22 Haziran 2013 Cumartesi

HASRET, Canan Tan

HASRET, Canan Tan
HASRET
Canan Tan
Hiç kimse, ileride hasret kalacağı birini sevebileceğini düşünemez... Ve hiç kimse, sevdiği ile bir gün -sanki araya ölüm girmişçesine- ayrılığın kapılarını çalacağını tahmin edemez. Yazar, vuslatın hayali vuslattan tatlıdır, diyor romanda. Bu söz belki de romanın ana temasını oluşturuyor: Hasret, ayrılıktan daha yakın tutuyor sevenleri birbirine; umutla geçen her gün ile...

Olaylar 1920'li yıllarda Kırşehir'in Keskin ilçesinde geçmektedir. Keskin'in Cerid Aşiret Beyi, Hacı Ali Bey'in on çocuğudan en küçüğü olan Tacettin ile Rum kökenli Omorfia'nın kızı Patricia'yla aralarında geçen aşk ile başlar öykü. 

Canan Tan'ın gözle görünen şeylerin betimlenmesini ve çoğunlukla kişilerin ruh hallerinin irdelenmesini okuyucuya bırakarak, sadece olayların gidişatını anlatarak yazdığı bu öyküyü sıkılmadan okuyacağınızı garanti ederim. Bir Dostoyevski veya bir Balzac yazmış olsaydı bu romanı, elbette üç ciltlik bir roman çıkartı ortaya. Hele Tacettin'in evlat ve sevgili hasreti için, Dostoyevski en az elli sayfa ayırırdı; bundan emin olabilirsiniz. Keskin ilçesini ise Tolstoy'un betimlediğini düşünün; en az elli sayfa da buradan çıkardı... Ancak tüm bu detaylar okumayı zorlaştıracağı gibi, okuyucuyu da kaçırabilirdi! Canan Tan'ın daha önce Piraye adlı romanındaki gibi, uzun geçen günleri, ayları veya yılları üç yüz, dört yüz sayfada anlatması bir eksiklik değil elbet. Bu zaten tartışıla gelinen bir konudur: Daha da sanatsallaştırıp, betimlemeleriyle edebiyatın dibine mi vurmalı, yoksa sadeleştirerek, öykünün esas kısımlarını ele alıp, hikayeciliği mi öne çıkartmalı? Canan Tan'ı bu öyküdeki tercihinden ötürü suçlayamayız, yazan kendisidir. Hasret'i okuyan ben, yüreğine sağlık Canan Tan, demekten kendimi alıkoyamıyorum.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

20 Haziran 2013 Perşembe

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ, Tess Gerritsen

MASUMİYETİN İÇİN SAVAŞ, Tess Gerritsen
MASUMİYETİN İÇİN
SAVAŞ

Tess Gerritsen
Miranda genç bir gazeteci olarak, bir adada yaşamaya başlar. Çalıştığı gazete sahibi ile aralarında bir ilişki başlar. Ancak Miranda, bu ilişkinin yürümeyeceğine inanarak, sevgilisi Richard'dan ayrılmak ister. Richard, bunu kabullenmez ve sürekli ısrarla, Miranda'dan bir şans ister. Miranda son çare olarak, istifasını verip, adayı terk etmekte bulur.

Richard bir gün onu telefonlar arar ve oraya geldiğini söyler. Miranda ise, Richard ile karşılaşmamak için, kendini evden dışarı, sahile atar. Bir kaç saat sonra eve geldiğinide, korkunç manzara ile karşılaşır...

Masumiyetini ispatlama mücadelesi içine giren Miranda'danın, heyecan dolu öyküsünü okurken, zaman su gibi akıp gidecek.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 

18 Haziran 2013 Salı

VADİDEKİ ZAMBAK, Balzac

VADİDEKİ ZAMBAK, Balzac
VADİDEKİ ZAMBAK
Balzac
Felix, bir mektupla, çocukluğunu, gençliğini ve bir kadını nasıl sevdiğini, Natalie adlı bir kadına anlatmaya başlar...

Henüz yirmili yaşlarında, kadınların büyüsü kendisini çarpmaya başladığı dönemlerde, katıldığı bir davette çekinken tavırlar sergilemekteyken, oturduğu bir kanepede, yanana bir kadın da oturur. Aklında binbir düşünce geçen Felix, aniden, yanında oturan kadının çıplak omzuna naif bir öpücük kondurur. İşte bu öpücük, bir adamın ve bir kadının hayatını değiştiren, uğursuz bir öpücük olacaktır.

Felix'in o gece davette, omzunu öptüğü kadın, Madam de Mortsauf'tur. Aklından hiç çıkmaz bu kadın, Felix'in. Gittiği bir yerde, henüz tanıştığı biri aracılığıyle, tesadüfen karşılaşır Felix, Madam de Mortsauf ile. Bu karşılaşma, daha sonra sıklaşarak, hüzünlü bir hal alacaktır.

Kendinden, altı yedi yaş büyük olan bir kadına aşık olan Felix'in, gelişimini, aşkını, yükselişini okuyacaksınız bu romanda. Balzac'ın ruhun derinlerine inen anlatışıyla, Felix'in ve sevilen kadın, Henriette'in dramını içinizde hissedeceksiniz.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 


17 Haziran 2013 Pazartesi

Taksim Gezi ve Kazlıçeşme farkı

Kazlıçeşme mitinginden sonra düşündüm, (evet arada bir düşünebiliyorum)
Şunu anladım ki, bir zafer bedava kazanılmışsa ne ekmek ne de bayrağın değeri olmuyor!

Çocukken, yere düşen ekmeği, üç kere öpüp başımıza değdirir sonrada bir kenara koyardık. Bunun bir anlamı vardı. Bir bayrak gördüğümüzde, saygılı tavırlar içerisine girerdik. Okulda aşı olurken, doktorlar veya öğretmenler, bayrağa bakın, derlerdi de acı hisetmezdik, aşı olurken. Tabii, bu ülkenin bedavaya/zahmetsizce kurulmadığını; binbir zorluklarla bu hale getirildiğini, öğreten ebeveynlerimiz, abilerimiz ve ablalarımız bize böyle davranmayı öğütlemişti.

Kazlıçeşme mitingi sonrasında -ki fotoğraflarda ve videolarda da göreceğiniz üzere- yerlerde Türk bayrakları ve ekmekler (yiyecekler) görünmektedir. Bedava şeylerin değersizliğine bir işarettir bu. Gezi Parkı'nda ise, bunun tam tersi bir davranış söz konusuydu. Daha derli toplu, aklı başında insanlar çevreyi hem temizliyor hem de manevi değerleri ayaklar altına almıyorlardı. Bedava (hükümetten) değil, halkın kendi kendine veya kendi ceplerinen getirdiklerini yiyip içiyorlardı. Dahası, kendi yol paralarını kendileri veriyorlardı. Kimse onları evlerinden zorla alıp direnişe katmadı, hiç kimse! İşte bu "adi" insanlar, Başbakan'ın "bir tarafının kılı" olanları da kurtarmak, gelecekte daha onurlu ve kendi kendine yetebilen bir ülke olmak adına, direniyorlar; sağduyulu bir şekilde gaz ve tazyikli su yiyerek!

Sokaklarda, AKP'li gençler ellerinde sopalarla, nerede bu çapulcular, diye sürü halinde dolaşıyorlar. Peki, sürü halinde, nerede bu AKP'liler diye, ellerinde sopalarla dolaşan bir çapulcu gurubu gördünüz mü? (provokatif girişimleri lütfen delil diye sunmayın) Çapulcu gurubunun en temel sloganı, hükümet istifa, değil mi? Bu sloganı, polisin kışkırtmasına rağmen, saldırısız ve silahsız atmak, bir hak değil midir? Taş atanlar ve hatta molotof kokteyl atanlar olmadı mı? Oldu elbette, ama bunların kim olduklarını da gördük. Ayrıca, heyecana kapılıp, direnişin ruhunu tam anlayamayan genç kardeşlerimizin kanının kaynamasından da doğan, kabul edilmeyecek olaylar oldu; bu tasvip edilmedi gerçek direnişçiler tarafından, ivedilikle kınanıp, doğru bir direniş için gençler yönlendirilmedi mi?

Velhasıl son sözüm hükümete: Bugün bedavaya satın aldığınız halk da sizi o derece kolayca gözden çıkartacaktır, unutmayın!

- murat

13 Haziran 2013 Perşembe

Osuruktan bir direniş miydi, bu?



Velhasıl arkadaşlar, bu direniş osuruktan bir direnişmiş meğer ki tamamiyle TEST amaçlı olarak devletin kontrolünde yapılmış. Her türlü iletişimin sonuna kadar açık ve işlevsel olarak kullanılabildiği bir ortamda dahi, devlete karşı bundan daha fazlası yapılamayacağı test edilmiş oldu. Ne olacak, ne olacak dedik durduk, işte olan oldu.

Daha önceden de testlere tabii olan Türk Halkı, bu son test ile "ruhsuz, yılgın ve tembel" izlenimi dışına pek çıkamamıştır. Coğrafi olarak ve popülasyon olarak ele alırsak, oldukça küçük bir parçamız direnebilmiştir. Ki bu satırları yazan adam hala Taksim'e gitmiş bile değildir. Ayıbım bana olsun! Eh ben de en tembel olmadığım alanda faaliyet göstereyim: Yazayım!

MİT'in tıpkı SS askerleri gibi davranmaya başlaması ile, halk daha da fazla kaderine gömülecektir. Sesi soluğu daha da kesilecektir. Korku, eskiden köşe başındayken, artık, evimizin odasına kadar girebilecektir.

Görünen o ki geldiğimiz nokta, bir siyasetçimizin söylediği söze uygun düşmektedir: "...bu kanlı mı olacak, kansız mı?!"

Buyrun, "AKP SS Subayları" yasası çıktı. SS diyince çoğunuza tanıdık geldi değil mi? Bakalım Hitler'in SS subayları neymiş, sonrada haberi okursunuz:
SS (tam ad: Schutzstaffel, Türkçe: Koruma Timi), önceleri Hitler'in kişisel muhafızlığını yapmak üzere kurulan birliklerdir. İlk kurulduğunda, polis görevi yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. GÖNÜLLÜLERDEN ve Avrupa'nın her yanından ZORLA görevlendirilenlerden oluşan birlikleriyle, savaşın sonlarına doğru sayıları yaklaşık 900.000'i buluyordu. SS'e bağlı askerlerin en önemli özellikleri "Onurun Sadakatindir" ilkesinden sapmaksızın Führer'e kesin boyun eğmeleri ve bağlılıklarıydı. (wikipedia)
Hadi bakalım şimdi haberi okuyalım. Tehlikenin farkında mıyız, değil miyiz, karar verelim!

