richard ile karşılaşmamak için, kendini evden dışarı, sahile atar. Bir kaç saat sonra eve geldiğinide, korkunç manzara ile karşılaşır...

Masumiyetini ispatlama mücadelesi içine giren Miranda'danın, heyecan dolu öyküsünü okurken, zaman su gibi akıp gidecek.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 

18 Haziran 2013 Salı

VADİDEKİ ZAMBAK, Balzac

VADİDEKİ ZAMBAK, Balzac
VADİDEKİ ZAMBAK
Balzac
Felix, bir mektupla, çocukluğunu, gençliğini ve bir kadını nasıl sevdiğini, Natalie adlı bir kadına anlatmaya başlar...

Henüz yirmili yaşlarında, kadınların büyüsü kendisini çarpmaya başladığı dönemlerde, katıldığı bir davette çekinken tavırlar sergilemekteyken, oturduğu bir kanepede, yanana bir kadın da oturur. Aklında binbir düşünce geçen Felix, aniden, yanında oturan kadının çıplak omzuna naif bir öpücük kondurur. İşte bu öpücük, bir adamın ve bir kadının hayatını değiştiren, uğursuz bir öpücük olacaktır.

Felix'in o gece davette, omzunu öptüğü kadın, Madam de Mortsauf'tur. Aklından hiç çıkmaz bu kadın, Felix'in. Gittiği bir yerde, henüz tanıştığı biri aracılığıyle, tesadüfen karşılaşır Felix, Madam de Mortsauf ile. Bu karşılaşma, daha sonra sıklaşarak, hüzünlü bir hal alacaktır.

Kendinden, altı yedi yaş büyük olan bir kadına aşık olan Felix'in, gelişimini, aşkını, yükselişini okuyacaksınız bu romanda. Balzac'ın ruhun derinlerine inen anlatışıyla, Felix'in ve sevilen kadın, Henriette'in dramını içinizde hissedeceksiniz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 


17 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim Gezi ve Kazlıçeşme farkı

Kazlıçeşme mitinginden sonra düşündüm, (evet arada bir düşünebiliyorum)
Şunu anladım ki, bir zafer bedava kazanılmışsa ne ekmek ne de bayrağın değeri olmuyor!

Çocukken, yere düşen ekmeği, üç kere öpüp başımıza değdirir sonrada bir kenara koyardık. Bunun bir anlamı vardı. Bir bayrak gördüğümüzde, saygılı tavırlar içerisine girerdik. Okulda aşı olurken, doktorlar veya öğretmenler, bayrağa bakın, derlerdi de acı hisetmezdik, aşı olurken. Tabii, bu ülkenin bedavaya/zahmetsizce kurulmadığını; binbir zorluklarla bu hale getirildiğini, öğreten ebeveynlerimiz, abilerimiz ve ablalarımız bize böyle davranmayı öğütlemişti.

Kazlıçeşme mitingi sonrasında -ki fotoğraflarda ve videolarda da göreceğiniz üzere- yerlerde Türk bayrakları ve ekmekler (yiyecekler) görünmektedir. Bedava şeylerin değersizliğine bir işarettir bu. Gezi Parkı'nda ise, bunun tam tersi bir davranış söz konusuydu. Daha derli toplu, aklı başında insanlar çevreyi hem temizliyor hem de manevi değerleri ayaklar altına almıyorlardı. Bedava (hükümetten) değil, halkın kendi kendine veya kendi ceplerinen getirdiklerini yiyip içiyorlardı. Dahası, kendi yol paralarını kendileri veriyorlardı. Kimse onları evlerinden zorla alıp direnişe katmadı, hiç kimse! İşte bu "adi" insanlar, Başbakan'ın "bir tarafının kılı" olanları da kurtarmak, gelecekte daha onurlu ve kendi kendine yetebilen bir ülke olmak adına, direniyorlar; sağduyulu bir şekilde gaz ve tazyikli su yiyerek!

Sokaklarda, AKP'li gençler ellerinde sopalarla, nerede bu çapulcular, diye sürü halinde dolaşıyorlar. Peki, sürü halinde, nerede bu AKP'liler diye, ellerinde sopalarla dolaşan bir çapulcu gurubu gördünüz mü? (provokatif girişimleri lütfen delil diye sunmayın) Çapulcu gurubunun en temel sloganı, hükümet istifa, değil mi? Bu sloganı, polisin kışkırtmasına rağmen, saldırısız ve silahsız atmak, bir hak değil midir? Taş atanlar ve hatta molotof kokteyl atanlar olmadı mı? Oldu elbette, ama bunların kim olduklarını da gördük. Ayrıca, heyecana kapılıp, direnişin ruhunu tam anlayamayan genç kardeşlerimizin kanının kaynamasından da doğan, kabul edilmeyecek olaylar oldu; bu tasvip edilmedi gerçek direnişçiler tarafından, ivedilikle kınanıp, doğru bir direniş için gençler yönlendirilmedi mi?

Velhasıl son sözüm hükümete: Bugün bedavaya satın aldığınız halk da sizi o derece kolayca gözden çıkartacaktır, unutmayın!

- murat

13 Haziran 2013 Perşembe

Osuruktan bir direniş miydi, bu?



Velhasıl arkadaşlar, bu direniş osuruktan bir direnişmiş meğer ki tamamiyle TEST amaçlı olarak devletin kontrolünde yapılmış. Her türlü iletişimin sonuna kadar açık ve işlevsel olarak kullanılabildiği bir ortamda dahi, devlete karşı bundan daha fazlası yapılamayacağı test edilmiş oldu. Ne olacak, ne olacak dedik durduk, işte olan oldu.

Daha önceden de testlere tabii olan Türk Halkı, bu son test ile "ruhsuz, yılgın ve tembel" izlenimi dışına pek çıkamamıştır. Coğrafi olarak ve popülasyon olarak ele alırsak, oldukça küçük bir parçamız direnebilmiştir. Ki bu satırları yazan adam hala Taksim'e gitmiş bile değildir. Ayıbım bana olsun! Eh ben de en tembel olmadığım alanda faaliyet göstereyim: Yazayım!

MİT'in tıpkı SS askerleri gibi davranmaya başlaması ile, halk daha da fazla kaderine gömülecektir. Sesi soluğu daha da kesilecektir. Korku, eskiden köşe başındayken, artık, evimizin odasına kadar girebilecektir.

Görünen o ki geldiğimiz nokta, bir siyasetçimizin söylediği söze uygun düşmektedir: "...bu kanlı mı olacak, kansız mı?!"

Buyrun, "AKP SS Subayları" yasası çıktı. SS diyince çoğunuza tanıdık geldi değil mi? Bakalım Hitler'in SS subayları neymiş, sonrada haberi okursunuz:
SS (tam ad: Schutzstaffel, Türkçe: Koruma Timi), önceleri Hitler'in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulan birliklerdir. İlk kurulduğunda, polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. GÖNÜLLÜLERDEN ve Avrupa'nın her yanından ZORLA görevlendirilenlerden oluşan birlikleriyle, savaşın sonlarına doğru sayıları yaklaşık 900.000'i buluyordu. SS'e bağlı askerlerin en önemli özellikleri "Onurun Sadakatindir" ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğmeleri ve bağlılıklarıydı. (wikipedia)
Hadi bakalım şimdi haberi okuyalım. Tehlikenin farkında mıyız, değil miyiz, karar verelim!

HERKESİ SALAK GÖRÜP, Bİ KENDİNİ AKILLI GÖRENLERİN ÖZELLİKLE OKUMASINI DİLİYORUM!

Bundan sonraki kısım GazetecilerOnline.com sitesinden
olduğu gibi alınmıştır...