HERKESİ SALAK GÖRÜP, Bİ KENDİNİ AKILLI GÖRENLERİN ÖZELLİKLE OKUMASINI DİLİYORUM!

Bundan sonraki kısım GazetecilerOnline.com sitesinden
olduğu gibi alınmıştır...

Tarih: 12 Haziran 2013, 16:59

Erdoğan tam faşizme geçiyor... “Hitler” yasası teklifi

Diktatörleri aratmayan sert ve inatçı tutumuyla Türkiye’yi 15 gündür süren kesintisiz çatışmalara sürükleyen, ülkeyi savaş alanına döndüren Başbakan Erdoğan, katıksız bir faşizme geçmeye hazırlanıyor. Hazırlanan bir yasa teklifiyle MİT, İran’daki “Devrim Muhafızları”na döndürülüyor. MİT’e her türlü fişleme, operasyon, cinayet ve toplu infaz yetkisi veriliyor. Anayasa fiilen askıya alınıyor ve Türkiye Cumhuriyeti, adeta MİT Cumhuriyeti’ne dönüştürülüyor.

Taraf Gazetesi’nden Mehmet Barasu’nun haberine göre; Başbakanlık ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yeni bir yasa teklifi hazırladı. Teklifin adı, “2937 Sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu ile Diğer Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı Taslağı”. Teklifle mevcut MİT Yasası’nda değişiklik yapılması öngörülüyor. Teklif, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a iletildi.

Haberde, Taraf’ın AKP’nin yürüttüğü “gizli” yasa tasarısı teklifine ulaştığı vurgulanırken, çalışmanın 14 sayfadan oluştuğu belirtiliyor. Hiçbir demokratik hukuk devletinde olmayan sadece diktatörlükle ya da şeriatla yönetilen ülkelerde olabilecek düzenlemeyi hazırlayanların da MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala ve MİT 1. Hukuk Müşaviri Ulvi Canikli’nin olduğu vurgulanıyor.

“OLASI İÇ TEHDİT OPERASYONU”

Barasu’nun haberinde yer alan bilgiler, “Bu tam bir Hitler yasası” dedirtiyor. Buna göre; teklifle, MİT’e “muhtemel iç tehditlere karşı” operasyon yetkisi veriliyor. MİT bu operasyonları mahkemelerde izin almadan yapabilecek.

“Muhtemel iç tehdit” çok muğlak bir kavram. Tıpkı askerin fişleme ve darbe amacıyla kullandığı “iç tehdit” gibi. Yani MİT, AKP Hükümeti, kimi tehdit sayarsa onları “iç tehdit” diyerek operasyonlar başkınlar yapacak, bunlar için savcılardan mahkemelerde izin almak zorunda olmayacak. Düzenleme yaygın keyfiliklere, insan hakları ve hukuk ihlallerine neden olacak.

İşte yapılması planlanan o değişiklik:
“Madde 4/c: Anayasal düzene ve milli menfaatlerin gerçekleştirilmesine engel olan veya engel olması muhtemel iç tehdit odaklarına karşı her türlü istihbari ve operasyonel faaliyetlerde bulunmak.”
İç tehdit kavramı daha önce Milli Güvenlik Kurulu belgelerinden çıkarılmıştı. MİT kanunuyla tekrar geri getiriliyor. Bu maddeyle MİT, eskiden sadece istihbarat toplarken, şimdi hem istihbarat hem de operasyon yapma yetkisine kavuşuyor. Polis’in ve Jandarma’nın yetkilerini devralıyor. Yargının kontrolü dışına çıkarılması da tehlikeli. Normal kolluk kuvvetleri yargının kontrolünde operasyon yapıyorken, MİT kimseye sormadan iç tehdit adı altında operasyon yapacak. Asıl görevi istihbarat olan bir birime operasyon yetkisi verilmesi demokrasideki tüm kazanımları yok edecek.

BU YETKİ SAVAŞ NEDENİ OLABİLİR

Hâlihazırda yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre TBMM’nin izniyle silahlı kuvvetler tarafından kullanılabiliyorken, anayasa bir yana bırakılarak başbakanın onayıyla bu yetki de MİT’e verilecek:
“Madde 4/d - Milli menfaatlerin korunması ve temini amacıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik dış tehdit unsurlarının imkân ve kabiliyetleri hakkında istihbari faaliyetler yürütmek ve gereğinde başbakanın onayı ile yurtdışında her türlü operasyonel faaliyetlerde bulunmak.”
MİT’e, Anayasa gereği TBMM’nin yetkisinde olan dış operasyon yapma yetkisi sadece başbakanın onayıyla veriliyor. Ülkeler için, başka bir ülkenin kendi toprakları içinde operasyonda bulunması savaş nedeni olarak sayılıyor. Bu yetkinin kontrolsüz kullanılması halinde, Türkiye savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalabilir. Yurtdışı operasyon yetkisi, Anayasa’ya göre, Silahlı Kuvvetlerce ve TBMM’nin izniyle yapılabiliyor. Bu fıkra ile verilen yetki ülkenin bir anda bir savaşın içine girmesine neden olabilir.

Ayrıca böyle bir ifadenin kanuna yazılması ve bundan tüm dünyanın haberdar olması ülkeyi hedef durumuna getirecek. Başbakanların suçlanmasına veya her yerdeki faili meçhul operasyonların Türkiye’ye yüklenmesine yol açabilir.

ANDIÇ SİTELERİNE YASAL KILIF

Hazırlanan tasarıyla MİT’e psikolojik istihbaratta bulunma yetkisi de veriliyor. Yani artık andıçlama, karalama, gayrimeşru internet siteleri kurma yetkisi MİT’te:
“Madde 4/I - Psikolojik istihbarat faaliyetlerinde bulunmak, iç ve dış tehdit odakları tarafından yürütülen psikolojik hareket çalışmalarına karşı koymak.”
Askerin bu yetkiyle AKP’yi ve Fetullah Gülen Cemaati’ni bitirmek için “İnternet Andıcı” operasyonunu bu kapsamda yaptığı iddia edilmişti. Bu kapsamda Albay Dursun Çiçek dahil birçok asker tutuklanmıştı. Şimdi aynısını yapma yetkisi MİT’e veriliyor.

MİT’Çİ OLMAYAN ÜST DÜZEY BÜROKRAT OLAMAYACAK

Devlet üst kademesi artık MİT’in vereceği rapor kapsamında atanacak. Bu maddeyle istihbarat devleti ve fişlemelere hukuki dayanak oluşturulmaya çalışılıyor:
“Madde 4/h - Bakanlıklar ile kamu kurum ve kuruluşlarında görev alacak üst kademe yöneticilerden müsteşar, genel müdür, vali, büyükelçi, en az genel müdür veya üstü düzeyindeki müstakil birim amirleri ile bunların yardımcıları ve yurtdışı teşkilatında sürekli görevlendirilecek personel ile MİT’te çalıştırılacaklar hakkında güvenlik soruşturması yapmak.”
Bu düzenlemeyle kişiler liyakate göre değil; yine dil, din, ırk, düşünce ve mezhepsel ayrılıklara göre fişlenecek. MİT elemanlarının subjektif değerlendirmeleri ya da gelen ihbarlarla oluşturulan, doğrulanmamış bilgiler, “bizden, bizden olmayan” ayrımını daha da artıracak. Liyakatsiz kişilerin üst kademelere atanmasına olanak sağlayacak. Aynı zamanda, MİT’le iyi geçinmeyen ya da MİT’e çalışmayan bürokratların önünü kesecek, söz konusu bürokratları MİT’in adamı olmaya zorlayacak.

Yıllardır fişleme adı verilen ve herkesin şikayetçi olduğu bu işlemler, düzenlemeyle tamamen yasal bir dayanağa kavuşturulacak. 1980 darbesiyle benzer bilgiler fişlere girilmiş ve 2010 Anayasa değişikliği referandumuna kadar da bu bilgiler kullanılmıştı. Bu düzenlemeyle Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm demokrasi kazanımları, bir çırpıda MİT eliyle ortadan kaldırılacak.

12 EYLÜL REFERANDUMU RAFA...

MİT’e milli güvenliğin gerektirdiği her türlü sinyali toplumu yetkisi veriliyor. Teklifin buna ilişkin maddesi şöyle:
“Madde 4/f - Milli güvenliğin sağlanması amacı ile ihtiyaç duyulan her türlü sinyal istihbaratını toplamak.”
Bu madde uyarınca, mahkemeler devredışı bırakılarak mahkeme kararı olmadan, kişilerin gittikleri mekanlar, buluştukları insanlar, telefon konuşmaları doğrudan MİT tarafından dinlenecek. Bu da MİT söz konusu olduğunda, temel hak ve hürriyetler hiçe sayılacak. 12 Eylül referandumuyla yapılan olumlu değişikliklerden biri olan “özel yaşamın gizliliği”, “haberleşme özgürlüğü” ortadan kaldırılacak. Böylece AKP’nin söz konusu referandumla getirdiği tek olumlu düzenleme olan kişisel özgürlüklerin korunması bu düzenlemeyle rafa kaldırılacak .

HERKES ARTIK MİT AJANI OLACAK

Teklifle bütün kamu kuruluşları MİT'in birer şubesi haline getiriliyor:
“Madde 4/j - Kamu kurum ve kuruluşlarının istihbarat çalışmalarına yönlendirilmesi için Milli Güvenlik Kurulu ve başbakana tekliflerde bulunmak.”
MİT hem darbe hem de darbeleri yapanların yetkisini alıyor. Darbelere bu kadar karşı olduğunu söyleyen hükümetin kapalı bir istihbarat kurumuna böylesi yetkiler vermesi demokrasi ve insan hakları ile bağdaşmayan bir düzenleme:
“Madde 6/b - Bakanlıklar, yargı organları, diğer tüm kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, özel hukuk tüzel kişileri ile tüzel kişiliği olmayan kuruluşların görevleri kapsamında elde ettikleri her türlü bilgi veya veriyi devlet istihbaratının oluşturulması amacı ile talep edebilir. Bu bilgi ve veriler MİT’e aktarılır. İlgililer mevzuatta yer alan özel düzenlemeleri öne sürerek bilgi ve veri vermekten kaçamaz. Bu talepler hakkında 04.12.2004 tarihli 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 157. maddesi uygulanmaz. Bu bilgi belge ve veriler 19.10.2005 tarihli 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 73. maddesi kapsamında sırrın ifşası sayılamaz.”
“Madde 6/j - MİT bu kanunda belirlenen görevleri yerine getirirken, kamu kaynağı kullanan kurum ve kuruluşlara ait bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim altyapılarından faydalanabilir.”
Bu düzenlemeler aynen yasalaşırsa MİT kamu kuruluşlarındaki vatandaşlara ait her türlü bilgiye dilediği gibi ulaşacak. Banka hesap hareketlerini, ne tür rahatsızlıklar geçirdiklerini, ne tür tedaviler gördüklerini öğrenip, insanlara karşı nasıl istiyorsa öyle kullanacak.

MİT’TEN HESAP SORULAMAYACAK

MİT’e tüm kamu kurum ve kurumlarına tanınmış istisnaların toplamından fazla hatta onların da çok çok ötesinde geniş istisnalar tanınıyor. MİT’e yürüttüğü görev ile ilgisine bakılmaksızın mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde tanınan istisnaların yanısıra çok ciddi yetkiler tanınıyor.

“Mal ve hizmet alımları ile yapım işleri” başlıklı bölümde yer alan 22. madde şöyle:
“MİT Müsteşarlığı; 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile 6085 sayılı Sayıştay Kanunu’na dahil değildir. Her türlü mal ve hizmet alımları yapım işlerine dair usul ve esaslar yönetmenlikle düzenlenir.”
Maddeyle MİT her türlü denetimin dışına çıkartılıyor. MİT, adeta devlet içinde devlet, Türkiye Cumhuriyeti de MİT Cumhuriyeti’ne dönüştürülüyor. Sayıştay kurumun hesaplarını denetleyemeyecek. MİT yöneticileri harcamalarından ötütürü Meclis; yani halk adına denetim yapan Sayıştay’a bile hesap vermeyecek. MİT yöneticileri istedikleri gibi yolsuzluk yapabilecekler. MİT yöneticileri isterse halkın vergileriyle alınan arazileri, malları kafalarına göre satabilecek. MİT’te ihale yolsuzluğu yapılsa bile hesap sorulamayacak, halkın parasını çalanlar yargı karşısına çıkartılamayacak.

“Muafiyetler” başlıklı 23. madde şöyle:
“MİT’in ihtiyaçları kapsamında yurtdışından ithalat veya hibe yoluyla temin edilecek her türlü malzeme, araç, gereç, silah, teçhizat, mühimmat, makine, cihaz ve sistemleri ve bunların araştırma, geliştirme eğitim üretim modernizasyon ve yazılım ile yapım, bakım ve onarımlarında kullanılacak yedek parçalar, akaryakıt ve yağlar, hammadde malzeme, gümrük vergisi özel tüketim vergisi, katmadeğer vergisi ile diğer her türlü vergi, resim, fon, prim ve harçlardan muaftır. Bu muafiyetle, müsteşarlık adına yurtdışına onarım ve modernizasyon, bakım, mehrece, iade değiştirme maksadıyla kati çıkış, geçici çıkış, bedelsiz ithalat ve giriş işlemlerinde de kullanılır. MİT’in asli görevlerinin yürütülmesinde ihtiyaç duyduğu her türlü cihaz, sistem, araç, gereç, silah, silah malzemesi, mühimmat ve malzemelerin ithalatında ve yurtdışına çıkış aşamalarında, kamu kurum ve kuruluşlarından gerçek ve tüzel kişilerden alınması gereken izin ve uygunluk belgeleri aranmaz. MİT her türlü mal ve hizmet alımı ile yapım işleri veya projeler için herhangi bir izne tabi olmaksızın gelecek yıllara yaygın yüklemeye girişebilir.”
Madde, Türkiye’yi MİT için cennete, Türkiye sınırlarını da yol geçen haline döndürüyor. Sözgelimi; MİT elemanları sınır kapılarından isterlerse nükleer füze bile geçirebilirler. MİT, dışarıdan parça getirip atom bombası bile üretebilecek. Türkiye’yi yıllarca yükümlülük altına sokabilecek ihaleler, işler yapabilecek. Kimse de “Niye böyle yaptınız kardeşim” diyemeyecek.

MİT’ÇİLERE ÖZEL MAHKEME GELİYOR

Türkiye sanki devlet güvenlik mahkemeleri, özel yetkili mahkemelerden az çekmiş gibi bir MİT’e özel mahkemeler kuruluyor. MİT’te çalışan beyefendiler bir suç işlediğinde, kendilerine özel kurulmuş mahkemelerde yargılanacaklar; yani yargılanmayacaklar, aslında aklanacaklar.

“Yargılama” başlıklı o madde şöyle:
“Madde 26/b - MİT mensupları hakkında 3713 sayılı kanunun 10. maddesine göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla açılan davalar; Adalet Bakanlığı’nın teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nca Ankara ilinde görevlendirilecek özel yetkili ağır ceza mahkemesinde görülür. Bu mahkemede görülecek davalar, 3713 sayılı kanunun 10. maddesinde öngörülen soruşturma ve kovuşturma usulü uygulanır. Bu mahkemenin görev alanına giren işlerde, hâkim tarafından verilmesi gerekli kararları almak bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.”
POLİSİ, JANDARMAYI DA KAPATIN BARİ

MİT’e tüm kolluk yetkileri verilecek:
“Madde 6/c - MİT mensupları kolluk kuvvetlerine tanınmış hak ve yetkileri kullanabilir. Kolluk yetkisinin kullanımına dair usul ve esaslar yönetmenlikle düzenlenir.”
İRAN, SURİYE BENZERİ YETKİ

MİT, bu tasarıyla Suriye istihbarat teşkilatı El Muhaberat ve İran Devrim Muhafızları Ordusu’na (DMO) yakın bir yapıya dönüştürülüyor. Bu kanun taslağı hazırlanırken, birçok istihbarat teşkilatının mevzuatı incelenmiş ancak örnek olarak DMO yapısı esas alınmış. İran’da DMO tüm güvenlik birimlerinin üstünde, Ayetullah Ali Hamaney’e bağlı, yetkilerinin sınırı olmayan, hiçbir kanun hukuk tanımaz bir yapıya sahip. MİT’e mevcut yapısıyla yargı ve kolluk kuvvetlerinin üstünde bir konum verilmesi de aynı.

MİT’ÇİLERE CİNAYET, GÖSTERİ SERBEST

MİT personeli ve haber elemanlarının, mevcut yürüyen davalarında suç işleyenleri kurtarmak için de maddeler yazılmış. “Soruşturma izni” başlıklı 26. madde şöyle:
“MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa ermek üzere kamu görevlileri arasında başbakan tarafından görevlendirilenlerin, görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı kanunun 250’nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılması, başbakanın iznine bağlıdır. MİT personeli ile MİT tarafından görev verilen diğer kişiler, görev alanındaki örgütün suç oluşturan eylemlerinden sorumlu tutulamaz.”
Bu maddeyle 1990’lı yıllardaki yargısız infazları bile aratacak türlü cinayetin ve suçun işlenmesinin yolu açılıyor. MİT görev alanıma giren bir iş diye cinayetler işleyip, toplu infazlar bile yapabilecek. Üstelik sadece MİT’çiler değil, MİT’in, MİT’çilerin kullandığı adamlar da cinayetler ve inflazlardan bile sorumlu tutulamayacak. Oysa, Anayasa ve kanunlarımız, kimseyi işlediği suçtan dolayı dokunulmaz kılmamakta. Böyle bir görevlendirme yapılacaksa bunun CMK’da olduğu gibi hakim kararıyla olması gerekiyor. Bu madde ayrıca KCK davası kapsamında, suç işleyen, cinayet gerçekleştiren, MİT’le irtibatlı çalışanların hepsinin kurtulmasını sağlayacak bir af maddesi niteliğinde.

BU MADDE SURİYE'DEKİ İSTİHBARATÇILAR İÇİN

Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casuslukla ilgili de yeni düzenleme yapıldı. Buna göre “iade ve takas” maddesi şöyle:
“Madde 26/c - Türk Ceza Kanunu’nun 2. kitap 4. Kısım 7. bölümde tanımlanan suçlardan dolayı tutuklu veya hükümlü bulunanlar MİT müsteşarının talebi, Adalet bakanının uygun görüşü ve başbakanın onayı ile başka bir ülkeye iade edilebilirler veya başka bir ülkede tutuklu veya hükümlü bulunanlarla takas edilebilirler.”
Bu maddeyle MİT’in her türlü takas yapmasına olanak sağlanırken, maddenin Suriye’de tutuklu olduğu söylenen ancak MİT’çe yalanlanan Türk istihbaratçılar için teklife yazıldığı merak konusu oldu.

Başbakanlığın emri ile MİT’in hazırlayıp, bir gece yarısı Meclis’ten geçirmeye çalıştığı bu düzenleme, MİT’in “Yetkimizi daha fazla nasıl artırabiliriz ve kendimizi daha fazla nasıl koruma altına alabiliriz” demesinden başka bir şey değil. Sorgulanmadan, yargılanmadan, denetlenmeden, hesap vermeden nasıl görevimizi yürütebiliriz tasarısı.

11 Haziran 2013 Salı

KARAMAZOV KARDEŞLER, Dostoyevski

KARAMAZOV KARDEŞLER, Dostoyevski
KARAMAZOV KARDEŞLER
Dostoyevski
Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI... Bir başyapıt nedir, nasıldır diye sorarsanız kendinize, bu yazarın bu eserini okumanızı salık veririm. İnanır mısınız, şu an nereden ve nasıl yorum yapmaya başlayacağımı bilemiyorum. Bu eser beni oldukça şaşırttı. Takip edenler bilirler, şu sıra, genel itibariyle, dünya klasiklerini okumaktayım. Gerek bu yazar gerekse de diğer klasik yazarları, kronolojik sıra gözetmeksizin, elime hangisi denk gelirse okumaktayım. Tabii ben farkedemedim ama yaptığım küçük bir araştırmayla, Dostoyevski, bu eser ile romancılık adına bir çok yenilik getirmiş.

Eser, klasik Dostoyevski anlatımıyle beraber, yazarın ağzından anlatılmaktadır. Yazar aslında tüm olayları bildiğini okuyucuya, yaptığı ara açıklamalarla belirtmektedir. Ancak okuyucunun sabrına güvenerek, acele etmeden hikayeyi oldukça derin ve hatta felsefi bir dille anlatmıştır. Romancılıkla felsefenin birleştiği bu eserin, bazı yerlerinde, okuma yavaşlayacak; çoğu yerinde de hızlı hızlı okuma deneyimi yaşayacaksınız. Ama emin olun, fazlasıyle anlayacaksınız hikayeyi.

Yazarın sunuş bölümünde belirttiği gibi, kitap aslında tek cilt olarak, sadece ikinci kitaptan oluşmak üzere tasarlanmış. Ancak yazar, kahramanların geçmişini de anlatarak, ikinci cildin çok daha iyi anlaşılacağını düşünmüş, ve kitap iki cilt olarak tamamlanmıştır.