Tarih: 12 Haziran 2013, 16:59

Erdoğan tam faşizme geçiyor... “Hitler” yasası teklifi

Diktatörleri aratmayan sert ve inatçı tutumuyla Türkiye’yi 15 gündür süren kesintisiz çatışmalara sürükleyen, ülkeyi savaş alanına döndüren Başbakan Erdoğan, katıksız bir faşizme geçmeye hazırlanıyor. Hazırlanan bir yasa teklifiyle MİT, İran’daki “Devrim Muhafızları”na döndürülüyor. MİT’e her türlü fişleme, operasyon, cinayet ve toplu infaz yetkisi veriliyor. Anayasa fiilen askıya alınıyor ve Türkiye Cumhuriyeti, adeta MİT Cumhuriyeti’ne dönüştürülüyor.

Taraf Gazetesi’nden Mehmet Barasu’nun haberine göre; Başbakanlık ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yeni bir yasa teklifi hazırladı. Teklifin adı, “2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu ile Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”. Teklifle mevcut MİT Yasası’nda değişiklik yapılması öngörülüyor. Teklif, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a iletildi.

Haberde, Taraf’ın AKP’nin yürüttüğü “gizli” yasa tasarısı teklifine ulaştığı vurgulanırken, çalışmanın 14 sayfadan oluştuğu belirtiliyor. Hiçbir demokratik hukuk devletinde olmayan sadece diktatörlükle ya da şeriatla yönetilen ülkelerde olabilecek düzenlemeyi hazırlayanların da MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala ve MİT 1. Hukuk Müşaviri Ulvi Canikli’nin olduğu vurgulanıyor.

“OLASI İÇ TEHDİT OPERASYONU”

Barasu’nun haberinde yer alan bilgiler, “Bu tam bir Hitler yasası” dedirtiyor. Buna göre; teklifle, MİT’e “muhtemel iç tehditlere karşı” operasyon yetkisi veriliyor. MİT bu operasyonları mahkemelerde izin almadan yapabilecek.

“Muhtemel iç tehdit” çok muğlak bir kavram. Tıpkı askerin fişleme ve darbe amacıyla kullandığı “iç tehdit” gibi. Yani MİT, AKP Hükümeti, kimi tehdit sayarsa onları “iç tehdit” diyerek operasyonlar başkınlar yapacak, bunlar için savcılardan mahkemelerde izin almak zorunda olmayacak. Düzenleme yaygın keyfiliklere, insan hakları ve hukuk ihlallerine neden olacak.

İşte yapılması planlanan o değişiklik:
“Madde 4/c: Anayasal düzene ve milli menfaatlerin gerçekleştirilmesine engel olan veya engel olması muhtemel iç tehdit odaklarına karşı her türlü istihbari ve operasyonel faaliyetlerde bulunmak.”
İç tehdit kavramı daha önce Milli Güvenlik Kurulu belgelerinden çıkarılmıştı. MİT kanunuyla tekrar geri getiriliyor. Bu maddeyle MİT, eskiden sadece istihbarat toplarken, şimdi hem istihbarat hem de operasyon yapma yetkisine kavuşuyor. Polis’in ve Jandarma’nın yetkilerini devralıyor. Yargının kontrolü dışına çıkarılması da tehlikeli. Normal kolluk kuvvetleri yargının kontrolünde operasyon yapıyorken, MİT kimseye sormadan iç tehdit adı altında operasyon yapacak. Asıl görevi istihbarat olan bir birime operasyon yetkisi verilmesi demokrasideki tüm kazanımları yok edecek.

BU YETKİ SAVAŞ NEDENİ OLABİLİR

Hâlihazırda yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre TBMM’nin izniyle silahlı kuvvetler tarafından kullanılabiliyorken, anayasa bir yana bırakılarak başbakanın onayıyla bu yetki de MİT’e verilecek:
“Madde 4/d - Milli menfaatlerin korunması ve temini amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik dış tehdit unsurlarının imkân ve kabiliyetleri hakkında istihbari faaliyetler yürütmek ve gereğinde başbakanın onayı ile yurtdışında her türlü operasyonel faaliyetlerde bulunmak.”
MİT’e, Anayasa gereği TBMM’nin yetkisinde olan dış operasyon yapma yetkisi sadece başbakanın onayıyla veriliyor. Ülkeler için, başka bir ülkenin kendi toprakları içinde operasyonda bulunması savaş nedeni olarak sayılıyor. Bu yetkinin kontrolsüz kullanılması halinde, Türkiye savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre, Silahlı Kuvvetlerce ve TBMM’nin izniyle yapılabiliyor. Bu fıkra ile verilen yetki ülkenin bir anda bir savaşın içine girmesine neden olabilir.

Ayrıca böyle bir ifadenin kanuna yazılması ve bundan tüm dünyanın haberdar olması ülkeyi hedef durumuna getirecek. Başbakanların suçlanmasına veya her yerdeki faili meçhul operasyonların Türkiye’ye yüklenmesine yol açabilir.

ANDIÇ SİTELERİNE YASAL KILIF

Hazırlanan tasarıyla MİT’e psikolojik istihbaratta bulunma yetkisi de veriliyor. Yani artık andıçlama, karalama, gayrimeşru internet siteleri kurma yetkisi MİT’te:
“Madde 4/I - Psikolojik istihbarat faaliyetlerinde bulunmak, iç ve dış tehdit odakları tarafından yürütülen psikolojik hareket çalışmalarına karşı koymak.”
Askerin bu yetkiyle AKP’yi ve Fetullah Gülen Cemaati’ni bitirmek için “İnternet Andıcı” operasyonunu bu kapsamda yaptığı iddia edilmişti. Bu kapsamda Albay Dursun Çiçek dahil birçok asker tutuklanmıştı. Şimdi aynısını yapma yetkisi MİT’e veriliyor.

MİT’Çİ OLMAYAN ÜST DÜZEY BÜROKRAT OLAMAYACAK

Devlet üst kademesi artık MİT’in vereceği rapor kapsamında atanacak. Bu maddeyle istihbarat devleti ve fişlemelere hukuki dayanak oluşturulmaya çalışılıyor:
“Madde 4/h - Bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarında görev alacak üst kademe yöneticilerden müsteşar, genel müdür, vali, büyükelçi, en az genel müdür veya üstü düzeyindeki müstakil birim amirleri ile bunların yardımcıları ve yurtdışı teşkilatında sürekli görevlendirilecek personel ile MİT’te çalıştırılacaklar hakkında güvenlik soruşturması yapmak.”
Bu düzenlemeyle kişiler liyakate göre değil; yine dil, din, ırk, düşünce ve mezhepsel ayrılıklara göre fişlenecek. MİT elemanlarının subjektif değerlendirmeleri ya da gelen ihbarlarla oluşturulan, doğrulanmamış bilgiler, “bizden, bizden olmayan” ayrımını daha da artıracak. Liyakatsiz kişilerin üst kademelere atanmasına olanak sağlayacak. Aynı zamanda, MİT’le iyi geçinmeyen ya da MİT’e çalışmayan bürokratların önünü kesecek, söz konusu bürokratları MİT’in adamı olmaya zorlayacak.

Yıllardır fişleme adı verilen ve herkesin şikayetçi olduğu bu işlemler, düzenlemeyle tamamen yasal bir dayanağa kavuşturulacak. 1980 darbesiyle benzer bilgiler fişlere girilmiş ve 2010 Anayasa değişikliği referandumuna kadar da bu bilgiler kullanılmıştı. Bu düzenlemeyle Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm demokrasi kazanımları, bir çırpıda MİT eliyle ortadan kaldırılacak.

12 EYLÜL REFERANDUMU RAFA...

MİT’e milli güvenliğin gerektirdiği her türlü sinyali toplumu yetkisi veriliyor. Teklifin buna ilişkin maddesi şöyle:
“Madde 4/f - Milli güvenliğin sağlanması amacı ile ihtiyaç duyulan her türlü sinyal istihbaratını toplamak.”
Bu madde uyarınca, mahkemeler devredışı bırakılarak mahkeme kararı olmadan, kişilerin gittikleri mekanlar, buluştukları insanlar, telefon konuşmaları doğrudan MİT tarafından dinlenecek. Bu da MİT söz konusu olduğunda, temel hak ve hürriyetler hiçe sayılacak. 12 Eylül referandumuyla yapılan olumlu değişikliklerden biri olan “özel yaşamın gizliliği”, “haberleşme özgürlüğü” ortadan kaldırılacak. Böylece AKP’nin söz konusu referandumla getirdiği tek olumlu düzenleme olan kişisel özgürlüklerin korunması bu düzenlemeyle rafa kaldırılacak .