Kitapta, Büyük Engizisyoncu başlığıyla sunulan bölüm, bir kaç defa hatim edilmeli, bana göre. Öyle tek seferde okunup anlaşılacak bir bölüm değil. Başlı başına, din, ahlak ve yönetim üstüne derin düşüncelerini felsefi olarak vermiş, yazar.

Kısaca konusu

İki ayrı anneden, üç erkek evladın ve bir "bela" babanın birbirleriyle ve etraflarında cereya neden olaylar anlatılmaktadır. Baba cingöz biri olup, oğullarına karşı bile oldukça acımasız biridir. Bu acımasızlık, vurdulu kırdılı olmayıp, tamamiyle manevi baskı ve maddi çıkar ilişkilerine dayalı bir acımasızlıktır.

Belli olgunluğa gelen oğulların her biri, başka başka sebeplerle, babalarının yaşadığı şehre gelirler. Şimdiye değin, ne yiyip ne içtiklerini bile sormayan baba, oğullarının yanına gelmesini ve aynı evde kalmasını başlarda büyük mutlulukla karşılar. Oğulları, zerre kadar babalarını sevmemekle beraber, toplum baskısı neticesinde, babalarına karşı saygılı tavırlar sergilerler. Büyük oğul Dimitri (Mitya), diğer kardeşlere nazaran, ileride oldukça sert davranacaktır babasına. Küçük oğul Aleksey, aldığı din eğitimi ve tabiatı gereği, babasından ölümüne nefret etse bile, bunu pek dile getirmez; ne atrafa karşı ne de abilerine. Babasına sonuna kadar saygılı davranır. Ayrıca Aleksey (Alyoşa), abilerine karşı da oldukça saygılı biridir. Ortanca kardeş İvan ise, kendini yetiştirmiş, okumuş bir oğuldur. Felsefi açıdan da donanımlı görünmektedir. Büyük Engizisyoncu bölümü, tamamiyle onun sözleriyle doludur. İvan, babaya karşı yapmacık bir saygı sergiliyor olsa da, etrafa karşı, babasını sevmediğini gerektiğinde dile getirmekten çekinmemektedir. Dimitri kadar sert değil, daha çok politik bir davranış sergilemektedir.  Üç oğul ve babaları arasında miras problemi oluşmuş, Dimitri mirasını peyderper babadan almış ama Dimitri hala babadan alacağı olduğunu düşünmektedir. Aleksey ortamı dengeleyip, sulh sağlamaya çalışır. İvan ise pek kafasına takmamaya çalışsa da olayların içine içine çekilmektedir. Babanın ve Dimitri'nin göz koyduğu, hafif meşrep bir kadın vardır; Gruşenka. Baba ve oğul arasındaki bu mücadele kitap boyunca sürecektir. Zaten olaylar da bu aşk çerçevesinde başlayacaktır.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

24 Mayıs 2013 Cuma

MARTIN EDEN, Jack London

MARTIN EDEN, Jack London
MARTIN EDEN
Jack London
Ah Martin, seni ne zaman Martin Eden olduğun için sevdiler ki? Sen ki, güçlü ve erkeklerin elinden sevgililerini alacak kadar yakışıklı; kim seni karşısına almak isterdi ki? Biliyor olmalıydın hayatın anlamsızlığını ve insanların maddiata aşkını. Çünkü sen varoşlardan geldin. Sen ne yaptın? Kendi sınıfında çok daha mutlu olabilecekken, kendinden -en azından maddi olarak- çok daha üst bir sınıfta yer edinmek ve o sınıfa ait bir kızı sonsuza kadar elde edebilmek için bir mücadeleye girdin. Hayat sana, kavuştuğun bu mutluluğu tek başına yedirir mi hiç? Yanında büyük acılarıyla birlikte, ideallerine kavuştunda ne oldu? Çok çektin be Matin, çook! Peki ne oldu sonunda?..

Hikayenin sonundan bahsedip, sizi bu öyküden mahrum etmek istemiyorum, ancak hikayenin başından bahsederek, sizleri bu kitabı okumaya teşvik etmek istiyorum.

Martin Eden yirmi bir yaşında, serserice değil ama amaçsızca denizlerde geçirir gençliğinin ilk yıllarını. Ta ki, bir gün serseriler bir adama orantısız güç kullanarak saldırırlar ve bunu gören Martin de serserileri savuşturarak, aristokrat genci kurtarır. Kurtulan genç,bir minnet borcu olarak, Marti'i akşam yemeğine davet eder. Martin davet edildiği eve gider ama ilk defa böylesine muhteşem bir ev görmektedir. Tedirgin davranışlarla ve tam olarak kurulamayan cümlelerle yabaniliğini ve eksikliğini gösterir. Oysa Martin, hiç de boş biri değildir, sürekli olarak okuyan biridir. Ancak, sadece okumakta fakat okudukları üstünde hiç düşünmeyen biridir. Ruth, evin tek kızı,  Martin'i ilk karşılayan kişidir. Ruth, Martin'in fiziki gücünden oldukça etkilenir ve genç kızlığın verdiği dürtü ile garip duygular içerisine girer. Velhasıl, Martin'in Ruth'u elde edebilmesi ve Ruth'un da Martin'i kabul edilebilir biri haline gelmesi için, Martin'in gelişmesi gerekmektedir. İşte Ruth, Martin Eden'i tornadan geçirir gibi düzene sokmaya ve eğitmeye başlar. Ancak Martin'in boş biri olmadığını söylemiştim, ve Martin de boş durmaz, herşeyiyle kendini eğitime kitaplara verir. İnatçı ve zaman zaman kibilir kişiliğiyle kendini Ruth'a kabul ettirecek bir duruma gelir. Martin, gemilerde çalışarak Ruth'a iyi bir gelecek sunamayacağını bildiğinden -ki ona karşı içinde ciddi sevgi olmasına rağmen, aşkını dile getiremez. Ruth da onun gibi içinde saklar aşkını. Bu noktada, Martin yazmaya ve dolayısıyle yazdıklarını satarak büyük paralar kazanmayı planlar. Ancak kazın ayağı öyle değildir...

Jack London'un daha önce okuduğum, Ademden Önce, Beyaz Diş ve Vahşetin Çağrısı adlı eserlerden çok farklı ve oldukça etkili bir eseridir, Martin Eden. Unulmayacak bir öyküdür, ve kesinlikle okunması gereken bir eserdir.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

19 Mayıs 2013 Pazar

ÖLÜ CANLAR, Gogol

ÖLÜ CANLAR, Gogol
ÖLÜ CANLAR
Gogol
Nikolay Vasilyeviç GOGOL'ün üç cilt olarak tasarladığı ancak çok eleştiri aldığı bu eserin, ikinci cildinin el yazmalarını, gerçirdiği bir buhran esnasında yakmış ve daha sonra tekrar yazmayı denemişse de başaramamıştır. Bu eserin ikinci cildini yaktıktan, yaklaşık on gün sonra vefat etmiştir.

Gogol, dönemin Rusya'sını eleştirebilen bir yazar olarak, Rus halkına, çalışmadan servet sahibi olanların iç yüzünü ifşa etmekten çekinmemiştir. Gogol Rusya'da, bu eleştirel yaklaşımı ilk olarak kullanan yazar ünvanına sahiptir. Palto adlı eseri, bu bağlamda, kendisinden sonra gelecek yazarlar için bir milad oldu diyebiliriz. Dostoyevski, hepimiz Gogol'ün Palto'sundan çıktık, diyerek, üstadın Rus yazarlarına olan etkisini bir başka şekilde dile getirmiştir.   Diğer Rus yazarların; aşk, şehvet, lüks yaşam vb. anlatılarla, halkı uyuşturmasının aksine, Gogol, yazılarıyla halkı uyandırmayı amaç edinmiş bir yazardır.

Ölü Canlar bana göre bu cümle ile özetlenebilir: Yaradan, yaratmaktan mutludur -ki yaradılanın da üreterek, yaradana yakınlaşacağını bilir...

Çalışmak ibadettir, öyleyse çalışmadan para, şan veya şöhret sahibi olmak da nedir? Elbette alçaklıktır. Gogol eserinde, Çiçikof adlı bir dolandırıcıyı kahraman olarak seçmiştir. Gogol bu seçiminin nedenini şöyle ifade eder romanında: "İşte ben de kahraman olarak erdemli bir adam seçmek istemedim. Bunun nedenini açıklayabilirim: İnsanlığı koruyanların artık dinlenmelerinin zamanı gelmiştir. Niçin mi diyeceksiniz? Şunun için ki; "Erdemli insan" ifadesi, bugün onları kullananlar tarafından değersizleştirilmiştir. Hemen her yazar "erdemli insan"`ı kalemiyle anlatırken hırpalamıştır. O derece ki, erdem boğulmuş, öldürülmüş, gölgesi bile kaybolmuş, bir deri bir kemik kalmıştır. Erdemli adamdan ikiyüzlülükle söz edilir, ona hiç saygı gösterilmez. Bu nedenle, alçak adamları ele almanın zamanı gelmiştir; biz de onları kahraman olarak seçiyoruz.". Gogol, alçak adamları ele alarak, onları tüketmeyi, tüm dünyadan yok etmeyi ümit etmektedir. Eserin ikinci ve üçüncü ciltleri yok maalesef. Yazar bunu bitirmiş olsaydı, Çiçikof'un akibetini tam olarak öğrenebilirdik. Ancak yine de, romanın sonunda, Çiçikof'un son umut çırpınışları -ki yazar bunu okuyucuya iyi aktarmıştır- bile bir ders niteliğindedir.

Kim ve nereden geldiği belli olmayan kahramanımız Pavel İvanoviç Çiçikof, kendine sakladığı (romanda sebebi anlatılıyor, ilerleyen bölümlerde) bir sebepten ötürü, Ölü canları (ölmüş köleleri) satın almaktadır. Tabii, bu çoğu için ahmaklık ve bir çoğu için de şüpheli bir davranış olarak görünmektedir. Çiçikof, ölü canların peşinde koştururken, okuyucu bir çok maceraya, dedikoduya, iftiraya şahit oluyor. Gogol'ün farklı anlatımı ile üç yüz sayfalık kitapta, sanki bir yüz yıl geçmiş gibi bir his doğuyor okuyucuda. Dünya klasiklerinin en önde gelen eserlerinden biri olduğundan, mutlaka okunması gerektiğinin altını çiziyorum.