HERKES ARTIK MİT AJANI OLACAK

Teklifle bütün kamu kuruluşları MİT'in birer şubesi haline getiriliyor:
“Madde 4/j - Kamu kurum ve kuruluşlarının istihbarat çalışmalarına yönlendirilmesi için Milli Güvenlik Kurulu ve başbakana tekliflerde bulunmak.”
MİT hem darbe hem de darbeleri yapanların yetkisini alıyor. Darbelere bu kadar karşı olduğunu söyleyen hükümetin kapalı bir istihbarat kurumuna böylesi yetkiler vermesi demokrasi ve insan hakları ile bağdaşmayan bir düzenleme:
“Madde 6/b - Bakanlıklar, yargı organları, diğer tüm kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, özel hukuk tüzel kişileri ile tüzel kişiliği olmayan kuruluşların görevleri kapsamında elde ettikleri her türlü bilgi veya veriyi devlet istihbaratının oluşturulması amacı ile talep edebilir. Bu bilgi ve veriler MİT’e aktarılır. İlgililer mevzuatta yer alan özel düzenlemeleri öne sürerek bilgi ve veri vermekten kaçamaz. Bu talepler hakkında 04.12.2004 tarihli 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 157. maddesi uygulanmaz. Bu bilgi belge ve veriler 19.10.2005 tarihli 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 73. maddesi kapsamında sırrın ifşası sayılamaz.”
“Madde 6/j - MİT bu kanunda belirlenen görevleri yerine getirirken, kamu kaynağı kullanan kurum ve kuruluşlara ait bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim altyapılarından faydalanabilir.”
Bu düzenlemeler aynen yasalaşırsa MİT kamu kuruluşlarındaki vatandaşlara ait her türlü bilgiye dilediği gibi ulaşacak. Banka hesap hareketlerini, ne tür rahatsızlıklar geçirdiklerini, ne tür tedaviler gördüklerini öğrenip, insanlara karşı nasıl istiyorsa öyle kullanacak.

MİT’TEN HESAP SORULAMAYACAK

MİT’e tüm kamu kurum ve kurumlarına tanınmış istisnaların toplamından fazla hatta onların da çok çok ötesinde geniş istisnalar tanınıyor. MİT’e yürüttüğü görev ile ilgisine bakılmaksızın mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde tanınan istisnaların yanısıra çok ciddi yetkiler tanınıyor.

“Mal ve hizmet alımları ile yapım işleri” başlıklı bölümde yer alan 22. madde şöyle:
“MİT Müsteşarlığı; 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile 6085 sayılı Sayıştay Kanunu’na dahil değildir. Her türlü mal ve hizmet alımları yapım işlerine dair usul ve esaslar yönetmenlikle düzenlenir.”
Maddeyle MİT her türlü denetimin dışına çıkartılıyor. MİT, adeta devlet içinde devlet, Türkiye Cumhuriyeti de MİT Cumhuriyeti’ne dönüştürülüyor. Sayıştay kurumun hesaplarını denetleyemeyecek. MİT yöneticileri harcamalarından ötütürü Meclis; yani halk adına denetim yapan Sayıştay’a bile hesap vermeyecek. MİT yöneticileri istedikleri gibi yolsuzluk yapabilecekler. MİT yöneticileri isterse halkın vergileriyle alınan arazileri, malları kafalarına göre satabilecek. MİT’te ihale yolsuzluğu yapılsa bile hesap sorulamayacak, halkın parasını çalanlar yargı karşısına çıkartılamayacak.

“Muafiyetler” başlıklı 23. madde şöyle:
“MİT’in ihtiyaçları kapsamında yurtdışından ithalat veya hibe yoluyla temin edilecek her türlü malzeme, araç, gereç, silah, teçhizat, mühimmat, makine, cihaz ve sistemleri ve bunların araştırma, geliştirme eğitim üretim modernizasyon ve yazılım ile yapım, bakım ve onarımlarında kullanılacak yedek parçalar, akaryakıt ve yağlar, hammadde malzeme, gümrük vergisi özel tüketim vergisi, katmadeğer vergisi ile diğer her türlü vergi, resim, fon, prim ve harçlardan muaftır. Bu muafiyetle, müsteşarlık adına yurtdışına onarım ve modernizasyon, bakım, mehrece, iade değiştirme maksadıyla kati çıkış, geçici çıkış, bedelsiz ithalat ve giriş işlemlerinde de kullanılır. MİT’in asli görevlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu her türlü cihaz, sistem, araç, gereç, silah, silah malzemesi, mühimmat ve malzemelerin ithalatında ve yurtdışına çıkış aşamalarında, kamu kurum ve kuruluşlarından gerçek ve tüzel kişilerden alınması gereken izin ve uygunluk belgeleri aranmaz. MİT her türlü mal ve hizmet alımı ile yapım işleri veya projeler için herhangi bir izne tabi olmaksızın gelecek yıllara yaygın yüklemeye girişebilir.”
Madde, Türkiye’yi MİT için cennete, Türkiye sınırlarını da yol geçen haline döndürüyor. Sözgelimi; MİT elemanları sınır kapılarından isterlerse nükleer füze bile geçirebilirler. MİT, dışarıdan parça getirip atom bombası bile üretebilecek. Türkiye’yi yıllarca yükümlülük altına sokabilecek ihaleler, işler yapabilecek. Kimse de “Niye böyle yaptınız kardeşim” diyemeyecek.

MİT’ÇİLERE ÖZEL MAHKEME GELİYOR

Türkiye sanki devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemelerden az çekmiş gibi bir MİT’e özel mahkemeler kuruluyor. MİT’te çalışan beyefendiler bir suç işlediğinde, kendilerine özel kurulmuş mahkemelerde yargılanacaklar; yani yargılanmayacaklar, aslında aklanacaklar.

“Yargılama” başlıklı o madde şöyle:
“Madde 26/b - MİT mensupları hakkında 3713 sayılı kanunun 10. maddesine göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığı’nın teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca Ankara ilinde görevlendirilecek özel yetkili ağır ceza mahkemesinde görülür. Bu mahkemede görülecek davalar, 3713 sayılı kanunun 10. maddesinde öngörülen soruşturma ve kovuşturma usulü uygulanır. Bu mahkemenin görev alanına giren işlerde, hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.”
POLİSİ, JANDARMAYI DA KAPATIN BARİ

MİT’e tüm kolluk yetkileri verilecek:
“Madde 6/c - MİT mensupları kolluk kuvvetlerine tanınmış hak ve yetkileri kullanabilir. Kolluk yetkisinin kullanımına dair usul ve esaslar yönetmenlikle düzenlenir.”
İRAN, SURİYE BENZERİ YETKİ

MİT, bu tasarıyla Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) yakın bir yapıya dönüştürülüyor. Bu kanun taslağı hazırlanırken, birçok istihbarat teşkilatının mevzuatı incelenmiş ancak örnek olarak DMO yapısı esas alınmış. İran’da DMO tüm güvenlik birimlerinin üstünde, Ayetullah Ali Hamaney’e bağlı, yetkilerinin sınırı olmayan, hiçbir kanun hukuk tanımaz bir yapıya sahip. MİT’e mevcut yapısıyla yargı ve kolluk kuvvetlerinin üstünde bir konum verilmesi de aynı.