Gogol'ün karakter anlatımı müthiş. Öyle ki, çevremizde de benzer karakterdeki kişilerin, bu romanda da olduğunu görmek şaşırtıcı geliyor insana. Mesela Nozdriyef, böyle birini tanıyorum; tıpa tıp diyemesem de karateristik olarak büyük benzerlik var, aralarında.

Sözün kısası, okumadıysanız bu eseri, lütfen okuyun. Dünya klasiklerini okumadan, günümüz yazarlarına geçmenin pek akıllıca bir iş olduğunu düşünmüyorum. Türkiye'de daha çok kitap okunması dileğimle, hoşçakalın...

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Mayıs 2013 Cumartesi

KARDEŞİMİN HİKAYESİ, Zülfü Livaneli

KARDEŞİMİN HİKAYESİ, Zülfü Livaneli
KARDEŞİMİN HİKAYESİ
Zülfü Livaneli
Ahmet Arslan, emekli olduktan sonra şimdi Yalıköy, eskiden Podima denilen Karadeniz tarafından Bulgaristan'a yakın bir kasabada yaşamını, okuyarak ve neredeyse kendini insanlardan soyutlayarak sürdürmektedir. Az insanın ve doğanın ön plana çıktığı bu kasabada, insanlardan kaçan kendi gibi insanlar da vardır. Arzu ve eşi Ali de bunlardan biridir. Fakat, Arzu bir cinayete kurban gider. Olaylarda işte bu cinayet ile başlar. Kasabaya gelen, yeni yetme gazeteci bir kız, Ahmet Arslan ile Arzu'ların evindeki son gece düzenlenen parti hakkında sorular sormak için kapısını çalar...

Zülfü Livaneli beni bu öyküsü ile çok şaşırttı. Sizler okuduktan sonra bana hak vereceksiniz. Daha önce okuduğum Serenad eserini göz önünde bulundurarak, Kardeşimin Hikayesi'nin de edebi bir öykü olacağını sanmıştım. Evet, edebilik açısından yoksun bir hikaye değil... Size şunu söyleyeyim: Ahmet Ümit'in cinayet hikayelerinden çok daha öte; tam sonda, insanı heyecan ve şaşkınlıkla vurup sarsan bir öykü bu. Asla okumuş olmaktan pişman olmayacağınız bir eser...

Diğer kitap yorumlarım için tıklayınız.
Zülfü Livaneli hakkında bilgi almak için tıklayınız.
 

9 Mayıs 2013 Perşembe

SOKRATES'in SAVUNMASI, Platon

SOKRATES'in SAVUNMASI, Platon
Cehalet, kıskançlığı doğurdu; kıskançlık da ölümü...

Sokrates, Atinalı bir kaç kendini bilmez herif yüzünden, tanrı tanımazlık ve gençleri kötü yola teşvik suçlamasıyla mahkemeye verilir. M.Ö. 366 senesinde de ölüme mahkum edilir. Sokrates'e, bırak bu işleri kardeşim, git kafayı dinle bir daha da felsefe felan yapma, deseler de, Sokrates ölümü tercih eder.

Platon'un bu eseri, gerçekte bir mahkeme kaydı olmayıp, Platon'un, Sokrates öğretisi ile kendinin yazdığı bir savunmadır. Eserde, Sokrates iddialara cevap vermekte ve diyalektik soruşturma yaparak, iddiaa sahiplerinin yanlışlarını ortaya serer. Ancak eserdeki savunma güçlü de olsa, gerçekteki mahkeme sonucuna göre bir karar çıkar bu eserde.

Hem eserin muhatabı Sokrates, hem de yazarı Platon göz önüne alındığında; oldukça kısa bir eser olmuş olsa da, farklı zamanlarda bir kaç okuma yaparak daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyim. Burada bir hikaye değil, bir felsefe yatmaktadır. Platon hemen tüm eserlerinde Sokrates'i konuşturarak felsefesini anlatmaktadır. Devlet adlı eserinde de durum böyleydi.

Bana göre, özellikle bu eser; doğru sorular sormayı öğretiyor insana. Doğru sorular sorabilmek için de, neyi bildiğini ve neleri bilmediğini bilmek gerekiyor. Bilmediğini bilenlerin değil, Sokrates gibi bilmediğini bilemeyenlerin ancak yapabileceği şeydir bu.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

8 Mayıs 2013 Çarşamba

AFORİZMALAR, Franz Kafka

AFORİZMALAR, Franz Kafka
AFORİZMALAR
Franz Kafka
Franz Kafka, 1917-1920 seneleri arasında küçük kağıt parçalarına, numara vererek yazdığı özdeyişleridir. Tabii, aforizma diye tanımlanması işin içinde felsefi yani derin anlatım da içerdiği anlamına gelmektedir. Kafka, yapı olarak zaten oldukça derin bir kişiliğe sahiptir. Burada aforizma diye tabir edilen cümleler, bana kalırsa, orijinal Kafkaesk sözlerdir. Felsefeden söz edeceksek eğer, bu sadece Kafka'nın kendine has felsefesidir -ki edebiyat camiası da buna Kafkaesk demektedir.

Franz Kafka, sorunlu bir yaşam sürmüş ve oldukça karmaşık düşünce yapısına sahip bir kişidir. Eserlerini okuduğunuzda, Kafka'nın kendini tam olarak ifade edemediğini ve dolayısıyle anlaşılmaz cümleler yazdığı düşünülebilir. Bu bir "frekansı yakalama" sürecidir ki, bunu başardığınızda, onu anlamamak işten bile değil. Aforizmalar adlı yapıtında geçen cümlelerin yarısından azını tam manasıyle anlayabildiğimi söylebilirim. İşte bahsettiğim bu frekansa girememiş olduğumdan, benim için oldukça anlaşılmaz oldu. Sanırım, aforizmalarını okumadan önce, diğer öykü ve makalelerini okumak daha yerinde olacaktır. Her neyse, günü gelince bunu bir kez daha okurum. Ama bir de biz baksak diyorsanız, şu adresten okuyabilirsiniz.

Bir gün gözünüzü açıyorsunuz ama hiç birşey göremiyorsunuz, her yer karanlık; bir kaç adım atıyor ama sürekli duvarlara çarpıyor ancak sonunda bir labirentin içinde olduğunuzu anlıyorsunuz; soruyorsunuz kendinize: neden buradayım; neden karanlık; ne işim var burada; ve bu labirent niye?.. Ve gün geliyor artık soru sormuyorsunuz; sadece, karanlıkta o labirentin içinde yaşıyorsunuz...
Kafka'nın, karanlık labirenti içinde soru sormadan yaşamaya alıştığımızda, onu çok daha iyi anlayacağız. Yukarıdaki alıntı yaptığım paragrafın bulunduğu, Ceza Sömürgesi adlı kitabın yorumuna da göz atmanızı, dolayısıyle orada da Kafka için yazdıklarımı okumanızı öneririm.

Bu adamı tam manasıyle anlamak zor olacak. Friedrich Nietszche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı emin olun çok daha anlaşılır kalıyor, Kafka'nın aforizmaları yanında...

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.



7 Mayıs 2013 Salı

ROBINSON CRUSOE, Daniel Defoe

ROBINSON CRUSOE, Daniel Defoe
ROBINSON CRUSOE
Daniel Defoe
En büyük maceraperest; en büyük talihsiz; büyük mucizelerin şahidi; çiftçi; marangoz; kaptan; vali; efendi; baba sözü dinlemeyen, büyük adam: Robinson Crusoe...

Kitap İsevi bir inanışa göre yazılmış olsa da, altı çizilen iki şey var; Tanrı'nın mucizeleri ve azim. Umudun yitirildiği anda, önemsizce yere serpilen kırıntılardan dünyaya gelen arpa başakları, Tanrı'nın lütfu ise; büyük azimle yıllarca çabalayarak, öne gelen bu fırsatı koca bir tarlaya dönüşteren de Robinson idi...

Genç yaşta, ailesinin ısrarına rağmen, kaçarak, deniz yolculğuna çıkan Robinson; ilk etapta basit bir kaç talihsiz olay atlatır ama ardından Brezilya'da harika bir çiftlik sahibi olur. Macera tutkusundan mı yoksa genlerindeki isyankarlık mı bilinmez, rahat bir yeri varken, kendini yine denizin ortasında bulur. Bu yolculuk kendisini yıllarca bir adaya hapsedecek bir kaza ile son bulur. Tek başına bir adada; elindeki yiyecek, giyecek ve alet hırdavatın oldukça kısıtlı olduğu bir durumda, yaşam mücadelesi vermeye başlar. Bu mücadele hepinizi hayretler içerisinde bırakırken, bu mücadeleden de çok şey öğreneceksiniz.

1719 senesinde yayımlanan bu romana oldukça ön yargı ile yaklaştım. Çocukken ve genç yaşlarda filmini izlemiştim. Romanın 1719 senesinde yayımlandığı için olsa gerek, filmin kitaptan daha iyi olduğunu ve hatta filmi çeviren senaristin ve yönetmenin hikayeyi daha da güzelleştirdiği gibi saçma bir önyargı ile romanı okumaya başladım. Kesinlikle yanılmışım... Bu roman eğer bir film olacaksa 3-4 saatten kısa olamaz. Roman'da anlatılan detaylar ve olaylar, filmde çok az üstünde durulmuş. Robinson Crusoe'nun kitabını okumak bambaşka bir deneyim oldu benim için. Okumayanlar için şiddetle tavsiye ediyorum. 

Pek emin olmamakla birlikte -Thomas More'un Ütopya'sı hariç- okuduğum en eski yayımlanmış romandır. Thomas More'un Ütopya'sı da bir roman ama o daha çok kitaptaki ana fikri vermek için romanlaştırılmış tadını veriyordu. Aradığınız gerçek bir macera öyküsü ise, bu kesinlikle Robinson Crusoe olacaktır. Daniel Defoe sizi hayal gücü ile şaşırtacak.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 



3 Mayıs 2013 Cuma

ZAVALLI NECDET, Safvet Nezihi

ZAVALLI NECDET, Safvet Nezihi
ZAVALLI NECDET
Safvet Nezihi
1902'de yayımlanan ve zamanında best-seller olan, Safvet Nezihi'inin Zavallı Necdet romanı, Türk Klasikleri arasında bulunmanktadır. Bazı yazarların etkisinde kalmış ve yazınsal olarak eksiklikleri bulunduğu ifade edilmiştir, kitabın yazarı tanıtan bölümünde. Okuması kolay, kurgusu güzel ancak bu günün insanı için pek acıklı olmayan -ki vaktiyle kadınları gözyaşlarına boğmuş bir romandır.