MİT’ÇİLERE CİNAYET, GÖSTERİ SERBEST

MİT personeli ve haber elemanlarının, mevcut yürüyen davalarında suç işleyenleri kurtarmak için de maddeler yazılmış. “Soruşturma izni” başlıklı 26. madde şöyle:
“MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa ermek üzere kamu görevlileri arasında başbakan tarafından görevlendirilenlerin, görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı kanunun 250’nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılması, başbakanın iznine bağlıdır. MİT personeli ile MİT tarafından görev verilen diğer kişiler, görev alanındaki örgütün suç oluşturan eylemlerinden sorumlu tutulamaz.”
Bu maddeyle 1990’lı yıllardaki yargısız infazları bile aratacak türlü cinayetin ve suçun işlenmesinin yolu açılıyor. MİT görev alanıma giren bir iş diye cinayetler işleyip, toplu infazlar bile yapabilecek. Üstelik sadece MİT’çiler değil, MİT’in, MİT’çilerin kullandığı adamlar da cinayetler ve inflazlardan bile sorumlu tutulamayacak. Oysa, Anayasa ve kanunlarımız, kimseyi işlediği suçtan dolayı dokunulmaz kılmamakta. Böyle bir görevlendirme yapılacaksa bunun CMK’da olduğu gibi hakim kararıyla olması gerekiyor. Bu madde ayrıca KCK davası kapsamında, suç işleyen, cinayet gerçekleştiren, MİT’le irtibatlı çalışanların hepsinin kurtulmasını sağlayacak bir af maddesi niteliğinde.

BU MADDE SURİYE'DEKİ İSTİHBARATÇILAR İÇİN

Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casuslukla ilgili de yeni düzenleme yapıldı. Buna göre “iade ve takas” maddesi şöyle:
“Madde 26/c - Türk Ceza Kanunu’nun 2. kitap 4. Kısım 7. bölümde tanımlanan suçlardan dolayı tutuklu veya hükümlü bulunanlar MİT müsteşarının talebi, Adalet bakanının uygun görüşü ve başbakanın onayı ile başka bir ülkeye iade edilebilirler veya başka bir ülkede tutuklu veya hükümlü bulunanlarla takas edilebilirler.”
Bu maddeyle MİT’in her türlü takas yapmasına olanak sağlanırken, maddenin Suriye’de tutuklu olduğu söylenen ancak MİT’çe yalanlanan Türk istihbaratçılar için teklife yazıldığı merak konusu oldu.

Başbakanlığın emri ile MİT’in hazırlayıp, bir gece yarısı Meclis’ten geçirmeye çalıştığı bu düzenleme, MİT’in “Yetkimizi daha fazla nasıl artırabiliriz ve kendimizi daha fazla nasıl koruma altına alabiliriz” demesinden başka bir şey değil. Sorgulanmadan, yargılanmadan, denetlenmeden, hesap vermeden nasıl görevimizi yürütebiliriz tasarısı.

11 Haziran 2013 Salı

KARAMAZOV KARDEŞLER, Dostoyevski

KARAMAZOV KARDEŞLER, Dostoyevski
KARAMAZOV KARDEŞLER
Dostoyevski
Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI... Bir başyapıt nedir, nasıldır diye sorarsanız kendinize, bu yazarın bu eserini okumanızı salık veririm. İnanır mısınız, şu an nereden ve nasıl yorum yapmaya başlayacağımı bilemiyorum. Bu eser beni oldukça şaşırttı. Takip edenler bilirler, şu sıra, genel itibariyle, dünya klasiklerini okumaktayım. Gerek bu yazar gerekse de diğer klasik yazarları, kronolojik sıra gözetmeksizin, elime hangisi denk gelirse okumaktayım. Tabii ben farkedemedim ama yaptığım küçük bir araştırmayla, Dostoyevski, bu eser ile romancılık adına bir çok yenilik getirmiş.

Eser, klasik Dostoyevski anlatımıyle beraber, yazarın ağzından anlatılmaktadır. Yazar aslında tüm olayları bildiğini okuyucuya, yaptığı ara açıklamalarla belirtmektedir. Ancak okuyucunun sabrına güvenerek, acele etmeden hikayeyi oldukça derin ve hatta felsefi bir dille anlatmıştır. Romancılıkla felsefenin birleştiği bu eserin, bazı yerlerinde, okuma yavaşlayacak; çoğu yerinde de hızlı hızlı okuma deneyimi yaşayacaksınız. Ama emin olun, fazlasıyle anlayacaksınız hikayeyi.

Yazarın sunuş bölümünde belirttiği gibi, kitap aslında tek cilt olarak, sadece ikinci kitaptan oluşmak üzere tasarlanmış. Ancak yazar, kahramanların geçmişini de anlatarak, ikinci cildin çok daha iyi anlaşılacağını düşünmüş, ve kitap iki cilt olarak tamamlanmıştır.

Kitapta, Büyük Engizisyoncu başlığıyla sunulan bölüm, bir kaç defa hatim edilmeli, bana göre. Öyle tek seferde okunup anlaşılacak bir bölüm değil. Başlı başına, din, ahlak ve yönetim üstüne derin düşüncelerini felsefi olarak vermiş, yazar.

Kısaca konusu

İki ayrı anneden, üç erkek evladın ve bir "bela" babanın birbirleriyle ve etraflarında cereya neden olaylar anlatılmaktadır. Baba cingöz biri olup, oğullarına karşı bile oldukça acımasız biridir. Bu acımasızlık, vurdulu kırdılı olmayıp, tamamiyle manevi baskı ve maddi çıkar ilişkilerine dayalı bir acımasızlıktır.

Belli olgunluğa gelen oğulların her biri, başka başka sebeplerle, babalarının yaşadığı şehre gelirler. Şimdiye değin, ne yiyip ne içtiklerini bile sormayan baba, oğullarının yanına gelmesini ve aynı evde kalmasını başlarda büyük mutlulukla karşılar. Oğulları, zerre kadar babalarını sevmemekle beraber, toplum baskısı neticesinde, babalarına karşı saygılı tavırlar sergilerler. Büyük oğul Dimitri (Mitya), diğer kardeşlere nazaran, ileride oldukça sert davranacaktır babasına. Küçük oğul Aleksey, aldığı din eğitimi ve tabiatı gereği, babasından ölümüne nefret etse bile, bunu pek dile getirmez; ne atrafa karşı ne de abilerine. Babasına sonuna kadar saygılı davranır. Ayrıca Aleksey (Alyoşa), abilerine karşı da oldukça saygılı biridir. Ortanca kardeş İvan ise, kendini yetiştirmiş, okumuş bir oğuldur. Felsefi açıdan da donanımlı görünmektedir. Büyük Engizisyoncu bölümü, tamamiyle onun sözleriyle doludur. İvan, babaya karşı yapmacık bir saygı sergiliyor olsa da, etrafa karşı, babasını sevmediğini gerektiğinde dile getirmekten çekinmemektedir. Dimitri kadar sert değil, daha çok politik bir davranış sergilemektedir.  Üç oğul ve babaları arasında miras problemi oluşmuş, Dimitri mirasını peyderper babadan almış ama Dimitri hala babadan alacağı olduğunu düşünmektedir. Aleksey ortamı dengeleyip, sulh sağlamaya çalışır. İvan ise pek kafasına takmamaya çalışsa da olayların içine içine çekilmektedir. Babanın ve Dimitri'nin göz koyduğu, hafif meşrep bir kadın vardır; Gruşenka. Baba ve oğul arasındaki bu mücadele kitap boyunca sürecektir. Zaten olaylar da bu aşk çerçevesinde başlayacaktır.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

24 Mayıs 2013 Cuma

MARTIN EDEN, Jack London

MARTIN EDEN, Jack London
MARTIN EDEN
Jack London
Ah Martin, seni ne zaman Martin Eden olduğun için sevdiler ki? Sen ki, güçlü ve erkeklerin elinden sevgililerini alacak kadar yakışıklı; kim seni karşısına almak isterdi ki? Biliyor olmalıydın hayatın anlamsızlığını ve insanların maddiata aşkını. Çünkü sen varoşlardan geldin. Sen ne yaptın? Kendi sınıfında çok daha mutlu olabilecekken, kendinden -en azından maddi olarak- çok daha üst bir sınıfta yer edinmek ve o sınıfa ait bir kızı sonsuza kadar elde edebilmek için bir mücadeleye girdin. Hayat sana, kavuştuğun bu mutluluğu tek başına yedirir mi hiç? Yanında büyük acılarıyla birlikte, ideallerine kavuştunda ne oldu? Çok çektin be Matin, çook! Peki ne oldu sonunda?..

Hikayenin sonundan bahsedip, sizi bu öyküden mahrum etmek istemiyorum, ancak hikayenin başından bahsederek, sizleri bu kitabı okumaya teşvik etmek istiyorum.

Martin Eden yirmi bir yaşında, serserice değil ama amaçsızca denizlerde geçirir gençliğinin ilk yıllarını. Ta ki, bir gün serseriler bir adama orantısız güç kullanarak saldırırlar ve bunu gören Martin de serserileri savuşturarak, aristokrat genci kurtarır. Kurtulan genç,bir minnet borcu olarak, Marti'i akşam yemeğine davet eder. Martin davet edildiği eve gider ama ilk defa böylesine muhteşem bir ev görmektedir. Tedirgin davranışlarla ve tam olarak kurulamayan cümlelerle yabaniliğini ve eksikliğini gösterir. Oysa Martin, hiç de boş biri değildir, sürekli olarak okuyan biridir. Ancak, sadece okumakta fakat okudukları üstünde hiç düşünmeyen biridir. Ruth, evin tek kızı,  Martin'i ilk karşılayan kişidir. Ruth, Martin'in fiziki gücünden oldukça etkilenir ve genç kızlığın verdiği dürtü ile garip duygular içerisine girer. Velhasıl, Martin'in Ruth'u elde edebilmesi ve Ruth'un da Martin'i kabul edilebilir biri haline gelmesi için, Martin'in gelişmesi gerekmektedir. İşte Ruth, Martin Eden'i tornadan geçirir gibi düzene sokmaya ve eğitmeye başlar. Ancak Martin'in boş biri olmadığını söylemiştim, ve Martin de boş durmaz, herşeyiyle kendini eğitime kitaplara verir. İnatçı ve zaman zaman kibilir kişiliğiyle kendini Ruth'a kabul ettirecek bir duruma gelir. Martin, gemilerde çalışarak Ruth'a iyi bir gelecek sunamayacağını bildiğinden -ki ona karşı içinde ciddi sevgi olmasına rağmen, aşkını dile getiremez. Ruth da onun gibi içinde saklar aşkını. Bu noktada, Martin yazmaya ve dolayısıyle yazdıklarını satarak büyük paralar kazanmayı planlar. Ancak kazın ayağı öyle değildir...

Jack London'un daha önce okuduğum, Ademden Önce, Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı adlı eserlerden çok farklı ve oldukça etkili bir eseridir, Martin Eden. Unulmayacak bir öyküdür, ve kesinlikle okunması gereken bir eserdir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

19 Mayıs 2013 Pazar

ÖLÜ CANLAR, Gogol

ÖLÜ CANLAR, Gogol
ÖLÜ CANLAR
Gogol
Nikolay Vasilyeviç GOGOL'ün üç cilt olarak tasarladığı ancak çok eleştiri aldığı bu eserin, ikinci cildinin el yazmalarını, gerçirdiği bir buhran esnasında yakmış ve daha sonra tekrar yazmayı denemişse de başaramamıştır. Bu eserin ikinci cildini yaktıktan, yaklaşık on gün sonra vefat etmiştir.

Gogol, dönemin Rusya'sını eleştirebilen bir yazar olarak, Rus halkına, çalışmadan servet sahibi olanların iç yüzünü ifşa etmekten çekinmemiştir. Gogol Rusya'da, bu eleştirel yaklaşımı ilk olarak kullanan yazar ünvanına sahiptir. Palto adlı eseri, bu bağlamda, kendisinden sonra gelecek yazarlar için bir milad oldu diyebiliriz. Dostoyevski, hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık, diyerek, üstadın Rus yazarlarına olan etkisini bir başka şekilde dile getirmiştir.   Diğer Rus yazarların; aşk, şehvet, lüks yaşam vb. anlatılarla, halkı uyuşturmasının aksine, Gogol, yazılarıyla halkı uyandırmayı amaç edinmiş bir yazardır.

Ölü Canlar bana göre bu cümle ile özetlenebilir: Yaradan, yaratmaktan mutludur -ki yaradılanın da üreterek, yaradana yakınlaşacağını bilir...

Çalışmak ibadettir, öyleyse çalışmadan para, şan veya şöhret sahibi olmak da nedir? Elbette alçaklıktır. Gogol eserinde, Çiçikof adlı bir dolandırıcıyı kahraman olarak seçmiştir. Gogol bu seçiminin nedenini şöyle ifade eder romanında: "İşte ben de kahraman olarak erdemli bir adam seçmek istemedim. Bunun nedenini açıklayabilirim: İnsanlığı koruyanların artık dinlenmelerinin zamanı gelmiştir. Niçin mi diyeceksiniz? Şunun için ki; "Erdemli insan" ifadesi, bugün onları kullananlar tarafından değersizleştirilmiştir. Hemen her yazar "erdemli insan"`ı kalemiyle anlatırken hırpalamıştır. O derece ki, erdem boğulmuş, öldürülmüş, gölgesi bile kaybolmuş, bir deri bir kemik kalmıştır. Erdemli adamdan ikiyüzlülükle söz edilir, ona hiç saygı gösterilmez. Bu nedenle, alçak adamları ele almanın zamanı gelmiştir; biz de onları kahraman olarak seçiyoruz.". Gogol, alçak adamları ele alarak, onları tüketmeyi, tüm dünyadan yok etmeyi ümit etmektedir. Eserin ikinci ve üçüncü ciltleri yok maalesef. Yazar bunu bitirmiş olsaydı, Çiçikof'un akibetini tam olarak öğrenebilirdik. Ancak yine de, romanın sonunda, Çiçikof'un son umut çırpınışları -ki yazar bunu okuyucuya iyi aktarmıştır- bile bir ders niteliğindedir.

Kim ve nereden geldiği belli olmayan kahramanımız Pavel İvanoviç Çiçikof, kendine sakladığı (romanda sebebi anlatılıyor, ilerleyen bölümlerde) bir sebepten ötürü, Ölü canları (ölmüş köleleri) satın almaktadır. Tabii, bu çoğu için ahmaklık ve bir çoğu için de şüpheli bir davranış olarak görünmektedir. Çiçikof, ölü canların peşinde koştururken, okuyucu bir çok maceraya, dedikoduya, iftiraya şahit oluyor. Gogol'ün farklı anlatımı ile üç yüz sayfalık kitapta, sanki bir yüz yıl geçmiş gibi bir his doğuyor okuyucuda. Dünya klasiklerinin en önde gelen eserlerinden biri olduğundan, mutlaka okunması gerektiğinin altını çiziyorum.

Gogol'ün karakter anlatımı müthiş. Öyle ki, çevremizde de benzer karakterdeki kişilerin, bu romanda da olduğunu görmek şaşırtıcı geliyor insana. Mesela Nozdriyef, böyle birini tanıyorum; tıpa tıp diyemesem de karateristik olarak büyük benzerlik var, aralarında.

Sözün kısası, okumadıysanız bu eseri, lütfen okuyun. Dünya klasiklerini okumadan, günümüz yazarlarına geçmenin pek akıllıca bir iş olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'de daha çok kitap okunması dileğimle, hoşçakalın...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KARDEŞİMİN HİKAYESİ, Zülfü Livaneli

KARDEŞİMİN HİKAYESİ, Zülfü Livaneli
KARDEŞİMİN HİKAYESİ
Zülfü Livaneli
Ahmet Arslan, emekli olduktan sonra şimdi Yalıköy, eskiden Podima denilen Karadeniz tarafından Bulgaristan'a yakın bir kasabada yaşamını, okuyarak ve neredeyse kendini insanlardan soyutlayarak sürdürmektedir. Az insanın ve doğanın ön plana çıktığı bu kasabada, insanlardan kaçan kendi gibi insanlar da vardır. Arzu ve eşi Ali de bunlardan biridir. Fakat, Arzu bir cinayete kurban gider. Olaylarda işte bu cinayet ile başlar. Kasabaya gelen, yeni yetme gazeteci bir kız, Ahmet Arslan ile Arzu'ların evindeki son gece düzenlenen parti hakkında sorular sormak için kapısını çalar...