Necdet Feridun varlıklı bir ailenin evladıdır. Haliyle, gününü gün etmekle geçirmekte ve dostlarına da yaşadığı maceraları kimi zaman dosdoğru kimi zaman da abartarak anlatmaktadır. Ancak, günlerden bir gün, Necdet Feridun sevdiği bir arkadaşına rastlar ve arkadaşına son macerasını anlatır. Arkadaşı, abartılı eğlencelik bir macera diye düşünür, fakat bir süre sonra hiç de öyle olmadığını görür. Necdet Feridun anlattıkça, arkadşının merakı daha da artar. Bu anlatı günler, aylar ve yıllara dağılmıştır.

Roman da iki anlatıcı vardır; kimi zaman Necdet Feridun kimi zaman da arkadaşı tarafından anlatılmaktadır.

Genel olarak konu; Necdef Feridun'un, konağına komşu olan bir ailenin kızı Meliha'ya aşık olması, ancak, Meliha'nın bu aşka karşılık vermeyip, Necdet Feridun'un samimi arkadaşı olan İbrahim Şemsi ile evlenmesi ile başlamaktadır. Necdet Feridun için için Meliha'yı sevse de asla karşılık alamadığını ve dolayısıyle arkadaşı İbrahim Şemsi ile evlenmesine çok üzülür ve hastalanır. Ancak Meliha gerçekte, Necdet'e boş değildir. Yaptığı bu evliliğin aslında Necdet için bir eziyet olduğunu vakti gelince itiraf edecektir, Meliha. Bunu duyan Necdet ne diyeceğini şaşırır. Artık Meliha'nın açık ilan-ı aşkı ile samimi arkadaşı İbrahim Şemsi arasında kalmakta ve sürekli olarak hastalanmaktadır. Olay sürekli olarak aşk ve onur arasında gelip gitmektedir. Bu gelgitlerde hüzün, ölüm, ayrılık ve ihanet de bulunmaktadır.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

23 Nisan 2013 Salı

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ, Khaled Hosseini

BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ, Khaled Hosseini
BİN MUHTEŞEM GÜNEŞ
Khaled Hosseini
Bir kulübede yaşayan, bir harami, Meryem ile yıllar sonra yoları kesişen Leyla'nın öyküsü bu. Hikaye 1959 senesinde Meryem'in doğumundan itibaren başlıyor ve 2003 senesinde bitiyor. Afganistan'da bu süreç içerisinde yaşanan olaylar, daha çok kadınların birer "hiç" olduklarını vurguluyor bize.

Bir saldırı olarak algılamazsanız eğer, bu öyküyü okuyan Türk kadınlarının hallerine şükretmelerin, ve dahası isyan noktasına geldiklerinde tekrar tekrar bu öyküyü hatırlamalarını salık veririm. Ancak yine de, daha da önemli olan; huzur içerisinde, evinde sağsalim yaşayan tüm insanların, bu öyküyü okuyarak, şükretmesi gerektiğini bilmelerini isterim.

Khaled Hosseini'in daha önce Uçurtma Avcısı adlı filmini izlemiş ve oldukça etkilenmştim. Uçurtça Avcısı adlı romanı henüz okumak nasip olmadı. Yazar oldukça akıcı ve anlaşılması kolay bir dil ile, Afganistan'da yaşanan insanlık dışı olayları bir bir gözler önüne sermekte büyük ustalık göstermiş. Okuyunca etkileniyor insan. Bu kitabı kesinlikle çocuklara da okutarak, geleceklerini hangi zemin üstüne kurmaları gerektiğine yardımcı olabilirsiniz. Yanlış tercihlerin insanı nerelere götüreceğini çok iyi anlatıyor bu öykü.

Kitapta anlatılan öyküde ağzınızı açık bırakacak çok şey var. Taliban'ın ülkeyi ele geçirdiğinde dağıttığı broşür mesela. Bu broşürde yazılanlara inanmakta zorluk çekebilirsiniz. Ülkenin tam tehcizatlı hastanelerinin sadece erkeklere tahsis edildiğini, kadınlar için ise her türlü malzeme kıtlığı yaşanan kümesten hallice hastanelerin olduğunu. Çoğu zaman anestezi olmadan ameliyat yapıldığına tanıklık edeceksiniz. Korkuç şeyler bunlar. Açlık ve susuzluğun bile hafif kaldığı olaylar, kanınızı donduracak.

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 


21 Nisan 2013 Pazar

Rüya, gerçek?

Umarım herkes iyidir... Herkesin bir tek benden gayri en iyi olduğunu düşündüğüm anlardan birini yaşıyor olsam da, ben de herkes kadar iyi olabilmeyi diliyorum. Dilemek, kendim için en iyisini düşünmek, yeterli mi, bilmiyorum.

Artık gündüzleri bir rüyada yaşıyor gibiyim. Olaylar birbiriyle ilintisiz, aniden değişiyor. Yediğim, içtiğim, konuştuklarım veya gezip gördüğüm yerler, uykuya daldığımda hatırlanmaz oluyor. Oysa artık uykuya dalıp da gerçek rüyalarımda gördüklerimin tadı ağzımda kalıyor, konuştuklarım daha gerçek geliyor bana. Yaşadığım ile ölüm provası yaptığım dünya arasındaki gerçekliği yitirmiş durumdayım. Ne zaman gerçeği ne zaman rüyayı yaşadığımı anlayamıyorum. Yaşarken mi yoksa ölüm provasındayken mi, daha gerçek bir "ben" oluyorum, tanımlayamıyorum.

Gerçek olduğunu hissettiğim anlarda -ki bu bir rüya eminim, "nasılsın?" dediklerim mutlaka "teşekkürler iyiyim, ya sen?" diyebiliyorlar. Bir rüya olduğunu hissettiğim anlarda -ki bunun bir rüya olmadığından eminim, "nasılsın?" dediklerim, puff diye duman oluyorlar gözümün önünde... Sessiz ve kapkaranlık bir odada gibi hissettiriyor bu durum beni.

Ne uyanık ne de uyuyor olmayabilirim; "ben" bir "hiç" olabilirim: var olmamış!

- murat

18 Nisan 2013 Perşembe

ANNA KARENINA, Tolstoy

ANNA KARENINA, Tolstoy
ANNA KARENINA
Tolstoy
Lev Nikolayeviç TOLSTOY'un en iyi eserlerinden biri olarak dünya üzerinde haklı bir üne kavuşmuş romanı Anna Karenina'yı bir çırpıda okumak nasip olmadı maalesef. Tam bir aydır cebelleştim. Şu veya bu sebepten nedense 1060 sayfalık tek parça (yekpare) kitabı bitiremedim. Ama bu ders olsun, bir daha böyle yekpare olarak dünya klasikleri okumayacağım. Ciltler halinde olanı okumaya daha elverişliymiş onu anladım.

Roman'ın adı Anna Karenina olsa da, ben daha çok Levin Nasıl Tanrıya İnandı? diye bir isim verirdim bu kitaba. Bir aşk anlatılıyor gibi görünse de, hikaye aslında hayat meşgalleri; doğum, ölüm, evlilik, çocuklar, şehirler, köyler, köylüler, çiftlik gibi şeyleri anlatmaktadır. Yazarın kalitesini, okuduktan sonra hala zihninizde anlatılan yerleri görüyor olmanızdan anlıyorsunuz. Bana göre, şehir tasvirlerinden çok kırsal kesim tasvirleri daha başarılı. Öyle ki, gece vakti kırsal bir kesimde yaşanan bir anın tasviri hala gözlerimin önünde. Bu belki, yazarın kırsal kesime daha yakın ve sıcak baktığından olabilir.

Gerçek bir yazar ve gerçek bir roman nedir, sorusuna en iyi yanıtlardan biri, Anna Karenina olacaktır. Elbette daha bir çok yazar ve bir çok romanı da örnek verebiliriz.

Mukayeseler kitabı da denilebilir; Anna ile Kiti'nin evliliği; Levin ile Vronski'nin aşkları; şehir ile köy;  asilzadeler ile halk; inanan ile inanmayan... Yalnız bir tek okumada hemen yorum yapmak pek yanlış olacak. Bir kaç okuma ve hatta dost meclislerinde kritik yaparak, yorumlarama geçmek doğru olacaktır bu romanı. Ben alelacele tek okumamda yorum yapıyor olam bile ayıp kaçabilir. Eh artık ortalama bir okuyucun bu yorumuna da hoşgörüyle bakacağınızı umuyorum.

Ben kitap okuma sevdasına, daha çok araştırma-tarih-bilim konularıyla başlamıştım ilk zamanlar. Ancak geçen zaman da anladım ki, bazı kavramları, tarihleri, kişilikleri ve edebi yaklaşımları; doğrusu felsefi yaklaşımları bilmeden hiçbir şeyi anlayamayacağımı anladım.  Daha güncel romanlarla başladım ancak, eveeliyatını bilmeden edebiyatın, güncel romanların da kıymetini tartamadığımı gördüm. Dolayısıyle, klasik romanlar denilen yerli ve yabancı yazarlara yöneldim. Hedefim, en azından bilinen yerli ve yabancı klasik romanların tümünü okumak. İşte bu sürecin ardından, Böyle Buurdu Zerdüş gibi kitapları okumak ama anlayarak okumak mümkün olacağına inanıyorm. Geçmişte sadece okuduğum ama kesinlikle anlamadığım, üç-beş kitap var... Biri sizi eğitmediyse, siz kendinizi eğitin!

 * Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


9 Nisan 2013 Salı

boş veriş

gidişler çoğalıyorsa,
gelişler azalıyorsa,
kalan günlerin sayılabiliyorsa,
hayatın çokluğu sana az geliyorsa,
kalabalıkta tek hissediyorsan,
yiyemiyor,
içemiyor,
sevemiyorsan,
gülen gözlerin değil de dudaklarınsa,
tuttuğun el seninse;
boş ver...

öyle de ölünüyor, böyle de...
öyle de yaranılamıyor, böyle de...
öyle de sevilemiyor, böyle de...
öyle de yaşanamıyor, böyle de...

sus!
nasıl istiyorlarsa, öyle olsun!

nasıl ölmeni isterlerse,
nasıl faydalanmak isterlerse,
nasıl sevmek isterlerse,
nasıl yaşamanı dilerlerse;
boş ver...

sus!
nasıl olacaksa, öyle olsun!

- murat

12 Mart 2013 Salı

TERK EDİLİŞİM, Peter Rock

TERK EDİLİŞİM, Peter Rock
TERK EDİLİŞİM
Peter Rock
Hiç hesapta yokken bu kitap elime geçti. Bir kitapçıda görsem büyük ihtimal satın almazdım. Ama meğer ne de güzel bir kitapmış...