Zülfü Livaneli beni bu öyküsü ile çok şaşırttı. Sizler okuduktan sonra bana hak vereceksiniz. Daha önce okuduğum Serenad eserini göz önünde bulundurarak, Kardeşimin Hikayesi'nin de edebi bir öykü olacağını sanmıştım. Evet, edebilik açısından yoksun bir hikaye değil... Size şunu söyleyeyim: Ahmet Ümit'in cinayet hikayelerinden çok daha öte; tam sonda, insanı heyecan ve şaşkınlıkla vurup sarsan bir öykü bu. Asla okumuş olmaktan pişman olmayacağınız bir eser...

Diğer kitap yorumlarım için tıklayınız.
Zülfü Livaneli hakkında bilgi almak için tıklayınız.
 

9 Mayıs 2013 Perşembe

SOKRATES'in SAVUNMASI, Platon

SOKRATES'in SAVUNMASI, Platon
Cehalet, kıskançlığı doğurdu; kıskançlık da ölümü...

Sokrates, Atinalı bir kaç kendini bilmez herif yüzünden, tanrı tanımazlık ve gençleri kötü yola teşvik suçlamasıyla mahkemeye verilir. M.Ö. 366 senesinde de ölüme mahkum edilir. Sokrates'e, bırak bu işleri kardeşim, git kafayı dinle bir daha da felsefe felan yapma, deseler de, Sokrates ölümü tercih eder.

Platon'un bu eseri, gerçekte bir mahkeme kaydı olmayıp, Platon'un, Sokrates öğretisi ile kendinin yazdığı bir savunmadır. Eserde, Sokrates iddialara cevap vermekte ve diyalektik soruşturma yaparak, iddiaa sahiplerinin yanlışlarını ortaya serer. Ancak eserdeki savunma güçlü de olsa, gerçekteki mahkeme sonucuna göre bir karar çıkar bu eserde.

Hem eserin muhatabı Sokrates, hem de yazarı Platon göz önüne alındığında; oldukça kısa bir eser olmuş olsa da, farklı zamanlarda bir kaç okuma yaparak daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Burada bir hikaye değil, bir felsefe yatmaktadır. Platon hemen tüm eserlerinde Sokrates'i konuşturarak felsefesini anlatmaktadır. Devlet adlı eserinde de durum böyleydi.

Bana göre, özellikle bu eser; doğru sorular sormayı öğretiyor insana. Doğru sorular sorabilmek için de, neyi bildiğini ve neleri bilmediğini bilmek gerekiyor. Bilmediğini bilenlerin değil, Sokrates gibi bilmediğini bilemeyenlerin ancak yapabileceği şeydir bu.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

AFORİZMALAR, Franz Kafka

AFORİZMALAR, Franz Kafka
AFORİZMALAR
Franz Kafka
Franz Kafka, 1917-1920 seneleri arasında küçük kağıt parçalarına, numara vererek yazdığı özdeyişleridir. Tabii, aforizma diye tanımlanması işin içinde felsefi yani derin anlatım da içerdiği anlamına gelmektedir. Kafka, yapı olarak zaten oldukça derin bir kişiliğe sahiptir. Burada aforizma diye tabir edilen cümleler, bana kalırsa, orijinal Kafkaesk sözlerdir. Felsefeden söz edeceksek eğer, bu sadece Kafka'nın kendine has felsefesidir -ki edebiyat camiası da buna Kafkaesk demektedir.

Franz Kafka, sorunlu bir yaşam sürmüş ve oldukça karmaşık düşünce yapısına sahip bir kişidir. Eserlerini okuduğunuzda, Kafka'nın kendini tam olarak ifade edemediğini ve dolayısıyle anlaşılmaz cümleler yazdığı düşünülebilir. Bu bir "frekansı yakalama" sürecidir ki, bunu başardığınızda, onu anlamamak işten bile değil. Aforizmalar adlı yapıtında geçen cümlelerin yarısından azını tam manasıyle anlayabildiğimi söylebilirim. İşte bahsettiğim bu frekansa girememiş olduğumdan, benim için oldukça anlaşılmaz oldu. Sanırım, aforizmalarını okumadan önce, diğer öykü ve makalelerini okumak daha yerinde olacaktır. Her neyse, günü gelince bunu bir kez daha okurum. Ama bir de biz baksak diyorsanız, şu adresten okuyabilirsiniz.

Bir gün gözünüzü açıyorsunuz ama hiç birşey göremiyorsunuz, her yer karanlık; bir kaç adım atıyor ama sürekli duvarlara çarpıyor ancak sonunda bir labirentin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz; soruyorsunuz kendinize: neden buradayım; neden karanlık; ne işim var burada; ve bu labirent niye?.. Ve gün geliyor artık soru sormuyorsunuz; sadece, karanlıkta o labirentin içinde yaşıyorsunuz...
Kafka'nın, karanlık labirenti içinde soru sormadan yaşamaya alıştığımızda, onu çok daha iyi anlayacağız. Yukarıdaki alıntı yaptığım paragrafın bulunduğu, Ceza Sömürgesi adlı kitabın yorumuna da göz atmanızı, dolayısıyle orada da Kafka için yazdıklarımı okumanızı öneririm.

Bu adamı tam manasıyle anlamak zor olacak. Friedrich Nietszche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı emin olun çok daha anlaşılır kalıyor, Kafka'nın aforizmaları yanında...

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.



7 Mayıs 2013 Salı

ROBINSON CRUSOE, Daniel Defoe

ROBINSON CRUSOE, Daniel Defoe
ROBINSON CRUSOE
Daniel Defoe
En büyük maceraperest; en büyük talihsiz; büyük mucizelerin şahidi; çiftçi; marangoz; kaptan; vali; efendi; baba sözü dinlemeyen, büyük adam: Robinson Crusoe...

Kitap İsevi bir inanışa göre yazılmış olsa da, altı çizilen iki şey var; Tanrı'nın mucizeleri ve azim. Umudun yitirildiği anda, önemsizce yere serpilen kırıntılardan dünyaya gelen arpa başakları, Tanrı'nın lütfu ise; büyük azimle yıllarca çabalayarak, öne gelen bu fırsatı koca bir tarlaya dönüşteren de Robinson idi...

Genç yaşta, ailesinin ısrarına rağmen, kaçarak, deniz yolculğuna çıkan Robinson; ilk etapta basit bir kaç talihsiz olay atlatır ama ardından Brezilya'da harika bir çiftlik sahibi olur. Macera tutkusundan mı yoksa genlerindeki isyankarlık mı bilinmez, rahat bir yeri varken, kendini yine denizin ortasında bulur. Bu yolculuk kendisini yıllarca bir adaya hapsedecek bir kaza ile son bulur. Tek başına bir adada; elindeki yiyecek, giyecek ve alet hırdavatın oldukça kısıtlı olduğu bir durumda, yaşam mücadelesi vermeye başlar. Bu mücadele hepinizi hayretler içerisinde bırakırken, bu mücadeleden de çok şey öğreneceksiniz.

1719 senesinde yayımlanan bu romana oldukça ön yargı ile yaklaştım. Çocukken ve genç yaşlarda filmini izlemiştim. Romanın 1719 senesinde yayımlandığı için olsa gerek, filmin kitaptan daha iyi olduğunu ve hatta filmi çeviren senaristin ve yönetmenin hikayeyi daha da güzelleştirdiği gibi saçma bir önyargı ile romanı okumaya başladım. Kesinlikle yanılmışım... Bu roman eğer bir film olacaksa 3-4 saatten kısa olamaz. Roman'da anlatılan detaylar ve olaylar, filmde çok az üstünde durulmuş. Robinson Crusoe'nun kitabını okumak bambaşka bir deneyim oldu benim için. Okumayanlar için şiddetle tavsiye ediyorum. 

Pek emin olmamakla birlikte -Thomas More'un Ütopya'sı hariç- okuduğum en eski yayımlanmış romandır. Thomas More'un Ütopya'sı da bir roman ama o daha çok kitaptaki ana fikri vermek için romanlaştırılmış tadını veriyordu. Aradığınız gerçek bir macera öyküsü ise, bu kesinlikle Robinson Crusoe olacaktır. Daniel Defoe sizi hayal gücü ile şaşırtacak.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 



3 Mayıs 2013 Cuma

ZAVALLI NECDET, Safvet Nezihi

ZAVALLI NECDET, Safvet Nezihi
ZAVALLI NECDET
Safvet Nezihi
1902'de yayımlanan ve zamanında best-seller olan, Safvet Nezihi'inin Zavallı Necdet romanı, Türk Klasikleri arasında bulunmanktadır. Bazı yazarların etkisinde kalmış ve yazınsal olarak eksiklikleri bulunduğu ifade edilmiştir, kitabın yazarı tanıtan bölümünde. Okuması kolay, kurgusu güzel ancak bu günün insanı için pek acıklı olmayan -ki vaktiyle kadınları gözyaşlarına boğmuş bir romandır.

Necdet Feridun varlıklı bir ailenin evladıdır. Haliyle, gününü gün etmekle geçirmekte ve dostlarına da yaşadığı maceraları kimi zaman dosdoğru kimi zaman da abartarak anlatmaktadır. Ancak, günlerden bir gün, Necdet Feridun sevdiği bir arkadaşına rastlar ve arkadaşına son macerasını anlatır. Arkadaşı, abartılı eğlencelik bir macera diye düşünür, fakat bir süre sonra hiç de öyle olmadığını görür. Necdet Feridun anlattıkça, arkadşının merakı daha da artar. Bu anlatı günler, aylar ve yıllara dağılmıştır.

Roman da iki anlatıcı vardır; kimi zaman Necdet Feridun kimi zaman da arkadaşı tarafından anlatılmaktadır.

Genel olarak konu; Necdef Feridun'un, konağına komşu olan bir ailenin kızı Meliha'ya aşık olması, ancak, Meliha'nın bu aşka karşılık vermeyip, Necdet Feridun'un samimi arkadaşı olan İbrahim Şemsi ile evlenmesi ile başlamaktadır. Necdet Feridun için için Meliha'yı sevse de asla karşılık alamadığını ve dolayısıyle arkadaşı İbrahim Şemsi ile evlenmesine çok üzülür ve hastalanır. Ancak Meliha gerçekte, Necdet'e boş değildir. Yaptığı bu evliliğin aslında Necdet için bir eziyet olduğunu vakti gelince itiraf edecektir, Meliha. Bunu duyan Necdet ne diyeceğini şaşırır. Artık Meliha'nın açık ilan-ı aşkı ile samimi arkadaşı İbrahim Şemsi arasında kalmakta ve sürekli olarak hastalanmaktadır. Olay sürekli olarak aşk ve onur arasında gelip gitmektedir. Bu gelgitlerde hüzün, ölüm, ayrılık ve ihanet de bulunmaktadır.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Nisan 2013 Salı

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ, Khaled Hosseini

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ, Khaled Hosseini
BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ
Khaled Hosseini
Bir kulübede yaşayan, bir harami, Meryem ile yıllar sonra yoları kesişen Leyla'nın öyküsü bu. Hikaye 1959 senesinde Meryem'in doğumundan itibaren başlıyor ve 2003 senesinde bitiyor. Afganistan'da bu süreç içerisinde yaşanan olaylar, daha çok kadınların birer "hiç" olduklarını vurguluyor bize.

Bir saldırı olarak algılamazsanız eğer, bu öyküyü okuyan Türk kadınlarının hallerine şükretmelerin, ve dahası isyan noktasına geldiklerinde tekrar tekrar bu öyküyü hatırlamalarını salık veririm. Ancak yine de, daha da önemli olan; huzur içerisinde, evinde sağsalim yaşayan tüm insanların, bu öyküyü okuyarak, şükretmesi gerektiğini bilmelerini isterim.

Khaled Hosseini'in daha önce Uçurtma Avcısı adlı filmini izlemiş ve oldukça etkilenmştim. Uçurtça Avcısı adlı romanı henüz okumak nasip olmadı. Yazar oldukça akıcı ve anlaşılması kolay bir dil ile, Afganistan'da yaşanan insanlık dışı olayları bir bir gözler önüne sermekte büyük ustalık göstermiş. Okuyunca etkileniyor insan. Bu kitabı kesinlikle çocuklara da okutarak, geleceklerini hangi zemin üstüne kurmaları gerektiğine yardımcı olabilirsiniz. Yanlış tercihlerin insanı nerelere götüreceğini çok iyi anlatıyor bu öykü.

Kitapta anlatılan öyküde ağzınızı açık bırakacak çok şey var. Taliban'ın ülkeyi ele geçirdiğinde dağıttığı broşür mesela. Bu broşürde yazılanlara inanmakta zorluk çekebilirsiniz. Ülkenin tam tehcizatlı hastanelerinin sadece erkeklere tahsis edildiğini, kadınlar için ise her türlü malzeme kıtlığı yaşanan kümesten hallice hastanelerin olduğunu. Çoğu zaman anestezi olmadan ameliyat yapıldığına tanıklık edeceksiniz. Korkuç şeyler bunlar. Açlık ve susuzluğun bile hafif kaldığı olaylar, kanınızı donduracak.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 


21 Nisan 2013 Pazar

Rüya, gerçek?

Umarım herkes iyidir... Herkesin bir tek benden gayri en iyi olduğunu düşündüğüm anlardan birini yaşıyor olsam da, ben de herkes kadar iyi olabilmeyi diliyorum. Dilemek, kendim için en iyisini düşünmek, yeterli mi, bilmiyorum.

Artık gündüzleri bir rüyada yaşıyor gibiyim. Olaylar birbiriyle ilintisiz, aniden değişiyor. Yediğim, içtiğim, konuştuklarım veya gezip gördüğüm yerler, uykuya daldığımda hatırlanmaz oluyor. Oysa artık uykuya dalıp da gerçek rüyalarımda gördüklerimin tadı ağzımda kalıyor, konuştuklarım daha gerçek geliyor bana. Yaşadığım ile ölüm provası yaptığım dünya arasındaki gerçekliği yitirmiş durumdayım. Ne zaman gerçeği ne zaman rüyayı yaşadığımı anlayamıyorum. Yaşarken mi yoksa ölüm provasındayken mi, daha gerçek bir "ben" oluyorum, tanımlayamıyorum.

Gerçek olduğunu hissettiğim anlarda -ki bu bir rüya eminim, "nasılsın?" dediklerim mutlaka "teşekkürler iyiyim, ya sen?" diyebiliyorlar. Bir rüya olduğunu hissettiğim anlarda -ki bunun bir rüya olmadığından eminim, "nasılsın?" dediklerim, puff diye duman oluyorlar gözümün önünde... Sessiz ve kapkaranlık bir odada gibi hissettiriyor bu durum beni.

Ne uyanık ne de uyuyor olmayabilirim; "ben" bir "hiç" olabilirim: var olmamış!

- murat

18 Nisan 2013 Perşembe

ANNA KARENINA, Tolstoy

ANNA KARENINA, Tolstoy
ANNA KARENINA
Tolstoy
Lev Nikolayeviç TOLSTOY'un en iyi eserlerinden biri olarak dünya üzerinde haklı bir üne kavuşmuş romanı Anna Karenina'yı bir çırpıda okumak nasip olmadı maalesef. Tam bir aydır cebelleştim. Şu veya bu sebepten nedense 1060 sayfalık tek parça (yekpare) kitabı bitiremedim. Ama bu ders olsun, bir daha böyle yekpare olarak dünya klasikleri okumayacağım. Ciltler halinde olanı okumaya daha elverişliymiş onu anladım.