De ki bir tüy yukarıdan süzüle süzüle başınıza konmak üzere; bir tüy! Ne umar ki bir insan; acı en son akla gelecek bir his olsa gerek, bir tüy size süzüle süzüle gelirken. Kanlar akarken başınızdan aşağıya, bunun bir kuş tüyünden kaynaklanmış olamayacağına inandırırsınız kendinizi ama gerçek şu ki, akan kan gerçektir. Acı ise kaçınılmazdır. Peter Rock, öyle bir hikaye anlatmış ve öyle bir kişinin ağızıyla okutturuyor ki; insan, anlatıcı olan çocuğun çocukluğuyla eriyip gidiyorken, yetişkin olan bizler, onun çocukluğuyla yumuşattığı acıyı içimize katbekat artırarak sokuyoruz. Ta yüreğimize...

Amerika Oregon'da evsiz olarak yaşayan ve bir savaş gazisi olan Baba, vaktiyle imkansızlıklar neticesinde terk ettiği (ya da kimbilir belki de rastgele seçtiği biridir) kızını evlatlık verildiği evden alıp, kendisi gibi ormanda evsiz barksız ve korunaksız yaşamaya doğru sürükler. Herşey sıcak ve olabildiğince dingindir. Hikayeyi kız kendi gözüyle anlatmaktadır. Baba'nın, kızını (veya kzı) bir evde düzenli bir hayat yaşayıp da bambaşka bir ortama taşıma sorumsuzluğundan başka bir sorumsuzluğu yoktur. Baba, kızına iyi bir eğitim verir ki kendi yaşıtlarından çok daha iyi bir düşünce ve genel kültüre sahiptir. Vietman'da savaşmış Baba, ormanda gizlenmeyi ve sürekli birilerinden kaçmayı iyi başarmaktadır. Kızını da bu şekilde eğitir. Yaban bir hayat vardır, şehrin göbeğinde. Ve onlar gibi yaban hayata katlanmak zorunda olan başkaları da vardır. 

Kitabın içeriği hakkında fazla bilgi vermek istemiyorum. Yumuşakça başlıyor ve yumuşakça bitiyor. Acı, o yumuşaklığın içinde sinsi bir yılan; yüreğinizi ısırıyor! Bu kitabı mutlaka alın ve okuyun, pişman olmayacaksınız.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

11 Mart 2013 Pazartesi

PATASANA, Ahmet Ümit

PATASANA, Ahmet Ümit
PATASANA
Ahmet Ümit
Hani bu kitabı bana verselerdi ama yazarının kim olduğunu söylemeselerdi: "Bir Ahmet Ümit değil!" diye kısa bir yorum yapardım. Evet ilginçtir bu kitap bir Ahmet Ümit kitabı. Keşke diyor insan, keşke sadece Patasana üstünden mitolojik bir hikaye masal tadında anlatılsaydı da araya o arkeologların gereksiz cinayet şeylerini hiç karıştırmasaydı, Ahmet Ümit.

Kitap maalesef sonuyla beni hüsrana uğratmıştır. Çok "çakma" ve "bıkkınlık" içeren bir son olmuş. Kitap bir an önce bitse de tatile çıksam modunda yazılmış sanki bu son. Birşeyler tam olmamış bu eserde ama ne?

Hititli bir saray yazmanı olan Patasana, gizli ve kişisel yazılar bırakmıştır, tarihe not düşmek adına. Esra adında bir arkeologun başkanlığında yapılan kazı çalışmaları ile Antep bölgesinde Patasana'nın tabletleri eksiksiz olarak bulunur. Yazar, her bir tableti ve arkeologların kazı çalışmaları esnasında yaşadıkları olayları bölüm bölüm anlatmaktadır. Baştan belirteyim, Patasana'nın tabletleri çok daha ilgi çekici. Sadece bu tarihi belgeyi Ahmet Ümit eliyle okumak için bile bu kitap alınır ve okunur.

Kitapta anlatılmak istenen mesaj önemli. Ayrıca PKK, Ermeni gibi meseleler de işleniyor. Dediğim gibi, birşeyler eksik bu romanda, tam tat vermiyor. Orta dereceli bir Ahmet Ümit kitabı diyerek sözlerimi bitiriyorum. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

7 Mart 2013 Perşembe

HALKA (ENGELSFORS ÜÇLEMESİ)

HALKA ENGELSFORS ÜÇLEMESİ Mats Strandberg Sara Bergmark Elfgren
HALKA
ENGELSFORS ÜÇLEMESİ
Mats Strandberg
Sara Bergmark Elfgren
Vaktiyle bir büyüğümüz "Din afyondur" demiş, günümüz de ise "vampir, cadı, kurtadam veya dünyayı kurtaran adamların hikayeleri" birer "afyon" diyebiliriz. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Twilight falan derken, ardı sıra bu tür hikayeler merakla beklenir oldu. Karşımızda İsveç'li Cadılar var bu defa. Engelfors kasabasında cereyan eden şeytani ve cadılığa namzet genç kızların öyküsü; üç kitap olarak tasarlanmış serinin ilk kitabı: Halka.

Diğer gelecek olan iki kitabı okumayacağımı şimdiden söyleyeyim. Sadece vakit geçirmek için okunabilecek, size bir bilgi vermeyen bir kitap. Vaktiyle ON İKİ adlı Vampir hikayesi için küçümseyici bir yorum yapmıştım, ancak şimdi düşünüyorum da, ON İKİ adlı eser -ki devamı ON ÜÇ YIL SONRA ve ÇARIN LANETİ'dir- çok daha iyi bir kitaptır. Çünkü, ON İKİ adlı romanda dönemin Rusya'sını ve Fransız işgalini de anlatmaktadır. Dolayısıyle bize bir Vampir hikayesi ile birlikte tarihi bilgiler de vermektedir. HALKA peki bunu sağlıyor mu? Asla! Boş boş çocukça cadı ve büyü ilişkisini okuyorsunuz. Çocuklar için bile basit kalacak bir roman.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


5 Mart 2013 Salı

EFSANE, İskender Pala

EFSANE, İskender Pala
EFSANE
Bir 'Barbaros' Romanı
İskender Pala
Barbaros Hayrettin Paşa adıyla bildiğimiz Hızır Reis'in ve ondan öncesinde abisi Oruç Reis'in Kadeniz'de nasıl birer efsane olduklarını anlatan müthiş bir eser.

Hızır, Oruç Reis Akdeniz'de yol alırken, babası onu denizlerden mümkün mertebe uzak tutmaktadır. Diğer kardeşleri hemen aynı otorite karşısında boyun eğmekle birlikte, farklı meslek dallarına yönelmekteydiler. Oruç Reis, Akdeniz'de Kızıl Sakal -ki Hızır'da aynı abisi gibi kaşı sakalı kızıldı- olarak tercümesi yapılan Barba Rossa olarak nam salmıştı. Kitapta detaylarıyla okuyacağınız şekilde, Hızır abisi gibi denizlere açılmaya karar verir. Gel zaman git zaman, Oruç Reis'in himayesinde başarılı işlere imza atar. Kızıl Sakal (Barba Rossa) Oruç Reis ölene kadar, adı pek bilinmez Hızır Reis'in. Ancak, Oruç Reis Barba Rossa olan namını, Kancalı Oruç olarak sürdürür -ki kolu bir savaştan sonra kesilmek zorunda kalınmıştır.

Bu tarihi romanın içine, benim gerçek olup olmadığını bilmediğim (araştırmadım) bir aşk hikayesi de serpiştirilmiştir. Bir oradan bir buradan anlatılırken, kendinizi Akdeniz'in sularında süzülüyor bulacaksınız.

Bu kadar kısa yazdığım için bu kitabı değersiz diye düşünmeyin lütfen. Bir önceki kitap hakkında uzun yazdığım diye, o kitabı da değerli sanmayın lütfen. Sadece bu kitabın içeriğinden bahsederek, heyecanını yitirmenizi istemiyorum. Öğrenmek için okuyunuz... Gerçekten bu kitabı okuyun!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

1 Mart 2013 Cuma

NİHİLİST, Hikmet Temel Akarsu

NİHİLİST, Hikmet Temel Akarsu
NİHİLİST
Hikmet Temel Akarsu
Valla nereden başlayayım ne diyeyim kesitremiyorum. Sussam gönül razı değil, konuşşam tesiri yok -ki fuzuli bir zat'ın kitabına yorum yazmak gibi olacak bu. Ama kendimi tatmin edebilirim...

Bu yazar, 80'lere takılmış; Cüney Arkın mı yener Bruce Lee mi yener tadında sorularla gününü geçirmiş ve ara ara elindeki sıyrılmış sopayla Hi-Men diye bakkalın çırağını dövmüş; dar taytlar ile ayna karşısına geçip en yükseğe bacak kaldırmış ve tiratını en etkili üslupla söylemeye çalışmış; ve hatta zaman zaman doğrulara umulmadık şekilde parmak basmış ancak dar taytın citizen(!) üstünde o lahza(!) bıraktığı tesir ile alay edilmiş; "İstanbul seni bir gün yeneceğim" repliğini, "Ey Türk Edebiyatı! İçine edeceğim" demiş ve nihayete ermiş ve yine "ve hatta" dememe sebep olarak, kankaları "yürü be Temel" demiş ve tüm bu ihtimaller ile saya döke ağlaya ağlaya bu günlere gelmiş olabilir -ki bu olabilitenin verdiği gazla, yaza yaza son olarak bu onüçüncü romanı Nihilist'i yazmış, sevgili Hikmet Temel Akarsu. İhtimaller böyle olsa da, yazar on üç roman yazmış, dile kolay... 

Kandım on üç romanın hatrına aldım elime Nihilist (Reddedilenlerin Risaleleri) adlı eseri. Eser mi? Teşbihte hata olmaz, "eser" diyebiliriz.

Kitabı almamdaki sebep ikidir; biri yazarın adını ilk kez duymam; ikincisi de kapak resmiyle Nihilist yazısıdır -ki Nihilist kelimesini detaylı örneklerle öğrenmek için iyi bir roman olacağını düşündüm. Yazarın, kitabın arka kapağındaki resmi ve kısa özgeçmişi beni anında itti... Ondan ta ötelere itilmişken yazıyorum bu satırları! Kim ne derse desin bu adamda bir eziklik bir kompleks var ve emin olun bu kitabı alıp okuduğunuzda bunu anlayacaksınız. Okunan ama anlaşılamayan herşey tarafınızca "mükemmel" olacak diye bir kaide yoktur. Herş salakça cümlenin altında derin manalar anlamaya da gerek yoktur. Edebi anlatım ile bodoslama daktilo başına geçmek bambaşka şeyler olsa gerek.