Roman'ın adı Anna Karenina olsa da, ben daha çok Levin Nasıl Tanrıya İnandı? diye bir isim verirdim bu kitaba. Bir aşk anlatılıyor gibi görünse de, hikaye aslında hayat meşgalleri; doğum, ölüm, evlilik, çocuklar, şehirler, köyler, köylüler, çiftlik gibi şeyleri anlatmaktadır. Yazarın kalitesini, okuduktan sonra hala zihninizde anlatılan yerleri görüyor olmanızdan anlıyorsunuz. Bana göre, şehir tasvirlerinden çok kırsal kesim tasvirleri daha başarılı. Öyle ki, gece vakti kırsal bir kesimde yaşanan bir anın tasviri hala gözlerimin önünde. Bu belki, yazarın kırsal kesime daha yakın ve sıcak baktığından olabilir.

Gerçek bir yazar ve gerçek bir roman nedir, sorusuna en iyi yanıtlardan biri, Anna Karenina olacaktır. Elbette daha bir çok yazar ve bir çok romanı da örnek verebiliriz.

Mukayeseler kitabı da denilebilir; Anna ile Kiti'nin evliliği; Levin ile Vronski'nin aşkları; şehir ile köy;  asilzadeler ile halk; inanan ile inanmayan... Yalnız bir tek okumada hemen yorum yapmak pek yanlış olacak. Bir kaç okuma ve hatta dost meclislerinde kritik yaparak, yorumlarama geçmek doğru olacaktır bu romanı. Ben alelacele tek okumamda yorum yapıyor olam bile ayıp kaçabilir. Eh artık ortalama bir okuyucun bu yorumuna da hoşgörüyle bakacağınızı umuyorum.

Ben kitap okuma sevdasına, daha çok araştırma-tarih-bilim konularıyla başlamıştım ilk zamanlar. Ancak geçen zaman da anladım ki, bazı kavramları, tarihleri, kişilikleri ve edebi yaklaşımları; doğrusu felsefi yaklaşımları bilmeden hiçbir şeyi anlayamayacağımı anladım.  Daha güncel romanlarla başladım ancak, eveeliyatını bilmeden edebiyatın, güncel romanların da kıymetini tartamadığımı gördüm. Dolayısıyle, klasik romanlar denilen yerli ve yabancı yazarlara yöneldim. Hedefim, en azından bilinen yerli ve yabancı klasik romanların tümünü okumak. İşte bu sürecin ardından, Böyle Buurdu Zerdüş gibi kitapları okumak ama anlayarak okumak mümkün olacağına inanıyorm. Geçmişte sadece okuduğum ama kesinlikle anlamadığım, üç-beş kitap var... Biri sizi eğitmediyse, siz kendinizi eğitin!

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


9 Nisan 2013 Salı

boş veriş

gidişler çoğalıyorsa,
gelişler azalıyorsa,
kalan günlerin sayılabiliyorsa,
hayatın çokluğu sana az geliyorsa,
kalabalıkta tek hissediyorsan,
yiyemiyor,
içemiyor,
sevemiyorsan,
gülen gözlerin değil de dudaklarınsa,
tuttuğun el seninse;
boş ver...

öyle de ölünüyor, böyle de...
öyle de yaranılamıyor, böyle de...
öyle de sevilemiyor, böyle de...
öyle de yaşanamıyor, böyle de...

sus!
nasıl istiyorlarsa, öyle olsun!

nasıl ölmeni isterlerse,
nasıl faydalanmak isterlerse,
nasıl sevmek isterlerse,
nasıl yaşamanı dilerlerse;
boş ver...

sus!
nasıl olacaksa, öyle olsun!

- murat

12 Mart 2013 Salı

TERK EDİLİŞİM, Peter Rock

TERK EDİLİŞİM, Peter Rock
TERK EDİLİŞİM
Peter Rock
Hiç hesapta yokken bu kitap elime geçti. Bir kitapçıda görsem büyük ihtimal satın almazdım. Ama meğer ne de güzel bir kitapmış...

De ki bir tüy yukarıdan süzüle süzüle başınıza konmak üzere; bir tüy! Ne umar ki bir insan; acı en son akla gelecek bir his olsa gerek, bir tüy size süzüle süzüle gelirken. Kanlar akarken başınızdan aşağıya, bunun bir kuş tüyünden kaynaklanmış olamayacağına inandırırsınız kendinizi ama gerçek şu ki, akan kan gerçektir. Acı ise kaçınılmazdır. Peter Rock, öyle bir hikaye anlatmış ve öyle bir kişinin ağızıyla okutturuyor ki; insan, anlatıcı olan çocuğun çocukluğuyla eriyip gidiyorken, yetişkin olan bizler, onun çocukluğuyla yumuşattığı acıyı içimize katbekat artırarak sokuyoruz. Ta yüreğimize...

Amerika Oregon'da evsiz olarak yaşayan ve bir savaş gazisi olan Baba, vaktiyle imkansızlıklar neticesinde terk ettiği (ya da kimbilir belki de rastgele seçtiği biridir) kızını evlatlık verildiği evden alıp, kendisi gibi ormanda evsiz barksız ve korunaksız yaşamaya doğru sürükler. Herşey sıcak ve olabildiğince dingindir. Hikayeyi kız kendi gözüyle anlatmaktadır. Baba'nın, kızını (veya kzı) bir evde düzenli bir hayat yaşayıp da bambaşka bir ortama taşıma sorumsuzluğundan başka bir sorumsuzluğu yoktur. Baba, kızına iyi bir eğitim verir ki kendi yaşıtlarından çok daha iyi bir düşünce ve genel kültüre sahiptir. Vietman'da savaşmış Baba, ormanda gizlenmeyi ve sürekli birilerinden kaçmayı iyi başarmaktadır. Kızını da bu şekilde eğitir. Yaban bir hayat vardır, şehrin göbeğinde. Ve onlar gibi yaban hayata katlanmak zorunda olan başkaları da vardır. 

Kitabın içeriği hakkında fazla bilgi vermek istemiyorum. Yumuşakça başlıyor ve yumuşakça bitiyor. Acı, o yumuşaklığın içinde sinsi bir yılan; yüreğinizi ısırıyor! Bu kitabı mutlaka alın ve okuyun, pişman olmayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Mart 2013 Pazartesi

PATASANA, Ahmet Ümit

PATASANA, Ahmet Ümit
PATASANA
Ahmet Ümit
Hani bu kitabı bana verselerdi ama yazarının kim olduğunu söylemeselerdi: "Bir Ahmet Ümit değil!" diye kısa bir yorum yapardım. Evet ilginçtir bu kitap bir Ahmet Ümit kitabı. Keşke diyor insan, keşke sadece Patasana üstünden mitolojik bir hikaye masal tadında anlatılsaydı da araya o arkeologların gereksiz cinayet şeylerini hiç karıştırmasaydı, Ahmet Ümit.

Kitap maalesef sonuyla beni hüsrana uğratmıştır. Çok "çakma" ve "bıkkınlık" içeren bir son olmuş. Kitap bir an önce bitse de tatile çıksam modunda yazılmış sanki bu son. Birşeyler tam olmamış bu eserde ama ne?

Hititli bir saray yazmanı olan Patasana, gizli ve kişisel yazılar bırakmıştır, tarihe not düşmek adına. Esra adında bir arkeologun başkanlığında yapılan kazı çalışmaları ile Antep bölgesinde Patasana'nın tabletleri eksiksiz olarak bulunur. Yazar, her bir tableti ve arkeologların kazı çalışmaları esnasında yaşadıkları olayları bölüm bölüm anlatmaktadır. Baştan belirteyim, Patasana'nın tabletleri çok daha ilgi çekici. Sadece bu tarihi belgeyi Ahmet Ümit eliyle okumak için bile bu kitap alınır ve okunur.

Kitapta anlatılmak istenen mesaj önemli. Ayrıca PKK, Ermeni gibi meseleler de işleniyor. Dediğim gibi, birşeyler eksik bu romanda, tam tat vermiyor. Orta dereceli bir Ahmet Ümit kitabı diyerek sözlerimi bitiriyorum. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.