Peki yazar bu kitapta doğrulara dem vurmuş mu? Kesinlikle güzel bir konuya değinmiş. Ama maalesef becerememiş! Farklı olmak, özgün olmak, işte bu benim tarzım diyebilmek adına, güzelim konu batırılmış. Yazık olmuş. 

Bazı kitap okuyucuları gördüm ve hatta bazı insancıklar da gördüm; bir kelime öğrenirler mesela "irrite" kelimesi olsun: o kelimeyi yeni öğrenmişler ya, bir cümle içinde en az iki defa o kelimeyi kullanabilirler. Bu yazar -ki Nihilist okuduğum tek kitabıdır- bu kitapta oldukça farklı bir jargon ile zorlama kelimeler ilave etmiştir cümlelerine. Beş yüz tane bilmediğimiz kelime bu kitapta karşımıza çıkarken, en salakça hatta kelimenin ne olduğunu tahmin edebileceğim bir kaç kelime için dip not düşülmüş ama geri kalanları herkes bilir ya(!) onlar için ayrıca dip not düşülmemiş. Kitaptan şöyle bir cümle vereyim size:

"Sonra da muvaffak olamamış bir Mesih'in arzuhalini, olan biten cümle kötülüklerin encamını ve şol dünyanın menbus ahvalini havarilerime tebliğ etmiş olmanın bahtiyarlığıyla yetinip yeniden gaiplere karışacaktım."

Nedir bu? Bilmem siz de benim gibi bu cümlede bir özenti bir kasıntı sezebildiniz mi -ki cümlenin gerçek anlamından bağımsız bir soru bu. Ben şimdi yazdığı bir romanda kullandığı Osmanlıca kelimelerden ötürü, Namık Kemal'i eleştirebilir miyim? Elbette hayır! Çünkü onun, o dönemin dili böyleymiş. Peki H. T. Akarsu acaba hangi çağda yaşayıp hangi insancıklar için eser(!) üretiyor? Ha, diyecek ki şimdi: "Mesih'in yaşadığı dönemi göz almıyorsun ama". Evet olabilir ama kitap neresinden bakarsak bakalım asla Osmanlı döneminde geçmiyor ;)

Evet farkındayım, kitabın konusuna hiç değinmedim. Değinmeyeceğim de! Çok alıp okumak isteyen varsa, buyursun alsın. Hatta benim okuduğum kitabı vereyim, sayfaların üstüne yazdığım notlarla biraz keyifleri yerine gelir. Zaten kitap "en satılmayanlar" köşesinde duruyordu, kitapçı 3 TL'ye verdi. O sattı kurtuldu!

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.

27 Şubat 2013 Çarşamba

PİNHAN, Elif Şafak

PİNHAN, Elif Şafak
PİNHAN
Elif Şafak
Osmanlı döneminde bir dervişin kendi hikayesini bulmasını ve sittinsene Akrep Arif olarak bilinen ancak ahalisinin, yaptırılan bir hamama istinaden, adının Nakş-ı Nigar olarak değiştirdiği mahallenin kötüye giden kaderini anlatan bir öyküdür bu.

Pinhan -ki gizli saklı anmanına gelmektedir- doğuştan çift cinsiyetlidir; gündüzleri bir erkek gibi cesur, geceleri bir kadın kadar ürkektir; görünüm itibariyle bir erkektir, ama ruhunda bir kadın ağırlığı vardır, ancak henüz kendi bile bunu keşfedebilmiş değildir. Çocukken bir dergahın bahçesinde bulunan bir elma ağacı üstünde yakalanır ve iyi niyet yoluyla -ailesinin izniyle- dergahta bir derviş gibi yaşamaya başlar. Oldukça yakışıkl ve doğuştan gözleri sürmeli bir delikanlı olan Pinhan, dergahta Dürrü Baba'nın önderliğinde yapılan ayinlere kabul edilmemektedir; bu ayinlere katılabilmek için, kişinin bir hikayesinin olması gerektiğini öğrenir ve vakti zamanı geldiğinde kendi hikayesini bulmak için İstanbul'a gitmeye karar verir. Kader belki onu İstanbul'a göndermişti...

Biseksüel hayatın da ele alındığı (gay ve lezbiyenlik) romanda, Pinhan, İstanbul'daki Akrep Arif  mahallesine gelir ve olaylar başlar. Bolca karakterin olduğu ve hemen her karekterin ayrı ayrı hikayesinin anlatıldığı, mistik olayların kol gezdiği bir roman bu.

Kitap içinde yer yer şiirler okuyucuyu kendine çekiyor. Kullanılan dil kulağa hoş geliyor. 1998 senesinde Mevlana Büyük Ödülü almış bir eser olmasına rağmen, insan yine de sorguluyor: İlginç! Kitap bir garip bitiyor, aslında güzel başlıyor ancak final eksiklerle dolu gibi. Romanda bana göre boşluklar var. Ancak 24 yaşındaki Elif Şafak açısından bakılacak olursak, yaşından büyük bir eser çıkartmış ortaya. Bir Baba ve Piç ile veya bir İskender ile kıyaslanmaz bence. Ancak kitabın sonundaki söyleşide, ne hikmetse yazar sürekli olarak en çok Pinhan'ı beğenenlerle karşılaşmış.

Pinhan kötü ve kötülenecek bir kitap değil. Yazarın ilk kitabı olması açısından eksiklikler (ya da hikayedeki boşluklar diyelim) de hoş karşılanabilir. Kullanılan dili beğendim. Şiir gibi akıp gidebiliyor cümleler.

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.
 
 





26 Şubat 2013 Salı

NOTRE-DAME'ın KAMBURU, Victor Hugo

NOTRE-DAME'ın KAMBURU, Victor Hugo
NOTRE-DAME'ın KAMBURU
Victor Hugo
Kitabın orjinal adı Notre Dame de Paris olmasına rağmen, romanın en etkileyici kahramanın talihsiz kamburu, ülkemizde bu kitabın adının Notre-Dame'ın Kamburu olarak tanınmasında etkili olmuştur.

Herşey Quasimodo (Notre-Dame'ın Kamburu) etrafında değil, romanın en değerli ve en güzel karakteri olan Esmeralda etrafında dönmektedir. Quasimodo kimi zaman tiksinilen, kimi zaman acınılan, kimi zaman talihsiz bir kurtarıcı görünümüyle, sadece bizlerin değil Esmeralda'nın da ilgisini çekmiştir. Hep aşk var bu acıklı romanın her bir sayfasında...

Baş Diyakoz Claude Frollo vakti zamanında, kilesinin tahtasına bırakılan ancak herkesin tiksintiyle bakındığı talihsiz Quasimodo'yu evlatlık edinir. "Kötü" kelimesinin, kendisi için yakıştırılamayacağı bir hayatı olmuştur, Claude Frollo'nun. Ancak Esmeralda'nın ortaya çıkmasıyle, kösnü, aşk ve elde edemenin verdiği acı ile karanlığa gömülen Frollo'nun yüreği artık "kötü"'yi içinde barındırmakta; bunu bilen ve bundan kurtulmak için "kötü"'ye daha da sıkı sarılan C. Frollo kendi "iyisi" için "kötüyü" kullamaktan hiç çekinmemektedir.

Romanda bir çok kahraman ve her birinin ayrı karakteri var. Acımasızlığın tavan yaptığı, insanlığın henüz keşfedilmediği 1600'lü yılların Fransa'sında, bu kahramanlar belalardan yakayı bir şekilde sıyırsalar da, Esmeralda ve Fare Çukurundaki kadın maalesef en acı şekilde insan olmanın mükafatını almışlar, birbirlerine doyamadan öte dünyaya göç etmişlerdir.

Yazar Victor Hugo'nun dünya klasikleri arasına girmiş bu müthiş eserini bir çok defa TV'de veya sinemada izlemiş olsanız da, mutlaka kitabını okumanızı salık veririm. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.


18 Şubat 2013 Pazartesi

DON KİŞOT, Cervantes

DON KİŞOT, Cervantes
DON KİŞOT
Cervantes
Çocukken yarım yamalak kısaltılmış öykü kitaplardan okuduğum ve nedense sadece yeldeğirmenleri macerasının aklımda kaldığı, bir dünya klasiği olan Don Kişot'un maceralarını bu yaşımda tekrar okumanın mutluluğu içerisindeyim. Oldukça keyifli bir okuma ile karşı karşıya kaldım. İnce espriler ve ince göndermelerle dolu bu harika hikayeyi sindire sindire okudum.

Akıllı doğan, deli yaşayan ve nihayetinde akıllanarak ölen kahramanımızın asıl adı Alonso Quijada'dır. Okuduğu sayısız Şövalye öykülerinin etkisinde kalarak, dünyaya bir kurtarıcı gerektiğini düşünür ve kendi kendine verdiği Don Kişot ismiyle, maceradan maceraya atılmayı planlar. Ancak, şanlı bir Şövalyeye layık, kendi gibi şanlı bir at gerekmektedir: Rossinante, cılız bir attır ama Don Kişot için tam bir küheylandır. Her Şövalyenin mutlaka bir Silahşöre ihtiyacı olduğunu bilen Don Kişot, komşusu Sanşo Panza'yı kendine Silahşör seçer. Eşeği ile Sanşo ve atı ile Don Kişot, maceraya başlarlar. Don Kişot'un hedefi, Dülsine'e (Dulcinea) kavuşmak ve elbette kötülerin kabusu olmaktır. Sanşo Panza ise Don Kişot'un vaat ettiği adanın valiliği peşinde olup ayrıca savaşlardan ganimet almayı da hedefler.

İlk maceraya çıktıkları dönem uzun sürmez ve yaşadıkları yere geri dönerler. İkici yolculukları daha uzun sürer ama ilginçtir, yaşadıkları yere geri dönmek zorunda kalmadan önce ünü kasabaya kendilerinden gelmiştir. İkinci maceralı yolculukları sırasında birileri Don Kişot ve Sanşo Panza'nın öyküsünü yazıp kitap halinde basmıştır. Üçüncü yolculukları hem Don Kişot hem de Sanşo Panza için hedeflere en yaklaşılan bir yolculuk olmuştur -ki Sanşo Panza bir anlamda Ada Valiliği hedefine erişmiş görünmektedir. Üçüncü yolculuk hem yükselişlerini hem de çöküşlerini içeren bir yolcukluktur. Don Kişot'un başka bir şövalyeye yenilmesiyle, söz verdiği üzere; bir yıl boyunca Şövalyelik yapmayacak ve bu dönemi evinde geçirecektir. Bu onun son yolculuğu olacak ve evinde gözlerini hayata yumacaktır. 

Okunması gereken bir hikaye ve zevkle okuyacaınıza da eminim. 

* Diğer kitap yorumları için tıklayınız.